Archive for the ‘Yazar : ‘Taflan’’ Category

‘Amedeo Modigliani’

“Ruhunu görebildiğimde, gözlerini de çizeceğim..”

 

Modigliani’nin hayatını konu alan bu biyografik film ,  ressamlığı, sanat hayatı, aşkı, bohem yaşamı, dramatik ölümü üzerine  bir şölen gibi..  o dönemin entelektüel kesiminin bir çoğunun sanat ve modernlik adına seçtikleri hayat tarzıdır bohemya. Bohemlere göre hayatın kendisidir sanat.. maddi beklentisi olmadan, sanatı ibadete dönüştürmektir.. kimine göre kadere karşı geliş, kimine göre, kural tanımaz tavırlarla kendilerini aşağılayan topluma bir hiç olduğunu gösterme şekli.. Modigliani’ye göre ise yaratıcılığa giden tek yol, hayata meydan okumaktır. Modigliani bu ilk bohemlerden  olmanın hakkını fazlasıyla veriyor..

 

”Kısacası Hayatım Umurumda Bile Değil.” repliğini doğrulayan onun yaşamı; tam bir ölümüne yaşamak ve nedense  Modigliani’ye çok yakıştırıyorum.. ben hep derim ki bazı insanlar kelebektir. o kadar yaşamalıdır..

 

Andy Garcia Modi’nin ruhunu çalmış sanki.. Filmi izledikçe onunla bütünleşiyorsunuz.. elinizi uzatıp, acılarına yaralarına, kalbine bastırmak istiyorsunuz.., hele final de olanlar, inanılmazdı.. ağlayamadım bile.. dondum kaldım.. bir hayat ancak bu kadar hakkı verilerek kanatılabilir, yaşanabilirdi.. iliklerime kadar işledi Amedeo Modigliani… filmde güzel gözleri olan Jeanne’nin portresini yapacaktır.. ve büyük bir aşk doğar. Jeanne onu her şey pahasına sever.. Yahudi olmasından ve yaşam tarzından dolayı ailesinin tüm baskılarına karşı gelir..

 

Çizdiği resimlerin gözlerini boş bırakarak imzasını atan, rakiplerinin aksine resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarının aksine beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan da geri durmayan fütursuz bir kişilik.

 

İnanılmaz doğal bir yaşam.. şevk ile yapılan resimler. geride bıraktığı eşsiz eserler, hayata karşı duruşu hiç bir şeye minnet etmemesi, ölümüne yaşaması, Filmin ana teması sanat olsa da daha çok hayatıyla ilgili çok duygulu anlar yaşadım..

 

Amedeo Modigliani ;  üretmiş olduğu eserler ve sahip olduğu düşünce tarzı ile  gizli kahramanlardandır.. en büyük özelliği popüler olmaya özenmemesi ve sosyeteyi ise her fırsatta yerden yere vurmasıdır. Para için istemediği sanatına tavrına ters gelen hiçbir şey yapmaz.. Çağdaşlarına göre hayatını sefalet içerisinde geçirmiş olmasına rağmen herkes tarafından büyük saygı  duyulmuştur. Çok kişiye esin kaynağı olmuştur.. özellikle ülkemizde  ikinci yenicileri ve ikinci yenicilerden de en çok cemal süreya’yı etkilediği de söylenir.. yalnız, iyi bir heykeltıraş olmasına rağmen, filmde buna değinilmemiş..

 

Babası küçük çaplı bir iş adamı olan ve annesi Fransız soyundan gelen Yahudi bir ailenin dört çocuğunun en küçüğü. Henüz küçük yaşlarda sanata olan tutkusu biçimlenmeye başlamıştır. Ancak, yine bu kadar erken bir dönemde, onu hayatı boyunca yalnız bırakmayacak olan zatülcenp hastalığıyla da tanışmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Modi hasta olmasına rağmen İçki ve sigarayı asla bırakmaz.. Parayla ölçülemeyen bir hayat bir sanat onunki.. biraz deli.. hayatı umursamayan.. Aynı zamanda rakiplerinin saygısını kazanmış biri. Ona herkes gizlice hayran.. başta Picasso.. filmin bir yerinde Modi yine çılgınca dalar sanat çevresinde insanların olduğu ortama.. birisi Picasso’ya bu kim der.. Picasso ona şu cevabı verir “ O bir Tanrı “..Modigliani, bir yaşam tarzı..

 

Picasso ile aralarında ne kadar rekabet olsa da tatlı derin bir dostluk görmek mümkün. Hep atışmaktadırlar.. Onun ani gidişi sonucunda, Picasso’nun geride kalan hayatını bir daha eskisi gibi olmayacaktır..

 

Jeanne Modigliani öldükten sonra Picasso’nun yanına gidip sırf  resminin üzerine resim yapmasından dolayı(ki bu gerçekten büyük bir hakarettir) Picasso’ya şöyle der :

 

”ne hissediyorum biliyor musun pablo sana söyleyeyim mi? hiçbir şey hissetmiyorum karnımda bir çocuk var… bir başka kalp atışı bir başka arzulayan ruh… ve ben bomboşum bir bardak gibi… eve gideceksin dopdolu ve zengin bir yaşam süreceksin fakat tanrıya yemin ediyorum zamanı geldiğinde ölüm döşeğine yattığında MODİGLİANİ ismi dudaklarından ayrılmayacak bu geceden sonra bir daha resim yapamayacaksın BU ONA AİT.  Kayıtlara geçtiği gibi Picasso ölürken son sözü MODİGLİANİ Olmuştur.  O’na Sevgiyle..

 

TAFLAN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yağmur yağıyor yüreğime..

Kentin üzerine yağar gibi;

Şu bitkinlik neyin nesi..

İşlemekte yüreğime..

 

Verlaine

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu; yaşamak…’

“ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
bir kumru bir kumruyu tamamlasın
bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
sadece bu.. “

Bir bahar günü en sevilen caddelerin birinde bom boş yürümek.. göz ucuyla süzülen vitrinlerde ucuz, indirimli bir şeyler bulup almak.. bir yanından tren geçen, sedirli bir çay bahçesinde oturup, saatlerce gazete okumak.. telefonu kurcalamak.. acıkınca patatesli bir gözleme yemek.. bazen ıspanaklı.. peş peşe keyifli keyifli yudumlanan demli çayların eşliğinde saatleri devirmek.. zamanın farkında olmamak..
bazen tüm bu sıradan yapılan şeyler sebebiyle gülümseyebilmek..
evet, yavaşlık.. sıradanlık..
Sadece BU..

“iş edinmişim öyle kimsesizliği
kendimi saymazsam – hem niye sayacakmışım kendimi –
çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi..”

Sesler.. hayatı, yaşamı anımsatan, çağıran sesler.. her kafadan çıkan sesler.. mutlu, mutsuz, acılı, sevinçli bazen ölümcül sesler.. ama, o sesleri duyamıyorum .. Kimse Yok muuu !!


“çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
değişmek..”

Bir film.. Bir replik.. “Köyümüzde yaşlı bir bekçi vardı, Gece devriyelerinde bağırırdı: “Herşey yolunda. Herşey yolunda!” Biz de huzurlu bir şekilde uyurduk. Sonra bir gece, bir hırsızlık oldu. Ve öğrendik ki meğerse bekçi körmüş! O, “Herşey yolunda!” derdi, biz de güvende hissederdik kendimizi. O gün, bu kalbin ne kadar kolayca korkabildiğini öğrendim. Kandırmanız gerekiyor. Sorun ne kadar büyük olursa olsun, “Herşey yolunda.”


“biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz – böyle
nereden geldiniz, tam sizi soracaktım – böyle
biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe
yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
güneşler girer çıkar ellerinize..”

Bir kitap.. bir aşkı anlatacak, okursam.. okuyamıyorum.. yüzümde aşka yabancı olma ifadesi.. aşk, bomboş bir park şimdi.. kimsesiz.. umutsuz.. sahici olmayan..

“işte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
saatin kaç olduğu – üstelik sorulmaz ki
sabaha kadar sabaha
uyuyup uyandığımız
bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız.”

Doğduğumu hatırlıyorum.. sonra öldüğümü de .. çok oldu öleli.. ço
k zor oldu ikisi de.. hep hatırlıyorsun.. hep hatırlıyorsun..

“biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.”

Umutsuzlar Parkı/Edip Cansever

‘TAFLAN’

HYPATIA..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

O, tarihin  en etkileyici ve ilgi çekici kadınlarından..

Son zamanlarda yeniden izlediğim ve  bir kere daha  inanılmaz etkilendiğim film.. İlk olarak 2009 yılında Cannes Film Festivalinde gösterimi yapılan filmin adı  AGORA .. benim hayalini kurduğum ütopya şehirlerimden biri.. AGORA.. tarihin bilinen ilk entelektüeli HYPATIA’nin hayat hiyayesini anlatan bir dönem filmi.. 2009 İspanya Yapımı Yönetmen Alejandro Amenabar .. Oyuncular: Rachel Weisz, Max Minghella, Amber Rose Revah, Oscar Isaac, Asraf Barhom..

Bazı filmleri sıradan ruh halleriyle izlememek gerek..  nasıl anlatmalı ki..  hangi tarihi ve filozofik bilgiyi girsem de filmi izlemek kadar çarpıcı değil bana göre..   İzledikten sonra kendimi çok kötü hissettiğim ve 2- 3 gün gözümün önünden gitmeyen güzel, akıllı, filozof, bilim kadını, astronom, matematikçi,  mücadeleci, HYPATİA..  Ve ne trajiktir ki ölümüyle bile unutulmayacak bir kadın. Ve benim kalbimde de sonsuza kadar yaşayacaksın…

4. Asır kilisenin güçlü bir siyasi teşkilata dönüştüğü  batı dünyasının bir dönüm noktasıydı..  HYPATİA,  ( 370-415)  yılları arasında İskenderiye’de yaşamış felsefe ve matematikle (özellikle geometri) ile ilgilenmiş bir bilim kadınıdır. Ünlü filozof, matematikçi ve gökbilimci Theon’un kızıdır.. Theon İskenderiye Üniversitesi’nde matematik dersleri vermekte idi.. Kızının eğitimi ile yakından ilgilendiği ve onu kendisi eğittiği söylenir.. Hypatia ise babasının çalışmalarına katılmıştır. Theon’a, Euclid’in bir eserine şerh yazarken kızının da yardım ettiği söylenir..

İskenderiye’deki Museion’da felsefe, matematik ve astronomi dersleri vermiştir.. sadece matematikçi olarak tanınmaz, çeşitli bilim dallarında çalışmıştır; özellikle çok iyi bir eleştirmen ve yorumcu  olduğu varsayılır. .

Astronomik tablolar, appolonius konik kesitleri ve diophant üzerine yorumları vardır. Platon ve Aristotales’in tanıtılmasında dersleri etkili olur.. Yeni-Platonculuk’a yakın durduğu söylenir. . Yeni-Platoncu okullarla bağlantı halindedir. Museion’da verdiği dersler ve konferanslar Hypatia’nın ününü arttırmıştır.. Hypatia bilim insanı olarak tanınmasının yanı sıra zarafeti, bilgeliği, gençliği ve güzelliği ile de ünlenmiştir.. Geniş bir öğrenci ve hayran kitlesi oluşturmuştur.. 4. yüzyılın sonlarına doğru Roma İmparatorluğu çöküşün eşiğinde ama Mısır eyaletinin İskenderiye feneri ve en büyük kütüphanesi ile pırıl pırıl parlamaktadır.. Kütüphane kültürün olduğu kadar dinin de simgesidir..

Paganlar atalarının ilahlarına buradan ibadet ederlermiş. .  Ancak, Şehirlerindeki yerleşmiş pagan kültürü artık yahudiler ve hiristiyanlık tarafından tehdit altındadır..

Ancak, Pagan okulları ayakta kaldığı sürece, Kilisenin kendisini bilginin yegane kalesi olarak göstermesi mümkün olmayacaktı..   Pagan filozoflar yaşayıp öğrettiği sürece, Pagan Kitapları olduğu  sürece bu böyle olacaktı.. Kilise için bir yol gözükmekteydi – pagan okulları, kayıtları ve hatta filozofları yok edilerek hakimiyet sağlanabilirdi..  ve böylece yok ediş başlamaktadır..

Hypatia adını tarihe “düşünce ve aydınlanma savaşçısı” olarak yazdıracak ve  “dini değil  mantığı üstün tuttuğu ve bunu çok açıkça haykırdığı ” için hazin  sonunu hazırlayacaktır.  cadı olarak ilan edecek, Vahşi bir şekilde öldürülecektir… parçalanarak İskenderiye sokaklarına dağıtılacak ve bazı kayıtlara göre  midye kabuklarıyla eti  kemiklerinden ayrılacaktı..

Filmde;   Hypatia öğrencilerine paganlar ve  hristiyanlar arasındaki sorunlara nasıl baktığını 4. yüzyılda şöyle açıklıyor; “Bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla, hepimiz kardeşiz”…..

Maalesef bugün en keskin anlamıyla geçerliliğini koruyor bu cümle..

HYPATİA’nın özgürlüğünü bağışladığı ve hiristiyan olan eski pagan kölesinin şu yorumu ; ” ben affedilmiştim ama şimdi ben affedemiyorum”

Filmdeki İskenderiye Feneri manzaralı yukardaki evinde kölesi ile birlikte yaptığı deneyler esnasında kölesine sorduğu şu soru ;

“Dünya’yı olduğu gibi görmeyi kabul edersek ne ile karşılaşırız? Bir an  ön yargıları bıraksak karşımıza nasıl bir dünya çıkardı? “

HYPATİA’nın bu sorusu sonsuza kadar doğru değil midir ?

Sevgimle…

‘TAFLAN’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dünyanın en güzel arabistanı’

“Adamlar kadınları alıp Arabistan’a götürürlerdi..

Dünyanın en güzel Arabistan’ına..” Turgut Uyar

Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle yazdığım bu dizeler..  nerede bu ‘dünyanın en güzel arabistan’ı yahu dedirtti.. Bu adamlar nerde ?.. Turgut Uyar’ın ‘atlantisi’, Ütopyası, olmayan ülkesi..  ‘Dünyanın En Güzel  Arabistan’ı..  ve  ‘Geyikli Gece..’ neredeler..?

Bu aralar güzel filmler izledim.. Yönetmen Yüksel  Aksu’nun Entelköy Efeköy’e karşı filmi tam bana göreydi..  uzun zamandır bu kadar çok kahkaha attığımı hatırlamıyorum. Deli gibi güldüm.. bir yandan da insanı düşündüren bir film.  Onun hiç yargısız ve kompleks duymadan ait olduğu coğrafyayı ve kültürü bu kadar içten  anlatması inanılmaz.. Sanki geleceğe bir arşiv  bırakmak ister gibi..  coğrafya, dil, yaşam ve insan olarak..  Filmde, kendisinin de oynadığı başlangıç kısmında,   Entelköy’ü  tarif ederken ‘Thomas More’dan bahsediyor.. bir an   kendimi başka bir  dünyaya atıverdim filmle birlikte .. evet Ütopya..  hayal kurarız, düşler görürüz ama, ne yazık ki ütopyamız olduğunu  unuttuk çoktandır..   Bu kadar acımasızlığın yaşandığı bir yerde tam tersine daha çok hissetmek, duyumsamak gerekirken, her şeyden o kadar çok bıktırdılar ki.. unuttuk..   Ahmet Telli’nin  şu dizeleri gibi.. “çölde keşfedildi ve yeniden / bir kez daha kaybedildi ütopya..” Ama benim ‘Peter Pan’ın  ‘Olmayan Ülkesi’nde hala gözüm var.

Thomas More, 1516’da yazdığı “yokülke” anlamına gelen ‘Utopia’ adındaki eseri ile edebiyatta ve düşünce şeklinde, yeni bir nesil yarattı. ‘More’un Kral Henry VIII’in İngiliz kilisesinin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması, kendi siyasi kariyerinin sonunu hazırlayıp hain olarak idam edilmesine sebep olmuş ve 6 Temmuz 1535’te, 57 yaşındayken idam edilmiş. Kendi Ölümüne sevinen biri. “Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez”

‘Thomas More’  ‘Ütopia’da ideali olan, hayali BİR ADA ÜLKENİN siyasi sistemini, ütopik bir devlet tasarımını ortaya koyar.. ‘more’un yeryüzünde bir cennet yaratma isteğidir. sınıfsız toplum, tüm vatandaşlar için ortak mülkiyet, demokrasi inancı, herkes için eşitlik,  savaş karşıtlığı,  barışçılık,  aile toplumun temelidir ve devlet tarafından korunur. sevgi toplumun tutkalıdır. köleler dahi aşağılanmaz.  özgürlükçü – eşitlikçi devlet, yeniliğe ve her türden teknik gelişmeye açık, sanatı yüceltme, halk için sanat eğitimi.. herkes devlet adına üretir. para geçerli değildir. üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler.

Belki bir gün o adamlar gelir ve kadınları ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’na götürür ..  ‘Geyikli Gece’ye götürür. İkisi de hemen şuracıkta değil belki.. ama biliyorum orada bir yerlerde  duruyorlar…

“Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum

İyice kurulamıyorum saçlarını

Bir bardak şarabı kendim için içiyorum

Halbuki geyikli gece ormanda

Keskin mavi ve hışırtılı

Geyikli geceye geçiyorum

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.” Turgut Uyar

sevgimle..

 

TAFLAN

“su da önemli ama.. ateştir benim ustam..”

“Ömrüm diyorum şimdi ömrüm

Üzgün bir çocuksun sen ve yalnız

Öyle kal çünkü bu dünyada

Sana en çok mutsuzluk yakışıyor”

Ahmet Telli

Yılların koşar adım geçtiği,   hüznün her an hayatımıza hem sevinç, hem zehir akıttığı bir hazin geçit ömrümüz..  neyse ki vazgeçtim çoktan yılların adımlarını saymaktan.. otuzlu yaşlarda çok yıkıcı ve yorgun geçen bir beş yıldan sonra bir anda  kaç yaşında olduğumu  fark ettim..  unutmuştum  saymayı.. bir yaş hesabı iddiasıyla başlayan öylesine bir sohbet benim kaç yaşında olduğumu fark etmemi sağladı..  her aklıma geldiğinde ağız dolusu güldüğüm bir anıdır..  kendimden bu kadar çok uzaklaştığım için kendime üzüldüğüm bir yoğunluk yaşadım o anda. Oysa ne olursa olsun şimdi koca bir kadın olan, güzel gözleriyle etrafına umutla bakan, çok çalışkan, çok heyecanlı, dünyadan kendi payını isteyen o kız çocuğunu korumaya söz vermiştim  yıllar önce..  ne yazık ki hiç koruyamadım hayatın acılarına, darbelerine karşı.. çünkü hala küçük bir kız çocuğuydu o.. dünyayı hala anlayamıyordu..

“Ölüm hiç de ürkünç gelmiyor

Yaşanmışsa tüm yaşanacaklar

Acı yitiriyor anlamını ve renkler

Kül oluyor körleşirken gökboşluğu”..

Ya yaşanması gerekenler hep yarım kalmış ise..   yine de ölüm ürkünç değil midir.. ?

işte bu gel gitlerle uğraşırken, bir arkadaşımın mesajıyla ‘itü’de seyyar sahne tarafından ‘oğuz atay’ın ‘tehlikeli oyunları’nın sahnelendiği bilgisini aldım..

Erdem Şenocak bana göre çok başarılıydı.. tek kişilik bu performans ve bir de salıncak.. oğuz atay niyetine gidip sımsıkı sarılasım geldi kaç defa.. sahnede görmek masalsı bir duygu.. çok başarılı .. ve bu yürek işi bir çalışma.. ticari kaygıdan uzak.. seyyar sahne “tezer özlü -çocukluğun soğuk geceleri”ni de sahneliyor..

‘Oğuz Atay,  Tehlikeli Oyunlar’;  “ağzının, güzel dudaklarının kenarında bir gülümseme yaratmak için, ne uzun yollardan geçiyorsun. kendinden veriyorsun, durmadan eksiliyorsun. oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak elde ederler istediklerini. ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum” 

Evet, bazı insanlar hiç çaba harcamadan, oldukları yerden kıpırdamadan elde ederler dünyayı.. yoksa çok şey mi bildik, istedik ve hayal ettik .. ahh oğuz atay..

Bir de geçen gün Cemal Süreya öldü dediler..  öldüğü gün dediler..

 O en güzel, en mutlu, en mutsuz, en hüzünlü  anlarımın şairlerinden.. o bir dersim sürgünü..

 “Bizi kamyona doldurdular.

Tüfekli iki erin nezaretinde..

Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular..

Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar..

Tarih öncesi köpekler havlıyordu.” 

Her şeye rağmen, kendini doğuran  insanlık.. cemal süreya’yı doğuran hayat.. aşkın şairi.. her daim  hüzün verirken, derde derman olan kelimelerin büyücüsü..

‘aşk’ şiirinde beni benden alan.. işte o çok sevdiğim dizeler.. imgeler..

…..

 “Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek

Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken

Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti

Çünkü iki kişiydik..”

“Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya

Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız

Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu

İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük..”

hayat başka nedir ki..?  sadece ‘an’lar.. ‘Keşke yalnız bunun için sevseydim seni’

‘Taflan’

‘dürtme içimdeki narı.. üstümde beyaz gömlek var..’

“Her şey bitti.. canım artık eskisi gibi yanmıyor.. yok yok yanmıyor.. sadece sıkıldım sanırım son zamanlarda olan bitenlere.. geçer birkaç gün sonra.. geçer.. çünkü bazen acı çekerken bile sevdiğimiz duygular var.. ben artık bazı kişilere, bazı şeylere  ait hiçbir duyguyu sevmiyorum.. beni bırakıp gitsinler artık  o duygular.. yoksa yanıyor mu canım hala.. neden bu tuhaf iç bulantısı.. görmek istemediğim, duymak istemediğim her şey niye bu kadar bana sadık.. beynime üşüşüyor.. kelimeler dilimin ucuna.. kendi kendime söylenmeye başlıyorum..  hatıraların sadece iyi olanları kalsın bana.. diğerleri gitsin.. istemiyorum.. istemiyorum.. ben iyiyim böyle..  bir şarkı dinliyorum. Gripin ..

‘sorma, sorma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim efkarımla kana kana

durma, durma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim yalanlara kana kana

durma, canım cayır cayır yanıyor

söndür yalvarırım durma n’olur durma

 

durma, yağmur durma

sorma, sen de onu sorma’

çok seviyorum bu grubu.. tam gripin gibi.. iyileştirici.. eskiden gripin vardı ağrı kesici kocaman bir şey.. nasıl yutarmışız onu hala aklım almıyor.. hala da var sanırım.. bakkaldan alırdık o zamanlar. Eczanelerde de satılırdı.. ama ben bakkal çağında büyüyen bir çocuğum.. bakkalların, tuhafiyelerin, manav ve kasapların olduğu mahalleydi benim için İstanbul.. dondurma arabaları, yoğurtçular, macuncular, pamuk şekerciler, sütçüler geçer.. sokakta oynar, kırkıncı seslenişte evlere giderdik.. bağırış çığırış.. bizimkiler dindar olmadığı için öyle ezan okununca gel muhabbeti yoktu.. ama biz yine de diğer arkadaşların çoğu çekildiği için ezan okununca eve giderdik.. eskiden daha dayanıklıydık, korkusuzduk.. sokakta kavgayla büyüyen çocuk güçlü olur.. o hesap..  ben ufacık bir çocukken, bizim bakkalda ekmek yoksa koca semti dolanır bulurdum o ekmeği ve eve yetiştirirdim.. hiç korkmazdım o akşam saatlerinde.. bugüne göre daha güvenli olsa bile istanbul’un tehlikeleri hep bakiydi.. kardeşim kaybolmuştu defalarca.. onu ağlaya ağlaya sokaklarda arayışlarım geldi aklıma.. bana emanetti.. annemler fark etmeden bulmam gerekiyordu.. bütün çocuklar seferber olurduk.. en sonunda bir yerlerde bulurduk.. sıpa takılır bir at arabasının arkasına gidermiş.. o zamanlar at arabaları da vardı istanbul’da.. bir keresinde yine takılmış öyle dizleri neredeyse parçalanmıştı.. çok yaramazdı.. sonra büyüdü aslan gibi bir adam oldu.. karşı komşumuzun anneme seslenerek kahvaltıya çağırışları.. şimdiki gibi iki  gün önceden randevulaşma yoktu o zamanlar.. elişini alır, yününü alır komşuya oturmaya giderdin.. ben o zaman  çok mutlu bir çocuktum.. büyüme sancıları hiç yaşamadık biz.. nerde öyle ergenlik falan.. hormonlarımız ne alemdeydi bilmem.. yoktular galiba..  azıcık mızıklan anne ya da baba ağzına çakarlardı bir tane kendine gelirdin.. ne bunalım kalır ne bir şey… bayramlarda kart yazardık birbirimize.. bir çanta dolusu tebrik kartlarım var.. biz telefonun ortalama 10 senede çıktığı bir zamanda büyüdük..

hiç unutmam.. beğendiğimiz çocuklar  vardı.. çocukluk aşkı işte.. o zaman çıkmak derdik sevgili olmaya.. çıktığın var mı ? aynı semtin çocukları olurdu genelde sevgililer o zaman.. arka sokak alt sokak falan.. mahallenin kızları birbirine ıslık çalarak haber verirdi birinin sevgilisi geçince sokaktan.. evet evet aynen öyle.. telefon yoktu kimsede.. o yüzden büyüdüğüm sokağa gittiğimde o görüntü gelir gözümün önüne.. şu an bile gülümsüyorum sevinçle.. ne güzel zamanlardı.. yokluk vardı ama kocaman duygular, ıslığımız, mahalle aşklarımız,  kocaman yürekler ve gerçek insanlar vardı.. incir olduğu zaman herkese dağıtan komşularımız vardı. Akşam çaylarının demlenerek sokakta kapı önünde içildiği muhabbetler vardı..

acılardan haberim yoktu.. sadece okul ve kendi dünyamız vardı.. biz   güçlü çocuklardık.. şimdiki çocuklar gibi kırılgan değildik.. peki ne oldu zamanla bizim bu güçlü çocukluğumuza.. çok sert bir dünyaya büyüdüler.. insanın yok sayıldığı, duyguların kolayca sömürüldüğü, aşkın yalan olduğu, dostlukların, insanların çoğunlukla ikiyüzlü olduğu,  teknolojinin  yalnızlaştırdığı bir yaşama bu saf, masum ve yiğit  çocuklar uyum sağlayamadı.. hayatı bu kadar doyasıya yaşarken yalnızdılar.. dostları varken yalnız hissediyorlardı.. duyguları hep başka bir zamanda kalmış gibiydi.. o yüzden kendimi çok sıkkın hissettiğimde çocukluğumun olduğu anılara uzanırım.. o semtlerden geçerim.. ana rahmi gibidir.. güvenlidir.. ilk doğuş gibidir.. bu bir terapi bana göre..

ama gerçek hayat hep yanı başımızda duruyor işte.. 35 kişinin uluderede bombalanarak öldürülmesi üzerine, canımın çok yanması.. yine sessizliğe gömülmek ve yeni bir anma günü eklenmesi şanlı tarihimize.. bu minvalde aklıma gelen bir film.. basında da işlendi bu film.. yönetmen ‘bahman ghobadi’,  ‘Sarhoş Atlar Zamanı / Zamani Barayé Masti Asbha (2000)..’  hayatta kalma mücadelesi.. kaçakçılık yapılarak yaşama tutunmaya çalışanların hikayesi.. gerçek hayatlar.. ve kaçakçılık öyle illegal bir kelime değil.. söylenip biten bir kelime değildir.. aşkları, yiğitlikleri, efsaneleri, acıları, kahramanlarıyla, kahramanlıklarıyla bambaşka bir dünyadır.. milyon tane film yaparsın.. şiir yazarsın.. şarkı yaparsın..  kaldı ki 100 metre öteye akrabalarına tarlasına geçmeye de kaçak denilen bir coğrafya orası.. ve ben yine filmlerime gömülüyorum.. bazen mutluluk , tamamen insansız olmakta..

çerçöpleri atın.. güzel anılarınızla kalın..”

‘Taflan’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Belinde Diyarbekir kuşağı ..

Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra

Yürür namus bildiği yolda…

Yürür yine de yalınayak ve

ayakları yanarak..’

Ahmed Arif

“seni sevdiğimi anlayacaksın, sevmediğim zaman..”

“Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur.” Rougemont

Aragon’un “mutlu aşk yoktur” sözüne kültür tarihçisi Rougemont tarafından verilen yanıttır..  hep yazılmış olan mutsuz sonla biten aşkların tarihidir. Mutlu aşklar nerede ?

Ama, nedense beni mutlu aşklar hiç ilgilendirmiyor.. yine düştük mutsuzluğun, acıların, cefanın, kırgınlıkların, incinmenin, intiharların, ölümün, aylaklığın peşine..

Birkaç yıl önce imkansız, mutsuz, tutkulu ya da en masum haliyle aşkları ve hikayelerini anlatan bir yazı okumuştum bir edebiyat sayfasında.. bazen bu tip yazıları kitaplarım, filmlerim gibi özenle saklarım.. notlar alırım.. işte birkaç gün önce o eski defterleri karıştırınca rastladığım notlardan,  benim de en sevdiğim yazarlardan, şairlerden ve en sevdiğim aşk hikayelerinden bir yolculuk yapmak istedim..  aşka, aşıklara, acılarına ve  bu acılara rağmen alınan o eşsiz hazza.. bir daha eskisi gibi olunamayan o çileli yolculuğa :

“aylak adam – yusuf atılgan ;  “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” ,  “Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Aylak Adam, aşkın -ya da aşksızlığın- hikâyesidir.

romain gary ile jean seberg;   en sevdiğim jean… Roman Gary’nin  “ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz…”  cümlesi yürekleri dağlıyor.  Yine romain Gary’nin “Bir kadını tüm gözleriyle, tüm sabahlarıyla, tüm ormanlar, tarlalar, pınarlar ve kuşlarla sevdiğinizde, onu henüz yeteri kadar sevmediğinizi ve dünyanın, yapmanız için geriye kalan her şeyin bir başlangıcı olduğunu bilirsiniz.”  deyişi ve  aşkı tarif edişindeki  bu cömertliği, her şeyinden vazgeçebileceği, her şeyini verebileceğini,  insanın kerelerce hissetmemesi mümkün mü?

sabahattin ali’nin   kürk mantolu madonna ; Raif Efendi’nin bir Alman kadına duyduğu   aşk vardır.”Çocukluğumdan beri belki ilk defa olarak; hayatımın sebepsizliğini ve boşluğunu düşünerek içim ezilmeden, “Bugün de geçti işte.. Ve bütün günlerim hep böyle geçecek, sonra ne olacak sanki!” demeden uykuya daldım.”..  “Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında, sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?” Böyledir büyük yapıtlar, hep kaybedişlerden geriye kalanlardır. “

malina – ingeborg bachmann ; “  Malina, kuşkusuz bir ‘aşk kitabı’ değildir ama belki de aşk kitaplarının en yakıcısıdır. “Parola, Ivan.” der Malina, “Ve hep, hep Ivan.” Böyle bir aşkın var olduğu dünya, kötü bir dünya olamaz, dersiniz. Ama kötüdür dünya (“Biz, birbirimize götüren yolları bunca zahmetsiz bulabilirken, kentteki kıyım sürüp gidiyor;”). Malina’da altı çizilecek o kadar cümle var ki… Geriye bir iç yanması ve çok sigara dumanı kalır. Kitabın yazarı, “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna, “Hayır,” yanıtını vermiştir zira, “olamaz, çünkü aşk, bir sanat yapıtıdır.”

swann’ın aşkı – marcel proust ; Filmini de izlediğim bir şahane..“Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır.”  “Mutlu olan kişi âşık değil demektir,”  Sosyete çevrelerine girip çıkarak kendini var etmeye çalışan Swann’ın güzel Odette’e duyduğu basit ama sıra dışı aşk . aşka en sağlıklı yaklaşan  roman kişisi , Madam Leroi’dandır: “Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem.”

mem û zin – ehmede xani ; Ehmede Xani’den eşsiz bir imkânsız aşk masalı… Mem’in Dicle nehrine unutulmaz seslenişiyle: “Benim gönlümün içinden de geç bir kez / Gözlerimin pınarına bak bir kez.”

ilk aşk – turgenyev  “Artık sıradan bir delikanlı sayılmazdım; çünkü âşıktım.”  İşte bu değişimdi.. devrimdi bana göre.. değiştirmeyen şeye aşk denir mi hiç ?

anna karenina – lev tolstoy ;  film olarak bile beni çok yaralayan bir hikaye.. son zamanlarda hep aklımdaydı.. hele kirpinin zerafeti-yaşamaya değer filmini izledikten sonra..    Özgürlük, tekdüzeliği kırmak, ikilemler ve sonunda ölüm… Aşkın iki kişilik olmadığı kesindir.   Anna, aşkının bedelini ödemiştir. Şunu unutmamak gerek: Tutkunun peşinden gitmek, ancak bedeli ölüm olunca, kitlelerin gözünde temize çıkabiliyor.

elsa’ya şiirler – louis aragon ; “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de / Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm / Orda bütün ümitsizleri bekleyen ölüm / Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde”.

alemdağ’da var bir yılan – sait faik ; “Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?” diye sorar bir öyküsünde.   Alemdağ’da Var Bir Yılan öyküsünde, şu  cümle unutulmayanlardandır: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” ..

günlerin köpüğü – boris vian;  Tutkulu bir caz dinleyicisi olan Colin, bir gün Chloé  le tanışınca ona şöyle der: “Sizi Duke Ellington mı düzenledi?” ..  bu nasılda güzel bir betimleme, nasıl da naif bir aşk.

venedik’te ölüm – thomas mann ;  Ünlü yazar Aschenbach’ın olağanüstü güzel Tadzio’ya duyduğu derin aşk, sanatçının çıkmazı ve hüzünlü bir ölüm…

ahmet hamdi tanpınar’ın  huzur’ u ise  hem bir İstanbul güzellemesi, hem de mümtaz’la nuran’ın tutkulu  aşkını  anlatıyor..  sadece huzur desem ve defalarca okunsun desem yetmez mi ?

franz kafka’nın  sevgili milena’ya mektuplar’ında kalan aşk… “Senin” diye imzaladığı mektuplarında şöyle diyordu Kafka: “Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle ‘Senin’ kaldı yalnız.” ..

johann wolfgang von goethe ‘nin genç werther’in acıları ;  Tutkulu  ve  platonik aşkın masumiyetini en iyi anlatan bir baş yapıt. “  Parmağı dikkatsizlikle Lotte’nin parmağına değdiğinde bile bundan derin anlamlar çıkaran Werther! Sonsuza dek üzgün genç âşıkların hüzünlü sembolü olarak kalacak… “Ah, siz aklı başında olanlar ! diye gülümseyerek seslendim. Tutku! Sarhoşluk! Çılgınlık! Öylesine rahat, öylesine katılımsız duruyorsunuz, siz ahlâk insanları! içeni azarlıyor, saçmalayandan nefret ediyorsunuz, papaz gibi geçip gidiyor ve sizi onlardan biri gibi yapmadı diye, kaba sofular gibi Tanrı’ya şükrediyorsunuz. Ben bir defadan fazla sarhoş oldum, tutkularım çılgınlıktan hiç de uzak değildi, ikisinden de pişmanlık duymuyorum: zira, büyük bir şey, olanaksız görünen bir şey yapan bütün sıradışı insanların oldum olası sarhoş ve deli olarak çağrıldıklarını kendi ölçülerim içinde kavramak zorunda kaldım.  “Utanın, ey ayıklar! Utanın, ey bilgiçler!”

beyaz geceler – fyodor dostoyevski ;  “Bir anlık mutluluk! Koca bir insan ömrü içinde bu kadarı bile yetmez mi!”  deyişi ..

mevlâna celâleddin rûmî -dîvân-ı kebîr ;  Rumi “Ben ol da bil aşkı” demişti . “Âşık dediğin de benim gibi olmalı! Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! / Aşk âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamıyla aşka veren kişi ne mutlu kişidir!”

piraye için yazılmış saat 21-22 şiirleri – nâzım hikmet ;

“Seni düşünmek güzel şey / ümitli şey / dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey / Fakat artık ümit yetmiyor bana, / ben artık şarkı dinlemek değil / şarkı söylemek istiyorum”.

sevda sözleri – cemal süreya;    “Aşktın sen gidişinden bildim seni” … “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın”.

kolera günlerinde aşk – gabriel garcia marquez;  50 yıl süren bir tutku, aşk mıdır yoksa aşka çok benzeyen bir bağlılık mı? Büyülü gerçekçiliğin ustası Marquez,   yarım yüzyıl süren bir aşkı anlatıyor. Sonunda ne mi öğreniyoruz? Sadece aşksız değil, aşka rağmen de mutlu olunabileceğini… ve film olarakta izlenesi..

yirmi aşk şiiri ve bir umutsuz şarkı – pablo neruda ; 20 unutulmaz aşk şiiri… “Seviyorum susmanı, yokluk gibidir çünkü. / Öyle uzak, acılı, ölüp gitmiş gibi sen. / Yeter o zaman bir söz, bir gülümseyiş bile. / Sevinirim, başka şey yok öyle sevindiren.” Neruda’nın aşk sarkacı da inip çıkar, “sonsuz unutuş kırar” insanı. Son söz ümitsizce söylenir: “Ve ellerimde yalnız gölgenin ürperişi. / Âh, uzağa her şeyden. Âh, uzağa her şeyden. / Ey kimsesiz, yollara düşme saati şimdi!”

sylvia plath –ted hughes ; fırtınalı bir evlilik belki de iyice delirmesine sebep olan.. öfkeli bir şair.. Ancak aradığı dinginliği bir türlü kocasından bulamaz.  Evlilikten beklediği koruyucu erkek imgesi yerini ev işleri ve  mutfak alır. Hatta intiharını da mutfakta gerçekleştirir.   ‘ Ben birinin karısıyım’.. ‘Pek yakında, evet pek yakında/Mezar inimin yediği etim/Gene üstümde olacak eve gittiğimde’ .. ‘Bir gün bir yerde, okulda, Avrupa’da, herhangi bir yerde, o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim?  O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür’. Ve trajik bir ölüm..

simon de beauvoir & jean paul sartre ; O zamanların efsanevi çiftiymiş de Beauoir ve Sartre. Varoluşçuluk felsefesinin lideri, iki asi insan,  Onlarca kitabına, edebiyat ödülüne, kadın hareketindeki öncü rolüne, Cezayir bağımsızlık hareketi için verdiği entellektüel çabalar sayesinde kazanılan başarılara bakmış ve demiş ki: “hayatımdaki en büyük başarım sartre ile olan ilişkimdir.”.. .”aşklarının güzelliği, ikisine de sürekli düşünme ve sorgulama, durmaksızın kendini  gerçekleştirme için adım atma fırsatı tanımış olmasıdır. ikisi de birbirinin felsefesine katkıda bulunmuş geliştirmişdir. en güzeli, kadın ve erkek için tanımlanmış rollere teslim olmadan aşka sonsuz teslim olmuş olmalarıdır…

camile claudel ve rodin; Camille, dönemin ünlü heykeltraşlarından Rodin ile büyük bir aşk yaşar. Rodin de onu sever, ama zor bir adamdır. Bu nedenle ikisi de bu yasak aşkta büyük acılar çekerler…. Camille Claudel’in hayat verdiği heykelleri, son olarak, 1905 yılında Paris’te Eugene Blot galerisinde sergilenir.  . Sadece 15 heykel… Gerisini yok etmiştir kendi elleriyle. Kardeşi Paul ve dostu Eugene Blot, ölmeden son bir kez sevindirmek istemişlerdir Camille’yi. Sergi bitişinde Eugene Blot’un “mutlu musunuz?” sorusuna “artık çok geç Mösyö Blot” diyerek cevap verir Camille. Artık geçtir her şey için. Yıpranmış bedeni ve düşünceleriyle başa çıkamaz Camille. 49 yaşında annesinin isteği ve Rodin’in desteğiyle 30 yıl kalacağı akıl hastanesine kapatılır. Her şeyden, herkesten uzak, yalnızlığa mahkum edilmiş 30 yıl… “Bütün istediğim heykel yapmak, sonsuza dek…” diye bağıran bu sese hiçbir yerden yanıt gelmez. Trajik bir yaşam ve acı bir son…

hüsn-ü aşk – şeyh galib  ; Güzellik olmadan aşk olmaz der. Şeyh Galib, Aşk’ın Hüsn’e (güzellik) yolculuğunu olağanüstü sembollerle anlatıyor.   Bu serüvende Aşk, belâları kabul eder, yolu gam harabelerinden geçer, perişan hallere düşer ve sonunda Hüsn’ün delisi olur. Yolculuğun sonunda Aşk’ın vardığı yer Hayret’tir ve şöyle der Galib Dede: “Bundan ötesi değil nümâyân” (sonrası göze görünmüyor). Aşk Hayret’e varır, susulur. Her aşk yolculuğunun mumdan kayıklarla ateş denizlerini geçmek olduğunu bir kere daha anlarız…”

Ve anlar SUSARIZ…

Sevgimle…

‘Taflan’

 

“Kim istemez mutlu olmayı..

Ama, mutsuzluğa da var mısın ?”

Cemal Süreya

 

enginarın bile bir kalbi var…

‘ve bu mermer insanlar nasıl olur da
romatizmadan bahsederler?’
Birhan Keskin
 
‘bir süredir bu yaşananlar bir kabustur, bir cinnettir diye bekledim.. evet herşey geçecekti… biraz beklesem… biraz sessiz kalsam sesleri, olanları, evreni duyabilmek için.. herşey geçecekti.. çünkü sessizlik bir çeşit duadır kimi zaman.. ama nafile.. ne gördüğüm kabustan uyanabildim.. ne de sessizlik bu defa işe yaradı…  hergün yeni bir olumsuz haber eklenerek hayatım  korkutucu bir hal almaya devam ediyor.. dünyanın tüm olumsuzlukları sanki şu son 6 ay içine sığdı.. dünya değiştiriliyor.. dengeler değiştiriliyor.. kaddafi linç ediliyor.. ölü bedeni taciz ediliyor.. haremlik selamlık olarak ölü bedeni ziyaret ediliyor. !!  libyaya özgürlük geliyor !!!!!! viva özgür libya …!!!!
sonra askerlerin ölümü geliyor.. bir kin ve nefret dalgası daha yükseliyor.. kin ve nefret saçanlara sormak isterdim.. o askerlerin sırtından üniforma çıktığı zaman hanginiz onların, açlığının, yoksulluğunun farkındasınız.. yolda yanınızdan geçtiğinde belki hiçbiriniz yüzüne bakmayacaktınız.. kendi tahtınızdan o yoksul çocuklara bakmak zordur be.. başınızı çevirmek bir enerji ister..  itiraf edin..  insan oldukları, için üzüldünüz mü hiç ?.. bir sevgilileri olduğu, anne ve babaları kardeşleri, evlatları  olduğuna üzüldünüz mü hiç..? barış için kardeşlik için, onlar ölmesin diye ne yaptınız ?  üzgünüm bir kere daha..

sonra kalbimizin doğusunda .. van’da kardeşlerimiz ölüyor..  depremle ilgili gücümüzü, potansiyelimizi görmek ve egomuzu şişirmek için kabuledilmeyen dış yardımlar. sonra potansiyelsiz olduğumuz anlaşılınca kabuledilen dış yardımlar.. yağmalanan kamyonlar için “bunlar zaten vahşi ve barbar bakın yardımlar yapılıyor ama nasıl da yağmalıyorlar” diyen sesler..
-diyorum ki büyük mağazaların, elektronik marketlerin indirimlerinde birbirini ezen, yiyen siz yoz beyinler, kibarlar, vahşi olmayan uhrevi kişilikler…. yoksunluk, yoksulluk ve açlıktan korkun !.. yoksun ve yoksullardan korkun !.. bu kamyonların yağmalanmasına, fırınlardan ekmek çalınmasına dua edin.. çünkü bir gün gelecek sizi yiyecek yoksulluk..  
siz insanların kardeşliğini, eşitliğini kabul edene kadar, barış içinde yaşayan bir dünyayı gerçekten isteyip bunu dile getirene kadar,  o steril hayatlarınızda sizin hiç görmek istemediğiniz kirli suratlı sokak çocukları, açlar, ezilenler, yoksullar, hırsızlar hep olacaktır.. üzgünüz bunu size hatırlatmak gerek arada sırada.. çünkü pembe gözlüğünüz hala gözlerinizde.. çıkardığınızda dünyanın kırmızı alevlerle yandığını göreceksiniz..
 
tek tesellim bu kadar olumsuzluk içinde ışıl ışıl parıldayan insanlar olduğunu görmek.. deli gibi yardım etmeye çalışan, kardeşlik için uğraşan, her görüşten, fikirden insanlar.. ama merhametli, vicdanlı, bebeklerin ölümüne oh demeyen, bundan haz almayan insanlar.. onlar insanlar..  ve o kadar çoklar ki.. 

Birhan keskin öteki şiirinde,  iyi insanı tanımlarken, ben de hala başka bir dünya mümkündür

belki de diyerek öpüyorum bütün iyi insanları kalplerinden.. sevgimle…’

 

‘Taflan’

 

‘Siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü !
Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü..
Ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası ..
Onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası !’


Birhan Keskin (Y’ol – Öteki)

tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter…

bazen öyle çaresiz, çıkışsız kalırız ki.. hiç bir yol yoktur ..  bir kısır döngü içinde gider geliriz..  tutunamayız.. nefes alamayız.. ama bütün bu yoksunluğun  içinde yine de bir an gelir yaşamaya alışırız.. sanki bu kendiliğinden olur.. sanki zamanla daha da güçlenir bünyemiz.. direncimiz artar.. belki farkındayız belki  değiliz ama güçlenmenin ilk eylemi sanırım durumu kabullenmekle başlıyor..  yani direnmenin ilk şartı kabullenmek.. bazıları bunu sevmez.. yenilgi gibi görür. tam tersine benim için kabullenmek, yüzleşmek olumlu bir şeydir.. güçlü kılar  ve acıyı hafifletir.. ama bu kabullenişin devamında   mücadele ve direnmekte olmalıdır yine de.. bezginlik başladığı anda yenilgi de kaçınılmaz olur yoksa..

efsanevi mitolojik kahraman  sisyphos’un  kayasını her gün tepelere yuvarlamaktan vazgeçmediği gibi.. ertesi gün aynı yerde bulacağını bile bile.. zamanla kayasından daha güçlü hale geldiği gibi.. bu anlamsızlık içinde bile yaşam üstün gelmiştir..

işte bu hazin durum bana  çok kahramanca gelmese de üzüntü verse de,  çok değil, azıcık derine inersek kendi çaresizliğimizle- kendi kaya’mızla yüzleşir, kalırız.. hiç bir farkımız yoktur bazen..

le mythe de sisyphe- sisyphos soyleni”  isimli denemesinde sisyphos’u anlamsızlığın bir simgesi olarak tanımlayan albert camus, insanın yaşamın anlamsızlığına ve tüm baskılarına rağmen direnmek zorunda olduğuna dikkat çeker ve sisyphos’u anlamsızlığı akıl ve bilinç gücüyle yenen insan kahraman olarak niteler.

sisyphos;

bir kayayı dağın tepesine çıkarmak, ardından taşın aşağı düştüğüne tanık olmak ve aynı taşı tekrar tepeye çıkarmakla cezalandırılmıştır, sonsuza kadar.. tanrılar tarafından lanetlenmiş, hiç bir kurtuluş ümidi olmayan sisifos, taşın düştüğü anlarda camus’a göre içinde bulunduğu durumun saçmalığını kavrar, uyanır ve kaderiyle yüzyüze gelir: sonsuza kadar sürecek bir işkence.. işte bu an, sisifos’un bilince kavuştuğu andır..
ne zaman olacağı belirsiz ve dayanaksız bir kurtuluş umuduna bel bağlamak yerine, bu işkencenin sonsuza kadar süreceği gerçeğiyle yüzleşen ve bu kaderini kabul edip aşağı inerek taşı tekrar yukarı çıkartmaya başlayan sisifos, en alasından absürd bir kahramandır artık.. bu boyun eğme değil, başkaldırıdır..

sisifos’un tanrılara karşı kazandığı bir zaferdir.. çünkü tanrılar, sonsuz bir işkence cezasıyla elinden tüm ümidini alarak ona kötülük yapmak istemişler, ümidini kaybeden sisifos ise, bu kaderiyle yüzleşerek ve uyanarak ümitsizlik ve anlamsızlık içinde  kendi kurtuluşunu  yaratmıştır..

aşağıdaki yazı  ise albert camus’nun can yayınevinden basılan sisifos söyleni adlı kitabından.. kitabı fransızca aslından tahsin yücel çevirmiş.. tahsin yücel, fransızca ‘absurde’ kelimesini ‘uyumsuz’ şeklinde çevirmiş..

sisyphos’u dağın eteğinde bırakıyorum! kişi yükünü eninde sonunda bulur. ama sisyphos tanrıları yadsıyan ve kayaları kaldıran üstün sadıklığı öğretir. o da her şeyin iyi olduğu yargısına varır. bundan böyle, efendisiz olan bu evren ona ne kısır görünür, ne de değersiz. bu taşın ufacık parçalarının her biri, bu karanlık dağın her madensel parıltısı, tek başına bir dünya oluşturur. tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insan yüreğini doldurmaya yeter. sisyphos’u mutlu olarak tasarlamak gerekir.’

albert camus

‘hayatımızda ki tüm zorluklara ve kaya’lara rağmen yaşamaya devam etmek belki de kendimizi bağışlayabileceğimiz bir şeydir..’

sevgimle..

‘Taflan’

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin..

‘Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim.

Oysa herhangi  bir adres yeterliydi benim için…’

Oğuz ATAY – Korkuyu beklerken – Demiryolu Hikayecileri

 

Ve yine yollardayım yalnız başıma..  yalnız  gezmeleri seviyorum.. ama gideceğim yerde  nedense hep birilerine söz veririm geleceğim görüşürüz diye.. sonra sıkışır kalırım o başkalarının planları içine..  yine öyle oldu ya neyse..

İnsanın bulunduğu yer, zaman ve an’dan başka bir yer zaman ve an’a dahil olması sanki kederleri azaltıyor gibi.. nedense bu sene öyle hissettim.. uzaklaştı, silikleşti canımı yakan her ne varsa..  gelir gelmez ise  içimi sıkan aynı  el harekete geçti  yeniden.. yeniden.. oysa ne kadar uzaktı benden her şey.. ve ölüm.. bir an başka bir gökyüzü altındaydım .. ve gökyüzü o kadar berraktı ki .. küçük sahil kasabalarında benim hiç içemediğim o biranın tadı bile ne güzeldi.. kabuklu fıstıkla bira içmek.. bir de ucuz şarap.. ama tadı pek bir hoş.. zira şaraptan da anlamam hiç.. ben her konuda biraz acemi ve ilgisizim.. zaten çok unutkanım.. o yüzden hep bir daha keşfederek yol alırım.. son zamanlarda isimleri unutur oldum.. geçen gün yeni tanıştığım birine adını tekrar sorabilirim şaşırma dedim  .. güldü sadece.. artık isimlerin mıh gibi beynime kazınmasını istemiyorum.. bu özensizlik değil de biraz vazgeçiş gibi.. sanırım bir çok duygudan, kuraldan, zorunluluklardan  vazgeçtim artık..  önce isimleri unutarak başladım.. hani seslendiğinizde en güzel sesleri çıkaran isimler vardı ya hayatımızda… en çok ta canımızı onlar yaktı..

zaman zaman kendimi ülkesiz, yersiz yurtsuz hissediyorum bu uzak diyarlara gittiğimde.. İnsanın kendini hiçbir yere, adrese  ait hissetmemesi, aidiyet duygusunun  olmaması..

hiçbir yaş’ a ait hissetmemesi ayrı bir huzur.. Bana göre ölüm herkese eşit mesafede olduğu için,  herkes aynı yaştadır.. galiba bir tek ölüm bu kadar adil.. herkese aynı derecede acımasız ve koşulsuz..

Saçlarımı da  kısacık kestim  tatile çıkmadan önce..  şimdi bakıyorum da hayli uzadı.. çok severim kısa saçı.. jean seberg’in serseri aşıklar filmindeki  fotolarını kuaförlere  gösterip az kestirmedim..  Pratik şeyleri sevdiğim, beni yoran uğraştıran şeyleri sevmediğim için.. Formalitesiz, sevgisiz, ilgisiz, bakımsız da dayanabildiği, hep bir iki el darbesiyle iyi durabildiği  için.. uzun yollar için de iyidir..  böylece  beni özgürleştirdiği içindi belki de.. turgut uyar’ın jean seberg’e   yazdığı dizelerdeki gibi..

‘Saçlarımı hep kestim

Tutacak kadar kalmasın dedim

Çünkü bir başkaldırma ancak

Saçlarından tutulur……’ 

Ama uzadı yine kara saçlarım.. sanırım biraz uzun kalacaklar renklenecekler  bu defa .. bazen bir kadının saçlarını değiştirmesi yeni bir sayfa açmak gibidir.. züğürt tesellisi işte..

aşk ise bir var bir yokmuş mesafesinde.. bir var bir yok gibi… bazen hiç sevmiyorum.. bazen çok seviyorum.. çoğu zaman sevmiyorum… galiba artık sevmiyorum…

sanırım aşkı geçtim gözlerimi açabilirim… sevgimle…

‘TAFLAN’

 

‘o bir çay istemişti, trenin içinde
biz tren yolcusuyduk, çölün içinde
ben yalnız kalmıştım, senin içinde
oysa kaç kişinin yerine sevmiştim seni!

aşkı geçtik, gözlerini açabilirsin..’

Haydar ERGÜLEN

(Üzgün kediler gazeli – iç nefes)