Archive for the ‘Yeni Kitap’ Category

‘insan her şeyi anladığında mutlaka ağır bir sinir krizi geçirir.. bilinçlilik bunu gerektirir..’ – ÉMILE AJAR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘başlangıç diye bir şey yok.. herkes gibi , sıram gelince ben de doğdum , o zamandan beri de bir aidiyettir gidiyor..

kendimi toplamdan çıkarmak için her yolu denedim , ama bunu kimse başaramamış , hepimiz birer artıyız..

oysa satrançta benim adımla ‘ajar savunması’ diye bilinen , son derece yetkin bir savunma sistemi geliştirmiştim.. önce cahors hastanesi’nde yattım , sonra da birçok kez doktor christianssen’in kopenhag’daki psikiyatri kliniğinde..

beni uzmanlara gösterdiler , incelediler , testlerden geçirdiler , keşfettiler ; savunma sistemim çöktü.. ‘tedavi’ edildim ve yeniden piyasaya sürüldüm..

dosyamdan birkaç rapor çalmayı başardım , belki edebi açıdan işe yarar bir şeyler bulurum , kendimi toparlarım diye..

‘rol yapma alışkanlığının yıllar boyunca böylesine kararlı ve sürekli biçimde benimsenerek bu aşırı noktaya vardırılması ve bir saplantıya dönüşmesi , ciddi kişilik sorunları olduğunu göstermektedir..’

pekala , buna bir diyeceğim yok ; ama herkes zaten birbiriyle yarışırcasına rol yapıyor.. cezayirli bir tanıdığım var , kırk yıldır çöpçü rolü oynuyor ; bir başkası , metroda bilet zımbalama görevlisi , o da günde üç bin kez aynı hareketi yapıyor ; rol yapmazsanız asosyal , uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz.. hatta daha da ileri gidip size bütünüyle düzmece bir dünyada , oynayarak yaşadığımızı söyleyebilirim , ama o zaman da olgunlaşmadığımı düşünürsünüz..’ 

‘aidiyetimin klinik belirtilerinin , onların deyimiyle ‘semptomlarım’ın ne zaman başladığını bilmiyorum.. tam olarak hangi kıyım söz konusuydu , hatırlamıyorum ; ama birdenbire bütün parmakların beni işaret ettiğini , olağanüstü bir görülebilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumu hissettim.. işte o , yakalayın.. dünya çapında biri olduğumu , sınırsız sorumluluk taşıdığımı keşfediyordum.. zaten psikiyatrlar da bu yüzden sorumsuz olduğuma karar verdiler.. dünya çapında bir işkenceci olduğunuzu hissettiğiniz anda , ‘işkence kurbanı’ teşhisini yapıştırıverirler size..

kendimden kaçmak için her yolu denedim.. hatta svahili dilini öğrenmeye bile kalktım ; benden fersahlarca uzakta olsa gerekti.. çalıştım , çok uğraştım ; ama boşuna , svahili dilinde bile kendimi anlıyordum , aidiyet yakamı bırakmıyordu.. bunun üzerine macarca – finceyi denedim.. cahors’da macarca – fince bilen birine rastlamayacağımdan , böylece kendi kendimle burun buruna gelemeyeceğimden emindim.. ama kendimi güvende hissetmiyordum ; lot bölgesinde bile macarca – fince bilen insanoğullarının bulunabileceği düşüncesi beni tedirgin ediyordu.. bu dili bilenler bir tek biz olacağımızdan , duygulanıp birbirimizin kollarına atılmamız ve açık yüreklilikle konuşmamız tehlikesi vardı.. karşılıklı suçüstüler açığa vurulacaktı , ondan sonra da gelsin posta arabası saldırısı.. posta arabası saldırısı diyorum , çünkü konumuzla ilgisi yok , bu da kaçırılmaması gereken bir fırsat.. konuyla ilgili olmayı kesinlikle istemiyorum..

bu arada , beni anlamayacak ve benim de anlamayacağım birini aramaya devam ediyorum , korkunç bir kardeşlik ihtiyacı içindeyim..’

‘YALAN ROMAN..’ – ÉMILE AJAR (ROMAIN GARY) , Çeviri : ROZA HAKMEN , AGORA Yayınevi , 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir insanın hatırlayamadığı şey.. onun için olmamış demektir..’ – MARK FISHER

 

 

 

 

 

 

 

‘bizzat marx ve engels’in komünist manifesto’da gözlemledikleri gibi :

 ‘sermaye dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de , şövalyece yüksek heyecanları da , dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur.. kişisel değeri değişim değerine indirgemiş , sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine vicdansız , tek bir özgürlüğü koymuştur : serbest ticaret.. kısacası sermaye , dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine apaçık , utanmaz , dolaysız , çıplak sömürüyü koymuştur..’

 kapitalizm , inançlar ritüel veya simgesel nicelik düzeyinde çöktüğü zaman geriye kalan şeydir ve kalan tek şey , harabeler ve kutsal emanetler arasında tökezleyerek yürümeye çalışan tüketici-seyircidir..

 gene de , inançtan estetiğe , bizzat yapmaktan izleyiciliğe bu dönüş , kapitalist gerçekçiliğin erdemlerinden biri olarak görülür.. badiou’nun ifade ettiği gibi , ‘geçmişin ideolojileri’nin esinlediği ‘ölümcül soyutlamalar’dan bize ulaştırılmış’ olduğunu iddia ederken , kapitalist gerçekçilik kendisini bize , bizzat inancın yarattığı tehlikelerden bizi koruyan bir kalkan gibi sunar.. post-modern kapitalizme pek münasip ironik mesafe tutumunun , fanatikliğin baştan çıkarmalarına karşı bizi muaf kıldığı varsayılır.. beklentilerimizi düşürmenin terör ve totalitercilikten korunmak için ödenen küçük bir bedel olduğu söylenir bize.. ‘bir çelişkide yaşıyoruz’ diye gözlemlemiştir badiou :

 ‘derin biçimde eşitliksizci – tüm varoluşun tek başına parayla değerlendirildiği – amansız bir gidişat , bize ideal olarak sunuluyor.. tutuculuklarını aklamak için , yerleşik düzenin yandaşları bunu gerçekten ideal veya harika olarak adlandıramıyorlar.. bu yüzden de , bunun yerine geri kalan her şeyin korkunç olduğunu söylemeyi seçtiler.. elbette , diyorlar , kusursuz iyilik durumunda olmayabiliriz.. ama kötülük halinde yaşamayacak kadar da talihliyiz.. demokrasimiz kusursuz değil.. ama kanlı diktatörlüklerden daha iyi.. kapitalizm adil değil.. ama stalincilik kadar da mücrim değil.. milyonlarca afrikalı’yı aids’ten ölmeye terk ediyoruz , evet , ama miloseviç gibi de ırkçı , milliyetçi beyanlarda bunmuyoruz.. ıraklılar’ı uçaklarımızla öldürüyoruz , tamam , ama boğazlarını ruanda’da yaptıkları gibi palalarla kesmiyoruz ya.. vb..’

 burada ‘gerçekçilik’ her türlü olumlu durumun , her türlü  umudun tehlikeli bir yanılsama olduğuna inanan bir depresifin sıkkın perspektifine benziyor..’

 ‘öğrencilere ödev olarak bir-iki cümleyi aşan bir şey okumalarını söyleyin ve birçoğu -üstelik bunlar a’lık  öğrencilerdir- derhal yapamayacaklarını söyleyerek itiraz ederler.. hocaların en sık duyduğu yakınma , bunun sıkıcı olduğudur..  buradaki mesele  , yazılı malzemenin içeriği değildir pek ; okuma ediminin  kendisi ‘sıkıcı’ olarak kabul edilir.. burada karşı karşıya olduğumuz şey , oldum olası varolan öğrenci tembelliği değil , ‘konsantre olamayacak kadar yerinde duramaz’ , post-okuryazar , ‘new flesh’ (hard rock grubu) ile çürüyüp dağılan disiplin sisteminin kısıtlayıcı , yoğunlaşmacı mantığı arasındaki uyumsuzluktur.. sıkılmak düpedüz mesaj atmanın iletişime dayalı duyumsal-uyarıcı matrisinden , youtube’dan ve fastfood’dan uzak kalma anlamına geliyor ; bir anlığına bunlar kısıtlanırsa , kesintisiz yapay haz akışı talebi başlıyor.. bazı öğrenciler , tıpkı bir hamburger ister gibi ‘nietzsche’ istiyorlar ; ‘nietzsche’nin hazmedilemezliğini , güçlüğünü kavramayı başaramıyorlar – üstelik tüketimci sistemin mantığı da bu yanlış anlamayı körüklüyor..

 bir örnek : bir öğrenciye neden sınıfta her zaman kulaklıklarıyla oturduğunu sordum.. bunun hiçbir önemi olmadığını , çünkü aslında müzik çalmadığını söyledi.. başka bir derste , kulağına takmadığı kulaklığından çok alçak sesle müzik dinliyordu.. kapatmasını istediğimde , müziği kendisinin bile duyamadığını söyledi.. insan müzik çalmadan neden kulaklık takar veya kulaklığını takmadan neden müzik açar ki.. çünkü kulaklardaki kulaklığın varlığı veya (kendisi işitemese de) müziğin çaldığı bilgisi , matrisin hala orada , erişim menzilinde olduğunun  teminatıydı.. bunun yanı sıra , interpasifliğin klasik bir örneğinde , müzik hala çalıyorsa ,  o duyamasa bile , hiç değilse müzikçalar bu zevkin tadını çıkarabilirdi.. kulaklık kullanımı burada önemli –pop kamusal alanda etkileri olabilen bir şey olarak değil , mahrem ‘oedlpod’ (oidipus ile i-pod’un bileşimi) tüketici saadetine bir inziva toplumsala karşı bir duvar yükseltme olarak deneyimleniyor..

 eğlence matrisinin kancasına takılmak seğirmeli , tedirgin bir interpasiflik , yoğunlaşma veya odaklanma yetersizliğiyle sonuçlanıyor..’

 ‘gerçekliklerin ve kimliklerin tıpkı yazılımlar gibi güncellendiği koşullarda , bellek bozukluklarının kültürel kaygının odağına dönüşmesi şaşırtıcı değildir – örneğin ‘bourne’ filmleri , ‘akıl defteri’ , ‘sil baştan’a bir bakın.. ‘bourne’ filmlerinde , ‘jason bourne’un kimliğini geri kazanma arayışı , her türlü yerleşik benlik anlayışından sürekli bir kaçışla beraber yürür.. ‘beni anlamaya çalış..’ der ‘bourne’ , filmin dayandığı ‘robert ludlum’un romanında :

 ‘belirli şeyleri bilmek zorundayım.. bir karar vermeme yetecek kadarını.. ama belki her şeyi değil.. bir parçam yürüyüp gidebilmek zorunda , ortadan kaybolabilmeli.. kendi kendime , eskiden olanın artık olmadığını , ve hiç anısına sahip olmadığıma göre asla da olmamış olma olasılığının bulunduğunu söyleyebilmeliyim.. bir insanın hatırlayamadığı şey.. onun için olmamış demektir..’

 ‘KAPİTALİST GERÇEKÇİLİK , Başka Alternatif Yok mu..’ , MARK FISHER , Çeviri : GÜL ÇAĞALI GÜVEN , HABİTUS Yayıncılık , 2010 , 88 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘FAŞİZMLER..’ – HENRI MICHEL

‘faşizm her şeyden önce doruk noktasına varmış bir milliyetçiliktir.. kutsallaştırılmış millet , en yüce değerdir.. siyasal , toplumsal ve etnik üçlü bir iç tutarlılık ve milleti bölen ve güçsüzleştiren çelişkilerin ortadan kaldırılması faşizmin çıkarı gereğidir.. faşizm kendisinden önce gelen dönemi reddeder – kendini devrimci olarak ilan eder- ve modellerini milletin değişen derecelerde efsanevi bir geçmişinde – cermenlik , latinlik , ispanyolluk , helenizm , franklık vb. – arar.. söz konusu altın çağda , millet her türlü yabancı unsurdan temizlenmişti ; milleti yeniden arındırmak için faşizm , yabancı düşmanı , ırkçı ve son tahlilde antisemitiktir.. böylece , halk , millet ve ırk aynı tarihsel gerçekliği ifade etmektedirler..

faşist milliyetçilik mağrur ve haristir ; geri çekilmeyi amaçladığı hiçbir sınır yoktur ; her zaman için gözden geçirmek istediği bir anlaşma ve geri almayı düşündüğü bir alan vardır ; geçmişte , ayı düzeye ulaşmayı amaçladığı bir büyüklük dönemini kolayca bulur..’

 

‘demek ki faşizm  , genelde özgün bir olay olarak görülmektedir.. iktidarda olmadığı sürece iç düşmanlarıyla mücadeleyle yetinir ve bu noktada kalır.. buna karşılık , iktidara geldiğinde , kamu işlerinin çarkına kapılır ; artık devlet ve milleti temsil etmekte ve uluslararası bağlamda faaliyette bulunmaktadır ; bu nedenle konjonktürü dikkate almak zorundadır ve kimi zaman baştaki programını yalanlaması gerekir.. ‘la liberte en question le fascisme au 20. siecle’ konulu mükemmel yapıtlarında ‘p. milza ve m. benteli’ ‘faşizmi oluştuğu döneme yeniden yerleştirmeye’ çalışırken evriminde üç aşama saptamışlardır :

ilk faşizm , ‘ hem sermayeye hem de devrimci’ güçlere karşı mücadele sürdüren ve orta sınıftan çıkan aşırı hareketlerin  bunalımı bağlamında gelişir.. bu , eski savaşçılardan oluşan ‘ikame seçkinler’in desteğiyle orta sınıfların kendilerini ‘reaksiyoner bir yönde radikalleştiren’ proleterleşmeye karşı ‘usdışı tepkisi’dir ; yani bir ‘düşkünler sosyalizminden söz etmek mümkündür..

ikinci faşizm , ‘birinciyle sanayi ve tarım büyük sermayesinin ittifakı’ olarak tanımlanmaktadır.. gerçekten de iktidara gelmek için faşizmin yönetici sınıfların ve devlet aygıtının işbirliğine –maddi açıdan ve suç ortaklığı için- ihtiyacı vardır.. bu destek , yönetici sınıflar çok ciddi bir bunalımın ve devrimci tehdidin – genellikle ilk devrimci girişim kırıldıktan sonra ve tekrarını önlemek için – varlığının bilincinde olduklarında verilir.. böylece yalnızca ortak düşmana karşı işbirliği yapan iki kanatlı ‘ikitidar bloku’ oluşur ; ilki devrimci , ikincisi muhafazakar olarak tanımlanabilir..

üçüncü evre , iktidardaki faşizmdir.. yönetici sınıfların onunla uyuşmaları gerekmektedir ; bazı sınırlamaları kabul etmek zorundadırlar ; ancak genelde hegemonyalarını güvence altına almaktadırlar , var olan yapıları kendi lehlerine güçlendirmekte , çıkar ve ün sağlamaktadırlar.. böylece küçük burjuvazi , ‘büyük çıkarlara’ feda edilir.. ulusal uzlaşma , bir büyüklük ve prestij politikası içinde , bir dizi toplumsal önlemle ‘kitleleri bütünleştirmek’ için toplumun yaşam düzeyinin yükseltilmesi eşliğinde yapılır..’

HENRI MICHEL

‘FAŞİZMLER..’ , HENRI MICHEL , Çeviri : FÜSUN ÜSTEL , İLETİŞİM Yayınları , 2011 , 132 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ARAP TALİHSİZLİĞİ..’ – SAMIR KASSIR

kendileri farkında olmasa da araplar bugün dünyadaki en talihsiz halk..

 arap talihsizliğini tarif etmemize hacet var mı.. arap toplumlarının bugün kendilerini içinde buldukları açmazın ciddiyetini ortaya koymak için birkaç istatistik yeterli olacaktır : kronikleşmiş okuma-yazma bilmezlik oranları , zengin ve yoksul arasında haddinden fazla eşitsizlik , şehirlerdeki aşırı nüfus ve arazilerin çölleşmesi.. bunun , bir zamanlar üçüncü dünya olarak adlandırılan büyük bir kesimin ortak hali olduğunu ve her halükarda , örneğin kalküta’nın sokaklarında daha büyük bir yoksulluk ya da rio de janeiro’da daha büyük bir eşitsizlik bulunduğunu söyleyebilirsiniz.. muhakkak haklı çıkarsınız.. yine de arap talihsizliğinin basitçe süre giden az gelişmişlikten daha ağır basan bir tarafı var ve bu talihsizlik toplumsal sınıflara , hatta eğitimsizliğe bağlı değildir..

arap talihsizliğinin ayırt edici yönü , kimsenin böylesi bir buhrandan etkileneceğini düşünmediği kişileri de etkisi altına alması kendisini istatistiklerden ziyade , algılar ve arapların hiçbir geleceği , durumlarını düzeltecek hiçbir yolu olmadığına dair çok yaygın ve derine işlemiş histen başlamak üzere , hissiyat düzeyinde dışa vurmasıdır.. dünyalarını kemiren , her kalıba giren ve görünüşte tedavisi gayrikabil illet karşısında tek çare , mümkün olsa kişisel kaçıştır.. fakat arap talihsizliği aynı zamanda içinden çıkılamayacak şekilde batılı öteki’nin bakışı ile bağlıdır – her şeyi , kaçışı dahi engelleyen bir bakışla.. öteki’nin dönüşümlü olarak şüpheci  ve üstünlük taslayan bakışı daimi bir biçimde sizi  üstesinden gelinemez halinizle karşı kaşıya bırakır.. güçsüzlüğünüzle dalga geçer , tüm umutlarınızı boşa çıkarır ve dünyanın bir sınır kapısında ya da ötekinde sizi durdur.. böylesi bir bakışın ne denli kategorik olabileceğini anlayabilmeniz için , parya devletlerden birinin pasaportunu taşımış olmanız gerekir.. endişelerinizi ‘öteki’nin kesinlikleriyle – sizin hakkınızdaki kesinlikleriyle – ölçmüş olmanız gerekir ki bunun yol açtığı felci anlayabilesiniz..’

‘SAMIR KASSIR..’

 ‘ARAP TALİHSİZLİĞİ..’ , SAMIR KASSIR , çeviri : ÖZGÜR GÖKMEN , İLETİŞİM Yayınları , 2011 , 94 Sayfa..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitap Arkası :

 ‘araplar hızla dünyanın “öteki”leri haline geliyor. özellikle 11 eylül’den beri, suudi yöneticiler, kuveytli zenginler dahil, en ayrıcalıklı araplar için de geçerli bu durum. “arap” kelimesinin kendisi bile öylesine yoksullaştırılmış ki, bazı yerlerde utanç duyulacak etnik bir etikete ya da en iyi durumda, modernitenin temsil ettiği her şeyi yadsıyan bir kültüre indirgenmiş halde. ayrıca dünyanın başka yerlerindeki yoksul ülkelerle kıyaslandığında, daha da acıklı bir görüntü çıkıyor ortaya. ama aslında vaziyet hep böyle değildi. arapların da bir altın çağı oldu. onların da geleceğe daha iyimser bakabildikleri, kendi kaderlerini yazabileceklerine inandıkları bir dönem oldu. peki, nasıl bu noktaya gelindi? araplar, bu yoksunluğa mahkûm gelecekten başka bir çareleri olamayacağına nasıl inandırıldılar? yaşayan bir kültür nasıl gözden düştü ve bu kültürün mensupları ıstırap ve ölüm kültünde nasıl bir araya gelebildiler? 2005’te bir bombalı saldırıyla öldürülen samir kassir, arap talihsizliği’nde bu soruların cevabını ve krizden çıkmak için bir yol bulmanın imkânını arıyor.’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BEN SENDEN ÖLÜRDÜM..’ – FURUĞ FERRUHZAD

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BEN SENDEN ÖLÜRDÜM 

ben senden ölürdüm

oysa sen benim yaşamımdın

 

sen benimle giderdin

sen bende okurdun

ben caddeleri

başıboş dolaşırken

sen benimle giderdin

sen bende okurdun

 

sen , ulu çınarlar ortasından sevdalı serçeleri

pencerenin gün ışımasına çağırırdın

gece yinelendiğinde

gece bitmediğinde sen

ulu çınarlar ortasından , sevdalı serçeleri

pencerenin gün ışımasına çağırırdın..

 

sen ışıklarınla gelirdin sokağımıza

sen ışıklarınla gelirdin

çocuklar gidince

ve akasya başakları uyuyunca

ve ben aynada yalnız kalınca

sen ışıklarınla gelirdin..

 

sen ellerini bağışlardın

sen gözlerini bağışlardın

sen sevecenliğini bağışlardın

ben açken sen

hayatını bağışlardın

ışık misali bonkördün

 

sen laleleri toplardın

ve örterdin saçlarımı

saçlarım kendi çıplaklığında titrediğinde

sen laleleri toplardın

 

sen yanaklarını yaslardın

memelerimin acısına

ve ben

söylemeye başka bir şey bulamadığımda

sen yanaklarını yaslardın

memelerimin acısına

ve dinlerdin

ağlayarak akan kanımı

 

ve ağlayarak ölen aşkımı

 

sen dinlerdin

görmezdin beni ancak..

FURUĞ FERRUHZAD..

‘SES , SES , YALNIZ SES..’ , FURUĞ FERRUHZAD , Çeviri : HAŞİM HÜSREVŞAHİ , KAVİS Yayınları , Şubat 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘olur da mutluluğu andıran bir duygu hissedersin , kesinlikle sonuna kadar yaşa.. tadını çıkar ; çünkü sürmesine izin vermeyeceğiz..’

‘bunu sana söyleyen kişi ben olduğum için üzgünüm ama sen hiçbir zaman mutlu olmayacaksın..

bunu söylemekteki amacım seni üzmek değil.. bunu söylüyorum , çünkü başlamadan önce sana karşı dürüst davranmanın adil olduğunu düşünüyorum.. umarım bunu takdir edersin çünkü şu andan itibaren hiç kimse sana karşı adil ya da dürüst olmayacak.. o yüzden , şimdi sana tekrar söylüyorum : sen hiçbir zaman mutlu olmayacaksın.. bunu senin için yazarak dile getirdim ve benim için bir zevkti..

yılın en güneşli , en sıcak gününde dışarı çıkmanı ve sakin bir şekilde yüksek sesle söylemeni istiyorum.. ‘ben hiçbir zaman mutlu olmayacağım..’ o sıcakta bile , soğuk , puslu nefesinin cümleyi idrak edişini görebilmelisin.. nefesini görmenin tek yolu bir bilge gibi gururla söylemektir.. ‘ben hiçbir zaman mutlu olmayacağım..’ bunu bir ara dene..

seni düşündüğümde , karikatürlerdeki gibi bir bulutun kafanın üzerinde dolaştığını ve sadece sana özel şiddetli bir yağmur yağdırdığını hayal ediyorum.. sırılsıklam olduğunu görüyorum , bütün varlığın eriyor ve bir türlü kuru kalamadığın için hep hastasın.. kötü havadan bunalmış bir şekilde ağlıyorsun , gözyaşların sel gibi akıyor ve buharlaşıp üzerine daha da çok yağmur yağdıran başka bir buluta dönüşüyor.. kazanamıyorsun..

bu üzücü olacak.. kızı asla elde edemeyeceksin.. dünyayı asla kurtaramayacaksın.. gerçek aşkı asla bulamayacaksın.. güvenilebilir bir arkadaş bulamayacaksın.. asla tatmin olamayacaksın.. asla doyamayacaksın.. her zaman daha iyisi olabilir.. daha iyisini elde etmek çaba ister.. gündüzlerin uzun ve eğlencesiz olacak.. gecelerinse yalnızlıktan ibaret.. her zaman , asla gelmeyecek olan güzel günleri bekleyeceksin.. kesin olan şu ki , kafan hiçbir zaman rahat olmayacak..

ihtiyaçlarına izin vereceğiz ama istediklerini reddedeceğiz.. uzun vadeli mutluluğun için gerekli olan hiçbir şeye ulaşamaman için her şeyi yapacağız.. olur da mutluluğu andıran bir duygu hissedersin , kesinlikle sonuna kadar yaşa.. tadını çıkar ; çünkü sürmesine izin vermeyeceğiz..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Vincent Spinetti’nin Tuhaf Kariyeri’ , JOEY GOEBEL , Çeviri : BERNA BİÇEN , İTHAKİ Yayınları , Mayıs 2011 , 351 Sayfa.. (Kadıköy Penguen Kitabevinden indirimli alabilirsiniz..)

‘bilmek kendimizi bir ırmak gibi yitirdiğimizi..’ – JORGE LUIS BORGES..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sahne..

 dehşetin mükemmel olması için sezar , bir heykelin dibinde arkadaşlarının sabırsız hançerlerinin tehdidi altında çelik parıltıları ve yüzler arasında , kayırdığı , hatta oğlu gibi gördüğü ‘marcos junius brutus’u fark eder ve artık kendini korumaya çalışmaz , sadece shakespeare ve quevedo’nun yineledikleri gibi haykırır : ‘sen de mi , oğlum..’

yazgı yinelemelerden , değişik versiyonlardan , simetrilerden hoşlanır ; on dokuz yüzyıl  sonra , buenos aires’in güney bölgesinde , bir goşo başka goşoların saldırısına uğrar , düşerken saldırganlar arasında , vaftiz babası olduğu genci görür .. yüzüne karşı , genci suçlayarak hafif bir şaşkınlıkla şöyle der (aslında bu sözleri okumak değil duymak gerek) : ‘sen ha..’ onu öldürüyorlar ama o , aynı sahnenin yinelenmesi için öldüğünü bilmiyor..’

 JORGE LUIS BORGES..

 

 diyalog üzerine bir diyalog..

 a.- ölümsüzlük üzerine fikir yürütürken hava kararmıştı ama hala ışığı yakmamıştık.. birbirimizin yüzünü göremiyorduk.. macedonio fernandez , coşkudan çok daha inandırıcı bir kayıtsızlık ve sevecenlikle ruhun ölümsüz olduğunu yineliyordu.. beni , bedeninin ölümünün tümden önemsiz olduğuna , ölümün bir kişinin başına gelebilecek en anlamlı şey olması gerektiğine inandırmaya çalışıyordu.. ben macedonio’nun çakısıyla oynuyor , çakıyı açıp kapıyordum.. yakınlarda bir yerdeki akerdeondan durmadan , hani şu eski diye yutturdukları için birçoklarının sevdiği cumparsita’nın ezgileri geliyordu.. ben macedonio’ya rahatsız edilmeden tartışabilmek için intihar etmemizi teklif ettim..

z. (alaycı bir tonla) – ama sanırım sonunda buna karar veremediniz..

a. (artık tam mistik bir havaya girmiş olarak) – içtenlikle söylemek gerekirse o gece intihar edip etmediğimizi anımsamıyorum..

 JORGE LUIS BORGES..

 

 şiir sanatı..

 zaman ve sudan oluşan ırmağa bakmak

ve anımsamak zamanın başka bir ırmak olduğunu ,

bilmek kendimizi bir ırmak gibi yitirdiğimizi

ve yüzlerin sular gibi akıp gittiğini..

 

duyumsamak uyanıklığın başka bir uyku olduğunu

düşlerinde uyumadığını ve ölümü gören

bizim etimizin o ölüm olmadığından korkan

her gece yattığımız o ölüm , adına uyku dediğimiz..

 

günde ve yılda simgesini görmek

insanın günlerinin ve yıllarının ,

yılların yıkımını , aşağılamasını dönüştürmek

bir ezgiye , fısıldanan bir söylentiye , bir simgeye ,

 

ölümde uykuyu görmek , günbatımında

hüzünlü altını , böyledir işte şiir ,

ölümsüz ve yoksuldur.. şiir

döner gelir tan ağarır gibi , gün batar gibi..

 

kimileyin akşamları bir yüz

bakar biz e bir aynanın dibinden ;

sanat işte bu ayna gibi olmalı

bize kendi yüzümüzü açan ayna..

 

odysseus’un , tansıklardan bıktığını anlatırlar ,

ıtaca’sını daha uzaktan seçerken sevdadan ağlamış ,

yemyeşil ve alçakgönüllü yurdunu.. sanat işte bu ıthaka’dır

yeşil sonsuzluktan , tansıklarla yok bir işi..

 

sonsuz ırmak gibidir hem bir yandan da

akıp geçen ve durakalan ve camıdır yansıtan tıpkı

durmadan değişen heraklitos gibi , tıpkı kendisi olan

ve bir başkası , bir sonsuz ırmak benzeri..

 JORGE LUIS BORGES..

 ‘YARATAN..’ , JORGE LUIS BORGES.. Çeviri : PERAL BAYAZ CHARUM , AYŞE NİHAL AKBULUT , İLETİŞİM Yayınları , 2011 ,98 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Sahaf’ın Söylediği..’ – MURATHAN MUNGAN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sahaf’ın söylediği..

insanların okudukları kitapların sayfalarına karışıp kayboldukları günler çok geride kaldı.. kitaplarına uğrayıp kahraman olarak dönenlerin zamanı çoktan geçti.. yazmakta olduğu kitabın içinde karşısına çıkan bir diğer kitabın içine girdikten sonra ve bir daha kendisinden haber alınamayan hayalkârlar da yok artık.. kelimeler âlemi kalmadı artık.. sayfadaki sihir söndü.. hayat ağır , acımasız bir hakikatle boşalmış ruhların uğultusunda ne şiiri ne sözcüğü ne yazıyı ne kitabı duyuyor.. yalnızca uğultu.. tohumu , ağacı yaradılış zamanlarına kadar giden en eski orman aynı vahşetle uğulduyor dünyada sanki..

dükkânı kapatıyoruz bu uğultuda.. birkaç yıla kalmaz hiçbirimizin dükkânı kalmaz hayatta.. hayatta kalma pahasına kaptırdıklarınızın hesabını siz yapın , siz düşünün..

yarın dükkânın mülk sahibine teslim edeceğimiz yalnızca anahtar değil , bir dünyadır efendiler.. kiminizin içinde yaşayıp hiç uğramadığı dünya..

MURATHAN MUNGAN..

‘KİBRİT ÇÖPLERİ’ , MURATHAN MUNGAN , METİS Yayınları , Şubat 2011 , 97 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YABANIN TUZLU EKMEĞİ..’ – ERICH AUERBACH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘böylelikle fransa’da gündelik olanın ciddiyetle taklidini mümkün kılan , bunun oluşmasını ve gelişmesini sağlayan değişimin ne tür bir değişim olduğunu görmüş olduk.. gerçekçiliğin eski türünün , 18. yüzyılın günlük hayat tablosunun , geçerliliğini yitirmesine , türler arasındaki ayrımın aşılmasına ve gündelikliğin tarih-içi , sorunsal doğasına yönelik içgüdüsel bir kavrayışın oluşmasını sağlayan , toplumsal katmanların 1789-1848 yılları arasındaki altüst oluşuydu.. gündeliklik , bu temel üzerinde sanatçılar için ciddiyetle taklit edilecek bir nesne ve giderek de bu taklidi mükemmelliğe ulaştıran eleştirel bilgi haline geldi.. flaubert hiç şüphesiz bir doruk noktasıdır.. ondan sonra gelen fransız yazarları toplumsal gerçekliğin taklidi işini aynı saflık , hassaslık ve derinlikle ele almaz oldular ; daha da sonra gerçekçilik , gerçekçi sanatçıların en önde gelenlerinin şekillendirecek olan gerçekliği artık bizim dışımızda verili bir şey olarak görememeleri sonucu yeni bir çehre edindi..

tür ayrımının ortadan kalkışı , gündelikliğin ciddiyetle tarihsel bir yapı olarak görülmesi ve böylece hepimizin , insan olmamız ve insani bir kaderi yaşamamız nedeniyle , ciddiyetle taklit edilmeye değer görünmesi , insanın kendine bakışının tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.. hayatımızın kapsamı ve zenginliği biçimlendirmeye açılır ; yaygın dal ve budaklarıyla art arda ya da yan yana gerçekleşen eylemler olarak değil süreklilik , eşzamanlılık ve çok yönlü birlik olarak önem kazanır.. birliğin gerçekleşmesi için zamansal ve mekansal kısıtlamalara gerek yoktur artık.. yüksek sanat dilinin de kendini sözcük seçiminin inceliğiyle göstermesi gereksizdir , insani durumumuzun ortak ciddiyeti , taklide hizmet ettiğini kanıtlamış her sözcüğe onurunu bahşeder.. ancak fransa’da falubert’e kadarki gelişime bakıldığında tarihsel-toplumsal ilişkiler bağlamında özgürlüğün tehlikeye girdiği ve gerçekliğin taklitçi biçimlendirilişinin ciddiyeti ve nesnelliği ne ölçüde arttıysa insani olanın özgürleşmesinin ve katharsisinin de o ölçüde imkansız görünmeye başladığı fark edilir..

gündelik olanın ciddi taklidi  avrupa’nın diğer ülkelerinde de aynı dönemde başladı.. bu ülkelerde tür ayrımı fransa’daki kadar köklü değildi ve toplumsal tabakaların altüst oluşu da oradaki kadar şiddet içermedi.. bu yüzden taklitçi sanatın örneğin almanya’daki görünümü başlarda tümüyle farklıdır.. burada mizacın ve mizahın gücü  felsefi bir ironi , geleneksel olana dindarca bir kökten bağlılık , verili gerçekliğe , onun biricikliğine ve geçiciliğine duyulan derin sevgi gündelik olanı aydınlatır.. ancak avrupa’nın her köşesinde toplumsal ve ekonomik koşulların birbirlerine benzerliğinin artması , modern hayat tarzının belirginleşmesi ve aynılaşması ölçüsünde gündeliklikle kurulan bu dinsel ilişki de zayıflamaya ve hakikilikten uzaklaşmaya başladı..

bunun gibi gerçekçiliği inceleyen bir yazı dahi gösteriyor ki , 1800’lerde avrupa’nın eski düzenini sarsan altüst oluşun aniden ortaya çıkan gücü , insanları kendi hayatlarını daha derin bir bilinçle kavramaya çağırdıysa da onları hayatlarını bu yeni bilinç doğrultusunda düzenleyebilecekleri bir duruma getirmemişti..’

‘edebiyatta gerçekçiliğin ne olduğunu herkes bilir , fakat zannedersem onu açıklamakta , hatta tarif etmekte herkes zorlanır.. buna şaşırmamalı.. bireycilik , sembolizm , romantizm gibi genel anlamı olup , bir düşünme tarzı veya bir sanata yönelik sözcükler tam ve sınırlı anlamlarını ne kadar çok kimseye kabul ettirmişlerse , genel anlamlarını o oranda yitirirler.. çok kullanılan sözcüklerin anlamı tanınmayacak hale gelir , tıpkı elden ele dolaşmaktan yazıları ve köşeleri aşınan paralar gibi..

gerçi ben gerçekçilik hakkında düşündüklerimi anlatmakla başlamayacağım.. gerçekçilik konusu konferansımın başlangıcından çok hedefidir.. gerçekçiliğin 19. yüzyılda ne olduğunu olabildiğince esaslı biçimde bilmek ve bunu kavramak için , 19. yüzyıl roman türünü çözümleyeceğiz ve ortaya çıkış hallerini somut örneklerle tartışacağız.. ondokuzuncu yüzyılda herkes roman okurdu ve herkes hala roman okuyor , bizim devrimiz babalarımızın ve atalarımızın devri kadar okumaya düşkün olmadığı halde sinema ve radyo , dış dünyadan alacağımız bilgi ve sanat tecrübelerine erişme biçimlerini çok değiştirmiş olsa da , roman daima önemli bir yer taşımaktadır..19. yüzyılda , bir iktisatçının diyeceği gibi en çok tüketiciye ulaşarak üretimi büyük miktarda işgal eden edebi tür romandı.. ve bu romanların çoğunu gerçekçi romanlar oluşturuyordu..

bunun ne demek olduğunu kabaca söyleyelim.. bunlar çağdaş konulardan söz eden romanlardır , okur ile aynı zamanda yaşayan ve onun çevresinden çok uzakta olmayan birisinin  hikayesini anlatırlar.. öreğin bir öğretmen , bir köylü , doktor , fabrikatör , asilzade bir sanatkarın öyküsü.. çok defa romanda kahramanın yaşamı izlenerek toplumun birçok kesiminden söz edilirdi ; konu çağdaş olmak kaydıyla sıradan olabilirdi.. bu ‘çağdaş’ ve ‘sıradan’ terimlerini açıklamak gerekecek..

çağdaş , yalnız maddi olarak hemzamanlık anlamına gelmez.. bir konunun gerçekçi anlamda çağdaş olabilmesi için şimdi söylemiş olduğum gibi güncel olması ve okurun dünyasından çok uzak olmaması lazımdır..

bizim çoktan beri aşmış olduğumuz medeniyet seviyesinde hala yaşayan Afrikalı Habeşler veya avustralyalılar gibi çağdaşlarımız gerçekçi romanın konusu olmazlar , ancak egzotik romanın konusu olabilirlerdi.. aslında bu fark çok belirsizdir ve orantısal bir yönü vardır.. 1835’te yaşayan bir Fransız için merimée tarafından betimlenen İspanyolların ve Korsika adalarında oturanların örf ve adeti kendilerinden o kadar farklıydı ki , kolombo veya karmen onlara gerçekçi olmaktan ziyade egzotik geliyordu.. halbuki bugün Parisli bir doktor san fransisco’lu bir işçinin yaşamını çağdaş bir öykü olarak algılayabilir : perla buck’ın harikulade çin romanlarını haklı olarak gerçekçi roman diye kabul ediyoruz..

insanların yeryüzündeki yaşamı gitgide , benzerlikte değilse bile , bireyi ilgilendiren bir olayın derhal bir başka bireye etki etmesiyle bir ortaklığa işaret eder.. öyle ki bugünün çağdaş romanı , yapısı gereği gerçekçidir.. egzotik olabilecek bir roman yazmak gitgide güçleşmektedir..

demek ki gerçekçi roman çağdaş olmalıdır , öyle ki okur kendi deneyimlerinin , ortak hayatın bir kısmı olduğunu anlasın ; bütün insanların ortak hayatı olmaya başlayan modern hayat , 19. yüzyılda yalnız avrupa’nın , yahut avrupa’nın bir kısmının modern hayatıdır..

gerçekçi romanın konusu çağdaş olması kaydıyla , sıradan olabileceğini söylemiştik.. sıradan kelimesini de açıklamak gerekir , zira burada özel bir anlamda kullanılmıştır.. gerçekçi romandan karakterler sıradan olabilirler değil , olmalıdırlar.. sıradan bir fırıncı , gemici , devlet adamı veya yazar ünlü olmayıp , yazar tarafından yaratılmış olmak şartıyla , gerçekçi romanın birincil karakterlerinden biri olabilir.. zira Atatürk , Roosevelt , Einstein hatta örneğin önemli bir davaya karışmış olması sebebiyle herkes tarafından bilinen bir fırıncı , tarihte rol oynamış bir insan roman kahramanı seçilirse , o eser bir gerçekçi roman sayılamaz.. daha çok romanlaştırılmış bir hayat olarak kabul edilir.. bunlar çağdaş da olsalar gerçekçilikten çok tarihi roman diye kategorize ediyoruz..

sıradan terimin kapsamı daha geniştir ; geçmiş zamanların özellikle Fransız klasisizmi zamanının tragedya eserlerinde sıradan bir konudan söz edilmezdi.. seçkin bir konu seçilmesi gerekirdi ; bir eserin kahramanlarının gündelik ve sıradan hayatın dışında kimseler olması gerekliydi ; krallar , prensler , zamparalar veya aşık çobanlar.. her günkü hayat yüksek şiire giremezdi.. şimdi bir yüzyıldan beri bunun tam tersi hakimdir : modern gerçekçilikte seçkin kesim yoktur , sıradan kesimleri tercih etmek bir zorunluluk haline gelmiştir..’

‘insanın kullandığı ifade araçlarının en önemlisi ve en kapsamlısı sözdür.. diğerleri , örneğin jestler ve hareketler sözün yerini tutmaktan çok ona eşlik eder , onu güçlendirirler.. insan hayat başlarken , etrafındaki dünya zihnine ilk öğrendiği dil aracılığı ile yerleşir.. dünya ile ilişkisini dil sağlar.. öğrendiğimiz her şey anadilinin kalıbına girer.. o kadar ki , sözcükler mi dış dünyadan , yoksa dış dünya mı sözcüklerden doğmuştur diye düşünebiliriz.. sonra etrafımızla ilişki kurmakta büyük kolaylık kazanınca , söz , kişiliğimizin en mahrem duygularını , arzularımızı , hayallerimizi , anı ve fikrilerimizi ifade edebilir.. müzik ve plastik sanatlar , bazen ruhumuza kendini daha iyi ifade etme olanağını verir belki.. fakat bu sanatların genel ve ortak bir dil olarak kullanılmasına olanak yoktur.. sözün kapsama alanı çok daha geniştir.. söz , bireyin günlük hayatında olduğu kadar büyük siyasi fikirlerde , ilimlerde olduğu kadar hislerinin ifadesinde de kullandığı tek araçtır.. bütün hayat sözün , yani her işe yarayan bu kıvrak aletin içinden geçer.. hatta ona bir alet , bir araç demek bile belki doğru olmaz.. bütün manevi varlığımız söze karışmıyor mu.. onun içinde adeta somut bir hale gelmiyor mu..’

‘YABANIN TUZLU EKMEĞİ..’ , ERICH AUERBACH , Hazırlayan ve Sunan : MARTIN VIALON , Çeviri : SEZGİ DURGUN , HALUK BARIŞCAN , CEVDET PERİN , FİKRET ELPE , METİS Yayınları , Ekim 2010..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iflah olmayanlara ‘yeni’ ve ‘yeniden’ kitaplar-4 : ‘Marx Kullanım Kılavuzu..’ – DANIEL BENSAID , CHARB

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘müsrif oğuldan..

 sıkı bir içkici olan marx , bonn’da sık sık meyhanelere ve şair kulüplerine gider ; borçlar peşini bırakmazken tutkulu ve tartışmacı ve bohem tarzıyla çatışma ve felsefenin birbirleriyle uyumlu olmadığını düşünen babasının uyarılarına rağmen düellolara girmekten kaçınmaz..

 1836,’da , 18 yaşındayken bonn’dan ayrılıp berlin’e gider.. yazışmaları sırasında baba marx oğlunun ‘şeytani bir tutkuya’ sahip olduğunu fark eder.. mektuplara giderek artan bir gerilim hakimdir.. 10 kasım’da marx şunları yazar : ‘hayatta bazen sona ermiş bir dönemin bitimine dikilmiş ama aynı zamanda yeni bir yönü işaret eden sınır taşlarını andıran anlar vardır.. şiir sadece bir eşlikçidir.. hukuk okumam gerekiyordu ve ben felsefenin derinliklerine dalmak için büyük bir arzu hissediyordum.. uykusuz geceler geçirip , mücadeleler ettim.. takke düşmüş , azizlerin azizi bin parçaya bölünmüştü , artık yeni tanrılar oluşturmak gerekiyordu.. tüm şiirleri , tüm yeni projeleri yaktım..’

 ‘her zaman bize uygun olduğunu sandığımız bir mesleğe atılmamız mümkün değildir , çünkü toplumla olan ilişkilerimiz belli ölçüde daha bu ilişkileri tanımlayamadan başlamaktadır..’

 karl marx ,  1835 , yaş 17..

 ‘para : yapamadığın her şeyi paran yapabilir ; yiyebilir , içebilir , balolara , gösterilere gidebilir ; sanatla ilgilenebilir , derin bilgilere ulaşabilir , tarihi anıtları elde edip , politik gücü ele geçirebilir ; seyahat edebilir ; tüm bunları senin adına elde edebilir , tüm bunları senin adına satın alabilir , o gerçek bir güçtür..’ görünümü basit bir aracıya benzese de , ‘o gerçek güç ve biricik hedeftir..’ bu yoldan çıkarıcı güç ‘sadakati sadakatsizliğe , aşkı nefrete , erdemi günaha , günahı erdeme , ahmaklığı zekaya ve zekayı ahmaklığa dönüştürebilir..’ ‘her şeyi birbirine karıştırabilir..’ ‘genel bir karmaşa hali’nin müsebbibidir..’

 ‘işte marx’ın güncelliğinin önemi bu noktada görkemli bir şekilde ortaya çıkmaktadır : dünyanın özelleştirmesinin , en şatafatlı evresinde meta fetişizminin , karla yarışın hızlanmasında küçük düşürücü kaçışının , nesnel yasalara boyun eğmiş alanların açgözlü fethinin eleştirisi.. marx’ın teorik ve militan eseri victoria dönemi küreselleşmesi sırasında doğdu.. ulaşım araçlarının gelişmesi internetinkine benziyordu ; kredi ve spekülasyonlardaki artış doruk noktasına ulaşırken , piyasa ve teknolojinin vahşi düğünü gerçekleşiyor , ortaya bir ‘katliam endüstrisi’ çıkıyordu.. ama bu büyük dönüşüm aynı zamanda birinci enternasyonal’in işçi hareketinin doğmasına neden oldu.. ‘ekonomi politiğin eleştirisi’ her zaman üretken olacak bir araştırma programının başlangıç eylemi olarak ve modernitenin hiyerogliflerinin kaçınılmaz şifre çözücüsü olarak kalır..

 kapitalist küreselleşmenin bundan böyle krize açık yapısı ve mazeret dolu söylevlerin hayal kırıklığına dönüşmesi marksizmler’in yeniden doğuşunun temelini oluşturur..’

 eleştirel mesajına sadık kalmak  , herkesin herkesle rekabet ve savaş içinde olduğu dünyamızın rötuşlarla düzeltilemeyeceğine , her zamankinden daha büyük bir aciliyetle altüst edilmesine inanmaktır..’

 ‘Marx Kullanım Kılavuzu..’ , DANIEL BENSAID , Çizimler : CHARB , Çeviri : VOLKAN YALÇINTOKLU , HABİTUS Yayıncılık , 2011 , 205 sayfa..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitap Arkası :

 ‘geveze bir basının zafer kazanmış bir edayla dünyaya marx’ın öldüğünü bildirmesinin üzerinden bir hayli zaman geçti. pek belli etmek istemeseler de, marx’ın ölümünün verdiği iç rahatlığı ve geri dönebilirliğinden duydukları kaygı dışarıya yansıyordu.

 günümüzdeyse marx’ın geri dönüşü, ödleri koparan bir gök gürültüsü etkisi yaratıyordu: kapital’in almanca baskısının satışı bir yıl içinde üçe katlanmış, manga versiyonu japonya’da çok satan kitaplar arasına girmişti; time dergisi marx’ı sislerin ortasında yükselen devasa bir kuleye benzetmiş ve nihayet wall street’ten bile “marx haklıymış!” çığlıkları yükselir olmuştu.

 “istesinler ya da istemesinler, bilsinler ya da bilmesinler insanların tamamı bir ölçüde marx’ın mirasçılarıdır” diye belirtiyordu jacques derrida. çünkü netice itibarıyla, insanlar farkında olmasalar da marksizm’in ilkeleri doğrultusunda hareket ediyorlardı.

 elinizdeki marx kitabı da, bu bağlamda, hem marx’ın eserlerine eğlenceli bir giriş kılavuzu, hem hafıza tazeleyici bir liste hem de düşünmek ve harekete geçmek için bir alet çantası niteliğinde.

 marksizmin militan kuşağına ait bensaid’in “yaklaşan engebeli gelecek ve sonucu belirsiz direnişler için orak ve çekiçlerimizi bilemeye katkıda bulunacak” bir çalışması olan marx-kullanım kılavuzu’nun, charb’ın çizimleriyle, türkiyeli okuyuculara gerçek bir rehber olacağı düşüncesindeyiz.’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çok sıkıcı ve sıkıntılı günlerin ortasında bu kadar eğlendirici ve yüz gülümsetici bir kitap okumamıştım..

 delirten günler dönemi yaşıyoruz..

 kulaklarımız , gözlerimiz , beynimiz her gün değişik konularla , gerçek gündemleri manipüle edip hasır altı etmeye çalışan naylon gündemlerle iğdiş edilip tecavüze uğruyor.. üstelik sırıtarak , yılışarak , pervasızca hakaret ediyorlar tüm insanlığa..

 silah sanayi ve kapitalizm yeni bir dönemsel krize girerken dünyanın değişik bölgelerinde demokratikleşme , özgürleştirme adı altında insanların üzerlerine tonlarca ağırlığında bombalar , füzeler yağmaya başladı yine..

 nasıl bir insanlıktır anlamıyorum , bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.. elinizin altında bir düğme var siz ona binlerce mil öteden basıyorsunuz ve saniyeler sonra o tonlarca ağırlığındaki füze ya da adı her ne boksa o katliam aracının , binlerce insanın üstüne düşüyor..

 belki bir bebek gece yarısı daha karnının acıkıp acıkmadığına karar verememişken , annesini ve babasını ağlayarak uyandırıp uyandırmayacağının düşüncesini kafasında tereddütle oluştururken , insan olmayan bir mahlukat tarafından o bebeğin zıbınının bir düğmesi kadar olan düğmeye basılması sonucu el kadar bebeğin bedeni tonlarca ağırlığındaki bir füzenin altında kalıyor..

düşman nedir , savaş nedir , barış nedir bilmeyen bir bebek o anda hiç oluyor..

düğmeye basan şerefsiz elinin altında belki bir cips paketi ve muhtemelen ayaklarını düğmenin masasına uzatmış şekilde önündeki teknoloji harikası sistemlerden bombanın yolunu kat etmesini ve düşüşünü izleyerek operasyonun nasıl başarılı olduğuna dair salya sümük naralar atıyor.. boğazında kalsın sen ve senin gibilerin yediği her şey..

sonra gider kendi çocuklarını sever , sevdiğini zanneder bu yaratıklar.. sen o düğmeye basarken aslında çocuklarının da geleceğiyle oynar ve onların ilerde senden nefret etmelerine sebep olursun.. bilmezsin , bilemezsin.. çünkü sen kendi çocuklarının nefretini bile kazanmayı umursamayacak kadar beyinden yoksun hale getirilmiş bir savaş makinesinin parçasısın..

sana göre sadece oyundur her şey.. aşağılık yaratık öldürdüğü yüzlerce insanı görmemiştir.. nasıl tozlara dönüştüğünü görmemiştir bedenlerin.. vicdanları rahattır diyeceğim vicdan diye bir şey yoktur ki onlarda.. o sahneleri zaten görmeye ya da yüzleşmeye zerre kadar yetecek yüreği , onuru , şerefi yoktur o şerefsizlerin..

o bombaların altında toza dönüşen bebelerin her birinin kalbi onların tüm ordularından daha cesurdur..

zaten onlar birer beyinsiz savaş makinesidir.. makinelerden daha vahşi güdümlü yaratıklar.. ne boksalar işte.. içim öfke dolu.. küfür etmeyi hiç sevmem.. ama ağız dolusu küfür ediyorum.. umurumda değil hiçbir tepki..

işte böyle öfke doluyken karşılaştığım yeni kitaplardan biriydi bensaid’in ‘marx kullanım kılavuzu..’ iç karartıcı günlere marx’ın deyimiyle ‘yıldırım etkisiyle’ cevap veren bir kitap.. okudukça yüzüm gülümsedi , moralim düzeldi..

ken loach’un ‘looking for eric’inden sonra uzun süredir böyle yüzümü gülümseten bir eserle karşılaşmamıştım.. (hala izleyemeyenler için üzülüyorum ken loach’un ‘looking for eric’ini..)

bir de kitaptaki o güzel anlatımla yoğrulan yazıların arasına konularla ilgili özenle serpiştirilmiş ‘charb’ın karikatürleri yok mu.. bittim onlara.. hele hele 35. sayfadaki ‘marx kuzey korede’ başlıklı karikatür ve 122. sayfadaki muhteşem çizim of of , aman aman boğuluyordum gülmekten..  onlarca çizimden 64 , 65 , 73 , 81 sayfalardaki karikatürler de güldürürken beni bir yandan da moral veriyordu..

kendi kendini eleştirmek de bir meziyettir.. kendi kendinle , tecrübelerinle de dalga geçebilmek bir insani yetenektir.. karikatürlerdeki geçmiş tecrübelere ve günümüzdeki yaşanan tecrübelere , olaylara dair özeleştiri tadındaki karikatürler bilhassa çok muhteşemdi..

bensaid ve charb düşmana koz vermek için yapmıyorlar bu özeleştirileri ve o eleştirileri düşmanların yapmasına da zaten izin vermezler..

ama kendilerini her şeyi en iyi bilen olarak gören tüm ama tüm ‘sol’ çevreleri rahatsız edecektir bu kitaptaki bazı yerler.. çünkü bu çevreler hala özeleştiri veremezler.. tarihsel değerlendirmeleri hala kaçamak şekilde yapan bu çevreler , kendi dar yapılarında olanı korumak ve hala saçma sapan konulara takılıp , gevezelik , ölü sevicilik ve anmacılık oynamaya devam ederken ‘ezenlerin’ ekmeğine yağ sürmeyi bırakın , kaymak balla takviye yaparak vakit harcamakta hiçbir zaman sakınca görmemiş ve görmeyeceklerdir..

bunlar zaten dünyanın değişmesini istemezler.. çünkü bir şeyler olursa eğer konumları belki değişecek , pozisyonlarını kaybedip rahatlarından , gevezeliklerinden mahrum kalacaklar.. bunların zaten başka şekilde düşünen ve eleştiri getiren beyinlere ihtiyacı da yoktur.. her şeyi en iyi kendileri bilirler , bildiklerini sanırlar..

en ufak eleştiriye tahammülleri yoktur..

kaldı ki gülümsemeyi ve gülmeyi bile bilmezler.. gülmekten , kahkaha atmaktan bile korkarlar..

gülmeyi , kahkaha atmayı tüm sol değerlere , yarattıkları kutsallara , put haline getirdikleri insanlara hakaret olarak algılarlar..

hiç unutmuyorum ismi en solcu partilerden birisinin düzenlediği bir panelde konuşmacılardan birisi (hatırladığım kadarıyla sanırım o partinin başkanıydı) konuşurken beraber gittiğimiz arkadaşlarla konuşmacının söyledikleri bazı şeyler nedeniyle birbirimize bakarak sessizce gülümseyince tekme tokat salondan çıkarılmıştık..

eleştiriye değil , espriye değil gülümsemeye dahi tahammülleri olmayan bir ‘sol’..

bir söz hakkı demiyorum , kutsal savunma hakkı dahi verilmeden en sert şekilde çıkarıldık beş altı arkadaş..

baktım bunlar şimdi yaklaşan seçimlerde benden oy istiyorlar..

la de gidin kafamı gözümü kırarsınız size oy verirken ‘cinler beni sandıkta gülümsetti’ diye.. kahkahalara boğuldum şimdi..

döverler yemin ederim döverler , çünkü oy kullanırken bile büyük bir disiplin içinde gideceksin sandığa ve büyük bir ciddiyetle onlara verdiğin oyunu atacaksın sandığa.. kırıtmayacaksın , kıkırdamayacaksın.. çevrene örnek olacaksın.. of çok yaşayın bensaid ve charb moral oldunuz..

şimdi bu eleştirimi sadece belli geçmişteki gruplara ya da insanlara yaptığım sanılmasın , bu eleştirileri türkiye’deki ve dünyadaki tüm sol , sosyalist , sosyal demokrat tüm yapılara getiriyorum..

bazen arkadaşlarla ulan kazara bunlardan biri iktidara gelse ilk bizleri tarihin çöplüğüne yollayıp yok ederler diye gülüp dalga geçeriz.. aman aman marx korusun bizleri ve sevdiklerimizi..

neyse konu dağıldı yine ciddiyetsizliğimden kaynaklanıyor hep bu.. koptum yine..

son olarak şunu yazayım : bu dünyada ‘bensaid ve charb’ gibi yazar-çizerler , ‘volkan yalçıntoklu’ gibi çevirmenler , ‘habitus’ gibi yayıncılar oldukça o çok korktukları ‘komünist manifesto’daki ‘hayalet’ dolaşmaya devam edecek ta ki bebek katili füzelerin , bombaların kökünü kurutana kadar..

üstelik ‘hayalet’ sadece avrupa’nın değil tüm dünyanın  üzerinde pis pis sırıtarak dolaşacak.. füzeleriniz , bombalarınız o hayaleti vuramaz.. hadi kendinize çok güveniyorsanız hedefe kitlenin ve savurun tüm uçan ölüm meleklerinizi ve vurun da görelim.. size ve ağababalarınıza gökyüzünden o ‘hayalet’ orta parmağıyla selam çakıyor.. ona bir şey yapamadınız ve yapamayacaksınız da.. çatlayın patlayın..

sizler de aylaklar bu kitabı alın okumazsanız da karikatürlere göz atın yüzünüz gülümsesin ve hep gülümseyişinizle kalın..’

Crockett..