Archive for the ‘Yeni Kitap’ Category

Takribi ve vasati kıpkısa öyküler: Kibrit Çöpleri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Takribi ve vasati kıpkısa öyküler: Kibrit Çöpleri

“Sinema neden aşk hâline gelir biliyor musun? Çünkü o da tıpkı aşk gibi, insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştur. Hayal olduğunu bildiğin perdeye inanırsın bütün kalbinle… İnsan öncelikle bir aldanışa aşık olur, sonra o aldanıştan bir hakikat yapmaya çalışır hayatına…” Kibrit Çöpleri, Murathan Mungan

Geçenlerde şöyle bir cümle kurmuştum. “Kelimelerle içimizin fotoğrafını çekiyor Murathan Mungan” diye. Kendimi bildim bileli, yani bir kalp taşıdığımı hissedeli beri severim Mungan’ın cümlelerini. Arada döner döner okurum, bir daha bir daha onun insan ruhunu bunca incelikle dantel gibi işleyişine hayran kalırım.

Yeni kitabı çıktı Mungan’ın geçenlerde. Kibrit Çöpleri. Ece’nin masasında görüp hemen alıp başladım okumaya. Bu sefer kısa hikayeler yazmış, kendi deyimiyle “takribi ve vasati kıpkısa öyküler”. Şöyle diyor kitabın arka kapağında: “En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. ‘Bütün yaşamımız’ dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında… Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır.” Kitap arkası yazılarına pek güvenmem, genelde pazarlama kokarlar ama bu birkaç cümle bana epey samimi geldi, kendine inandırdı ve hep gözümün önünde olsun diye defterimin bir köşesine yazıldı. Kitabı elime alır almaz daha okumadan beni yakalayan şey tabii ki yine bir görsel. Kapakta kullanılan İlke Kutlay’a ait resim gündelik olanın en sade hallerinden birini anlatıyor ve beni de -elbette- bu şaşaasız ve sadecik haliyle tavlıyor. Resimde kırmızı -bence- geceliğiyle bir genç kız, sabah güneşinin tüm cüssesiyle dayandığı pencerenin önünde, sanki yeni kalkmış birazdan çay suyu koyacak gibi uzanıp önce camı açıyor. Pencerenin aralığından hafifçecik bir bahar esintisi doluyor içeri. Serin, taze, mutlu. Yerdeki piknik tüpünden lavabonun içindeki kirli bulaşıklara, mutfak tezgahındaki beyaz fayanslardan yerdeki eski usul desenli taşlara kadar her detayıyla bu resim aklıma sadece bir kelime getiriyor: “kendiliğindenlik.” Resimde her şey o kadar kurgusuz, özentisiz, o kadar el değmemiş, o kadar olduğu gibi, o kadar “an”a dair ki. Sanki hayatın bütünü bu andan ibaret, ne öncesi ne de sonrası var. Kitabı öylece elimde tutarken birkaç saniyeliğine bir çocukluk sabahına gittim.. Muhtemelen bir Mayıs sabahına; yeni uyanmış, sakin, sessiz bir Mayıs mahmurluğuna.

Hayatın en heyecanlı ve en sürprizli hallerinin hep gündelik hayatın kendiliğindenliğinde saklı olduğunu hissederim. Akışkan, seyrinde giden, seni şaşırtmasını hiç beklemediğin gündelik hayatın içinde bir köşeden başını uzatıverecek bir acayiplik, bir komiklik, bir enteresanlık sanki hep pusuda bekler gibi gelir bana. Onun kocaman “normal”liğinin içinde dikkatli bakınca görebileceğin minicik enteresanlıklar gizli gibidir. Onları görmeyi severim. Görmesem de varlıklarına inanmak bile iyi gelir. Geneli, büyük olanı, bütünü görmeye meyilli insan gözünün ıskaladığı hayatın bu şakalı hallerini arayıp bulmak özel zevklerim arasında yer alır. İşte bence Kibrit Çöpleri o minik anların peşine düşen, misket biriktiren çocuklar gibi her “an”ı tek tek eline alıp inceleyen, hayran olan, olduran bir kitap. Normalin anormalliğini, sakin olanın içindeki deliliği, sıradanın arkasına saklanan tuhaflıkları gösteren. Bilmem, belki bir başkası görmez bu gördüğümü.

Kitabın içine gelince… Kibrit Çöpleri diğer Mungan kitapları gibi yine okuyucuyu şaşırtmak için yazılmamış. Kapak resminin hissettirdiklerinin sağlamasını yapan, gündelik hayatın içinden cımbızla alınıp kenara konmuş insanlık halleri kitabın içinde de var. Bana yazarın samimiyetini, zorlamasızlığını, öyleceliğini hissettiren , herkesin başına gelebilecek ya da bir sohbet esnasında kulağımıza çalınabilecek doğal hikayeler. Bir çırpıda okudum Kibrit Çöpleri’ni. Daha ilk kelimeden oltaya takıldım. Alice’in tavşan deliğinden düştüğü gibi bir şeyin içine düşüp kapılıp gittim.

Bir kitabı okurken eğer yeterince izin verebilirsem kendime yazarın yazarkenki yolculuğuna paralel bir okuma yolculuğuna çıktığımı hissederim hep. Hikaye bir yandan akarken, ben, acaba yazar bu sayfayı yazarken aklında ne vardı, bu cümleyi nerde yazdı, sandalyesinin durduğu yerden sokak görünüyor muydu, odası nereye bakıyordu, pencereden baktığında dışarıda nasıl bir gün vardı, canı sıkkın mıydı, hatta onun tam şu anda okuduğum cümlesini yazdığı tam o anda ben neredeydim, ne yapıyordum, nasıl bir serüven peşindeydim, diye düşünürüm. Yazar benim için çoğu kitapta bana okuduğum satırları ulaştıran bir araç değil, kitabın kendisidir. Bazı yazarları okurken çok güçlü bir şekilde yaşarım bu duyguyu. Mesela Orhan Pamuk okurken hiçbir yazarda hissetmediğim şiddette ortaya çıkar bu duygu. Kitap ne anlatıyor olursa olsun, daha ilk satırda kendimi onun kafasında yaratıp oradan kağıda döktüğü mikro evrende bulurum. Ve son cümleye kadar Pamuk’un ruhu bir kenti gezdiren turist rehberi gibi benimle kelime kelime, satır satır, sayfa sayfa dolaşır. Bana eşlik eder. Kendi yarattığı dünyada beni yalnız bırakmaz. Murathan Mungan kitaplarında da buna benzer bir hal var benim için. Bunun kitabın mayasında gündelik hayat olmasıyla ilgisi olsa da, tek neden bu değil galiba. Belki en çok samimiyet bana bunu hissettiren. Yani yazarın anlattığı hikayeye herkesten çok kendinin inanması. Hikayenin içine girmesi, satır aralarında okuyucuya arada “ben buradayım” “bu kitap benim ruhumun uzantısı” demesi, diyebilmesi.

Siz de gündelik hayatın masalına inananlardansanız, bu ara kafayı biraz benim gibi yalnızlığa taktıysanız, Kibrit Çöpleri “içinde yaşayıp hiç uğramadığınız bu dünya”ya girmek için iyi bir fırsat olabilir.

Geçici şeylerin serabı, nesnelerin basit uykusu, hiçliğin rüyası, zamanın dipsiz anlam kuyusu, bellek denen tortu… daha nice şey sayılabilir değil mi şu gündeliğin kavurucu yalnızlığına, var oluşun nedensiz sıkıntılarına ad ve anlam bulmak için öyküler, olaylar, hayaller, açıklama yerine geçebilecek bir şeyler aranır, uydurulur, yakıştırılır, söylenir hep; kendi sözlerimizin çöplüğü şöyle üstünkörü karıştırıldığında bile, kimbilir zamana, hayata ait tözü ışığa çıkmamış neler bulunur?” Kibrit Çöpleri / Murathan Mungan

‘lucy in the sky’

‘Kahramanın Yokluğu..’ – Charles Bukowski

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘MANİFESTO : KENDİ ELEŞTİRMENLERİMİZ OLMASI İÇİN BİR ÇAĞRI..

 şiire burnunu sokanlardan tutun , şiir yasalarını koyan ve tantanalı bir zarafet ve tarzla kendi kuklacılarını yaratan belli üniversite gruplarına varıncaya dek , her cepheden şiir eleştirisi yağıyor – bunlar ve bunların üvey kardeşleri ve çevreleri , en ölümcül ve züppe şiir saplantısıyla.. çevrelerinin cömertliğiyle gaza gelen bu gruplar kendi tarihlerini yaratır , belgeler ve tartışır..

üniversite eleştirmenleri kendi küçük fildişi dünyalarının perdelerini çekerken yitirdiklerini yön ve prestij olarak kazandılar.. bizlere , biz yıkanmayanlara , bilardo salonlarında ve arka sokaklarda aylaklık yapanlara ise , ahenksiz bir hüsran vırıltısı kalıyor.. daha sezgisel bir güç aşılamak için belki bir manifesto , bir jest.. bir gebelik süreci… gerekli.. kolay değil tek bir şairin koca bir üniversite zümresini karşısına alması.. amerikan edebiyatındaki payımızın gelecekte birilerine ulaşabilmesi için belki biz de kendi tarihimizi yaratmalı , kendi tanrılarımızı seçmeliyiz..

yazarlarımız kampus gruplarının dünyadan kopuk niyetlerine ve aforozlarına kendilerini alıştırmak –ve adil olmak adına ; bazı yayınlarımız bir hayli yıkanmış olmakla kalmıyor , aynı zamanda kötü okunuyor (okur ve yazar olarak..) bizi kurtaran iki şey var ; korkunç klancılığımız ve üretimimizdeki çeşitlilik.. fakat bu itibar hem biçimlendirilmiş hem de amorf olmalı ; kendi yazarlarımıza kültürle katılım ve sayısal bütünleşme olanağı tanıyacak kendi eleştirmenlerimizle birlikte.. bu onaylanma ya da sınırlanma değil , birbirine karışmış pek çok sesin daha görünür bir biçimde düzenlenmesi demektir.. yeni kültürümüzün taze soluğu , cazibesi ve anlamı ve umudu , enerjilerimizin kusursuzluğu – bütün bunlar henüz dizginlenmiş ya da hayata geçirilmiş değil.. ve bu gerçekleşinceye dek üniversite koltuklarındaki sarp ve aşırı yağlı beş-altı ihtiyar şiirsel evrenimizin kahinleri olmayı sürdürecekler..’

CHARLES BUKOWSKI..

YENİ KİTAP : ‘Kahramanın Yokluğu’ , CHARLES BUKOWSKI ,  Çeviri : AVİ PARDO , Parantez Yayınları , 256 Sayfa , Mart 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ARA GÜLER..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir yandan sinema ile ilgileniyorum.. kameranın arkasına geçiyorum.. montaj senkron yapıyorlar , ben oradayım.. dünyaya oradan bakıyorum.. bunların fotoğrafa büyük etkisi olmuştur.. çünkü özellikle sinemadan planları öğrenmişim.. bunları niye anlattım laf yapayım diye değil.. bunlar birikimdir bu birikimler olmasa ara güler diye biri olmazdı.. benim tiyatro ve sinema ile içli dışlı olmam fotoğrafçılığı getirdi.. bir ağaca baktığında onu odun olarak görenlerden değilim , ağacın yeşilini görürüm , kokusunu duyarım , yaşadığını hissederim..’

 ARA GÜLER.. 

‘yahu öğrenilmez bu foto muhabirliği.. ben seni ressam yapabilir miyim ya.. bir picasso yaratılabilir mi.. denemedim , niye deneyeyim başkası denesin.. niye deneyeyim de vakit kaybedeyim..’

 ARA GÜLER..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘şimdi ki gençlere bakıyorum da , üç gün sonra her şeyi biliyorum zannediyorlar… oysa ben bu etaba gelinceye kadar , film stüdyolarında her türlü işi yaptım.. a’sından başlayacaksın yapacağın işe.. fotoğrafçılar da öyle.. eline bir makine alan adam , 3 rulo film çekiyor , ertesi gün sergi açıyor.. böyle şey olmaz..’

 ARA GÜLER.. 

‘fotoğrafçılık hastalık gibi bir şey , kanser.. hastalıktır kurtulamaz , sonra insan ızdırap çeker.. bir kere bu bir kültür olayıdır.. fotoğraf , dünyadaki sanat olayları , hepsi bir kültür olayıdır.. bizimkiler işin bu tarafı ile uğraşmıyorlar.. ama kültür nedir ; adamın yaşama sistemi yok ki.. mesela , hayatın tadını almak , hayatta her şeyi yapmak ondan da bir mana çıkarmaktır.. kitap okumak , sinemaya gitmek , bütün bunlar oluyor da bunların birikimi senin kafanda ne bırakıyor.. çünkü sen aslında bir şeyi görüyorsun mesela şuradan bir şey geçiyor yok bilmem ne filan , eğer sen kompozisyon bulmazsan kati surette kompozisyon uygun olacak.. o kompozisyon nereden uygun olacak ; resim görmüş olacaksın , kompozisyon bileceksin falan filan..’

 ARA GÜLER.. 

‘ARA GÜLER , Foto Cep’ , Yayına Hazırlayan : Hasan Şenyüksel , Önsöz : Nezih Tavlaş , Fotoğrafevi Yayınları , Aralık 2010.. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğrafevi yayınlarından çıkan bu küçük , hoş kitapta ara güler’in 86 fotoğrafı ve bu fotoğraflarla birlikte fotoğrafçılığa , sanata ve hayata dair çeşitli yazıları , aforizmaları mevcut.. kitabın hoş bir yanı da hem türkçe hem ingilizce olarak yazıların basılması.. kitap çok güzel basılmış ve cebinizde taşınabilecek boyutta.. bu kitabı hazırlayanlara , derleyenlere ve kitabın var olmasının asıl sebebi ‘ara güler’ üstadımıza sonsuz teşekkürler.. kaçırmayın , kitaplığınıza kazandırın.. kitapla kalın.. Crockett..)

MOR.. – BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MOR

yapraktan yosundan yoncadan

bahar inceden inceden

paris baharı bu bulanık

bir kül rengidir tüter nazlı nazlı

bir kül rengi yorgun argın ılık

serde ressamlık var azcık

bütün gün mor üstüne çalışmışım

boğazıma kadar mora gömülmüşüm

uzaktan bir akordeon sesi geliyor mosmor

dilimin acısı kolumun sızısı

kırk yıllık emektar başağrılarım mor

sen nehri bal rengi eiffel kulesi mor

bir yüz morardıkça morarıyor

kanlıca sırtlarında bir yerde akşam oluyor..

 

bütün gün mor üstüne çalışmışım

mor deyip geçme belalı renk musibet

yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor

menekşenin moru mavzerin moru kasaturanın moru

suya dökülmüş mazotun moru

neftin moru ziftin moru asfaltın moru

telgraf tellerinde petekkıranlar

buğday tarlasında devedikenleri

karadutun moru karamuğun moru kuzgunun moru

sıfırın altında çocuk elleri

ela gözlere konmuş murdar sineklerin moru

gözlerimi yumduğum zaman gördüğüm mor

morun karanlığı karanlığın moru

yok ölünün körü…

 

mor deyip geçme insan misali

yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor

insanların hesabı kimden sorulur bilmem

ama morların hesabı benden sorulur benden..

BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Dol Karabakır Dol , Bütün Şiirleri , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , 2003.. ve yine ‘Nazım Hikmet , Büyük İnsanlık , Kendi Sesinden Şiirler’ Yapı Kredi ve Türkiye İş Bankası Kültür ortak yayını , 2011..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kırmızı ceketini giymiyordu o artık , çünkü şarap kırmızıydı ve kırmızıydı kan da..’ – OSCAR WILDE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

READING ZİNDANI BALLADI.. 

1

 

kırmızı ceketini giymiyordu o artık ,

çünkü şarap kırmızıydı ve kırmızıydı kan da ,

ellerine de şarap , bir de kan bulaşmıştı

ölünün başucunda onu bulduklarında ,

sevdiği kadıncağız , sevgilisiydi ölen ,

öldürmüştü kadını vurarak yatağında..

 

o da yerini aldı suçlular arasında ,

soluk gri bir tulum sarkıyordu sırtından ;

bir de kasket başında ,

kaygısız , şen gibiydi , adım atışlarından ;

ki hiç görmemiştim ben böyle bakan bir adam ,

bu kadar içtenlikle güne gözleri dalan..

 

 

ben hiç görmedim böyle , böyle bakan bir adam ,

böyle dalmış gözleri

küçük mavi örtüye ,

zindan da tutukluların gökyüzü dedikleri ,

o salına salına süzülen bulutlara

ki gümüş yelkenleri..

 

öbür acılıların arasında yürürken

bir başka bölmedeki ,

ne yapmıştı bu adam diye düşünüyordum ,

acaba yaptığı ne , suçu da ne olacak ,

ki bir ses fısıldadı yavaşçacık arkamdan ,

‘o yeni gelen adam yakında asılacak..’

 

tanrım ! o an zindanın taşları duvarları

sarsılır gibi oldu , titredi birdenbire ,

gökler tepeme indi ,

kızgın çelik bir çember gibi sıktı başımı ;

kendi acım kendime büsbütün yetiyorken

birden hepsi silindi..

 

anladım , onu hangi düşünceydi kemiren

ve iten neydi böyle onun adımlarını ,

onun bu pırıl pırıl parlayan güne neden

bu kadar içtenlikle böylesi daldığını ;

sevdiği bir kadını öldürmüştü bu adam

ve şimdi buna karşılık verecekti canını..

 

 

ama gene de herkes sevdiğini öldürür ,

bu böylece biline ,

kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar ,

kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür ,

korkak bir öpücükle ,

yüreklisi kılıçla , bir kılıçla öldürür !

 

kimi insan aşkını gençliğinde öldürür ,

kimi sevgilisini yaşlılığına saklar ;

bazıları öldürür arzunun elleriyle ,

altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar :

bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü

böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar..

 

kimi insan az sever, kimisi de çok uzun,

kimileri aşkı satar , kimileri satın alır ;

kimileri de yapar bu işi gözyaşıyla ,

kimilerinde aşka serin kanla kıyılır :

hemen herkes bir türlü öldürür sevdiğini ,

ama bundan ötürü herkes asılmamıştır..

 

kim gider ölümüne utandırılırcasına

kapkara günlerini yaşarken hayatının ,

kimsenin idam ipi dolanmamış boynuna ,

ne maske örtülmüştür üstüne suratının ,

ve ne de hiç kimsenin ayağının altına

boşluğu serilmiştir döşeme kapağının..

 

hiç kimse kalmamıştır suskun bir dar çevrenin

durmadan gözetleyen bakışları altında ;

içinden ağlamaklık gelirken gözetleyen ,

dua etmek istese gözcüler arasında ;

kendini çalar diye göz ayırmadan bakan ,

cezaevinin avı , böyle gözler altında..

 

hiç kimse görmemiştir uyanıp gün doğarken

hücresinde toplanmış bir sürü ürkünç yüzü ,

tüm beyazlar giyinmiş din adamı titrerken ,

savcının ağırbaşlı durumundaki hüznü ,

valinin kara tören giysileri içinden ,

ölümü kesinleyen o sapsarı yüzü..

 

ürkünç bir çabuklukla kimse uyanmamıştır

suçlu giysilerini üstüne almak için ,

koca-ağız bir doktor başucu durmamışlardır

son anlarında bakıp notunu almak için ,

elindeki saatin belirsiz tiktakları

boğuk sesleri gibi çok korkunç bir çekicin..

 

kimseler , gırtlağını büzüp kupkuru eden

o tiksinç susuzluğu duymamıştır önceden ,

deri eldivenleri koskocaman , bir cellat

bin sürgülü kapıdan içeri süzülmeden ,

ve kimsem üç kayışla sizi bağlamamıştır ,

daha da kurumasın gırtlağın gibilerden..

 

durup dinlenmek için eğilmemiştir kimse

ölüm dualarını edenlerin sesini

taa içinden duyduğu bir ürkü kendisine

duyurup duruyorken daha ölmediğini ,

tabutuyla yüzyüze gelmemiştir hiç kimse ,

o korkunç çatkıların altına geçmemiştir..

 

hiç kimse ufak bir cam tavan aralığından

göklere doğru son bir bakışla bakmamıştır :

hiç kimse , kireçleşmiş soluk dudaklarıyla

çektikleri son bulsun diye yalvarmamıştır ;

titreyen yanağında

ölümün soluğunu hiç kimse duymamıştır..

 

.. 

OSCAR WILDE..

 

Özdemir Asaf’ın Kaleminden Hayatı ve READING ZİNDANI BALLADI , OSCAR WILDE , Çeviri : ÖZDEMİR ASAF , KIRMIZI Yayınları , Şubat 2011..

 

(645 satır yani 109 altılıktan oluşan yaklaşık 50 sayfalık ‘reading zindanı balladı’ ve irlandalı büyük yazar , şair oscar wilde’ın özdemir asaf’ın kaleminden hayatı yeniden ‘kırmızı yayınları’ tarafından özgün ve güzel bir baskıyla okurlara sunuldu geçen ay içinde.. özdemir asaf’ın istanbul türkçesine bağlı kalarak çevirdiği bu eserin tamamını okuyabilmek için hemen kitapçılara koşmanız gerekiyor çünkü kitap neredeyse tükenmek üzere.. özdemir asaf’ı şükranla anıyoruz , kendisine ve kırmızı yayınlarına çok teşekkür ediyoruz bu eseri bizlere kazandırdıkları için..  kitapla ve şiirle kalın..

 

Crockett..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UYKUSUZLUK.. – HENRY MILLER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ilkin kırık bir ayak parmağıydı sorun , sonra kırık bir kaş , en sonunda da kırık bir kalp.. ancak bir yerde de söylediğim gibi insan kalbi çok dayanaklıdır , yok edilemez ; kırıldığını ancak belleğinde canlandırabilirsin.. asıl tokadı yiyen insanın ruhudur ; ama ruh da güçlüdür , istenirse eski canlılığı kazandırılabilir ona..

 

evet , işte o ayak parmağı her sabah üçe doğru uyandırıyordu beni.. ‘cinli perili saat’ diyorum buna , çünkü en çok bu saatte aklıma düşüyordu o kadının ne yaptığı.. gecenin ve sabah alacasının kadınıydı o.. sabah solucan avlamaya çıkan değil , şarkısı ortalığı karıştırıp ürkü yaratan erkenci kuşun biriydi ; yastığınıza hüzün tohumları düşüren erkenci bir kuş..

 

umutsuz bir aşk çökmüşse gönlüne sabahın üçünde , özellikle onun orada , yerinde olmadığı kuşkusuna kapıldığında telefon etmeyi gururuna yediremiyorsan , ister istemez içe dönüp kendinle baş başa kalırsın ; o anda akrep gibi sokarsın kendini ya da hiçbir zaman postalamayacağın mektuplar yazarsın ona , ya da odanda ileri geri volta atarsın , hem küfür hem dua edersin , sarhoş olursun ya da kendini öldürecekmiş gibi davranırsın..

 

bu gidişat bir süre sonra tatsızlaşır , bıktırır insanı.. yaratıcı biriysen  -ama unutma , o anda boktan bir durumdasın- acılı anılardan ortaya elle tutulur bir şeyler çıkarabilir miyim diye sorarsın kendi kendine.. ve işte bir gece saat üç sularında başıma gelen tam buydu.. birden karar vermiştim ; çektiğim acıyı tuvale dökecektim.. o günlerde sıkı bir teşhirci olduğumu ancak şimdi , bu satırları yazarken anlıyorum..

 

tabii ki suluboyayla delidolu renkler serpiştirerek betimlediğim acının anlamına herkes varamazdı.. hatta kimileri düpedüz şen şakrak çizimler diye bakıyordu onlara.. ne dersiniz buna.. evet , gerçekten öyleler , ama içler acısı bir şenlik bu. bütün o delidolu sözcüklerle tümcelere esin kaynağı olan şey çarpık bir mizah duygusu değilse nedir ki..

 

(bu tür davranışlarım belki de çok önceden  bir başkasıyla , ilk sevgilimle başlamıştı.. ilk menekşe demetimi onun için almıştım ; tam ona uzatırken çiçekler elimden kayıvermiş , o da farkında olmadan (?) üzerlerine basıp ezmişti (!) insan gençken bu gibi küçük olaylar çok can sıkıcı olabiliyor..

 

kuşkusuz genç değilim artık – bu da her şeyi daha da can sıkıcı , söylemeye gerek yok belki , daha da gülünç yapıyor.. tek fark , sözlerime kulak verin , işin içine aşk girdiğinde hiçbir şey , hiç kimse ,hiçbir durum o denli gülünç olamaz.. azıyla yetinmediğimiz tek şey aşktır.. ve yeterince veremediğimiz de odur..

 

‘aşkta yalvarmak ve istemek olmamalıdır..’ (herman hesse) (devamını sonra söylerim.. odamın duvarına yazdığım için bu sözü , unutma tehlikesi de yok..) evet , kimilerinin  adi ve basmakalıp bulabileceği bu kısa tümce çok kritik bir anda çıkmıştı karşıma..

 

‘aşkta yalvarmak ve istemek olmamalıdır..’ elleri ve ayakları bağlı birinden merdiven çıkmasını istemek gibi bir şey bu.. böylesi yüce bir gerçeği kabul etmeden önce acıların en zoruna göğüs germen gerekir.. kinik biri , bunun azizler ve melekler için ortaya atıldığını , ölümlü insanlar için sözü bile edilemeyeceğini ileri sürecektir.. gerçek şu ki , biz sıradan insanlar hep erişilmezi isteriz.. baştan çıkarmanın özgürleştiriciliği yalnızca biz insanlar için geçerli.. ateşlerin arasından geçmesi gereken bizleriz –  aziz mertebesine ulaşmak için değil , var olduğumuz sürece iliklerimize dek insan kalmak için.. en önemli edebi eserleri hatalarımız ve zayıflıklarımızdan ilham alıp ortaya çıkaranlar da bizleriz.. en kötü halimizde bile umut doluyuz biz..’

 

‘aşk , gerçek aşk tamamen teslim olmayı gerektirir mi.. hep sorulan bir soru bu.. az da olsa bir karşılık beklemek insana yaraşır bir eylem değil mi.. insan ille insanüstü bir yaratık ya da bir tanrı mı olmalı.. vermenin sınırı var mıdır.. insanın kanaması sonsuza dek sürer mi.. kimileri önceden tasarlanmış bir ilişki planı öneriyor , bir oyunmuş gibi söz ediyorlar bundan.. elini açık etme.. ağırdan al.. geri adım at.. numara yaparken de numara yap.. yüreğin kan  ağlasa bile içinden gelen duygulara asla ihanet etme.. her zaman , hiçbir şeye aldırmıyormuş gibi davran.. işte , aşk acısı çekenlere verilen öğütler..

ancak hesse’nin dediği gibi , ‘ aşk kesinliğe varmak uğruna kendi yolunu bulma gücüne sahip olmalıdır.. o zaman salt çekim kaynağı olmaktan çıkıp çekicileşmeye başlar..’

 

UYKUSUZLUK (INSOMNIA) yada Şeytan İşbaşında ,  HENRY MILLER ,

Çeviri : HALUK ERDEMOL , NOTOS KİTAP Yayınları , Ekim 2010..

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yeraltında kör bir köstebektim..’ – Charles Bukowski

‘siz bana nehirlerden ve yağmurdan söz edin , ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri anlatayım , kadınsız ve işsiz ve ülkesiz , verilenden daha iyi bir yaşamı hayal ederek , akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla..’

‘herkesin savaştan yana olduğu bir dönemde savaşa karşıydım.. iyi savaşı kötü savaştan ayırt edemiyordum -hala edemem.. ortalıkta henüz hippiler yokken hippiydim ben ; beat kuşağı gelmeden önce beat’tim..

bir protesto yürüyüşüydüm tek başıma..

yeraltında kör bir köstebektim ve ortalıkta benden başka köstebek yoktu.. daha henüz yer altı oluşmadan yer altı’ydım ben.. pis genç bir adamdım..

ben hip’tim zaten..’

Charles Bukowski..

‘yalnızlık gittikçe daha tatlı bir hal alıyor , bir zamanlar hapis yatan bir adam tanırdım.. onu deliğe tıkmışlardı..

ona ‘şimdi dışarı çıkmak istiyor musun’ diye sorduklarında , ‘hayır’ dedi.. yine de onu çıkardılar.. deli olduğunu düşünüyorlardı.. gördüğüm en akıllı adamlardan biriydi.. evet , evet..’

Charles Bukowski..

‘bir yazar yazacağı bir sonraki satır kadar vardır.. onun gerisinde kalanlar bir bok ifade etmez.. eğer o bir sonraki satırı yazamazsanız , insan olarak ölmüşsünüz demektir.. sadece bu bir sonraki satır , daktilo döndükçe ortaya çıkan bu satır vardır , bu sihirdir , gürlemedir , bu güzelliktir.. bu ölümü yenebilecek tek şeydir..’

Charles Bukowski..

CHARLES BUKOWSKİ & BEAT KUŞAĞI , Çeviri : ARTEMİS GÜNEBAKANLI, ALTIKIRKBEŞ Yayınları ,  Türkçe Edisyonu Hazırlayan : ŞENOL ERDOĞAN , AVİ PARDO’nun çevirilerinden yararlanılmıştır , 2. Baskı Ocak 2011..

‘FRANÇOIS TRUFFAUT’ , Derleyen : RONALD BERGAN..

‘ben hep  aşk hakkında filmler yapıyorum ; başka konular ilgimi çekmiyor çünkü , sadece hislere ilgi duyuyorum.. bir de çocukların o büyülü dünyası.. nitekim aşk hakkında kafamda 30 film var ; bunların hepsini çekmeyi amaçlıyorum.. aşk ; bu büyük insani motor özellik , tek ortak paydamızdır.. örneğin kwai köprüsü’nü on yönetmene verseniz , elinizde aynısından on ayrı film olur.. ama bir aşk hikayesini on farklı yönetmene verseniz , birbirinden farklı on film görürsünüz.. çünkü her yönetmen filmine kendinden çok şey koyacaktır ; çünkü aşktan bahsetmek daha büyük yetenek ister ve insanı sırf bir hikaye anlatma çerçevesinin ötesine geçmeye zorlar.. hem hayatta insanın başına gelen karşılaşmalar o kadar gizemlidir ki , bunu yansıtmayı başarmak o kadar zordur ki ; benim merakımı gidermeye yeter.. dolayısıyla benim çoğu filmimin konusu dünyanın en sıradan bu olayıdır : o adam , o kadın ve öteki..’

 

FRANÇOIS TRUFFAUT

‘hayatımda düzensiz hayat süren o kadar çok örnek vardı ki , kendi kendime yetişkinlerin canlarının istediğini yapan , ama bu yüzden kendilerine ceza kesilmeyen insanlar olduğunu söyledim : bunu söylediğimden beri de değişmedim ; anti-sosyal olmamın sebebi bu.. etrafımdakilerin gönül meselelerine çok duyarlıydım , çiftlere , zinaya ;  bu yüzden madame bovary’yi okuduğumda onunla aramda tam bir özdeşlik kurdum , onun para sorunları vardı , benim de öyleydi ; gizlice aşığıyla buluşuyordu , ben de gizlice sinemaya gidiyordum.. filmlerimde insanları korkunç sıkıntılar içinde gösterme hevesini bana veren de bu ; çünkü kendim hem imkansız durumlara sokma eğilimine hem de bu durumlarda korkunç acılar çekme kapasitesine sahibim ; hitchkok’u sevmemin asıl sebebi de buradan kaynaklanıyor , çünkü gerilim korkunç bir hastalık..’

 

FRANÇOIS TRUFFAUT

 

‘FRANÇOIS TRUFFAUT’ , Derleyen : RONALD BERGAN , Çeviri : EBRU KILIÇ , AGORA  Kitaplığı , Aralık 2010..

‘truffaut’nun hayatımın en büyük takıntısı olduğunu çevremdeki herkes bilir.. onu çok geç keşfetmiştim.. geç bir karşılaşma oldu ama hayatımın vazgeçilmezlerinden birisi oldu hemen.. zaman geçti ve tanrım demeye başladım ona..

400 fırça darbesi.. kaç defa seyrettim bilmiyorum.. her izleyişimde daha da sevdim o filmi.. sonra yüce truffaut’nun kulluğuna , müritliğine yakışabilmek için onu herkese tanıtmaya , anlatmaya ve filmlerini vermeye başladım.. hayatımda en çok hediye verdiğim şeyler kitap olarak ‘aylak adam’ , film olarak da ‘400 fırça darbesi’ ve ‘sonbahar’dır.. gençlere , dostlarıma , yeni tanıştığım insanlara bunlardan birisini mutlaka veririm ve böylece vücutlarına sinema ve aylaklık zehrini yollarım..

godard’ı ondan önce tanımış olmama rağmen truffaut , godard’ın önüne geçti hemen.. godard da benim için o kadar önemli ve vazgeçilmezdi ki ilk başlarda godard’dan daha çok sevdiğimi kendime itiraf edemiyordum ama sonra godard da anlayışla karşıladı beni ve ikinci olmayı kabul ederek beni de rahatlattı bu zor sıralama tercihimde.. kopuyorum bunları yazarken ama gerçekler bunlar ne yapayım , benim ‘ucube’ dünyamın gerçekleri..

her neyse keşiften sonra tanrım truffaut’yla ilgili ne kadar kaynak , belge , dergi , yazı varsa toplamaya çalıştım.. türkçede pek kaynak bulamasam da izini sürdüm truffaut’nun her yerde.. her zaman sinemayla ilgili ya da fransa’yla ilgili kitaplarda isim indekslerini açıp onun ismine bakıp varsa ilk onunla ilgili bölümlerini okurum.. hastalık o derece ilerlemiş durumda anlayacağınız..

daha önce artı bir kitaplıktan kapsamlı bir ‘yeni dalga’ kitabı çıkmıştı.. yeni dalganın en büyük dalgası da bence ‘truffaut’dur.. o kitap benim başucu kitabım oldu..

dün reis’le kitap ve film avında kadıköy’ün en büyük kitapçılarından birinde aylaklık yaparken birden sıkıntı bastı.. çıkmak istedim ama reis o sırada dergi reyonunda oyalanıyor ben de onu bekliyordum.. sonra adım gibi ezbere bildiğim kitapçıda sinema kitaplarının olduğu bölüme yakın olduğumu fark edince bir bakayım , kitap mıncıklayayım bari dedim.. ayaklarımı sürüyerek oraya gittim ki ne göreyim – la la la la bu ne , truffaut ile ilgili kitap çıkmış la.. asık suratım gülümseyip nasıl da neşelendim anlatamam , reis gördü.. hemen kaptım kitabı kasaya koştum.. agora kitaplığı ‘ronald bergan’ın derlediği bu kitabı ‘ebru kılıç’ın güzel çevirisiyle bizlere ulaştırmış.. ‘ronald bergan’a da , agora kitaplığı yöneticilerine de , ebru kılıç’a da emekleri için sonsuz teşekkürler.. dünden bu yana kitabı tarumar ettim , gerçekten çok güzel bir çalışma.. truffaut’nun özellikle kendi hayatı ile godard ve hitchkok başta olmak üzere diğer yönetmenlerle ilgili değerlendirmelerini okumak için kaçırılmayacak bir kitap.. tükenmeden hemen alın çünkü ben hepsini alabilirim..’

 

Crockett..

‘kılıçla kesiyor bir hain nokta öpüşen virgüllerle akan cümleyi..’ – ONAT KUTLAR

KİTABE..

rüzgarın yüzünü vadilerden tanıyorlar sevgilim

arının adını bir menekşeden

çılgın ırmağın yüzünü bir deniz çiziyor

toprağı , yediveren bir gül ağacı

tarihler bir köprü olarak yazıyor bir ustayı

kahramanı , gülümseyen bir yoksul

çocuk olarak..

 

beni bir gün sevgilim senin yüzünle

anacak doğunun yeni ozanları

çünkü bir ağustos gecesi sessiz bir gölün

ayışığıyla yıkanmış kıyılarında

akıllı şarkılar söyleyen bir deli

hiç bitmeyen yaz gününe gömecek beni

senin adınla..

ONAT KUTLAR

AYRILIK..

ayrılık şiiri ne kadar yalın

sevdiğimiz ak sözcükleri gibi

kılıçla kesiyor bir hain nokta

öpüşen virgüllerle akan cümleyi

 

nasıl soğuk ayrılığın güneşi

gölgeli bir çınar olan gövdemin

dallarını içten kırınca acı

buzdan bir alçıyla tutuyor beni

 

ayrılık sabahı ne kadar beyaz

ölümün hüzünlü arkadaşı kar

bana ütülü bir çarşaf hazırlar

bir karanfil tam yüreğin üstünde..

ONAT KUTLAR

‘Unutulmuş Kent , Bütün Şiirleri’ , ONAT KUTLAR , Yapı Kredi Yayınları , Ekim 2010..

‘Nerede Ve Ne İçin Yaşadım..’ – HENRY DAVID THOREAU

‘hayatımda ilk ‘henry david thoreau’ adını lise yıllarımda ‘ingiliz , amerikan edebiyatı’ dersinin kütük gibi kitaplarından birinde görmüştüm.. niye bilmiyorum o derslerden o kadar nefret ederdim ki anlatamam.. ingilizce değil artık her şeyi bitirmiştik ingiliz , amerikan edebiyatı okuyorduk.. ama ne hikmetse ingiliz , amerikan edebiyatı dersleri kitaplarının en kalınlarından olan ilk kitap sanırım lise bir kitabıydı , yunan mitolojisinin kadın kahramanlarından olan ‘medea’ ile başlıyordu.. bu saçmalığın nedeni olarak eğitim sisteminin çarpıklığı diyeceğim ama kitap türkiyeli bir yayınevinin değil yabancı bir yayınevinindi.. ben hala bilmiyorum kim bilir ‘medea’ belki yunan değil ingiliz ya da amerikalıdır..

neyse işte bu edebiyat kitabında ‘henry david thoreau’ ismiyle tanıştım.. eserlerinden iki ya da üç sayfalık bir okuma parçası ve hayatıyla ilgili kısa bir bilgi.. o kısa okuma parçası ve hayatı çok ilgimi çekti.. bana o zamanlar bile cehennem gibi gelen bu koca şehrin çarpık yaşam tarzından uzak bir şeyler verebildiğindendi belki bu ilgim ‘henry’e.. yaşar kemal’in o eşsiz doğa tasvirlerinden sonra beni bu cehennemden kurtarabilecek belki ikinci adamdı.. bu yüzden  okul çıkışı hemen kadıköy’ün o zaman ki henüz dejenere olmamış , yok edilmemiş güzel sahaflarına koşturdum.. ama tabi ki hüsran.. adamın adını bile telaffuz edemeyen kitapçı ağabeylerim , ablalarım sanki çok üzülmüşler gibi mimikler yaparak ‘yok baba ,  yok aga , yok kardeş’ falan filan dediler.. o zamanlar nerede böyle elinin altında internet filan , otur yaz iki , üç harf hemen bilgiye ulaş.. varsa evde bilgisayarımız ya ‘commodore’ ya da mali durumumuza göre ‘amigaydı..’ ve sadece oyun oynamaya yarardı bu bilgisayarlar..

 ertesi gün okulun kapsamlı ve geniş sayılabilecek kütüphanesine gittim öğle arasında.. beni kütüphanede gören öğretmenlerden bazıları tabi ani bir kalp spazmı geçirdiler hemen oracıkta.. alışkın değiller elini kolunu sallayarak okula gelip giden beni görünce.. dağıtmayayım konuyu , orada da henry efendiyle ilgili bir şey bulamayınca kadıköy’deki kütüphaneye gittim.. orada da epeyi bir oyalandım , araştırdım ama o koca kütüphanede de varsa bile henry ağabeyin izine rastlayamadım ve ben elimde o ders kitabındaki alıntıyla kalakaldım..

amerikalı yazar , çevreci ve düşünür henry david thoreau ile uzun yıllar sonra bir internet sitesinde karşılaştım tekrar , yine araştırıp baktım ki türkçe’ye çevrilmiş bir iki makale dışında pek bir şey yok ortalıkta..

henry abimizle sonra ki karşılaşmamız ise daha sarsıcı bir ortamda oldu.. uzun süre izlemeye cesaret edemediğim filmlerden biri olan ‘into the wild’ filmini bir gece yarısı izlememle tekrar    ‘henry david thoreau’ ismiyle karşılaşmış oldum.. 24 yaşındayken trajik bir ölümle sonlanan ‘christopher johnson mccandless’in kısa ama sarsıcı yaşam hikayesini anlatan , ‘jon krauker’in aynı adlı kitabından uyarlanan ve yüce insan ‘sean penn’in filmleştirdiği ‘into the wild’ filminde mccandless’in tolstoy ve diğer birkaç yazarla birlikte etkilendiği insanlardan birisinin    ‘henry david thoreau’ olduğu anlatılıyordu..

mccandless’in hayatı kimilerine göre bir salaklık , aptallık olarak görülüp aşağılanırken , benim gibilere göre ise aklını yitirmiş insanlığın suratına atılmış bir şamardı.. film beni çok sarsmıştı.. filmde mccandless’ın aile kurumuna , günümüz vahşi tüketim toplumunun ‘modern insanının’ yaşam tarzına yaptığı göndermeler , eleştiriler çok doğru tespitlerdi..

her şeyi ama her şeyi arkasında bırakarak sade bir yaşamın kucağına : doğaya atmıştı korkmadan kendisini mccandless..

ve bu yolda adımlarını atarken öğreticisi ondan bir yüzyıl önce yaşamış  ‘henry david thoreau’ydu (1817-1862)..

işte bu doğa dostu ve sadeliğin bilgesi ve savunucusu  ‘henry david thoreau’nun bildiğim kadarıyla türkçe’deki ilk derli toplu kitabı aralık ayı içerisinde güzel bir baskıyla ‘notos kitap yayınları’ tarafından ‘yonca yalçın çakmaklı’nın çok emek verdiği anlaşılan özenli çevirisiyle nihayet yayınlandı : ‘nerede ve ne için yaşadım..’

hem notos kitap yayınlarının tüm çalışanlarına hem de çevirmen yonca yalçın çakmaklı’ya çok teşekkür ederiz bu özgün eseri okumamıza imkan sağladıkları için.. kitap raflarda yerini aldı ve ilk baskı tükenmeden almak istiyorsanız en yakın kitapçıya hemen koşun.. ben hem duydum hem gözlerimle gördüm kitap kapışılıyor..

ısrarla diyorum ki yayınevi kitabı çok güzel basmış , kapak ve iç kapaklar çok güzel tasarlanmış , kağıdın kalitesi ve kitabın okunma rahatlığı çok iyi.. tekrar gibi olacak fakat gerçekten ne kadar teşekkür etsek azdır..

daha yaşanabilir bir dünya için neler yapabiliriz diye ve ayrıca mccandless’ı biraz daha anlayabilelim ve onu unutmayalım diye ‘henry david thoreau’nun ‘nerede ve ne için yaşadım..’ kitabını mutlaka alalım.. aldık mı kitabı pardon , tamam o zaman atlayın bir trene ya da araca (mesela bisiklete) en yakın bir ormana gidin , sırtınızı bir ağaca yaslayın , rüzgarın sesini dinleyerek kitabı bir solukta okuyun..’

 

Crockett..

 

‘bizi en derin uykumuzda bile terk etmeyecek şafağa dair tükenmeyen bir umutla , mekanik aletler olmadan , kendi kendimizi yeniden uyandırmayı ve uyanık tutmayı öğrenmeliyiz.. insanın yaşamını bilinçli bir çabayla yüceltme konusundaki tartışmasız yeteneğinden daha umut verici bir durum yoktur.. güzel , resmi boyayabilmek ya da heykeller yontabilmek ve böylece birkaç nesneyi güzelleştirebilmek de bir şeydir.. ancak , tam da içinde yaşadığımız ortamı ve atmosferi boyayıp yontabilmek tinsel açıdan yapabileceğimiz çok daha güzel bir eylemdir.. günün kalitesini arttırabilmek ise , işte bu sanatların en yücesidir.. her insan , ayrıntıları önemseyerek , en üstün ve hassas saatinin beklentisini karşılayarak yaşamını değerli kılmakla görevlidir..

ormana gittim çünkü bilerek yaşamak istedim.. yaşamın yalnızca asıl gerçeklerine yönelmek ve öğretmiş olduğu şeyleri öğrenip öğrenemediğini görmek için ve bir de ölüm kapımı çaldığında , aslında hiç yaşamamış olduğumu düşünmemek için gittim ormana.. yaşamak öyle değerli ki , ne yaşamın kendisi olmayanı yaşamayı , ne de gerçekten gerekmediği sürece vazgeçmeyi istedim.. anlamlı ve yürekten yaşamak ve yaşamın tüm özünü içime çekmek , yaşama dair olmayan her şeyi hallaç pamuğu gibi atarak bir spartalı gibi , azimli ve güçlü yaşamak , bir tırpanla otları biçerek genişçe bir patika açmak , yaşamı bir köşeye sıkıştırarak en küçük terimlerine sadeleştirmekti isteğim.. eğer yaşam alçak olduğunu kanıtlarsa , onun gerçek rezilliğinin içinde debelenmenin bir anlamı olmadığı için , değersizliğini bütün dünyaya açıklamak ; yok eğer yüceliğini kanıtlarsa o zaman bunu deneyimlerle öğrenmek ve sonraki yolculuğumda dosdoğru bir şekilde hesabını verebilmekti amacım.. çünkü çoğu insanın yaşamın şeytani mi yoksa ilahi mi olduğu hakkında tuhaf bir kuşkunun içinde olduğunu ve biraz da aceleyle insanın bu dünyadaki asıl amacının ‘tanrıyı yüceltmek ve sonsuza dek sevmek’ olduğu sonucuna vardıklarını görmekteyim..

efsane uzun zaman önce insana dönüştüğümüzü anlatsa da bize , hala alçakça yaşıyoruz karıncalar gibi , turnalarla savaşıyoruz pigmeler gibi.. hata üstüne hata , yama üstüne yama yapıyoruz ve elde ettiğimiz en iyi şey gereksiz ve aslında kaçınılabilir bir yoksulluk oluyor.. yaşamlarımız ayrıntılarla boğuşmaktan çarçur oluyor.. dürüst bir adam hesap yapmak için iki elinin parmaklarından fazlasına gereksinim duymaz , ya da olağanüstü hallerde on ayak parmağını da ekleyebilir , geri kalan her şey fazlalık.. yalınlık , yalınlık , yalınlık.. diyorum ki , bırakın işleriniz yüz ya da bin değil , iki ya da üç olsun , bir milyonu saymak yerine yarım düzineyi sayın ve hesaplarınızı parmak uçlarınızda tutun.. insan , puslu havalar ve fırtınaları ve akarkumları ve bin bir çeşit başka tehlikeleri içeren uygar yaşamın bu çalkantılı denizinin ortasında hayatta kalmak zorundadır.. akarkuma saplanarak dibe batmamak ve rotasını hesaplayarak limana ulaşmak için gerçekten çok iyi bir hesap uzmanı olmalıdır.. yalınlaştır , yalınlaştır , yalınlaştır..’

HENRY DAVID THOREAU

‘Nerede Ve Ne İçin Yaşadım..’ , Çeviri : YONCA YALÇIN ÇAKMAKLI , NOTOS KİTAP Yayınevi , Aralık 2010..