son dönemde hayat adeta eli sopalı bir öğretmen karşımda. hangi konularda daha zayıfım, hangi derslerde notlarımı yükseltmem gerekiyor sağolsun dan dan çıkartıyor karşıma. içime bir konuda minicik bir kurt düşmeye görsün, hiç vakit kaybetmiyor, hemen “çıkar kağıdı. sınav yapıyorum” diye en savunmasız anımda yakalayıveriyor. ben hazırmışım, değilmişim mühim değil. eğer yeterince iyi değilsem sıfırı basıveriyor. bazı konularda şükür ki artık yılların tecrübesiyle kayda değer bir ilerleme kaydettim. hala veremediğim dersler var ama en azından mezuniyete giden yolda ortalamamı epey yükselttim. bu da bir şey. lakin bugüne kadar yani yaklaşık 31 yıldır belki bin kere bütünlemesine girip yine de bir türlü veremediğim bir ders var ki nasıl yapsam da geçsem inanın artık çaresizim. neler yaptım, ne yollar denedim, yok, kafam almıyor. hep aynı yerde aynı hataları yapıp sınavı bir türlü veremiyorum. hep başa, en başa dönüp duruyorum. başka derslerdeki başarılarımı görse ya hayat, kanaat notuyla geçirse ya beni, ama yok, nuh diyor peygamber demiyor. ya vereceksin bu sınavı, ya vereceksin. gözümün yaşına bakmıyor. “hayat bana taktı!” diye isyan ettiren, canıma okuyan, aklıma girmeyen o ders ne mi? tabii ki “yalnızlık”.
neler yapmadım! yalnızlığın yer yer keyifli bir şey olduğunu, benim sandığım gibi kurtulmam gereken bir hal olmadığını, sırf yalnız kalmamak için hiç düşünmeden içine atladığım ilişkilerin beni önünde sonunda daha da fena paralayacağını göstermek için kendime. ama kar etmedi. her yalnızlıktan şikayet ettiğim anda karşıma çıkan birbirinden daha yorucu adamlar ilk başta kandırıkçı bir avuntu sağlasa da, hayatımdan gerek benim gerek onların rızasıyla çıkıp gittiklerinde en baştaki yalnızlık duygum bırak azalmayı tersine beşle çarpıldı. kendimi yalnız hissederken bi baktım yapayalnız kalmışım. bir de üstüne gereksiz yere yaşanmış olaylar, gereksiz yere söylenmiş sözler, yorgunluk, bıkkınlık, yetmezmiş gibi kırık bir kalp. günün sonunda yine döndüm dolaştım kendi tuzağıma düştüm. ruhumu iyileştireyim derken daha da bozdum.
şimdilerde yine bu konu gündemde. sağdan soldan yeni ilişki haberleri, evlilik davetiyeleri yağıp dururken hayatıma ben küçük küçük panikliyorum, üzülüyorum bu hikayelerden hiçbirine kendi hayatımda tanık olmadığıma. elbette bu işler aceleye gelmez. elbette aşk dediğin şey ittirmeyle olmaz. elbette sırf yalnız kalmaktan korkuyorum diye her karşına çıkan kişiyle sonsuza dek mutlu olma hayalleri kurulmaz. lakin hani o her şeyi akışına bırakma, bırakabilme hadisesi var ya, hani bir an evvel yalnızlıktan kurtulmak için olur olmadık adamlarla suni birtakım ilişkiler yaratmak yerine beklemek, sabretmek, suyun akıp yolunu bulmasına izin vermek… işte ben o noktada ne yapsam sürece müdahele etmeden duramıyorum. her konuda sonsuz bir sabrı olan, sakin, mülayim, acelesiz, kendi halinde biri olarak, yalnızlığımı sona erdirme konusunda o sabırdan, sakinlikten eser olmadığına, herhangi bir konuda bu kadar inatçı olabildiğime inanamıyorum. alice harikalar diyarı’nda elinde saatiyle “geç kaldım! geç kaldım!” koşturan beyaz tavşan gibiyim. içimde hep “hadi, daha gelmedik mi?” diye tutturan bir çocuk. bunun olayların doğal akışını sekteye uğratan, bana istemediğim hatalar yaptıran, beni günün sonunda daha çok üzen bir şey olduğunu defalarca anlama fırsatım olsa da yok, kendimi “yalnız” iken tam hissedemiyorum. o aslında pek kıymetli yalnızlık anlarından bir gün kurtulacağımı, bir gün çok mutlu olacağımı düşünmeden edemiyorum. biri gelsin mümkünse bir an evvel beni tamamlasın, boşluklarımı doldursun, bana sığınacak liman olsun istiyorum. istemiyorum hatta tutturuyorum. bunun nafile bir çaba olduğunu bile bile. hiçbir işe yaramayacağından emin ola ola. aşka insan eli değmesin, aşk kendi anında çıksın gelsin derken bile içimdeki o sabırsız kalbe sözümü geçiremiyorum. nasıl olacak bilmem? belki ben durup beklerken değil, ilişkiden ilişkiye kafa göz kıra kıra geçeceğim bu dersi. durup beklesem daha az hasarla atlatacağım bu süreci belli ki, ama ben koşarak, mücadele ederek, zorlayarak ve tabii ki yorularak, yara alarak, yıpranarak geçirmeyi tercih edeceğim. iyi değil bu şüphesiz. hiç değil. zor. deniyorum. en azından değiştirmem gereken bir şeyin farkında olup bu değişimi hayata geçirmek kısmındayım işin. yolun zor bölümünü yürüdüm gibi geliyor. bundan sonrası biraz daha sabırlı olabilmekle ilgili sanki. kendini, kalbini sakin tutabilmekle. kendime durmayı öğretme zamanı. bu 300 kilometre hızla giden bir arabanın önüne kırmızı ışıkları dizivermek gibi bir şey de olsa, denemek zorundayım. çünkü; panta rei. yani “hep akışta.”
niyet et. dur. bekle.
‘lucy in the sky’