Archive for the ‘Yeni Kitap’ Category

“HOBO, Bir Serserinin Yol Notları..”

“bir hobo çalışır ve dolanır, bir avare hayal eder ve dolanır, ve bir aylak içer ve dolanır.”

“aylak vakit öldürür ve oturur.. avare vakit öldürür ve yürür.. ama bir hobo hareket eder ve çalışır, ve temizdir..”irwin godfrey’in ‘american tramp and underworld slang’ kitabından ‘deneyimli bir hobo’nun sözleri..

“eğer bir adam hobo olduğunu söylerse –ona inanmayın..

eğer bir adam avare olduğunu söylerse –ona inanın çünkü her adam bir avaredir..”

..

“o trendeki on saatten sonra, yamuk rayların takırtısı ve gevşeklik hareketinin gürültüsü o kadar yoğunlaşmıştı ki düşünemiyordum.. lanet batı güneşi göz bebeklerime batıyordu ve iş için satın aldığım pantolon gübre gibi kokmaya başlamıştı –bildiğin çiftlik ineği boku.. şapkamın siperinin altında büzüldüm ve gölgemin yavaşça tahıllığın duvarından sürünmesini izledim.. tekerleklerin tam yukarısında oturuyorduk.. frenler onları kenetlediğinde, fren yastıkları tam üstten sanki çelik yırtıyordu – metalik pullar güneşte parıldıyordu.. pançomun içinde büzüştüm, vagonun zeminine uzandım ve paslı boya pullarının köşede dans etmesini izledim.. kaygısız amerika’nın hayalini kurdum : kumar oynanan kahveleri, motellerin beyaz nevresimlerinde sikişmek, sabunlu duşlar, ve tahta kiremitli damlar.. biliyordum ki dağ etekleri güneşi yediğinde, vagonumuz yine kaskatı donacaktı, ve bunun için yapabileceğim bir şey yoktu..

yük vagonunda yolculuk yapmak, iki yüz uzun camel içerken ve serin el luke gibi elli çok pişmiş yumurta yerken meksika’da yıkama tahtası gibi bir toprak yolda bir kamyonetin arkasında yolculuk yapmaya benzer.. en çok da taş karanlığı bir zindanda altınıza işeyinceye kadar dövülmüşsünüz gibi hissettirir..” 

..

 

“trenden büyük bir gürültü geldi.. kalkacağını biliyordum ve kaçırmak istemiyordum, bu yüzden dikenlerin altından ellerim ve dizlerim üstünde emekleyerek ilerledim.. raylara vardığımda tren yavaşça hareket halindeydi, ben de elim bir tahıllığın merdivenini bulana kadar koşabildiğim kadar hızlı koştum ve merdiveni tuttum; beni yerden yukarı savurdu.. tren benden daha güçlüydü, ama ben yine de tutmaya devam ettim ve bacağımı yukarı attım ve kendimi yukarı platforma doğru çektim.. tahıllığın üstüne giden merdiveni tırmandım.. tren iyice hızlanıyordu, o yüzden, şehir kömüre karışıp gökyüzü berraklaşıncaya kadar ayağa kalkmadım.. wyoming’deki ilk akşamlarımdaki gibi bütün yıldızlar ortadaydı.. yalnızdım ve bu iyi hissettiriyordu çünkü hala bana eşlik edecek o meltem vardı ve bir hobonun ağır konuşması şeklinde düşünmeye başlıyordum.. içime çektiğim havadan başka hiçbir şey umurumda değildi ve tüm karanlık düşüncelerim üzerimden geçip gitti – kimsesiz kara kargalar gibi..”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“yağmurda bir palyaço

güzel bir eve sahip olmayı düşünür

onu koruyacak olan kötü

havadan

fakat bilir bunun onu parçalayacağını-

çalışmanın dik durmaya ve doğru hissetmeye

düzgün uçmaya, düzgün düşünmeye yamuk bir dünyada

daha kolaydır soğuğa yakalanıp bir treni yakalamak

özgür kalmak

yağmurda bir palyaço gibi..”

 

EDDY JOE COTTON 

“HOBO, Bir Serserinin Yol Notları..” , EDDY JOE COTTON, Çeviri : BİLGESU ŞİŞMAN, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Ağustos 2011, 365 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“MANGA, Bir Kültürel Direniş Aracı..”

“manga, japonca’da sıklıkla çizgi roman anlamında kullanılan bir kelimedir; japon kültüründe zaman zaman çizgi romanlara komikku da denilebilmektedir.. manga kelimesinin tam açılımı, ‘oyunbaz, haşarı, uçarı resimler’dir.. güncel kullanımında, genellikle ikinci dünya savaşı sonrasından günümüze dek üretilen japon çizgi romanlarının tamamı hedeflense de aslında manganın etimolojik kökeni çok daha erken dönemlere dayanır..

‘manga’ kelimesi, 18. yüzyılda santö kyöden’in 1798 tarihli shii no yukikai adlı resimli kitabıyla birlikte yaygın olarak kullanılmaya başlanmış, 19. yüzyılda aikawa minwa’nın manga hyakujo ve ünlü ukio-e sanatçısı hokusai’nin eskizlerini ve vinyetlerini kapsayan hokusai manga ile birlikte kullanımını iyice pekiştirmiştir.. ancak ‘manga’ kelimesinin modern anlamıyla ilk kullanımı rakuten kitazawa’ya aittir..

‘rakuten kitazawa’, bir manga ve nihonga sanatçısı olan kitazwa yasuji’nin kullandığı mahlastır.. 1876 doğumlu kitazawa, 1955 yılında hayata gözlerini yummuştur.. birçok kaynakta çağdaş manganın babası olarak kabul edilen kitazawa, meiji dönemi sonu ve showa dönemi başı boyunca sayısız basın illüstrasyonuna ve çizgi-banta imza atmştır..

‘manga’ kelimesinin bilinen ilk kullanımı 1770’li yıllara dayanmaktadır.. 19. yüzyıl boyunca ‘manga’ kelimesi özel olarak, üzerinde karikatürler bulunan tahta bloklarını (hyakumenso), özellikle de hkusai katsushika’nın (1760-1849) 1819’da yayımlanmış olan ve öğrencilerinin kullanması için çizdiği taslak, çizim ve karakterlerini adlandırmakta kullanılmıştır.. hokusai çizdiği eskizleri iki çince ideogramın (rastgele, gelişigüzel, uçarı anlamına gelen man ve resim, karalama anlamına gelen ga) birleşiminden oluşan manga kelimesiyle tanımlamıştır..”

..

“sıkı ve acımasız bir üretim sistemi içerisinde bu denli zengin bir yaratıcı  özgürlüğe sahip olabilmek, ideolojik misyonlar doğrultusunda iş üretmenin ötesinde, göz alıcı bir kariyer zaferidir.. bu noktada toplumsallığın ve didaktikliğin manga ve anime yaratıcıları için bir amaç mı yoksa bir araç mı olduğu tartışma götürür.. manga düzene mi hizmet eder, yoksa yeni trendler ve akımların eşliğinde düzene ayak mı uydurur, yoksa alternatif mi sunar.. manga janrı içinde çalışan pek çok sanatçı, altmış yıllık modern manga endüstrisi boyunca bunların hepsinden biraz yapmıştır.. ancak manga, dünyanın diğer yerlerindeki emsalleri gibi, kendi öz kültürü için alternatif bir alt kültür değeri-olgusu değildir.. çizgi roman ve sunduğu bütün fantazyalar, japonya’da herkes içindir; kız çocuklar, erkek çocuklar, gay ve lezbiyenler, gençler, genç yetişkinler, sporcular, iş adamları, polisiye severler, korku müptelaları, bilim kurgucular, avukatlar, tarih dram meraklıları, romantikler, hemen herkese ve her zevke özel bir manga vardır.. japonya’da çizgi roman, ‘halk’ demektir..”

..

“manga, japonya’ya özgü bir anlatım biçimi olsa da sadece japonya’ya has konularla uğraşmaz.. tüm dünyaya japonların nasıl baktıkları ve nerede kendilerini konumlandırdıklarına ilişkin doneler sunar.. bu doneler, türün takipçisi olan ve diğer milletlerden gelen okuyucular için ister istemez yaşama biçimi önerilerine dönüşür.. görsel estetik, grafik yetkinlik, anlatım yöntemlerini seçerken,  tasarlarken gösterilen özen, dünya çapında kalite standartlarını belirleyecek niteliktedir..”

..

“manga, kendi okuyucu kitlesini yaratmaya ve sonradan da onları dönüştürmeye başlar.. manganın grafik estetiği ve dili, japon kültürüne özgü değerlere sahiptir.. çizerlerin ayırt edici kişisel üslupları görünür olsa da mangada üzerinde fikir birliğine varılmış yazılı olmayan kurallar varmış gibi görünür; karakter stilizasyonlarında, insan figürünün kuruluşu için uygulanacak sistem bellidir, hız ve hareketi tanımlarken kullanılan yöntemler ortaktır, formülleştirilmiş çizgi roman sayfası, lay-out tasarımları mevcuttur.. böylece çizer, sıfırdan yeni tasarımlar kurgulamak için uğraşmaz; var olan şablonlardan yola çıkarak, kombinasyonlar hazırlar, tiplerin yüz hatları aynı olsa da saç, kıyafet, sakal, yara izi gibi karakteristik detaylar eklenerek ayrıcalıklar yaratılır..”     

“MANGA, Bir Kültürel Direniş Aracı..” , MEHMET KORKUT ÖZTEKİN, İLETİŞİM Yayınları, 270 Sayfa, 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ME-Tİ..’ – Bertolt Brecht

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“hiçbir ülkede farklı bir ahlâka gereksinim duyulmamalıdır..”

ekmek ve süt pahalıdır, işten elde edilen kazanç ise azdır ya da yoktur.. o zaman yoksulların ahlâkı çok sağlam olmalı ve bu insanlar hırsızlığa kalkışmamalıdır.. böyle durumlarda zenginlerin ahlâktan yana oldukları, hırsızlığa karşı çıktıkları, dahası kendi aralarından açıkça hırsızlık yapmış olanların peşine düştükleri duyulur.. o halde.. bu tutum içerisinde olanlar, ahlâklı sayılmazlar mı. bu kişilerin ahlâktan yana oldukları söylenmemelidir.. çünkü her durumun kendine özgü ahlâk kuraları vardır; bu kurallara ne olursa olsun uyulmalıdır ve uyulmamalarını engelleyebilecek başka her türlü kural da yürürlükten kaldırılmalıdır.. ve bizim yukarıda sözünü ettiğimiz durumda, gıda maddelerinin fiyatlarının normal sınırlar içerisinde kalması için çaba harcayan kişi ahlâktan yana olduğunu söyleyebilir; böylece de farklı bir ahlâka gerek duyulmaz..

genel kural şu olmalıdır : farklı bir ahlâka gerek duyulan her ülke kötü yönetiliyor demektir..

 

“adaletin erdemi..”

adaletin çok fazla övüldüğü devletler vardır.. böyle devletlerde, tahmin edilebileceği gibi, adaleti yerine getirmek zordur.. bir kez, pek çok kişi adaleti yerine getirebilecek, adil olabilecek durumda değildir; bunlar ya aşırı yoksudurlar ya adil olamayacak denli zarar görmüşlerdir ya da adaletten kendi yararlarına hizmet etmeyi anlarlar.. kişinin kendi kendisi için istediği adalete ise çok az değer verilir.. ezilen bu kişilerin adalet yanlısı olarak övüldükleri çok enderdir, özgeci olabilmekten uzaktır bu insanlar.. özgeci olmaları da olanaksızdır, çünkü kendileri yokluk içinde ve sürekli ezilmektedirler.. başkalarının adaletine ise kuşkulu gözlerle bakılır; çünkü bu kişiler belki o an için durumlarından memnundurlar ve gelecek haftalarının ya da yıllarının güvencesini sağlamanın hazırlığı içindedirler.. kimileri de kendilerine sürekli doygunluğu garanti eden durumlardan ürkerler, haksızlıklarla karşılaşanların başkaldırısından korkarlar.. sömürmek istediklerinin hakkını savunanlara da rastlanır..

iyi yönetilen ülkelerde adaletin özellikle vurgulanmasına gerek yoktur.. o ülkelerde, acı çeken acıdan ne denli nefret ederse, haktanır kişiler de adaletsizlikten o denli tiksinirler.. o ülkelerde adaletten anlaşılan, yaratıcı, verimli, çeşitli kişilerin çıkarlarını eşit biçimde gözeten bir tutumdur..

adaletin dikkati çeken bir yanı vardır.. pahalıdır.. suçluya ya da suçlular takımına pahalıya patlar adalet..”

BERTOLT BRECHT..

‘ME-Tİ..’ BERTOLT BRECHT, Türkçesi : AHMET CEMAL, KALDIRAÇ Yayınları, 2011, 214 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘GÖKLERDE ERİYİP GİTMEK İSTERDİM..’ – JOSÉ MARTİ

göklerde eriyip gitmek isterdim,

yaşamın ışıklı ve dingin olduğu,

sürekli ve huzur veren bir esriklikte,

beyaz bulutlarda gezintilerin mutluluk verdiği –

dante’nin yıldızlar arasında yaşadığı yerlerde..

biliyorum, çünkü gördüm gözlerimle

ışıklı bir günde tarlalarda bir çiçeğin

nasıl açıverdiğini goncasını –

ruh da öyle açar işte,

tıpkı böyle olur bu, yemin ederim –

ansızın gelen bir şafak gibi

ya da baharın, ilk uyanışıyla

çiçeklerle donatması gibi leylak ağacını..

fakat ne yazık.. başladım anlatmaya

ve beklerken şiiri, izliyordum ki

yüce kartal imgelerinin

inişini çevremdeki toprağa;

ürkütüp kaçırdı öteye insan sesleri

o altın kanatlı soylu kuşları..

ve yitip gittiler.. bakın

kan nasıl da fışkırdı yaramdan..

bugün benim için dünyanın simgesi

kırılmış kanatlardır.. savatlanmaya

altın teslim olur, ruh değil –

acı içindeyim, ruhum henüz diri

dar bir mağarada sıkıştırılmış bir geyik gibi –

ve ağlıyorum ve gözyaşlarıyla

intikam alıyorum kendimden..

JOSÉ MARTİ

‘GÖKLERDE ERİYİP GİTMEK İSTERDİM..’, Çeviri : ATAOL BEHRAMOĞLU, CAN Yayınları, 118 Sayfa, Eylül 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘anımsayabilmek kutsal bir eylemdir..’

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kendisiyle aynı ismi taşıyan babası jorge’dan kalıtım yoluyla aldığı miyopluk ve sonradan kademe kademe ilerleyen körlük, borges’in yakasını ölene kadar bırakmayacaktı.. görme gücünü kurtarma pahasına sekiz ameliyat geçiren borges, resmi kayıtlara göre, atalarının bu kalıtımsal hastalığından ıstırap çeken altıncı nesildir..

miyopların kendine has bir ruh hali olmalı.. miyop hastaları, harfler, resimler gibi yakın mesafedeki objeleri görürler, ancak gerisi bulanıktır.. miyopluk, çekingenliğe de yol açar.. borges miyop olduğu için görsel tasvirlere pek rağbet etmezdi.. halefi, eleştirmen ricardo piglia, onun miyopluğunun, benzeri görülmemiş aşırı yakından okuma yöntemini doğuran bir çeşit büyüteç olduğu fikrini ortaya atmıştı..

1938’de, borges zayıflamış görme gücü yüzünden ölümle burun buruna geldiği bir kaza geçirdi ki, kitabın devamında bundan ayrıntılı olarak bahsedeceğiz.. ne var ki, bu kazadan sonra kendisini dünyaca ünlü edecek kurmacalarını oluşturmaya başlayacaktı (daha önce şair ve eleştirmendi).. birdenbire ortaya çıkan kör olma korkusu içini kemirirken, o, belleğinin onun dünyaya açılan penceresi olacağını biliyordu.. tarihte pek az yazar bellekle onun kadar zekice oynayabilmiştir..

‘anımsayabilmek diyor bir yazısında, ‘kutsal bir eylemdir..’ bir okur için körlük, olağanüstü bir beladır.. o kör alfabesini öğrenmedi; sayısız şiiri ve yazıyı ezberledi, dostları okudu, o dinledi ki bundan büyük keyif aldı.. 1955’ten sonra, çalışmalarını dikte ederek yazdırdı.. kör olmadan önceki borges ile kör olduktan sonraki borges, birbirlerinden farklı yazarlardır, çünkü kör borges, az önce yazdırdıklarını göremediğinden, onları başkasından duymak zorunda kalırdı.. borges, körlük ve kendi yaşadığı körlüğün homeros, milton ve joyce’la olan ilişkisi üzerine etkili yazılar yazmıştır.. körlük, onun tuhaf aşk hayatını bile etkilemiştir.. borges, amerikan şair ve çevirmen willis barnstone’a, ‘körlere karanlık yasaktır.. ben ışıldayan bir sisin ortasında yaşıyorum’ demiştir.. miyoplukla başlayıp, körlükle sonlanan bu sancılı süreç onun kaderiydi..’

‘JORGE LUIS BORGES’, Jason Wilson, Çeviri : Tonguç Çulhaöz, YKY Yayınları, Temmuz 2011, 158 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BEYİN EKRAN..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘tarkovski’nin dostoyevski’yi bir ‘yakını’ gibi gördüğü biliniyor – hayatı boyunca onun bir romanını çekmek istemiş ve anlaşılan buna ya fırsat bulamamış ya da –bu daha doğru ve haklı bir neden herhalde- cesaret edememiş.. ama benim gördüğüm her imajının içine dostoyevski tamtamına işlemiştir.. gerçekten de, nasıl dostoyevski okuyana her şeyi yazabilecek gibi görünüyorsa, bir tarkovski görüntüsü de her şeyi gösterebilecek gibi gelir.. onun filmleriyle ‘barışamazsanız’ ilk yirmi dakikanın sonda terk etmenizin daha iyi olacağı gerçeği (bu çoğu kişinin deneyimidir) iyi bilinir.. ama tarkovski de her şeyi ‘çekebilecek’ gibi gelen bir filmcidir.. ve bunun nedeni belki de ‘dostoyevskiesk’ anlatımla göbek bağından çok, her ikisini birbirine bağlayan bağın oluşabildiği o dirençli zemindir..

bu zemin bir coğrafya değil – rusya coğrafya oluşturamayacak kadar geniş ve son tahlilde epey ıssızdır.. orada insan bir seyrelme içinde yaşar.. elbette modern batılı toplumlardaki o çok yoğun nüfus içinde, kentin kalabalığında yaşanan ‘seyrelme’ –daha doğrusu ‘izolasyon’- gibi değildir bu.. ama bir devir ya da ‘zaman’ da değil.. daha doğrusu mekanın bir kasılmasıyla zamanın bir gevşemesi karşısındayız.. ya da, tarkovski’de daha kolay olduğu ölçüde bunun tersiyle.. deleuze’ün anlattığı ve örnek olarak tarkovski’yi gösterdiği ‘kristal imaj’ hem kasılma hem de gevşeme olmalıdır – kalp gibi çalışmalıdır.. bahtin, dostoyevski eserindeki bu ritmik ‘olayları’ epeyce çözümledi.. ve orada dilin kasılıp gevşediğini de gösterdi.. dostoyevski ‘her şeyi yazabilir’ – tarkovski ‘her şeyi gösterebilir..’ demek ki esas mesele her şeyi yazıp durmak değil, her şeyin yazılabileceği ortamı, arka planı, fonu oluşturmak, inşa etmektir..

ve işte dostoyevski edebiyatta, tarkovski ise sinemada bunu en yetkin şekilde başarmış olanlardır.. ve dostoyevski’den şöyle bir cümle duyabilirsiniz : ‘bir arabacının gölgesini gördüm, bir arabanın gölgesini bir fırçanın gölgesiyle temizliyordu..’

daha da gidersek şunu da : ‘il faut inventer’ –nedense hep fransızca telaffuz ediliyor esasında rusça olan bir romanda.. herhalde bir vurgu kazandırmak için.. eğer tanrı yoksa onu ‘icat etmek gerekir..’ adalet yoksa onu da.. ama dostoyevski eserlerinde sürekli tekrarlanan bu talep romanın kahramanları tarafından nedense hep fransızca olarak telaffuz edilir.. neden..

dostoyevski’den hep alıntılanan bir cümle : ‘eğer tanrı yoksa her şey mubah..’ oysa bunun çok sayıda değişkenini de bulabilirsiniz orada : ‘eğer tanrı öldüyse benim yüzbaşılık apoletlerim ne işe yarayacak  peki..’ (ecinniler..) dostoyevski’de ikinci tip sorgular ilkinden (ki sorgu değil önermedir bunlar) çok daha derin, dolayısıyla çok daha önemlidir.. nietzsche bize şunu gösterdiydi (ki sanırım dostoyevski’den çok uzakta olmayan bir düşünme hali içinde başına geldi bu) : tanrı öldü.. ama ekledi.. onu siz öldürdünüz.. nasıl kalkacaksınız bakalım bu işin altından.. dostoyevski’nin ‘tanrı yoksa her şey mubah’ formülünün daha derininde ‘tanrı’nın öldürülmesi’ yatıyor.. çünkü çok açık.. tanrı bir zamanlar varken şimdi yoksa ya ölmüş olması ya da öldürülmüş olması gerekir.. ama ecinniler’de tanrı’nın öldüğü düşüncesi ön plana çıkıyor –yokluğu değil.. tanrı hiç yoksa apoletlerim ve yüzbaşılık rütbem olmazdı.. ama tanrı var idiyse ve şimdi artık öldüyse benim apoletlerim ve rütbem ne anlama gelir..’

‘BEYİN EKRAN..’ , ULUS BAKER, Derleyen : EGE BERENSEL, BİRİKİM Yayınları, 2011, 364 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘KARDEŞİM AKİF..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çok sevinirim sevineceğim buraya gümüşlük iskelesi’ne sözlünle birlikte gelirsen.. gerçekten de güzel bir yer bu koy.. hava yavaş yavaş ılımanlaştığı için yabancıların gelmeye başladığını seziyorum.. ‘mevsim’ daha açılmadı ama, motellerde pansiyonlarda bir kıpırdama var anlaşılıyor.. benim pansiyonda iki oda boş arkadaşının pansiyonu biraz pahalıysa, burayı tutarsınız (biri denize, ötekisi limon bahçelerine bakıyor; mutfak, kap kacak. çatal bıçak, buzdolabı, ocak var, insan kendi yemeğini yapabilir isterse.. iskeleden, deniz koy karşında olmak koşuluyla, sola döneceksin, ev iki-üç dakikadır yürüyerek; altta ince ali (ev sahibi) ailesiyle oturuyor, telefonları 11..

y. küçük ile yerasimos’un kitapları iyi güzel de, ikisi de çok çalışkanlardır, konulara eğilirken dişlerini gıcırdatmaları hoş değil bence.. insan böylece – zaten bir dolu handikap var nesnel olmamak için – sorunun bittiğini bitirildiğini sanıyor sanabilir.. şiirdeki özgünlük de öyle bilinir, şair ne denli az etki altında kalmışsa özgün olur; oysa tersidir gerçek, binlerle on binlerle etki sonucunda özgün olunabilir.. bu işi bakarken de, başka başka açılarla bakmalı.. ünsal oskay bana hilmi ziya ülken’in türkiye’de çağdaş düşünce tarihi kitabını vermişti, okudum, bir dolu açı kazandırıyor insana.. taner timur’un kuruluş ve yükseliş döneminde osmanlı toplumsal düzeni de öyle, kitabı bitirmek üzereyim.. ittihat ve terakki programı bir ipucudur bence ancak.. (sina akşin’in 31 mart olayı kitabı aklıma geldi..) kısa zamanda bu da unutulacaktır.. ben bu toplumun kesinlikle bir insan toplumu olduğu düşüncesinde değilim çünkü..

biliyorum, çok ağır bir yargıdır bu ama elimde kesin ve tartışılmaz kanıtlar var bu konuda.. herhangi bir eleştiri de değil bu.. bir kırgınlık kızgınlıkla duygusallıkla da söylenmemiştir.. pek kuşkulu bir adam sayılmam ama bana çok şey gösterilmeye çalışıldığı gözüktüğü gibi gelmiyor.. sözgelimi işin gerçekten çok küçük bir türevidir.. ‘defterler konuşması’nın başına gelenler ya da getirilenler ama kimin umurundadır sorun üç beş arkadaşın dışında.. yaa vah vah.. demek kurnazca bir numaradır, akıllarınca.. ben bu genel geçer yazar gerçeğini bildiğim için işin ütüne üstüne gidiyorum; hem özel hem genel anlamda bir büyük yanlışlık işleniyor işlenir.. neyse..

gerçekten çok küçük bir alandayız, her anlamda.. sesini kimse duyuramıyor duyuramaz, insan..

hoşça kal akif.. selamlar çok.. yazışalım yine..’

Ece Ayhan..

29 Mart 1982 , Gümüşlük..

‘KARDEŞİM AKİF.. AKİF KURTULUŞ’A MEKTUPLAR..’ , ECE AYHAN , Hazırlayan : EREN BARIŞ, DİPNOT Yayınları, 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İşsizlik Hakkı..’ – IVAN ILLICH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eğer insanlar kendilerine uzmanlar tarafından ihtiyaç olarak dayatılan şeyleri eksiklik olarak kabul etmeye gönüllü olmasalardı, meslekler hakim ve köreltici hale gelemezlerdi.. insanlar ve meslekler arasındaki karşılıklı bağımlılık yozlaştırılan dil yoluyla örtbas edildi ve tahlil edilemedi.. eski güzel sözcükler, uzmanları evin, dükkanın, mağazanın ve bunların arasındaki boşluğun vasileri olarak belirlemeye yarayan damgalar haline getirildi.. en temel ortak mal olan dil, her biri bir mesleğin kontrolü altında olan dolambaçlı jargonlar tarafından kirletildi.. sözcüklerin gasp edilmesi ve gündelik dilin içi boşaltılarak bürokratik bir terminolojiye indirgenmesi ile, çevresel bozulmanın insanları kâra dönük olarak istihdam edilmedikleri sürece fayda sağlamaktan mahrum bırakan özel bir şekli arsında itibarsızlaştırma dereceleri açısından yakın bir paralellik vardır.. profesyonel hakimiyetin etkisini azaltacak olası tasarım, tutum ve kanun değişikliklerinin mümkün olması, bu hakimiyetin arkasına saklandığı isimlendirme hilelerine karşı daha duyarlı olmamıza bağlıdır..’

‘insanlar zaman kaybettiren hızlanmanın, hasta eden sağlık hizmetlerinin ve aptallaştıran eğitimin tutsakları haline geliyorlar, çünkü belli bir eşik aşıldıktan sonra endüstriyel ve profesyonel ürünler silsilesine bağımlı olma hali insan potansiyelini öldürüyor ve bunu spesifik bir yolla yapıyor.. metalar yalnızca bir noktaya kadar insanların kendi yapabilecekleri ya da üretebilecekleri şeylerin yerini alabilirler.. mübadele değeri, yalnızca belli sınırlar dahilinde kullanım değerinin  yerini tatmin edici şekilde doldurabilir.. bu noktanın ötesinde üretim artışı yalnızca bu ihtiyaçları tüketiciye dayatan profesyonel üreticinin çıkarına hizmet eder, tüketiciyi ise belki daha zengin, ama aklı karışmış ve sersemlemiş bir hale getirir.. sadece giderilmekle kalmayıp tatmin de sağlayacak ihtiyaçların sınırı, belli bir ölçüde kişisel otonom eylemin bıraktığı izden duyulacak keyifle belirlenmelidir.. kişinin ihtiyaçlarını tatmin edecek eylemleri kendisinin belirlediği bu durumlar için de, ötesine geçildiğinde metaların tüketiciyi köreltmeden çoğalmalarının mümkün olmadığı belirgin sınırlar vardır..’

‘günümüz toplumunda bir patron tarafından emredilmiş olmadığı sürece hiçbir çaba üretken sayılmıyor ve ekonomistler de bir şirketin, gönüllü kuruluşun ya da çalışma kampının kontrolü altında olmayan insanların nasıl olup da gayet işe yarar olabildiklerini açıklamakta güçlük çekiyorlar.. bir iş yalnızca standartlara uygun şekilde belgelenmiş olan bir ihtiyacı karşıladığına hükmedecek bir profesyonel kurum tarafından planlandığı, takip edildiği ve kontrol altında tutulduğu sürece üretken, saygın ve yurttaşlara layık bir iş olabiliyor..

gelişmiş bir sanayi toplumunda işsizliği özerk ve faydalı çalışma hali olarak değerlendirmek, hatta hayal etmek imkansızlaşıyor.. toplumun altyapısı öylesine bir şekilde düzenlenmiş ki üretim araçlarına erişmenin tek yolu ücretli işler ve devlet devreye girdikçe kullanım değeri üretimin üzerindeki bu meta üretim tekeli daha da baskıcı oluyor..

bir çocuğa yalnızca diplomanız varsa bir şey öğretebilirsiniz, kırılmış bir kemiği ancak bir klinikte oturtabilirsiniz.. ev işleri, el becerileri, geçimlik tarım, radikal teknoloji, birbirinden öğrenme ve benzeri faaliyetler yalnızca aylaklar, üretken olmayanlar, çok yoksullar ve çok zenginler için mümkün hale gelmiş durumda..’

‘İŞSİZLİK HAKKI..’ , IVAN ILLICH, Çeviri : DENİZ KESKİN , YENİ İNSAN YAYINEVİ, Mayıs 2010, 94 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eylem içinde geçen yaşamı, açıkçası gerçek yaşamı tutkular devindirmezse bu yaşam yavanlaşıp sıkıcı olur; gelgelelim onu tutkular devindirdiğinde de acı verici olmaya başlar.. dolayısıyla istemelerine hizmet etmek için gerekenden daha fazla anlayış bağışlananlar, mutludur.. çünkü bu onları gerçek yaşamın yanı sıra, düşünsel bir yaşama götürür.. düşünsel yaşam onları her zaman acısız ama canlı bir yaşamın içinde tutup eğlendirir.. yalnızca boş kalmak, açıkçası istemeyle doldurulmamış bir anlama yetisi yetmez, gerçek bir güç fazlalığı da gereklidir.. çünkü kişinin istemeye hizmet etmeyen, saf düşünsel bir uğraş üstlenmesine ancak bu olanak verir.. tersine, ‘yazınsal aylaklık ölümdür; bu insan için diri diri gömülmek gibidir  (otium sine litteris mors est et hominis vivi sepultra.. – senececa , epistulae , 82)..

imdi bu fazlalığın büyük ya da küçük olmasına göre anlama yetisiyle yaşanan yaşamın sayısız kertesi vardır.. bunlar böceklerin, kuşların, minerallerin ya da bozuk paraların toplanıp betimlenmesinden şiir ile felsefenin en yüksek başarılarına gider.. şu da var ki anlama yetisiyle yaşanan böyle bir yaşam yalnızca sıkıntıya karşı bir savunma değildir, o bizi sıkıntının zararlı sonuçlarından da korur.. böylece kötü bir arkadaş çevresine, mutluğu tümüyle dış dünyada aradığımızda yaşadığımız birçok tehlikeye, talihsizliğe, yitiğe, savurganlığa karşı bir settir.. dolayısıyla örneğin benim felsefem bana bir şey kazandırmadıysa da beni bir şeyler  yitirmekten korumuştur..

beri yandan olağan insan, yaşamın hoş yanları söz konusu olduğunda kendi dışlarındaki şeylere, dolayısıyla mala mülke, rütbeye, çoluk çocuğa, arkadaşlara, topluma bel bağlar; onun yaşamında mutluluk bunlara dayanır.. sonuçta böyle şeyleri yitirdiğinde ya da bunlar yüzünden düş kırıklığına uğradığında mutluluğu yıkılır.. bu ilişkiyi dile getirmek için şunu söyleyebiliriz : onda ağırlık merkezi kişinin dışındadır.. bu yüzden , onun dilekleri, hevesleri değişir durur.. olanak bulursa kır evleri ya da atlar alır, partiler verir ya da gezer.. gelgelelim genelde, her şeyde doyumu dışarıda aradığı için büyük ölçüde lüks düşkünü olacaktır.. güçten düşmüş, sağlığını, gücünü yeniden kazanmak için çareyi çorbalarda, eczaneden aldığı ilaçlarda arayan bir adam gibidir.. onun sağlığının gerçek kaynağı kendi dirim gücüdür.. başka bir uca gitmeden önce, böyle birini anlama yetisi pek seçkin olmasa da olağan dar sınırı aşan bir adamla karşılaştıralım.. böyle bir adamın amatör olarak güzel sanatlardan biriyle uğraştığını ya da botanik, mineraloji, fizik, astronomi, tarih gibi bir bilim dalının ardından gittiğini görürüz.. o dışarıdaki kaynaklar kuruduğunda artık onu doyurmaz olduğunda daha çok bu uğraşından zevk alır, onunla dinlenip tazelenir.. buraya kadar onun ağırlık merkezinin kendi içinde olduğunu söyleyebiliriz.. gene de sanatla amatörce ilgilenmek yaratıcı beceriden oldukça uzaktır, salt bilimsel bilgi, görüngelerin karşılıklı ilişkisinden öteye gitmez, sıradan insan kendini tümüyle bunlara veremez, tüm doğası bütünüyle görüngülerle dolmaz, dolayısıyla da varoluşu başka başka her şeye ilgisini yitirecek ölçüde onlarla iç içe geçmez.. bu , yalnızca anlama yetisinin yüksek bir seçkinlik düzeyine özgüdür.. bu da deha diye adlandırılır.. çünkü yalnızca deha, şeylerin varoluşunu, doğasını baştan sona, kesin olarak konu edinir.. o zaman da özel eğilimine göre şiir, felsefe ya da sanat aracılığıyla bütün bunlara, ilişkin kendi derin görüşünü, kavrayışını dile getirmeye çalışır.. dolayısıyla durmadan kendiyle, kendi düşünceleri, yaptıklarıyla uğraşmak yalnızca böyle bir adam için ivedi bir zorunluluktur.. yalnızlıktan hoşlanır, aylaklık onun için en büyük kayradır, başka her şey vız gelir tırıs gider, başka bir şey varsa, olsa olsa yük olarak vardır.. yalnızca böyle bir adamda ağırlık merkezinin tümüyle kendinde olduğu söylenebilir..’

ARTHUR SCHOPENHAUER..

‘YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE AFORİZMALAR..’ , ARTHUR SCHOPENHAUER , Çeviren : LEVENT ÖZŞAR , BİBLOS Yayınevi , 2011 , 262 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BEAT KUŞAĞI ANTOLOJİSİ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devrimci Mektup..

 

‘anma günü , 2003’

 

sacco & vanzetti’yi hatırla

haymarket’i hatırla

john brown’ı hatırla

devlet karşıtı isyanın esirlerini hatırla

malcolm’u hatırla

paracelsus’u hatırla

huey & küçük bobby hutton’ı hatırla

crazy horse & chief joseph’i hatırla

modoc & algonquin ulusunu hatırla

patrice lumumba’yı

afrika rüyası’nı hatırla

tina modotti’yi hatırla

makhnov’u , tsvetaeva & mayakovski’yi & essenin’i

evet , kahretsin , trotsky’i de hatırla

hey , hypatia’yı hatırlıyor musun ?

socrates’i ? giordano bruno’yu ?

en yakın arkadaşımı hatırla , esclarmonde de foix’yı

kozmopolit fitilini hatırla

edward kelly’yi hatırla , cezaevinde katledildi

hatırla , hayatını avuçlarında tuttuğunu

bu anma günü , hatırla

neyi sevdiğini

& ne yaptığını – bekleme

hatırla yaşamın nasıl darağacı ilmeklerine geçirildiğini –

herhangi birine ait olan

& o vakit ozanları da hatırla :

shelley & bob kaufman’ı

van gogh & pollock’u hatırla

amelia earhart’ı hatırla

hatırla güvenli bir vakit değil ve

her şeyden daha doğrusu

yapman gerekeni kalpten yapman

hatırla ‘wounded knee’nin kadınlarını ve erkeklerini

kent state katliamını hatırla

hangi saftaydın :

imparatorluğun ortasında & hunlar yaklaşırken.

hatırla , vercingetorix’i , max jacob’u

apollinaire & suhrawardi’yi hatırla

bütün hatırlaman gereken ne sevdiğin

mary the world’ü hatırla..

Diane Di Prima..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BEAT KUŞAĞI ANTOLOJİSİ..’ ,

 Hazırlayan : ŞENOL ERDOĞAN , SEL Yayıncılık – 6:45 > Yayın , Haziran 2011..