Archive for the ‘Yazar : ‘Öteki’’ Category

Yanık…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1+1=1

Acının evrensel tarihine uzanan bir kesitten canlı bir drama şahitlik etmemiz için bu yıl Devlet Tiyatrolarında sahnelenen bir oyundan bahsetmek istiyorum size.

Yanık…

Lübnan’da yaşanan bir iç savaşın gölgesinde geçen,  bir kadının hikayesi.

Bazı gerçeklerin karşısında insanları bekleyen sessizliğin, olağan bütün kuramlardan uzakta, bir artı bir eşitliğinin diğer tarafındaki yalnızlığın ve tekliğin hikayesi. Çocukluğun, ilk aşkla gelen kaybedişin, arayışın, savaşın tüm soğukluğunu ruhunun iliklerine kadar hissettiği koca bir hayatın sırrı döküldüğünde susan bir kadının hikayesi bu.

Her şeye rağmen ‘’Birlikte olduğumuz sürece her şey yolunda’’ demekten hiç vazgeçmeyen Neval’ in hikayesi.

Ve bu hikayenin peşine düşmüş ikiz çocukları : Janine ve Simon.

Bu yıl devlet tiyatrosunda izlediğim en etkileyici oyun oldu ‘’Yanık’’.  Wadji Mouawad ‘ın yazdığı, Cem Emüler’ in çevirisini yaptığı baş döndürücü bir kurgu ve yerinde oyunculuklarla  görülmeye değer bir oyun.

Gerçek bir duygu gelip çarpsın, sarssın istiyorsanız biraz,  mutlaka izleyin derim.

Biletler için  link : http://www.mybilet.com/dtgm.php?eventcity=2

Barışa olan  umudunuzla kalın…

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“İnsanlık şimdi başı kesilmiş bir tavuk gibi oradan oraya kan saçarak koşuyor.” – Yanık

(oyunun filmiyle ilgili : https://www.aylakadamiz.com/archives/6082)

Elleri deniz, gözleri mavi, bakışı güneş…

Hala oradaysan eğer, nefes alıyor olmanın devamlılığını sağladığı bir hayattaysan hala… Bir selam diyorum belki, hak ediyorumdur ara sırada olsa.                                                                    

Ben, burnumda kokunla uyanıyorsam senli rüyalardan,  aynaların  karanlığında gördüğüm tek aydınlık gözlerinse hala, başlangıcında ve sonunda hep aynı cümle dökülüyorsa ağzımdan ıslak kaldırımlı yollara…

Buradayım daha…

Geçerken bunca zaman, usulca çekip giderken aramızdan, bakarken ben öylesine, sessizliğinde bir çığlık arıyorsam hala. Uzanıp kimsesizliğime, adına bütünleşen harflere dokunuyorsam ellerimdeki bu yoksulluğa sadaka diye…

Kimdeyim hala…

Bir selam diyorum hani belki, hiç yoktan bir ağız boşluğuna denk gelen.                 

Yorgun akşamlarında mırıldandığın şarkıların gibi. Bir kıpırtı gibi dudaklarında, refleksten öteye geçmeyen…

Şimdi ben..

Bu gri şehrin kalabalığından uzak bir kıyıda, sol yanımda bir çocuk beslemekteyim sana. Elleri deniz, gözleri mavi, bakışı güneş…

Denizin mavisine sakladım düşlerimi,  kıyıdaki bütün taşlar ağırlığınca taşıyor anılarımı…

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Güz Kumpanyası…

Gerçek şu ki ‘müziksiz hayat hatadır’ diyen ‘Nietzsche’ çok haklıydı, bu sözü söylerken.    …Ki ben müziksiz bir hayat düşünemedim hiç. Sadece notalar değil belki, evrenin o hiç durulmayan sürekliliğinin içindeki tüm sesler dâhil buna, bazen bir dalga sesinin kıyıya uzanmasındaki o derin hassasiyet, bazen bir kuşun kanat çırpmasındaki uçarı özgürlük, rüzgârın yaprakla buluşmasındaki o hırçın sevda…  Hepsi olağan bir seyir halindeyken belki çok azımız tüm bunları rutinden ayırıp her birini ayrı ayrı ve sonra bir bütün halinde duyma çabasındayız çoğu kez.

Ve bu müziğin sesinin belki de en yüksek çıktığı mevsim olmalı sonbahar…  Tabiatın ciddi bir dönüşüm için koyulduğu gerçek bir hesaplaşma. Tüm duyularımızın hissiyatıyla yaşadığımız bir şölen… Sebebi hüznü ise dünyanın anlamsız gürültüleriyle başımız bir hoş olmuşken, ani gelen bu yüksek volümün tüm kuru gürültüleri susturup dengelerimize hafiften şöyle bir dokunuşu niyetinedir.

Bu bitmeyen müzikten ilham almış ve kendi yetileriyle insanların duygularına dokunarak, varlıklarından haberdar etmenin, hızla yoğunlaşan tüketime inat üretip paylaşmanın peşinde koşan nadir  insanlar ise yaşadığımız karmaşanın içinde bir bekleme ve düşünme durağı…                                                                                                                                                                                                                                                               

Adından olsa gerek, mevsimin bu kadar içindeyken sarıydı, hüzündü, sonbahardı derken aklıma geldi ‘Güz Kumpanyası’. 2003 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Türk Halk Bilimi Topluluğu çatısı altında kurulan bir grup. Kendilerini daha detaylı tanımak isterseniz eğer : http://www.guzkumpanyasi.com/

Ve aynı isimle 2007 yılında Kalan Müzikten çıkan albümleri ‘Güz Kumpanyası’…  Klasik Türk ve Halk Müziği repertuarından oluşan eserlerin en keyifli icrası… Ne yazık ki tek albümleri, ancak albüm dışı bir dolu kayıtları da mevcut.                                                                                                             

Dinlediğim de dinlendiğim melodilerin temiz akışına kendimi kaptırıp huzurla ve içten gülümsediğimi hissettiğim çok kıymetli bir albüm. Elinizden tutmuş sizi, bir bakarsınız ege kıyılarında, dalmış gitmişsiniz mavi bir tebessümle… Sonra ufkun kızıllığı sarmış batarken güneş… ‘‘Uyudun mu ah güzel Marika’m’’ diye mırıldanırken bulursunuz kendinizi…‘Sen uyurken seni izlemek, sessiz ve sakin bir deniz gibi, uçsuz bucaksız ve mavi…’ diye gelir sonrası kendiliğinden…

Şimdiden keyifli dinlemeler efendim…

Güzü ve baharı aynı samimiyetle karşılayabilmek dileğiyle…

Sağlıcakla kalın… 

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’

İşte yeni bir film festivali daha !

Bu yıl dünya çapında ilki gerçekleştirilecek olan ‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’  23–30 Eylül 2011 tarihleri arasında yapılacak.

Ana teması Darbeler olarak belirlenen festival de  40 ülkeden 80’e yakın film sinemaseverler ile buluşuyor.

Dilerseniz daha detaylı bilgi için aşağıdaki linki tıklayınız.

http://icapff.com/

‘ÖTEKİ’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sesli Düşünceler

Bir sabah güne neresinden başlayacağını bilmediğin bir çok sabah gibi işte. İçin bomboş uyandığın, arınmış öylesine ne varsa. O kadar ki kalktığında yürümeyi bile unutuşuna şahit gözlerin, yalpalayan ayaklarında takılı kalmış. Hissetmeye çalışıyor var gücüyle içinden sesleniyor kıpırdamayan parmaklarına, umursamıyor kasların çoktan terk ettikleri bir ceset gibisin, arkalarına dönüp bakmıyorlar bile.

Yüzünde gölgesini taşıdığın hangi cisme uzanabilir bu eller şimdi? Yüreğine yansımayan bu kadar yığın kalabalık arasında içindeki kördüğüme aşina bir göz bulabilmek mümkün müdür hala?

Yoksa oturup bir başına yavaş yavaş çürüyerek yok oluşuna şahit olmak mı düşer bahtına. Her gün biraz daha karışık bir zihin ve her gün biraz daha büyüyen bu boşlukla kaç sabaha uyanabilirsin eksilmeden…

Soru sormadan geçirdiğin bir gün var mı sahi?  Her şeyi anlamış olduğu gibi kabullenmiş ve sessiz bir dinginlikte sadece nefes alabiliyor olmanın coşkusuyla kulak verebilir misin içinde dönüp duran orkestraya…

Yaşamın en ilkel yanına gidip birde oradan bakabilir misin? Sadece hayatta kalmak için birbirini yiyen canlıların seyrine daldığında, insan olmaktan utanır mısın? Bazılarının ruhlarındaki bitmeyen açlıkla birbirlerini yemeye bir türlü doyamadıkları şu günlerde…

Öyle ya da böyle herkes ölüyor yavaş yavaş, içimizde hiç bitmeyen cenaze törenleri. İnsanlığı en başından kaybettik ya nasılsa. Hangi ahlak öğretisi tutunabilir artık hayvansallıktan bile çok uzakta kalmış iç güdülerimiz üzerine . Hey gidi insanlık. Ne saygımız kaldı ne sevgimiz. Kardeşliğimiz mi?  Onu Habil ile Kabil zamanında yitirmiştik zaten. O vakitten beridir ince sızı bir yara hep bağrımızda. Katilin soyundan mıyız? Maktulün mü? Diye de düşünmedik değil ara sıra…

Sonsuz bir rüyanın tekrarı gibi dön başa bir serüvende sadece zamanın mekanın ve bedenlerin yer değiştirdiği bu yeryüzü ağrısı işte. Yine çok canımızı yakıyor… Değişen bir şey yok ne yazık. İbret yine çok uzak bir ütopyadan bize miskin miskin  gülümsüyor.

bir uyanış gerek,

                                                                                                                                                bize bir uyanış…

‘Öteki’

Sükût-u Leyl…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu gece daha da çok artan yalnızlığınla, azalan yanlarının sıcağında tutuşmuş küçük bir kağıt parçasında konaklıyor gözlerin. Ama bir kapı gibi sanki, araladığında milyonlarca kelimenin iç yüzdene dağılarak kanına karıştığı. Ardı arkası kesilmeyen bir dolu görüntünün o küçücük anahtar deliğinden sızarak odanın hiç eksilmeyen dört duvarında gölge oyununa başladığı…

Sonrası uzun bir sessizlik oluyor hep. Her verişinde almaya daha da hevesli bir iç çekişle sıkışıyor yüreğin. Dile getirmeye niyetlendiğin ne varsa gelip takılıveriyor her seferinde dilindeki kesiklere. Yutkunup ağır ağır, oldukları yere tekrar gidip oturduklarında, içinde duyduğun sızı beyninde yankılanıyor olanca gürültüsüyle.

Tesellisi olmayan bir zaman aralığı oluyor bir anda yaşadığın tüm hayat. Anda olup, anı olmayı bir türlü becerememiş,  hala avuçlarındaki kokusuyla kırmayı başarmış; öfkeni, alınganlığını, kırılganlığını ve daha ne varsa bencilce içinde biriktirdiğin…

Ve yine ortada kalıyorsun, o hep çocuk bakan bir çift gözün karşısında ellerini nereye koyacağını bilemeyişinle…

Bu gece de yanmamalı o kağıt parçası, kül vakti değil henüz. Birkaç kelimelik hacmiyle, yılların ağırlığını taşıyan bir kapı olmalı hep orada. Geçmiş ya da gelecek diye adlandırmadan tüm anlara aralık…

‘Öteki’

 

‘’Ve neyi kanıtlar ki yüreğin
bir rakkastır dünle yarın arasında
sessiz ve yabancı
ve ilan ettiği artık
kendi dökülüp gidişidir zamandan. ‘’ 

Ingeborg Bachmann

Neresinde uyanacağını bilmediğin bir rüya gibi geçiyor hayat..

Kavramların gittikçe silikleştiği bir düzlemde hala bir yerlere basabilme ve ayakta kalabilme direncini sınıyor zaman var gücüyle..

Ufacık bir boşluğunu kollayıp ansızın sızan bir rüzgarın gürültüsüyle başlıyor sendelemelerin oysa, korkudan kilitlenen çenen ve bağları çözülmüş dizlerinle gözlerine bakıyorsun etrafına dizilmiş sana bakan yüzlerin , bir medet..

Ah bu perdeler, aramızdaki.. Gözlerimize inmiş göstermez insanın beyazını , kirlisini.. Sakladıklarını bildirdiklerini.. Görmek istemeyenin perdeye ne gereksinmesi olabilirdi ki ayrıca.. Boş laf bende ki..

Bu alnı yazılarla dolu insanlar topluluğu arasında sildim bütün yazılarımı.. Kaderimle yanarken, suya kestim akıttım alnımdan bütün çizgileri..

Yürümek yürümekti, bakmak sadece bakmak oldu sonra görmekten ziyade. Konuşmak, gerektiği yerde ve gerektiği kadarken, gülmek anlık bir nefes almasıydı içimizin.

Gözyaşı ise bir göz temizliği. Hepsi hepsi bu olmalıydı..

Ötesinde ne bir anlam aramalıydı, ne de anlamlar eklemeliydi. Hiç bir anlamın ardına gidilemezdi kilitliydi..

…Ara sıra uyuduğunun farkına varmalı insan. Bazen bir kabusta ölesiye savrulurken bazen bulutlarla beraber yeryüzünü seyre dalmış. Bazen gökkuşağı olmuş renklere boyanmış, renkleri tükettiğinde siyahı kuşanmış, durmuş dinlenmiş, bir gürültüyle kendini yeryüzüne fırlatıp atmış damla damla… Sonra o damladan nehirlere derken denizlere ulaşmış…

…Durup dururken aslında rüyada olduğunu hissetmeli insan. Uyandığında alabildiğine gerinip, anlatacak ne çok öyküsü olduğunu,  ama aslında her şeyin bir kaç saniyeden ibaret olduğu gerçeğini düşünmeli insan..

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Belki de Hayal Gerçek. Hayatım Mecaz..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eren Kazım Akay, 2000 Yılında Kalan Müzikten çıkardığı bir albüm, Turkuaz Patlıcan. Biraz geç de olsa bir kaç yıl evvelinde işitme fırsatını yakalayıp aylarca hiç bıkmadan dinleyebildiğim parçalara ve sağlam sözlere sahip.  Durup  dururken aklıma geldiğinde de  hala birileri  varsa  duymamış bilmemiş  haberdar   etmek  istedim.   Belli  bir  müzik kategorisine  sığdıramadığım  caz,  rock,  sound,  popa dahi  uzanan çok   kaliteli bir iş  olması  neticesinde  şarkı sözleri  üzerine   uzun düşüncelere sebebiyet verdiği kesin. Albümün kalitesini daha iyi ifade edebilmek için ortak olan isimlerden de sözetmeliyiz sanırım. Serdar Ateşer , Tanju Eren , Sunay Özgür, Turgut Alp Bekoğlu, Sumru Ağıryürüyen, bu isimlerden bazıları..

Edinme şansı bulursanız keyifle dinleyiniz..

Hoşçakalın..

‘Öteki’

Gaip Yol

 Hele beni bırak da geçem
küpü doldurdum verenlerden
haram da ziyan da demem
ben yanarım derdimden
ah yanarım derdimden

 yanarım yanarım bana nasip oldu
bu ne gaip yoldu
bi kaybettim bi buldum
sallandı durdu
ah sallandı durdu

Biz Ah Biz

Biz hep biz biz hep biz ah biz.                             
gidisine göreydik.
hesapsiz kitapsiz yegledik.
varamadik. nideydik?
heceler hecelere gelip
birlesik kelimeler ederdik.
cümleye uymazdik ah!
çekimseldi dizeler.
denli densiz zuhur ederdik.
biz hep biz biz hep biz ah biz.
gidisine göreydik.

1- Hop Hop Hop
2- Amirim
Amirim
3- Gaip yol
4- Mayhoş
5- Mecaz
6- Kalender
7- Turkuaz Patlıcan
8- Biz Ah Biz
9- Keloğlan
10-Başım Boş

Pop, Rock, Caz “Fusion” , Kalan Müzik , 2000

Kalender

 akışkan olan
her şeyim katılaştı
dün düşümde.
gözlerimi açamadan
ağladım. anladım ki
alınyazımı bozduramadım
kaçındığım her şey vaki.
oda oda. göz göz.
içim toz. gezinirim hırpani.
söz fazla lüzum yok.
yalandım safi. bi de baktım.
sağ da solumdu.
sağım solumdu.
alınyazımı gördüm.
kalender oldum

Mecaz

 gören de görü
çok görmek istemez.
hayat sarih nedendir.
sorar. cevap almaz.
hepimiz gidendir.
gelen bulunmaz.
ne versen az artık.
verme. istemez.
bu söz bana özeldir.
her kulak işitmez.
sesim az kırıktır.
bilhassa duyulmaz.

belki de hayal gerçek.
hayatım mecaz.
belki de hayal gerçek.
hayatım mecaz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Ne yapsan gözlerini çıkarıp bir başkasına veremeyeceksin..’

 

 

 

 

 

 

 

Bazı kitaplar vardır , ilk cümlesinden itibaren sizi sarıp sarmalamaya kuşatmaya başlar kelime kelime, sonra bitmesin  diye hecelere bölersiniz tadı kalır ,adı kalır, iz bırakır çok derinlerinize. Başucunuzda kendine bir yer bile bulmuştur çoktan bakarsınız ki aynı yastığa baş koymuşsunuz aynılaşmışsınız çabucak , ısınmış ve koynunda uyumuşsunuzdur çoğu geceler. Hep dilinizin ucuna kadar gelip de bir türlü uygun kelimeleri bulamayışlarınız en güzel cümlelere bürünmüş karşınızdadır işte !.. Açarsınız algılarınızı başlarsınız okumaya , gidersiniz çok uzaklara , sonra dönemez kalırsınız oralarda..

İşte nicedir elimden düşüremediğim bir kitabı paylaşma gayretinde bulunacağım size. Ece Temelkuran’ın 2000 yılında Everest Yayınlarından çıkan kitabının sayfalarına ortak olacağız biraz izninizle..

 ‘’Müjdeliyorum: Yeni çağın kıtası, iç’ tir. Kıpırtısız seyahatlerin vakti gelmiştir. Pek yakında insan,  kendi ‘’iç’’ine gidecektir’’

‘’Öncelikle biz, ‘’iç serüven’’e mecburuz ki insanoğlunun mecbur kalacağı budur, nihayetinde. Sıkılıp bu sonsuza yuvarlanan renk topundan, hakiki bir serüvene çıkmaya niyetlenecektir insan. Yeni çağın yeni kıtasıdır ‘’iç’’

‘’Biz böyle ölürüz. kalbimizden giderek sona ereriz. katılarak boğulacağını bildiği için asla o şarkıya başlamayanlar, kalbini çıkarıp son satıra koyması gerektiğini bildiği için şiirden yana ağzını açmayanlar, kafatasını çatlatacağı için ‘delirmekten’ uzak duranlar, hareket tamamlandığında parçalanıp dağılması gerektiği için asla o dansa başlamayanlar, geri dönmeyi beceremeyecekleri için, bir kez gitseler artık hep gideduracakları için asla çekip gitmeyenler, cümle bittiğinde ölmek zorunda kalacağı için lafa hiç başlamayanlar… onlar bizdendir. biz yapılan dansı, şiiri, cümleyi, delirmeyi, sözü bilmeyiz.
Biz bu dilleri bilmediğimiz için kalbimizi yakarak öleceğiz.”   

“sen küçükken deniz kıyısında iki taş görmüştün. birbirlerinden biraz önce ayrılmış gibiydiler. etin, taşın acısını algıladı. ağlamaklı olmuştun. bu ağlamaklı oluşunun, zaman boyunca, yüz binlerce görüntüde yüz binlerce kat daha büyüyeceğini bilseydin, devam eder miydin?”  

‘’Ne yapsan gözlerini çıkarıp bir başkasına veremeyeceksin. Kitapların, cümlelerin, müziğin ve dansın asla yetmeyeceğini, anlatamayacağını kabul edeceksin. Yetineceksin. Bütün insanlığın neden yetindiğini öğreneceksin. Çünkü o saf dile yaklaştığında.. Orada hayal edilemeyecek kadar korkunç bir acı var. Senin cehennemini anlatamam sana. Uzaktan gördüğünde onu tanıyacaksın. Hep göreceksin, hep duyacaksın, hiç anlatamayacaksın. Bu yollardan geçmiş diğerleri gibi. Yazmak, müzik, dans, oyun, anlatmak.. değil: Sen , içini çıkarıp vermek istiyorsun başkalarına. Başkaları da bilsin, sana baksınlar diye değil. Sen gibi baksınlar dünyaya diye.’’

‘’Benim de bir annem var nihayetinde; sustuğumda ağlayacak olan. Bu yüzden şimdilik teslim oluyorum basit gerçekliğe. Ama biliyorum: Kalp varsa sökülmez. Sanıyorum.’’

‘’Renk yumağına katılmayı denediğim kimi zamanlarda sesim, içimde değil, kafatasımla kafa derimin arasında oluşuyordu. Ağzımın sözcükleriyle konuşuyordum, kalbiminkiler boğularak siniyordu. Bu ses bir yabancının kusmuğuydu; benim değil.’’

‘’Ancak gelmek için yeterince gitmem gerekiyor.’’

‘’Ağrıların uyuyabileceği doğru açıyı bulup, durmak, kilitlenip odalara..’’

‘’Ancak soylu bir ruh parçalanarak acı çeker. Ancak soylu bir ruhun etleri lime lime dağılır kimsenin anlam veremeyeceği ufak tefek kötülüklerle.’’

‘’-Büyük ağlamanın ardından, şimdi serin bir bahçedir yüz. Şevkatle kendine ilişir vücut. Artık vurmaz kendine iç. Ve vücut hala buradaysa, bunca düğümle boğulamamış ve ayaktaysa, yeni bir yöntem bulmalı.. sürmek için. Bir meyveyle ilk tanışma gibi, sevinçle, şaşarak… bulmalı. Madem süreceksek mecburen; bu , kahramanca olmalı. En taze, en yeni, en tatlı, en toy bir oluş.. olmalı.’’

..Daha yazılacak okadar çok altı çizili, sesli okunması gereken satır  var ki aslında. Bu koyu hüzne rağmen anlatımı yüreğinizde hiçbir ağırlık bırakmayacak cinsten. Bazı tespit ve benzetmelerde çokça acıyan içimizi saymazsak tabii. Kitap önce altı düğüm  atıyor ve bir bir çözmeye başlıyor sonrasında.                                                                                                  

Ümit ederim herkesin kabuklarından yorulduğu bir günün sonunda sığınacağı bir ‘’iç kitabı’’ mutlaka olur.

Hoşçakalın..

‘ÖTEKİ’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ece Temelkuran / İç Kitabı  2000-Everest Yayınları 119 Sayfa…

‘Müzik nerede kaymıştı sevgilim?

Kendimizi hangi yanlış melodiyle dans ederken bulmuştuk aniden?  Şimdi ne yapacağız diye birbirimizin gözlerini kollarken, kim kimin ayağına bastı önce? Kim kimi acıttı…

Denge bozulduğu an düşmek korkusu sarınca benliğimizi ilk kim çekildi bir adım geri? Zırhlarına sarılıp müziği unutunca,  gitmeyi düşürdü aklına? Aklımızın hangi yarım adasında sıkısıp kalmıştık, içimizin tınılarını duymayan kulaklarımızla…

Ya gözlerimiz bizim değiller miydi artık. Hangi açı tamamlardı aramızdaki boşlukları..

Her yanlış adımda birbirine çarparken ayaklarımız , hangi  çelmede düştük de kalkamadık bir daha..

Oysa müzik devam  ediyordu sevgilim.

İçin için sızlanmalarımıza rağmen müzik hiç susmuyordu. Ben senin gözlerine bakıyordum tek bir kalkış hamlesi görebilmek için.. Sen susuyordun, sen gözlerini indiriyordun, acıyor diyordun.

-Artık kalkamam ; kalksam da yeniden düşeriz, daha onulmaz yaralar alırız..

Ben razıydım düşe kalka devam etmeye. Yanlış olduğunu, yalan olduğunu bir daha hiçbir adımımızın melodiye uygun olmayacağını bile bile inadına bakıyordum gözlerine..

-Gözlerin benden çok uzaklara doğru seyir halinde ..

Oysa hayat da böyle değil midir sevgilim?  Ölmek gibi koca bir gerçekliğin olduğu bu kurguda, her şeyi ciddiye alarak çoğu kez sonunda ölüm olduğunu unutarak yaşamaz mı insan?

Olmayacağını bildiğin halde sonuna kadar gitmeye çalışmak..

 Öleceğini bildiğin halde her sabah yeniden güne uyanmak gibi..

Müzik sustu.

İçimdeki şarkı bitti.

Ve ben öleceğimi biliyorum sevgilim, bu yüzden artık hiçbir sabaha uyanmak istemeyişlerim..’

‘Öteki’

 

‘Sizin için uzattım saçlarımı,

kestiğim.

Sizin için söndürdüğüm bu ateşi,

yandığım.

Kurduğum bu çadır, bu saat

arındığım su

soyunduğum gece: Sizin için.

Devrilirken tutunduysam

tutuşurken susmam

zemberekte bu Eyyub

hem cellât hem kurban

sizin için

bir tohum.’ Enis Batur