Archive for the ‘Yazar : ‘Papyrus’’ Category

319…

İşe gitmek için 319’a biniyorum. İki haftadan beri elimde can çekişen “aylak adam”ı okumaya çalışıyorum, dikkatim fezada. Olmuyor! Yanıma sürekli güzel bir kız oturuyor ve ben hiçbirinin yüzüne bile bakmıyorum ama görüyorum ki bütün çirkin kızlar bana bakıyor kim bu salaş diye… 319’lar çok tehlikeli ruhumu hırpalıyor şerefsizler dışarıdan otobüs gibi gözükse de, binenlerin topu mutsuz. Ülke gibi sanki 319! İşin kötüsü ruhumdaki hasarın sahibi de o.

 Belki Kadıköy’de bir kitapçıda oturup bu otobüsün insanlarını saatlerce anlatabilirim. O yurttaşların yüzünü nedense hep otobüse binip, akbilimi bastığımda görmeye başlıyorum. Hepsi cam kenarı insanları benim gibi. Hepsinin düşündüğü şeyler var hepimiz gibi, kimse kimseyle konuşmaz, usul adap bilmezler zaman zaman bizim gibi… 319’larda elitizm yol yapmıyor yüce o lafazana ; “sanat sanat için mi toplum için mi?* otobüste kimse kimseyi iplemiyor hatta. Kafamdaki her şeyi silip işine giden adamı yerleştiriyor, ne güzel ! Panik atağımı tetikleyen mukaddeslerden biride bu otobüs. En güzel tarafı da vıcık vıcık insan doluyor oluşu. Hepimizi bok çuvalı gibi o duraklara bırakıp arkasına bile bakmadan basıp gidiyor şerefsiz. Şoför’de muavinde kendi cumhuriyetinin kurucusu , Onlar 319’un gerçek süvarileri gazetelerini açıp okurlar, kendi tespihlerini yapıp çekerler, onların kendilerine ait raconları bile vardır. “İlerleyelim , arkalar boş beyler.”

 Kendi kendime yük olduğumu sandığım ne kadar saçma zaman geçirdiysem, bu düşünce ne vakit aklıma gelse ; gözlerimi açtığımda o otobüsün içinde olduğumu , bir kitap okumaya çalıştığımı , ve bunu yanımdaki adamın baldırı bacağıma deydiği ya da kıllı kollarından biri beni engellediği için yapamadığımı fark ediyorum.

 Kul hakkı yiyorlar ya da Ah Muhsin’in dediği gibi yaşasın cumhuriyet !

 ‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Crockett ve Ağrısına

soyunup inançlarımızdan , 
birbirini çizen iki cerrah gibi 
gözlerimizin içine dalıp , 
en dibe ulaşmaya çalışan , 
hayattan pas’lanmış birer neşterdik. 

sıkı sevişip sabaha varan , 
yanlış yapmaktan korkan çıraklar gibi 
elimizi neremize koyacağımızı bilemeden , 
ustasından azarlı üzgün 
bir kerpeten ağzı ! 

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraf : Blackhawk)

Konuşuyorduk.

O gece bir evin bize ayrılan kısmında oturup , bizden önce bize , burası salon burada oturacaksın , televizyonunu şu köşeye koyacaksın , buraya iki vazo bir tane kanepe atarsan iyi görünür diye yapılan mimari bir dayatmanın içinde oturup konuştuk. Gidenlerden konuştuk , yeni doğacaklardan , sabahı çağırmaktı sohbetimizin amacı çünkü o an , güneş bizim oturduğumuz evin çok uzağındaydı. Karanlıktı , ve sessiz… Korktuğumuz için yazıyorduk , yazdığımız için konuşuyorduk , kalemlerimiz bir cümleye takılıyor ve oradan çıkamıyorduk. İsmail BEŞİKÇİ hapiste. Onun da kalemi belli ki bir yerlere takılmıştı ve şimdi kendisi hapse tıkıldı. Takılmamız birazda bundandı. Eğilimimiz vardı , hapse özlem duyduğumuz aptal zamanlar geçirmiştik , ölüm de var bu işin içinde dediğimiz anlar olmuştu – benim vardır birkaç kez direkten dönmüşlüğüm – . Bildiğimiz şeyler vardı. Görüp de söyleyemediğimiz , kör bir insanlığa sesleniyorduk , en göreni , miyoptu ve uzak görüşü yoktu gözlüğünün , – en hit olan yerimiz abide-i hürriyetin köprü altlarıydı , çünkü orada çok yankı yapardı kahrolsun diye bağırırken – akustik bir narayla seslerimizi kısıyorduk.

Sonra aşktan bahsettik , aşkın renginin kırmızı olmasından. Şarabımızın kırmızı olması kana karışmasını kolaylaştırır mıydı ? Yoksa kırmızı şarabı sevmemizin nedeni ideolojik miydi ? Aşka aşıktık. En sevdiğimiz kadın tipiydi , Gorki’nin romanlarındaki kadınlar , ve Nazım’ın Tanya’sı ne kadar cesur bir unutkandı. İsmini unutuyordu , Alman askerlerine söylememek için adını , cesurdu asılmaya giderken köy halkına sesleniyordu boğazındaki ip izin verdiği ölçüde…

Çocuklarımıza Tanya’nın ismini veriyorduk , asılacağını bile bile , dedim ya konuşuyorduk. Kelemimizden başka bir şeyimiz yoktu , dünyayı değiştirmemiz için , parasız pulsuz yazıyorduk. Yazdıklarımızda hep bir akşam üstü vardı , hep yarım kalan hayatlar , acılar , çünkü sevinemiyorduk Tanya asılırken , köy halkı oluyorduk , uzaktan izliyorduk ve çocuğumuz köy halkı olmasın diye ona haksızlık edip , adını Tanya , Deniz , Erdal , Ulaş koyuyorduk. Kaypaklık yapıyorduk , dönüyorduk çok hızla ve dünyanın doğası gereği dönmekti. Döndük bizde , dünya el verdiği ölçüde…

Andık sonra sürekli andıklarımızı , onlardı bize en karanlık zamanlarda bile , bize bir ışık olduğunu söyleyen , ve taşımamız için tabutlarını emanet edenler , yüktü ağır bir yük… Kahraman taşımak , her yoldaşa nasip olmaz diye sıkı sıkı tutuyorduk , düşüp kırılacaklarını düşünüyorduk. Kendi gazetemize sinirli , hüzünlü pozlar veriyorduk , meyilliydik kahraman olmaya…

Sabah olsun diye zamansız konuşuyorduk , şarabımıza katıyorduk gidenleri ve gelecekleri , iş olsun diye yazmıyorduk , işsizliktendi yazmamız , yazdıklarımız para eder bir gün diyip yazıyorduk , ev kirası vardı verilecek ev sahibi de çekilmez bir bunaktı , bir dahaki şarap parasını çıkarıp , evlilik yıl dönümüzü şarapla kutlayalım istiyorduk , istiyorduk ki sabah olsun , şöyle martılar çağırsın sabahı , güneş doğudan yükselsin ve sabaha genç bir günaydın çakalım istiyorduk , cebimizdeki silahı bırakalım gece karanlığında kaleme sarılalım diyorduk. Ve yazıyorduk kan gibi aşk gibi şarap gibi… Sabahı çağırmak istiyorduk ama o hiç gelmedi. (16 Aralık 2007)

‘Papyrus’

Jack’le karşılaştığımız hiçbir maçı kazanamadık.

Sokak

Dün kızı otobüse bindirdikten sonra “delirmek” aradı – Nabıyon dedi , dedim ki –Sıcak hava , nem , makat 42 derece. Akşam Behzat var hazırlık yapmak için eve geçiyorum.

“Bizim T’nin nikahı” diyor , Napıcaz. Plan , proje vs. görüşürüz diyip kapatıyorum telefonu.

Ev

Ortalık dağınık. Sağ olsun bizim köpek , bizden daha fazla evi dağıtma yetisine sahip. Düşünmek için oturuyorum. Durup düşünmek gerek ya oturduğum yerden bu ev nasıl temizlenir diye düşünüyorum. Sıkıcı yani… Sonra cep telefonuma tak bir mesaj düşüyor “Crockett” litrelik jack ve otuzbeşlik grants sezonu açılmıştır. Diyorum ki para fezada. Gel diyor her şeyi ben tamam ettim.

Karargâh

Boğanın orda bir dondurma alıyorum Crockett’e… Karargâhın kapısı açılıyor. Sıcağın şefkatli pençelerinden kendimi karargâha atıyorum. Öpme diyor burnum akıyor. Tamam diyorum. Her şey hazır maça başlıyoruz. Hayattan siyasetten vs. konuşuyoruz. Arada bardakları tokuşturuyoruz. İktidar hafiften ürperiyor biliyoruz. Delirmek mesaj atıyor hala orda mısınız ? Kısaca yeap diyoruz. Herif o an çalışıyor ama aklındaki Jack mucizesi çepeçevre sarmış durumda. On beş dakka sonra yanınızdayım diyor. Biz yarım şişeliğiz daha. Yolumuza istikrarlı şekilde devam ediyoruz. Müziklerin bini bir para…

Delirmek geliyor. Yüzü gülüyor , dişi parlıyor. Çoluğu çocuğu işi gücü satıp adam mucizeye koşuyor. Dolduruyor içiyor dolduruyor içiyor adam bizi on dakika içinde yakalamış , öne geçmek için şişeye el atıyor.

Ben tişörtü çıkarmışım halay başı halayda bir tek benden oluşuyor tey tey teeeey…

– Sabah kalktığımda o tişörtü bulamadım haberiniz olsun eğer eve çıplak yürüdüysem kadıköyün cümlesine rezilliğim manşettir ilgili arkadaşlara duyurulur ! –   

Zaman ilerliyor zaman ilerlemiyor ışık hızıyla geçiyor benim ağzım burnumla yer değiştiriyor , dünya diyorum benden daha hızlı dönemezsin , diyorum ki en büyük ibne sensin ver elini öpeyim.

Ev

Hafızamı orospu çocuğu Jack’e çaldırdım söyleyin geri getirsin. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ve bir kez daha yenildiğimi severek ve isteyerek kabul ediyorum.

“Abi bana o halayı o zeybeği oynatmayın.”

‘Papyrus’

Aylak Adamız iş veren formu…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Promili yükseltecek iş arkadaşları aranıyor. 

1- Tercihen ağzıyla içen…
2- En az 10 yıl deneyimli… 
3- İçince dili dolanmayan , konuştuğu anlaşılan…
4- Vicdani redci…
 
‘Papyrus’

Crockett’a…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ah be güzel abim’ diye başlar ya edip  cansever’in  ‘mendilimde kan sesleri’  aynen öyle güzel abim. dünya bizim anamızı borsalarda bellerken hayatın neresinden kâr ederiz diye düşünmüyoruz be abim… ‘nilgün marmara’ da diyor ya “hayatın neresinden dönersen , kârdır.’

boşuna değil be abim… 

o ilk beşin içindesin tabii abim güzel abim…’

‘Papyrus’

Oy Pusulasında Balık Olsam Liberal Derler !

Aramızdan kimisi oy verdi , kimisi vermedi destek verdi , kimimiz gitti müşahit oldu. Seçim sonucundan sonra ne oldu peki ? Hepimiz kanser oldu. Ben artık şöyle düşünmeye başladım mesela ; otobüse biniyorum yarısı iktidar partili , pencereden İstanbul manzarasını ikiye ayırıyorum şu kısım diyorum iktidar partili.. Kitap okuyorum aklıma geliyor iki çevirmenden biri iktidar partili..

Dün kendimi rahatlatmanın bir yolunu aradım. Bu seçim sonuçlarını nasıl açıklarım diye durdum düşündüm. Yaklaşık 40 saat falan susup düşündükten sonra aklıma “Aristo” geldi düz mantık. İki seçmenden biri iktidar partiliyse hortumcuların oy kullandığını düşünelim -kullanıyor demiyorum- bu ikisinden biri anladınız işte. Düz mantıkla açıklanabilecek bir durum bu. Diğeri akıl fikir hezeyanına , Bakırköy ruh ve sinire çıkıyor.

Edebiyat çevresine bakıyorum ne çok şiirin içine girmişler ağızlarından tek kelime seçim sonucu çıkmıyor sosyal medyada belki kameralara ihtiyaç duyuyorlardır. Başbakanın metinlerini yazan adamı da , ana muhalefet liderinin metinlerini yazan adamı da tanıyorum ikisi de tiyatrocu ikisinin de ismini vermiyorum. Başbakanınkini duysanız zaten dudağınız uçuklar. Sonucu bunlar üzerinden verelim başbakanınki hibrid jeeplerle gezerken ana muhalefetinki standart bir hayat sürüyor. Bakırköy demiştim ya arada oraya girip çıkıyor. Çünkü hayat , ona çok iyi davranmıyor. Diğeri ise ekranlardan inmiyor , iktidarın nimetlerinden faydalanmak böyle bir şey işte.

Politik kıskacın ardından bizler hayatımıza olduğumuz gibi devam edeceğiz. Bir abluka varsa inanın onu dağıtmak için çabalayacağız. Böyle hissettiğimiz için değil , birey olmayı tercih ettiğimiz için kendimize iyi bakacağız , şekersiz biraları mideye indireceğiz yine o güzel sohbetlerimizi yapacağız ve inanın yoldaşlarım , aylak adamlar %5o’nin içinde olmaktansa aylak olmak iyidir !

Ben aslında böyle olacağını biliyordum !

Geçen kış aylarında çıkmak üzere olan kitabımı , evde çıkan yangından sonra çıkartamadım. Ya kira dedim ya ev tamiratı. Gerekeni yaptıktan sonra bir arkadaşın haberi geldi. “Baba sana sponsor buldum. Kitabın tüm masraflarını karşılıyorlar ! ”

“Hasss…” dedim. “Nasıl olur” dedim. “Kimse beni sevmez ki” dedim. “Sen iyi bir piçsin” dedim. Çok uzatmayalım adamlarla oturup konuşmaya başladık. Adamlar şalvarlı , çember sakallı , ellerinde Bond çanta… Böyle göründüklerine bakmayın , nazik ses telleri , benim detone şaşkınlığıma çarparken , “ne yazıyorsunuz?” diyiverdi. “Şiyir” dedim. Arkadaşına bakıp “Hıım.. aa.. iyi..” gibi şeyleri susarak konuştuktan sonra. “İçeriği nedir “papyrus” bey diye sorunca. “Her şey var” dedim. “Mesela” dedi “dinle alakalı bir şeyler var mı?” “Evet var.” “Biraz açabilir misiniz?” diyince patlattım orda. “İlk emir oku değil , o elmayı yemeydi!” Biraz düşündü metafiziğe tünel kazdı “hıım anladım sanırım bize pek uygun değil” gibi şeyler söyledi. Şiyir kitabım güme gitti. Ben bir bukle daha okuyayım derken adamlar kalktı “Bari hesabı…” kalktılar.

Demem o ki, şimdi kitap yasaklayan kitap sponsoru olan adamlarla aynıdır.

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hançerle Koşan Babalar

“ARAYIŞIN KENDİSİ GÜZELDİ,
SORUN BUYDU”

Bu kalabalıkta ne işim var? Aklıma ilk gelen soru buydu. Etraftaki kahkahalar arttıkça, bar sahibinin rahatladığı düşüncesi beynimi kurcalıyorsa da o kadar elzem değil.

Beyoğlu’nda, Nevizade girişi (ya da çıkışı) civarında oturuyoruz. İki ellilik söyledik. Tercihimiz Arjantin’den yana, ama olur da oval bardakta gelirse biralarımız, “Bunu götür biz Arjantin istemiştik” diyemeyiz. Bunu biliyoruz. Çünkü özgüvenimiz yitik.

Biraz gevşemek istiyorum. Dirseğimi sandalyenin arkalığına atmak için hamle yaptığımda, amorsumda oturan kızın sırtına dirsek atmış gibi oluyorum. Dönüp “pardon” diyorum. “Özür dilerim.” Duymuyor bile, elini sırtına atıp sutyeninin askılığını kontrol edip karşısındaki kız arkadaşına, “Ee sonra ne dedi ki, hem ben sana söylemiştim Kemal’in sana abayı yaktığını, bakışlarından be…” diye devam etti. Özrümün karşılığı bile yok diye düşündüm.

Bacak bacak üstüne atayım derken Cengiz’in bacağına çarpıyorum. Masa sallanıyor. Allahtan biralar henüz gelmedi diye söyleniyorum içimden.

“Pardon Cengiz. Bugün sakarlığım üstümde.”

“Önemli değil. Allahtan biralar henüz gelmedi.”

Biliyorum, o da en az benim kadar kötü durumda. Çekip kolundan yürü be oğlum, evde bok mu var demesem; çilehaneye dönüştürdüğü, kutsadığı tek göz evinde oturur. Bilgisayarını kurcalar, müzik dinler, kısa filmi için doğaçlama çalışır ve üzülerek bekler. Sadece bekler. Onu ne zaman arasam, evdeyim diyeceğini biliyorum. Özlem’den ayrıldıktan –daha doğrusu terk edildi– sonra sakal uzatmaya başlamıştı. Hâlâ uzatıyor ve sakalları şimdilik göğsüne gelmiş durumda.

“Ne zaman unutacaksın onu?”

“Unutacağımı nerden çıkardın?”

“Unutmak zorundayız.”

Biralarımız geldi. Kısa zamanda bitirip ikincileri söyledik. Sağ tarafımızdaki masadan bir kahkaha dalgası yayıldı. Sonrasında, “Allah belanı versin emi” diye tiz bir kadın sesi ve gülüşmeleri bölen öksürük sesleri.

Her şey, içerek kendimi öldürme isteğimi kanıtlarcasına sürüp gidiyor. İnsanların bu kadar neşeli olmasını kaldıramıyorum. Gülmeyi çocukken izlediğim çizgi filmlerde bıraktığım aklıma geliyor. Hiç komik değiller şimdi. Ben mi büyüdüm, çizgi filmler mi bilemiyorum. Yıllardır gülemeyince insanın içinde bir kara delik açılıyor. Tüm sevinçleri yutarak kendisini büyütüp var edebiliyor. Etrafına memnuniyetsiz bakışlar atan ben oldukça, içimdeki memnuniyetsizlik daha çok kendini büyütüp, genişleyip memnun oluyor. Bunu biliyorum. Kendimi uzun zaman önce ona teslim ettim. Ne zaman elime kalemi alsam hep karamsar şeyler yazıyorum. Skeç konusunda da bu böyle olmamış mıydı.

Geniş bir masada bizi ağırlamıştı L. Kırca. “Hoş geldiniz çocuklar.” Uzun ve komik bir konuşma yapmıştı ciddiyeti elden bırakmayarak. “Sizden iyi şeyler bekliyorum” demişti. Sonrasında ne yazmaya çalışsam olmamış, yazdıklarımı yırtmaya başlamıştım. Ve yine ona döndüm. Yani şiire. O beni anlıyordu. Övgüler alıyordum. Yapmak istediğim işi yapıyor, ama para kazanamıyordum. Zaten insan şiirden para kazanamaz ki, bunu bilmiyor muydum, ama insan sevdiği işi yapınca hani para da sonra gelirdi! Bu öyle değilmiş. Yanlışmış. En iyi bildiğim işi yapıp mutsuz olmaya karar verdim. Arkadaşlarım bu halimi sevmişlerdi, şiir yazdıkça daha mutsuz, mutsuz oldukça daha iyi yazmaya başladığımı hissediyordum. Artık karamsarlığıma ödül bile vermişlerdi. “Hiç şaşırmadım,” diye yazmıştım bir yerlere…

“Her şey geçer” dedim. Birasından acımasızca bir yudum aldı. Uzamış bıyıklarını kıllı parmaklarıyla sildi. “Sen” dedi, “rahat adamsın. Karını aldattın ama seni ilk günkü gibi seviyor. Ailene cehennem azabı yaşattın, ama annen hâlâ peşinde pervane.” Etrafı süzdü bacak bacak üstüne atarken ayakkabısının ucuyla dizime dokundu. “Pardon” dedi sessizce. Bu pardon diğer pardonlar gibi gelip geçici değildi.

Zayıf kadınlar, şişman kadınlar, büyük göğüslü, küçük göğüslü, uzun bacaklı… Kadınları benim kadar tanımıyordu. Tanımak eşittir, tırnaklarını üzerimde bilemelerine izin vermek. O yırtılan şeyden, sesin gizinden zevk almak. Kendini benim kadar tüketmemişti.

Sinirimiz ne zaman bozulsa –hep bozulsun da içelim– soluğu bir barda alıyorduk. Mutsuzduk, mutluluğu şişede aramak güzeldi. Ama bu, hep yanlış anlaşılmıştı. Arayışın kendisi güzeldi, sorun buydu. Arayışın içinde olduğumuzda, karşımızda hep bir resim vardı.

Buğulanmış, Arjantin bardağı üzerinde bir serçe parmak kalınlığında köpük. Hafif bir ağırlık var bileklerimizde, aklımız da sürekli dağınık, konuların ardı arkası kesilmiyor, bu resim ya da fotoğraf hiç gitmiyor gözümüzün önünden; masadan kalkan iki adam yarın nasıl bir baş ağrısıyla cebelleşecek çok iyi biliyorlar. Ama yarın geldiğinde hiç önemi kalmayacak dünün; çünkü unutkanlık ağır basacak! “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Adımı unutmak istercesine içtim.” 
Yine yan taraftan bir kahkaha.

“Ne gülüyor lan bu yaraklar!”

İnanın ki, küfür bazen içinizdeki vahşeti engeller. Sizi toplum içinde sıradanlaştırarak cinnetten uzak tutar.

Kahkaha dolu masaya baktım. İçlerinde bir “oğlan” var. Cengiz’in sakallarına bakıp, karşısındaki üç kıza bir şeyler anlatıyor. Dalga geçtiği açık. Yanlış ata oynadığını bilmiyor. Yanına gidip kulağına birkaç şey söylüyorum.

Cengiz, “Kimdi o?” Gülüyorum.

“Eski bir arkadaş. Bitmiş bir hesap” diyorum. “Birazdan kalkacaklar zaten.”

“Rahatsız mı ediyor seni?”

“İlgilendiğim tek oğlan sensin” diyorum gülerek.

“Kadın olsaydın, seni tek geçerdim.”

Feminen birkaç hareketle onu sevdiğimi gösteriyorum. Buna duruma adapte olmak da denilebilir.

Dördüncü biradan sonra az bulunur gülücükler atmaya başladık. Hayatımızın beraber geçen on beş yılını konuştuk. Özü; nasıl başladık, nasıl gidiyor, nasıl bitecekti. Biz hiç teke tek kavga etmedik. Sürekli çoğuldu, hep saldıranlar olmuştu bize, karşılığını verdik. Sinirliydik, bunu vahşice gösterdik. Kan akması gerekiyordu, akıtmıştık.

Böyle zamanlarda hep daha erkek olduğumuz fikri aklımıza yerleşiyordu. Bizi de birileri hiç olmadık bir zamanda öldürecek. Son sözlerimizi daha gençken hazırlamıştık. Sadece söylemek için biraz daha zamana, bizi öldürecek insanlara ihtiyacımız vardı. İşte gelecek buydu. Mutlaka mukaddes piyango bize de vuracaktı, ama bu akşam kazanan biz değildik.

Üç saattir aynı masada oturuyorduk. On beş dakika sonra saatler günler takvimler değişecek, günlerden pazartesi olacaktı. İş günü, ama önemi yok. Yedinciyi içiyoruz, yedincide iş yok, düşünce çok uzakta, düşünecek bir şey yok! Ama umarım Taksim-Bostancı dolmuşuna bindiğimde şoförün yanı boştur. Böylece yüce vatandaşlarıma bira kokulu bir adam takdim etmekten kaçınmış olacağım. Olmadı, arka koltuklardan birine oturdum. Yanımda uzun bacaklı bir kadın var. Benden tiksiniyor. Yüzüme baktığını anlıyorum. Ayık olsam cesaretle bakabilirdim, bakamıyorum şimdi! O beni bakışlarıyla eziyor, önemi yok! Sızdığımda umarım başım onun omzunda olmaz. Aklıma gelen tek ayrıntı bu. Eğer ayık olsaydım benim gibi bir adamın yanıma oturmasını istemez, ben de ona yanımdaki kadının bana baktığı gibi iğrenerek bakardım. Allahtan böyle bir rezilliğe sadece sarhoş olarak dahil oluyorum. Herkes iğrenebilir benden, herkes ayık nasılsa, tek farkım var o da nöbetçi bir tekel bulup eve dönebilmek. Umarım eve varabilirim. Evde yastık yerine, bir kaldırıma başımı dayamam ve sızmam. Evet ev önemli. Çünkü o ev!

“Hâlâ yazıyor musun?” dediğini hatırlıyorum. Herkes bunu sorar o da sordu. İçimden haykırdım daha fazla ne yapabilirim. Sevmediğim bir işim var. Günde on iki saat çalışıyorum, çok az para kazanıyorum. Kazandığım paranın yarısı unutmaya –biraya– gidiyor. İşte ya da evde iğne deliği kadar boşluk bulursam yazmaya ya da yazacaklarımı düşünmeye ayırıyorum.

Herkesin bir bildiği var. Benim yok! Herkes kendine yatırım yapıyor. Benim amacım yok! Herkes güler. Ben, sen de mi, diyemiyorum.

Köprüden geçerken gözlerim kapanıyor. Aklımda tek şey var. Düşüncan! Bunu neden düşündüğümü biliyorum. Yuva parası. O paranın yarısını içkiye yatırdım. Gözlerim kapanırken, “Daha kötülerini de yaptın, aldırma,” dedim; “hem sen iyi bir adamsın, tekrar iyi şeyler yapabilirsin. Karamsar olma iyi düşün, iyi şeyler olsun.” 
Gözlerim kapandı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu iyi, çok güzel. 
“Abi geldik” dedi şoför. “Son durak.”

‘Papyrus’

Karanfil Baladı

Git şimdi! Bana biraz çiçek aç 
Sana bahar gelmiş 
Eteklerinden belli 
Bileklerin incecik, bileklerin 
bir tay gibi ufka meyilli 
Biliyorsun koyar adama 
Bir yüzü unutup, hatırlayamamanın dehşeti 

Git şimdi! Bana biraz tırman 
Sebepsiz… 
Öp diyecektim 
Dudakların başka şehir 
Gel diyecektim 
Ayakların gâvur kaldırımlarda öylesine yiğit 
Sus diyecektim 
Bak! Yine seni söyledim 

-Oysaki bir çiçektim 
Ne bana tırmandın 
Ne de kopardın senden- 

Git şimdi! Beni kendime bırak 
Karlı bir yolda biten 
Üstelik kimsenin fark etmediği 
Yalnız karanfiller gibi 
Kokuma aldanan 
Korkarak, 
çocukların aymaz çığlıklarından 
-Aklımda yine senin ayan 
Ve o yaramazlar daha çocuk 
Koparsalar da onlara kızamam 
Ne çocuklara, ne de sana kızacak kadar 
Bir Çingene’nin ellerinde yitmedim 
Yani mutluluğa şimdilik mal değilim! 

Git şimdi! Sana sadece kokumu verdim. 
Güzel koktun 
Artık değil 
Güzel gülüyordun 
Ayrı bir şehir 
Zor olacak seni unutmanın keyfi! 

İki karanfil öldü 
İnsanlar buna ayrılık der 
Gerisini sen düşün gayri 

Yaprağımız esir hepi topu iki santim mesafe 
-Yaprağımız el 
yaprağımız ten, benden- 
Sana bakıyorum dallarım gölge 
Sen güneşe dönmüşsün yüzünü 
Aydınlık diyorum 
Mutluluk işte 
Çınlıyor kulağım, 
Sen güneşe büyüdükçe 

İyi dilekleri unutur insan 
Ölümü düşününce 
Affet, yaşamak artık lanetin 
Bu efkâr artık aramızda, ki en doğal hadise! 

Git şimdi! Uzun şiirler can sıkar 
Okuma! Okumak bu çağda duvar 
Ve bizim duvarlarımız 
Almanlarınkine beş basar! 

Git şimdi! 
Bana, bizden kalan güzel bir enkaz bırak. 
Çünkü bizi aynı anda inşa edemez hiçbir aşk!

 ‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

O hala iktidar !

Diyor ki; bana daha açık şekilde söyleseydin, daha net anlardım.

Anlaşılmaz olduğumu düşündüğüm zamanlar gidip felsefe okumaları yapıp kendimi rahatlatıyorum. Tuğla gibi kitaplar okudum, ilk gençliğimde okuduğum kitaplarla dost sohbetlerinde çok adam dövdüm.

– Efendim Haydiger de bu işi şöyle bir formda yorumlamıştır!

Hala acıları baki midir bilmiyorum ama içlerinden artiz orospu çocuğu geçirmişlerdir mutlaka.

Diyor ki; ben hiçbir şey yapmadım mı?  

Sorun bu değil belli ki kavga etmeye gelmiş sesi bir yükseliyor bir alçalıyor. “Bağırma lan” diyorum. Tamam diyor. Lan diyorum acımı inşa ettin. Benim azıma sıçan bir kadın tanıyorum diyorum ki kendine iyi bak.

Diyor ki;  ben seni sevmekten başka bir aptallık yapmadım.

Eyvallah. Eyv…

Diyorum ki; düzenli iş, ev, aile, çocuk yapma ihtimalimiz hala iktidar.

Senle diyor senle.

‘Papyrus’