Archive for the ‘Yazar : ‘İbn-i Zerabi’’ Category

‘İnsan Yeryüzünün Hastalığıdır’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan Yeryüzünün Hastalığıdır

 Bu tümce, Ulus Baker’in, şu anda hemhâl olduğum, yazılarının bir araya getirildiği kitaptan alındı. Aslında Gilles Deleuze’e ait bir formül ve öncesinde, “Hastalık, hayata bir bakış tarzıdır.” önermesi yer alıyor. Ben bunları mesaide yazıyorum ve kulaklıklarımı takmış, Pink Floyd “Another Brick in the Wall” dinliyorum. Bilhassa o hitap var ya hani: “Hey teacher, leave them kids alone!!!”, orada alien dışarı çıkıyor, aynı anda bağırıyor ve sonra başını yine içime gömüyor. Ben bunu kendime uyarlıyorum: “Hey Mr. Amir(s) leave me alone!!!”. Bakıyorum, hayatım hep böyle geçmiş, hep kurum kafalılara, “Çek elini birader, bulaşma!” demekle.

 Ve evet sevmedim, sevmiyorum ve böyle kaldıkça da sevmeyeceğim hiçbirini. Hoş bu sevmenin konusu değil, mesele doğrudan biat etmeye, kabullenmeye dair. Bizi içine soktukları eğitim sistemi denilen, bu yazıda bu kuruma kafa atacağım, o iblisin bağırsaklarını deşmek elzem. Şarkının klibindeki gibi, et parçası muamelesi gören çocuklar, kıyma makinesinin içine atılıyor, homojen ve uyumlu kıyma olarak dışarı çıkıyorlar… ve her sistem aslında çocuklarını yiyerek besleniyor. 18 yaşında liseyi bitirdiğimde, mezuniyet balosuna bile gitmemiştim. Hoş, Milli Eğitim’in eleştirsem de, kredili sistem diye bir hilkat garibesi vardı bir zamanlar. Ben de onun ilk deneklerinden biriydim. Bu ne idüğü belirsiz sistem sayesinde, liseyi 2,5 senede tamamlamıştım. Kâr, kârdır. Sonra gevşek bir biçimde sınava hazırlanmış, o zaman iki aşamalı sınav sistemi idi, sınavın ikinci aşamasının olacağı günün, gece saat 3’üne kadar mahalleden arkadaşlarla okey oynamıştım. Eve girdiğimde babam, ki kendisini bizzat çok severim kral adamdır, “Git yat lan sabah sınavın yok mu?” demişti. Ona göre, okumam sadece gençliğimi yaşamamdı, hani bazen gaflete düşüp yoklardım babamı, beni övsün diye, “Baba takdir alacam, ama bir puanla kaçıyo” diye. O da kızardı bana, “Ne uğraşıyosun kasma, geç yeter” diye. Babam kalbiyle bilir; bireysellik, farklılık, farkındalık vs. türü laflar üretmez; ama bilir: Hayat, kafana göre yaşaman için vardır. Kafana göre yaşamıyorsan o hayatın değil, egemen olanın sende cisimleşmesidir. Ruhunun ırzına geçilmiştir bir kere, yapılacak tek şey, tecavüzcünle evlendirilmendir.

 Ha hayvanat bahçesi ha okul bende… İkisi de aynı patolojiyi üretiyor. Kendisini, evrenin merkezi ve efendisi sanan bu mahluk, yeryüzünün hastalığı, neye el atsa hastalık üretiyor. Kendi patolojisini, hem kendi türünde hem de doğada yeniden üretiyor. Hayvanları doğal ortamlarından koparıp, şehirlerdeki kafeslere kapatıyor. Bunu normal bir durum olarak görüyor. Niye? İnsan denen türün üyeleri gelip görsünler, bakıp bakıp eğlensinler diye. Hiç dikkat etmediniz mi o hayvanlara? Bir defasında gördüğüm bir maymun, işte o aydınlanmayı o gün orada yaşamıştım. Kafesinin demirden perdesi önünde durmuş, depresif bir bakışla dışarı bakıyordu. Hareket etmiyor, sadece bakıyordu. Sonra bir an beni fark etti, gözleri gözlerime değdi; o beni ben de onu anladım. Ancak anlamam kurtarmama yetmiyordu. Hem ben de bir sömürge idim. Onu kurtarabilmek için, önce cellâtlara kafa atmam, onları sömürgesizleştirmem gerekiyordu.

 Okul dediğimiz, o kurum da aynısı işte. Tıkış tıkış girersin içeri, sırayla herkes kendi koğuşuna kapanır, kapılar da üzerinize. Okula giriş ve dersin başlaması arasındaki zamanı çoğunlukla, okulun üzerinde bulunduğu, ana caddeye bakan büyük pencerelerden dışarı bakarak geçirdiğimi hatırlarım. O maymunun işte, onu gördüğümde bende yaptığı ilk çağrışım bu an olmuştu, “ha o ha ben ne fark eder ki?” diye sormuştum kendime. Nerede kaldık? Evet sınıfa girersin… Ha bir de, doğaya bakınca, her hayvanın ve bitkinin, nesnel koşulları farklıdır. Hepsi hayvandır ya da bitkidir; ancak aralarında farklılaşırlar. Buna göre de ortamları düzenlenmiştir. Güzel insan Spinoza’nın dediği gibi, doğa kavimler, ırklar, milletler vs. yaratmaz, bireyler yaratır. Evet, işte sınıfa girersin; ancak bireysel farklılıklarınıza göre ayrıştırılmazsınız. Sosyal sınıflarınıza göre belirlenmiş sınıflarınıza girersiniz. Bayan X ya da Bay Y gelir, anlatır da anlatır. Uyursun olmaz, kafanı sıraya yaslayıp altta kitap okursun olmaz, çünkü fark ederler ve dikkatini tahtaya ya da ağızlarının içine celbederler. “Tamam” dersin, idare-i maslahat gereği hareket eyleyeyim, sorarsın hayal gücünle harmanlayıp, suratına sanki sen bir gerzekmişsin gibi bakarlar. Küfredersin, okuldan atmakla tehdit ederler. Konu zevkli gelir, “anlat hoca, daha anlat” dersin, bu sadece felsefe derslerinde olurdu, ‘olmaz sakıncalı, müfredata aykırı’ derler. Wesselam, onca sene, eğer kafan çalışıyorsa, onlar gibi olmamak için çektiğin acıyla geçer. Sanki İsa’sındır da, her sabah yeniden diriltilirsin, tekrar ve tekrar çarmıha gerilmek için. Önemli olan, seni doğru anlamaları değildir. Önemli olan onların tanımladıkları/belirledikleri kabulleri, senin ne düzeyde içselleştirip cisimleştirdiğindir.

 Ruhun göçebe ve kalbin anarşist ise, onlar için bir tehditsindir. Güçlüyken güçsüz, zekiyken aptal, özelken sıradan vs. hissettirmek üzerine kuruludur tüm sistem ve bu eğitim sisteminde süper işler. Spinoza demişti geçen, insan ne kadar özgürlük istiyorum dese de, kendi elleriyle kurar itaat edeceği sistemleri, diktatörlükleri… Ki bunların hepsi kan emicidir (Aman vampirler alınmasın!), senin kederinden beslenirler diye. İşte o zaman karar verirsin, 15 yaşında sırt çantanı alıp, her şeyi arkanda bırakıp gitmeye. Gidemeyince de, biraderim Benjamin’in dediği gibi, hayat boyu o yaşta bunu yapmadığın için pişmanlık duyarsın.

 Bekliyorum hala pes etmedim, Mr. Keating (Ölü Ozanlar Derneği) çıkıp girecek bir gün bir sınıfın kapısından içeri ve vahiy aktaran bir peygamber edası ile: “Yırtın o kitapları, bu işler böyle olmaz!” diyecek. Sonra birilerine, kendini aramanın, bilmenin, akışın, başka şeyleri/ başkalarını bilmekten önce geldiğini söyleyecek, öğretecek, gösterecek. Bu onda praksis zaten, o sebepten üç fiili art arda sıralamam. İşte o zaman okul denilen yer, has bir cennet bahçesi olacak; dostlarla oturup sedirler üzerinde hasbihâl edecek insan yavruları keyifle. Evet, evet biliyorum, bir gün bir kadının rahmi böyle bir süper kahraman doğuracak…

 Şimdiden selam sana o captain my captain!

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Yabancı” Olunması Gereken Bir Şeydir (*)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Yabancı” Olunması Gereken Bir Şeydir (*)

 

Başlıktaki iddialı girişten ben bile korktum; ancak yazmam ve akıtmam lazım zehrimi. Ammawelakin ancak böyle sağaltıyorum, her ne varsa sistemin gelip bana dayadığı/dayattığı. Başka türlü olmuyor, tüm o gülüşler, afilli düşler, görünürdeki sırt sıvazlamalar vs. sırasında, sistemin ikinci örtük eli, ruhumun içine zerk ediyor, beni bana, beni doğama yabancılaştıran tüm kabullerini. Hadi ailemi affediyorum, farkında olmadan bana yükledikleri özgül aile ideolojisinden ötürü, ancak böyle bir rahim bağım olmayanlara, sıla-i rahim eylemeyeceğim, kimse de eyletemez beni bu yaştan sonra. O sebepten, canınız cehenneme, siz sistem sevici zombiler, rahatınız yerinde, hiç bozmayın keyfinizi. İyice yerleşin sosyal sınıflarınıza, Babil kulelerinizde oturup, her yemekten sonra, dişlerinizin arasına sıkışan et parçalarını temizlerken, zihinlerinizdeki Tanrı fikrine bıyık altından sırıtın, “Nassı ama bak oldum görüyor musun? Ben artık altın oldum, iktidar oldum, sömüren oldum….Boşver bunları, sen oldum sen!”

Evet ya sizler büyük put sevicilersiniz ve acıktığınızda, kana susadığınızda ilk onları yersiniz. Eee öyle olacak tabi, az bedel ödemediniz sisteme biat ederken ve ödemektesiniz hala biatinizin sürdürülebilirliğini garantilemek için. Dostum Baudrillard, o da gitti  zaten kim kaldı ki geriye sağlam gerçeklik eleştirisi yapan?, artık diyordu günümüzde geldiğimiz noktada ne merkez sağ ne merkez sol ne de sosyal demokrasi hiçbiri yok, şimdi artık sadece sistem var. Evet sadece kendisini onaylatmış, geçirdiğimiz onca yabancılaşma sancılı/sürecinden sonra, kendisini bizde bizzat içimizde yerleştirmiş, içkinleştirmiş olan sistem. Helal olsun, nihayet oldu işte, “Altın Buzağı” artık hepimizin tanrısı olduğuna ikna oldu. Ki anasını satayım, Musa da yok ortalarda, hane çıksın gelsin, çekildiği inzivadan da, parmağını sallayıp bizleri Hakk’a çağırsın. Ki ben olayım hane, Musa simülasyonu yapayım kendimden desem o da olmaz ki! Bir kere etik değil; çünkü Rabb bana seslenmedi ki Tur-i Sina’da: “Ey Musa, benim ben Allah, Alemlerin Rabbi!” diye.

Gecenin yarısı, kafamın içindeki volkan çoktan patladı ki, onun eteklerinde de hani o yanardağın ben vardım. Welhasılıkelam patlamanın hem öznesi hem de nesnesiydim. Artık bu, birinci tekil şahıs olarak bahsettiğim ben kimsem? Çünkü geçti artık, kendimi tanıdığımı sandığım/kendim zannettiğim dönem. Şimdi artık (Açıkça ard arda seyredip tamamladığım Alien serisinin bende yardığı çağrışımların da etkisi var bunda), ben kendi içinden çıkan “Alien”ıyla kafa kafaya verenim (Bu arada Sigourney Weaver’ın duruş-bakış-dehası tarafımdan gerçek anlamda onaylanmıştır.). Onu, yane şu ünlü yabancılaşma (tüm o resmi ya da egemen ideoloji, kültür, gelenek, eğitim, din, aile vs. dalgaları) süreci ile içime zerkettiğiniz o yalancı-beni, ellerimle kazıyorum bedenimden. Beni bir koza olarak kullanıp atmasına, tamamen ele geçirmesine iznim yok; en azından bu kadarına. Allah’ın bana biçtiği bir sarp yokuş var, eywallah!!! O “Ol” emrinde ya da kovulurken benim ilk prototipim cennetten -Ki aslında her gün her an hikaye kendini tekrar ediyor. Ben burada Adem’in Havva ile yediği elmaya dair bahsi okurken-yazarken bile, hem Adem-Havva hem de ben bilmem kaçıncı defa kovuluyoruz cennetten- pasiftim ve olan bitenin sadece nesnesi’dim. Ancak şimdiiii, kendini Allah veya Allah’ın yargı organı ya da herhangi bir iktidarın odağı sanan kütlesel kitle, bu Alien terli…

Neyse dağınık-sistematik düşünce biçimi olmayan birinci tekil şahıs, ne diyordu? Evet, Alien’ın kendisini bir koza gibi kullanmasına izin vermeyecekti/vermiyordu. Onların yabancılaşma denen şu süreçle, içine attığı her ne zıkkım var ise, bu bağlamda, bu habitusa göre bir şeye dönüştü. Ha ha ha… Evet kendiniz yarattınız bu alienı ( şu noktadan itibaren sözcük küçük harfle yazılacak, çağrışımı cuk oturduğu için de İngilizce olarak kalacak.). Evdeki hesap, bu öznede çarşıya uymadı ya da hem zehir hem de panzehir.

Haaaa ne demiştim, yukarıda bir yerlerde kulelerinizden bahsederken, işte tam oraya tehdit içeren bir boşluk bıraktım. Şimdi onu doldurma anı: alienım da bana benziyor benim alter-egom o, size karşı ürettiğim biyolojik silahım. O yüzden eğer, birinci tekil şahsın tanımladığı anlamda iyiyseniz, sorun yok, o zaman yolunuza çıkmayan derviş olurum. Yok eğer aksi’seniz, korkun; çünkü sizi alien-laştırmaya geleceğim!!! 

‘İbn-i Zerâbî’

(*) Yabancı burada İngilizcedeki Alien sözcüğünün karşılığında kullanılmıştır. Çeviri biraz komik oldu ama, John Lennon’ın da söylediği “Working-class hero” şarkısında böyle bir dize var: “… working class hero is something to be…” (işçi sınıfı kahramanı olunması gereken/ olunan bir şeydir.). Benim yabancım da (Metnin tamamında alien olarak geçecektir.), bir anlamda şarkıdaki işçi sınıfından çıkan kahramana benziyor: öyle doğulmuyor, olunuyor.

(Fotoğraf : Blackhawk..)