Archive for the ‘Yazar : ‘İbn-i Zerabi’’ Category

Özofagusuma Gülümserken…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kaç çeşit acı bilirsin? Acı gelince, Hüthüt Kuşu gibi omzunda belirince nereye gömersin kafanı? Sahi, gömer misin yoksa yorganın altına mı gizlersin? Kim demiş, ruhun acıları fiziksel acılardan daha kutsaldır diye? Yok, öyle bir şey… Yani, organsız bir bedende, herhangi bir hiyerarşik örgütlenme ve organizma yok… Organsız beden işte, yoğunluklar, uçuş çizgileri, akışlarla iç içe geçmiş, sarılıp sarmalanmış, kendine kapaklanmış sızmış içinde kalmış ya da kendinden yüzeye doğru boy vermiş, dal vermiş, yanmış, kül olmuş, bu masal da böyle bitmiş… Derken, bittiği anda, ibn-ül vakt belirmiş, masal yeniden başka bir boyutunda çokluğun başlamış.

 Portakalı soyup başucuna koyan çocuk, ilk acıyı yaşadığında, kollarında derman kalmamıştı. Tüm gücü, enerjisi, yaşama devam etme arzusu acısının içinde hapsolmuştu. Sonra devam etti, sonra hayat akıp gitti. Hayat zaten hep akışta, duran sensin, kalakalan sen. Baksana, rüzgâr, ağaçlar, böcekler, bulutlar vs. sonsuz akışın ritmiyle kol kola akıp gitmekte, esip geçmekteler… Her an, arz ile arşın unsurları yenilenerek izdivaç eylemekte, her izdivaçtan yeni tohumlar tevellüt etmekte. Senin ne farkın var ki, çınarın sırrını içinde saklayan tohumdan? Kimliğe gerek var mı veya bir soyadına veya çakı gibi dimdik bir kurumun çatısı altında himaye edilmeye? Doğada diyorum, o muhteşem sanat eserinde, yâ Hû yâ Xwûda, -ah Hollandalı tam da altını çizdiğin gibi, gülmüşlerdi sana, aforoz etmişlerdi seni di mi? – ne kavimler ne ırklar ne milletler var. Sadece sonsuz akışla hemhâl olmuş, bilinçle ya da bilinçsizce, yürüyen çokluklar var. Ya hoşnutlukla ya da perçemlerinden tutularak yürüyenler…

 Yalnız mısın, bir başına ve sahipsiz? En koyu yalnızlık seninki mi? Kimse yok mu etrafında, seni anlayan, seninle çatışan, sesine ses, bakışına bakış? Sahi, bu ümitsizlik mi? Yaşamak zaten, havf ve recâ arasında salınım değil mi?  Ya da belki ikisine de yolu göstermek. Yaşamım, mım, mım, mım… Oh my lord, hisarım ve kayam, yetimlerin olana hiçbir vakit uzatmadım elimi ben! Yaşamım işte, onu kurar ve yıkarım, tıpkı yüzüm gibi, bakışım gibi, “ne olduğum” ya da “ne olmadığım” çözülene kadar, çözer ve başka bir yerde onu yeniden kurarım.

 Yok Musa’yı beklemiyorum, hem şimdi Kızıl Deniz de çok uzakta, ama Fir’avun burada özofagusumda konuşlanmış durmakta boylu boyunca. Derwiş dedi, “Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz.” Bu sebepten zâil olana diyorum: “Düş yakamdan, ben fenâya gidiyorum!”

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : Kızıl Derwish…)

Sevgili Mikhael..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Mikhael,

 Melekler âleminde iyi bir yerin varmış, âlemde “baş melek” olarak biliniyormuşsun. Tüm bu tabiat olaylarından ve maddenin hareketinden sen sorumluymuşsun. Aslında seni okumuştum, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi kitaplarından, o nasıl bir ders ise? Hem ismi hem de içeriği, sorma gitsin, fena halde afallatıcı. Hani mesela, hatırlarım o derste kopya çeksen, içine şeytan girmiş oluyordu. Oysa ki, o hep oradaydı, bir yere girdiği ya da çıktığı yoktu. Neyse, şeytanım ve ben senin ismini ve görev tanımını o derste bellemiştik; ancak o kadardı.

 Şimdi, nereden düştüm aklına diye sorabilirsin, sor da hakkındır. Senin yaptığın işlerin büyük işler olduğunu düşünüyorum. Tamam, sonuçta bunun için yaratıldın; ancak farkında olunmak ve anımsanmak hakkındır diye düşünüyorum. Kıtlık, tufan, kasırga, deprem, doğanın dirilmesi-ölümü ve bilhassa maddenin hareketi… Bu ne muazzam bir durum değil mi Mikhael? Yani, hareketinden sorumlu olduğun madde arasında bir fert, bir birey olarak mesela ben de var mıyım? Ve eğer varsam, bu sadece cismimin hareketi mi yoksa ruhum da buna dâhil mi? Yoksa, aslında ikisi bir bütün mü, birbiriyle iç içe geçmiş, sarmaş dolaş olmuş? Bir de mesela, şimdi bir seçim yarışıdır gidiyor meydanda. Birileri yönetmeye aday, çoğunluk da yönetecek olanı seçmeye. Ben mesela, bunu bir problem olarak görmüyorum. Yani, benim yönetilmek gibi bir talebim veya böyle bir sorunum yok. Bu onların meselesi, onlar yönetmek istiyorlar, ama ben yönetilmek istemiyorum. İlla şart ise, ben oyumu senden yana kullansam ve mesela İncik Hanım Teyze’nin bahçesindeki çam ağacının dibine gömsem olur mu? Ve sen de mesela, eğer Rabbinden izin alabilirsen, âlemin sırlarından bir kuple, rüzgârla beraber kulağıma fısıldar mısın? Neyse, ekonomi-politik bir ilişkimiz olsun istemem, o sebepten kesiyorum bunu burada.

 Sevgili Mikhael, seninle konuşmak istediğim aslında şu “El-âlem” bahsi. Sosyal-psikolojinin kurucusu olarak kabul edilen, George Herbert Mead tarafından tanıtılan kavram ile “Generalized other” (Genelleştirilmiş öteki). Mead’de bu kavram, bireyin içine doğduğu toplumu ve bir parçası olduğu sosyal grupları merkeze alıyor. Birey, içinde bulunduğu toplumun veya sosyal grupların beklenti ve kabulleriyle uyumlu olarak davranış ve düşüncelerini şekillendiriyor ya da zamanla uygun bir kıvama getiriliyor. Genelleştirilmiş ötekinin ya da bizim deyişimizle, “el-âlemin” kabul ve beklentilerinin, bireyin davranış ve düşüncelerinde ne düzeyde etkili olduğu, çoklu genelleştirilmiş ötekilerin meydan savaşı vs., ciddi bir sosyo-psikolojik araştırma gerektiren, çok değişkenli bir denklem. Buna burada girmeyelim ve örnekle devam edelim.

 Örneğin, Halime Hanım’ı ele alalım. Hadi daha samimi olsun, Halime Teyze diyelim. Halime Teyze, yaşadığı mahallede yıllardır ya da kısa bir süredir oturmaktadır. Evinin bulunduğu mahalle de halen, sosyal ilişkilerin, geleneksel kalıplarla yürütüldüğü bir semttedir. Halime Teyze diyelim ki, çocukluğundan beri, insanlarla içli dışlı olmayı sevmeyen, kendi adasında hür ve özgür yaşamayı seven bir teyzemizdir. Komşular gelmek isteyince mazeret bulup kabul etmese, haber vermeden belirdiklerinde evde yokmuş gibi yapıp kapıyı açmasa, sokağa çıktığında canı istediğinde selam verip, istemediğinde vermese, fazla sürmez kısa bir süre sonra, mahalleli kadınlar oybirliğiyle Halime Teyze’yi, “Dengesiz, soğuk nevale, deli…vs.” ifadelerle yaftalarlar. Oysa mahallede oturanların hayata bakış açılarıyla, Halime Teyze’ninki tutmadığından, Halime Teyze boşa vakit harcamak istemiyor ve kendi kendine yeterek yalnızlığıyla bol güneşli günler geçiriyordur.

 “Cehennem başkalarıdır” der Sartre, doğru da söyler. “Sahi sen kimsin?” diye sorduğunda, ne kadarı senin, bizzat kendinin kendine dair öz-fikrin/kabulün? Yabancılaştırma ve yabancılaşma. El-âlem buna yarar işte, gelir kendini burnuna dayar, sana sormadan, belirli bir zamanda, belirli bir toplumsal ilişkiler ağında doğmuş olman yeterlidir. Gelir, dayar, ırzına geçer ve tohumlarını bırakır. Ondan sonra, ya uyumlusundur ya da bağımlı tutum. Almamak mümkün müdür, en başından “el-âlemin” emir ve yasaklarını? Ya da farkına vardığında, Musa gelip, Kızıldeniz’i yarar mı asası ile senin için? Ya da senden hem Musa hem İsrailoğlu hem de Fir’avun çıkar mı?

 İşte Mikhael böyle yani, Althusser’i bilir misin? Demişti ki sevgili Althusser, devletin ideolojik aygıtları. İşte bunlar vasıtasıyla, egemen ideoloji kendini yayar, nüfuz ettirir ve devam ettirirmiş. Bak şimdi mesela el-âlemin yanında, okul, medya vs. adı anılır mı? Egemen ideoloji, her daim sürekliliğini korumak istiyorsa, el-âlemin bilincini kontrol etsin. Haaaa tamam, zaten el-âlem bu yapılardan beslenerek oluşturmuyor mu her daim işleyen suni beklenti ve kabullerini? Her zaman değil ya da teknolojinin ve hayatımıza soktuğu bebelerinin bu kadar yaygın olduğu zamanlarda değildi en azından. O sebepten kültür enkazdır, kimse masal anlatmasın bu saatten sonra. Geleneksel vs. modern kültür, ikisine de eşit uzaklıktan bakmak. İkisi de yutulacak birer zoka son kertede.

 Tüm bu saydıklarımdan ötürü Mikhael, biliyorum ki BtŞ, el-âlemi pek umursamıyor. Ancak bu kim ne derse desin, kayıtsız kalıyor da demek değil. Bilakis, uzun kas yaparak, el-âleme doğrulduğu yerden indiriyor gövdesiyle. Çatışıyor, afallatıyor ve el-âlemin ablak suratında, yabancılaşmış/donmuş bir ifade oluşmasına neden oluyor. Bozguncu bitki, olacak o kadar.  BtŞ, öz-âlemine ayarlı… Yani, senin idaren altında her ne var ise, dağ, ağaç, dere, toprak…vs. O sebepten canım Mikhael, BtŞ’ye anlık bir ileti yolla. Örneğin, sırtında çekirdek kabuğu, yuvasına dönen karınca gelsin kulağına fısıldasın ya da sırtını dayadığı çınar ağacı, dallarını uzatarak sımsıkı sarılsın. Ne güzel, ne güzel…

 ‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Dünya…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili Dünya ,

Geçen gün , Musa’nın kitabına bakınıyordum. Mezmurlardan 71. bölüm açıldı elimde ve dilim bilhassa beşinci bölümü çok sevdi: “Çünkü ümidim sensin ya Rab Yehova / Gençliğimden beri güvendiğim sensin…” Bak işte, orada “Gençliğimden…” cümlesi var ya, işte o dostum Dünya, beni ziyadesiyle allak bullak ediyor; ancak olumlu anlamda. Mezmurlarda Rabden dayanılacak ve sığınılacak kaya ve hisar olarak bahsediliyor. Ve işte BtŞ bunu da seviyor sevgili Dünya… Rabbini kayada, hisarda, dağda ya da karanlık çölde gökte bulmayı seviyor…

Btş bugün bir de, o derin sıkıntı anlarından birini yaşarken, kulağına “healing the pain” gibi bir müzika ilişti. State Radio, söyleyen çocuklar, şarkının adı “Keepsake”. Sonunda bir yerde diyorlar ki, “You’re gonna keep my soul it was yours to have long ago” ( Ruhum sende kalacak, zaten uzun bir zaman önce senindi). BtŞ bütün gün bu dizeyi mıraldandı Dünya; çünkü sana iliştirilmiş hazır-yapım teneke kutulardan patlamak üzere. Topyek’ûn bir meteor çarpmasını falan özler durumda buluyor kendini sık sık. Ammawelakin, şarkının bu dizesi sonucu BtŞ, akşam evinde kendini elinde Tevrat’la oturur buldu. Doğru Mezmurlar’a gitti; bakındı ve 31. Mezmur’un 5. bölümü çelindi gözüne: “Ruhumu eline bırakıyorum / Ya Rab, hakikat Allah’ı, beni kurtardın…”

Ve işte bundan sebep Dünya, anladı bugün BtŞ ki, sen de en az fail olmayan fail kadar yersiz-yurtsuzsun ve hatta devasa bir organsız bedensin. Sonsuz sonlu sayıda çokluğa ev sahipliği yaptın hem de onları yersiz-yurtsuzlaştırdın. Ne çok enerji ne çok emek ne çok gözyaşı ne çok yorgunluk ne çok kahır… Bilmiyorum ama Dünya, BtŞ iyiden iyiye inanıyor artık biliyor musun? Neye mi? Senin tarafından emzirilmiş bozguncu çocuk olduğuna… Sen onun süt-annesisin, o sebepten seni çok seviyor. Bu onda kadim bir sevgi-hal yalnız. Araya giren onca kesintisaçmalıkacıyabancızırvalık onlardan ötürü soğudu aranız, mesafe kattınız ardaranıza. Aslında hiçbir zaman açılmadı ArAnız, sadece BtŞ’ye öyle geldi… Şimdi O, yanında duran birine dokunurken bile, garip bir hal hasıl oluyor. Nasıl mı? Şöyle ki…

Varlık, yokluğun zıddı değil sanki de ne? Hani yokluk dediğin kapsayıcı-kavrayıcı ve işte ona iliştirilmiş sonsuz sayıda, beş duyumuzla algıladığımız ve algılayamadığımız suretler var… Ahanda buradan çıkar işte, işrâkın efendisi! Işık yani nur dediğin melekûtun katındandır. O her yerdedir, ancak senin bilebildiğin kendi idrakin, kendi karanlığından arta kalan kadardır. Ammawelakin bu da basit bir toplama-çıkarma eylemi değildir. Yokluk da yok aslında, yokluk sandığın senin karanlığın… Aydınlanman ise, sezgisel, nedenyoksonuçvar… Hollandalı’yı anımsasana ya da İspanyol’u…

Sevgili sütannem Dünya, burada bahsi kessem kızmazsın di mi bana? Yine bir yarılma-eşik… Şimdi uzun uyusam ve bu aralıktan sadır olacak olan, yersizyurtsuzlaşsa ya bende sabah denilen vakte ulaşıncaya kadar! Bu arada, sen hakikat-oluşsun hatta …-oluşsun di mi sevgili sütannem? Hem merkezinde ve “O” hem de kıyısında ve “O” değil…

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çekirdek çıtlat, Sprite iç ve Gerçeklik bakın

 

 

 

 

 

 

 

 

Tam on yıl olmuş, on yıldır izlemeyi beklediğim filmler arasındaydı. 2001 yazında şehrimde gösterimdeydi; ama ben buralarda değildim. Gazetede okumuş, “tam bana göre” demiş; ama gitmemiştim. Müzikleri ve öyküsü Bono’ya aitti, bu da yeterli bir sebepti. İsmi de fena halde “loser”dı, bu da sebebi güçlendiren bir etkendi. Ancak gitmemiştim, sonrasında ise izlemek için hiçbir irade göstermedim. “Nasıl olsa bir şekilde gelir beni bulur” adlı listeme eklenenlerdendi. Geldi buldu, bu sabah izledim: “Million Dollar Hotel” nam-ı diğer “Sırlar Oteli.” Ha walla, izledim.

Kapitalizmin kurucu efendilerinin gerçeklik algılarına dair edilen laflar, yanılsama, hayat vb. naneli çikolata ferahlığı katıyordu filme; ancak ben artık 10 yıl yaşlanmıştım. O yüzden işte, çekirdek çıtlattım, limonlu gazoz sikletinde en sevdiğim Sprite gazozu içtim ve yine içimdeki kuyuya bilincimi daldırıp daldırıp çıkardım. Dışardan bir nevi ashab-ı kehf gibiyim, hareketsiz ve uyuşmuş; ancak içerde kaç çağı ve gerçekliği parçalıyorum pençelerimle bir bilsen. Neyse…

Filmdeki Yahudi iş adamının bir lafı vardı, dedi ki: “Ben ve insanlarım en az 60 ülkede her sabah yeni ve başka bir gerçeklik kurarız.” Ne güzel(!), gücün ve zekânın insana yaptırabilecekleri… Oyunun kurallarını koyan taraf olmak, kurallarını kendinin koymadığı oyunlarda bertaraf olmak… Ammawelakin Gandhi gibi seslenip, “I am not in” deyivermek bir çırpıda. Dünyanın çocuklarının inşa ettikleri ve koydukları kurallara biat etmiyorum wesselam, benden bu kadar. İki haftadır Deleuze elimde, “Bin Yayla”da ellerim kıç ceplerimde ayağımla toprağı eşeliyorum. Ve evet bunu düşündüm ilk kez, ben çekirdek çitlemiyorum, çekirdek ÇITLATIYORUM. Bu sözcük işte orada, bende “bir kalıp gerçeklik” satın alma çağrışımı yaptı. Evet, şu hani Hacı Şakir’in war ya banyo sabunları, beyaz ve lavanta kokulu, ben onları elleyince ya da koklayınca ya da öylesine tezgâha koyup baktıkça müthiş bir huzur ve dinginlik hissediyorum. Şimdi de işte o kalıp sabunlar gibi, bir kalıp, iki kalıp, üç kalıp vs. gerçeklik satın alıp, sonra hepsini kullanarak eritmek istiyorum. Gerçeklik-ler hakikat denilen ağır mevzunun üzerindeki örtüler gibi, aslında kimse “gerçekte” neyin nasıl olduğunu bilmiyor, tıpkı Charlie’nin Çikolata Fabrikası’ndaki gibi.

Şimdi gidiyorum, altı kalıp bir arada gerçekliklerden satın almaya. Unutmadan, Bono da İrlandalı bir derwiş aslında…

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nesimi yağmurlu asr vaktinde Küçük Ekabir’i anınca…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bahçıvan: Ey ağaç! Toprağını havalandırmasam, suyunu vermesem ne olurdu senin halin?

Etz Hahayim: “Rızkımı veren Hûdadır.  Kula minnet eylemem!”

Organsız beden, dün uyandı ve pencereden dışarı uzandı bakışları: “Bahar geldi” dedi. Bu eylem koklayarak iz sürme biçiminde gerçekleşti, her şey o anın içinde oldubitti. Dışardan gözlemleyenin bilgisi değildi bu, içerdendi, âlemin orta yerinden. O an orada ikilik ortaya çıktı; ancak gecenin gündüzü, gündüzün geceyi örttüğü gibi setrettiler birbirlerini. Ne nesne ne özne yoktu bundan sebep. Organsız beden “bahar-oluş” makamında, uzun kış uykusundan uyandı hayvanı, sersemliğini üzerinden atamadı onca zaman; ammawelakin önceki dirilişten kalan derisinden soyundu usul usul. Hem kaşındı hem uyukladı hem de soyundu.

İspanyol’da vardı bu bahis, içteki hayvanla özdeş olunca değişirmiş kişinin hali. Böyle biri bu hal üzere olup olmadığını şu iki ölçütle anlarmış: Birincisi, yürüyeni durur, duranı yürür, ayaktakini oturur vb. görmekmiş. İkincisiyse, mutlak bir suskunlukmuş. Halinden sual sorulsa böylesine, anlatmak istese de anlatamazmış, dipsiz kuyu gibi: helezonik lâl. Dile gelse konuşsa elbet, ağzından dökülecek olan “arkaik ses” olacaktır ki onu kim anlayacak şimdi? O sebepten konuşur konuşmasına; ancak kategorik-kabul insan bilmez ki tanımaz ki o sesi, desin ki hadi “konuştu.”

Keder ile neşe arasında salınım… Öyle mi? İnkâr yok, öyle elbette. Hollandalının işaret ettiği temel üç duygudan ikisi bunlar. Biri korkuyu, diğeri umudu besliyor. Ammawelakin organsız beden, ikisinden de azat olmaya namzet. Bu iki duygunun etki ettiğiyse, var olma ve eyleme gücü denilen arzu. OB, arzunun kendisi mi olmak istiyor yoksa arzuyla tamamen yok olmak ve başka bir durumda yeniden dirilmek mi istiyor? Bilmiyor, çünkü aklı artık ona uymuyor, yol göstermiyor. Âlemi koklayarak ve işiterek, kokular ve sesler aracılığıyla bilmenin eşiğinde. Mürşidiyse, kalbine değen, oraya konan ve göçen hakikat parçaları. İşte o zaman belki, İspanyol’a koydurulan ölçütler onda açığa çıkacak ve akıp gidecek âlemin her bir zerresinin arasından, ötesinden, yakınından vb. Yönü olmayan, başlangıcı ve sonu olmayan uçuş çizgileri ile kendi öz-haritasını kuracak. Öz-haritasında bir sırra dönüşecek ve özüne bile gayb olacak.

Yusufçuk, acıyla kopar vatanından. Yıllardır yollarda, gurbeti kendine vatan kılar.   “Oluş” ile halden hale geçer. Bir gün rüzgâra değer kanadı, bir gün ateşe, bir gün toprağa, otlara, böceklere… Varlık iddiası varsa da, kendini hissetmez muktedir.  O sebepten susar, işin sırrını bilmek için, suya temas etmek ister. Yol üstünde bir nehrin başında durur, suya dalar gözleri. Su değildir gördüğü, suya yansıyan özünün eksikliğidir. Ruhuna dalar, dalar… Kaç zaman kaç çağ geçer o suyun başında. Yusufçuk, o halde kaldıkça bilir gariptir, mutlak yoksul ve muhtaç olandır. Bu bilindikçe, ruhun kapıları aralanır, eşikten eşiğe bambaşka haller hâsıl olur. Sonra, insan zamanıyla bir gün, biri o nehrin başına gelir. Yanındaki tasını çıkarıp suyundan içer. Dizleri üzerinde dururken bir uyku çöker gözlerine. Dalar gider kendi içine. O sırada oradan Kalenderî bir derviş geçer. Bakar ki nehrin başı kalabalık. Nehri, nehir-oluş Yusufçuğu ve nehir-Yusufçuk oluş adamı görür, onlarla rizom oluşturur ve o hali yersiz-yurtsuzlaştırarak yerleştirmek için yola koyulur.

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu yol hakikate çıkar mı bayım?

“Linha de Passe” (Geçiş Çizgisi), 2008 yılı Brezilya yapımı bir film. Filmin başrol oyuncusu Sandra Corveloni, bu filmedeki rolü ile, 2008 Cannes Film Festivali’nde, en iyi kadın oyuncu ödülünü almış. Film, Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde geçiyor. Sanayi şehri olan Sao Paulo, nüfusunun çokluğu ile Güney Amerika’nın en büyük kenti. Ancak mesele bu değil, daha fazlası için google’a girilebilir. Asıl mesele, filme konu olan ana-reis ailenin, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden birinde yaşamaları ve basbayağı yoksulluk/yoksunluk içinde olmaları. Anne Cleuza’un farklı yaşlarda ve farklı erkeklerden olma 4 oğlu var. Beşinci çocuğuna hamile olan anne, kentin iyi semtlerinden birinde oturan, üst-orta sınıf bir ailenin hizmetçisi. Her gün, güneş ile beraber şehrin eteklerinde bulunan gece-kondusundan çıkıp, şehrin merkezine doğru yolculuk yapıyor. Cleuza için emeğin yeniden üretimi, kurulu bir saat gibi, mevcut sosyal sınıflar arasında, günlük sert iniş-çıkışlar ve merkezden çevreye geldiğinde, evine girmeden önce, köşedeki barda bir-iki bira içerek, futbol konuşmak demek.

 Film sıradan insanların, sıradan hayatlarını anlatıyor; ancak hayatlarına temas ederken mübalağa veya olduğundan trajik gösterme gibi tekniklere başvurulmamış. Bu nedenle, filmi izlerken, sık sık kendimi antropolog Oscar Lewis’in, “The Culture of Poverty” (Fakirlik Kültürü) mefhumuyla sahaya çıkmış bir sosyal araştırmacı gibi hissettim. Lewis’in, Meksika ve Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden ailelerle yaptığı derinlemesine görüşmelerinden ve katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği verileri üzerine kurduğu nosyonu, 1960’larda akademik alanda, yoksulluk tartışmalarında oldukça geniş bir yer tutmuştu. Sonrasında ise, yoksulluğun müsebbibi olarak kurbanın suçlanması (Blaming the victim) veya kuşaklararası geçiş özelliği taşıyan maddi yaşam biçiminden, bir kültür olarak bahsedilmesinin mümkün olup olmadığı türünden tartışmalarla, sosyal bilimin arşivlerine kaldırılmıştı. Ancak bugün, bilhassa Avrupa’da hem akademide hem de siyasette popülerleşen, “sosyal dışlanma” kavramı, yeni yoksulluk yaklaşımının temel unsurlarından biri olarak kabul ediliyor. Sosyal dışlanma, kuşaklararası geçiş özelliğine sahip yoksulluğu yoksunluk olarak ele alıyor. Bunu ilk defa bugünün teorisyenleri söylemiyor elbette. Tanım-tespitin babası,  bir antropolog olan Lewis’dir. Sosyo-ekonomik bir olgu olan yoksulluğun, kuşaktan kuşağa aktarıldığını ve bu bağlamda bir kültür olarak da ele alınabileceğini söyleyen ilk defa kendisi olmuştur. Neyse… Bana ilginç gelen nokta ise, filmdeki ailenin yaşantısının, davranış örüntülerinin vs. Lewis’in “fakirlik kültürü”nün içerdiği önermelerle birebir örtüşmesi oldu. Şimdi ben bu iki noktadan hareketle, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinde yaşayan çoğunluğun yaşamlarının benzer örüntülere sahip olduğunu iddia edebilir miyim? Yönetmenin, senaristin ve antropologun oraya has “gerçeklik” hususunda sundukları verilerin uyuşması, bana oranın ve mekânsal olarak oraya ait her bir çoğulluğun gerçekliğini yeterince açık etmiş midir? Her şey mümkün…

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden kalanlar:

–          Tıpkı sabah duası veya namazı gibi bir ritüel formunda, annenin, her sabah mutfağının tıkalı lavabosunu dolduran pis suyu temizlemek için lavaboyu açmaya çalışması. Sonrasında ise, üst-orta sınıf ailenin, tıkanmayan lavabolu lüks banyosunu temizlemeye gitmesi.

–          Çocuklardan her birinin farklı bir çıkışı, içinde bulundukları çukurdan yırtma yolunu zorlaması. Birincisi, yaşı geçmesine rağmen, iyi bir futbol takımına seçilmeyi zorluyor; ikincisi, kolay yoldan para kazanmayı deniyor (Motosikletle, kırmızı ışıkta bekleyen arabaların yanlarında duruyorlar. Arkadaki arkadaşı, belirledikleri arabanın camını kırıyor ve çantayı alıp kaçıyorlar.); üçüncüsü ise benzincide pompacılık yapıyor; mahalledeki kiliseye devam ediyor ve İsa’ya tutunarak, nesnel koşullarının sert ve soğuk etkisini uyuşturmaya çalışıyor ve son olarak, annenin beraber olduğu bir otobüs şoföründen olan en küçük oğlan, bütün gün otobüslerde vakit geçirerek, kendisi gibi siyah tenli babasını arıyor.

–          Anne, bir gün hizmetçilik yaptığı evde ütü yaparken, evin oğlunun pantolonunun cebinde 20 Peso buluyor. Evin hanımına, parayı bulduğunu söylemeden önce, bir sigara yakıp, bir süreliğine, bir yandan eliyle buruşmuş paraları düzeltirken, diğer yandan paraya yönelmiş uzun bir dalgınlık yapıyor. 20 Peso evin oğlu için, cepte unutulmuş az bir para, ancak bizim oğlanların annesi için, akşam yemeğini zahmetsiz çıkarmak demek.

–          Arabalardan çanta çalarak, derdi maişetini savan oğlanın, bir gün işleri yolunda gitmiyor. Bir dizi aksilik sonrası, bir adama silahını doğrultuyor ve adama cipini o dur deyinceye kadar sürmesini söylüyor. Açık bir arazide duruyorlar, cipin sahibi oğlanın yüzüne bakmadan, ne istiyorsa almasını ve onu öldürmemesini yalvarıyor, tıpkı eliyle tepesine üşüşmüş bir sineği savar gibi. Bizim oğlan, tetiği doğrultuyor ve “bak” diyor, “yüzüme bak.” Göz göze geliyorlar… Bu genel bir tutum herhalde, nedense, farklı sosyo-ekonomik gerçeklikler bir arada bulunmak durumunda kaldıklarında, “üsttekiler” ısrarla “alttakileri” yok sayma, görmezden gelme veya bir masa ya da bir sandalye gibi araçsallaştırma eğiliminde oluyorlar. Sonra, sınıfı yukarı doğru atlayan çoğunluk da, bir zamanlar olduğu şeye karşı aynı kayıtsızlığı gösteriyor. Peki ya, bir gün o üsttekiler, alttakilerin yaşam alanlarında sıkışıp kalırlarsa ne olur, hem de şöyle dört başı mağrur bir gettoda? Dogville bu, ister üst ister alt fark etmez, her kesimden sınırsız ve sayısız müdavimi vardır ve elbette, faşizmle, yalan ve sahte ile beslenir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

–          Son olarak ise, benzincide pompacılık yapan, İsa-sever oğlanın hali. Başta, pompacı oğlan kendisine, olumsuz ve kısıtlayıcı nesnel koşullarına karşı bir dayanak noktası olması umuduyla, merkezin ve egemenin kilisesinin İsa’sına sığınıyor. Yoksulluğunu üzerinden, zenginleşerek çıkarmak gibi açık bir niyet yok ortada. Daha çok, “Din, halkın afyonudur.” önermesi tecelli ediyor. Sonra, ne olursa oluyor, bizim oğlan bakıyor, engelli bir kadın, bir ayin sırasında, “İsa’nın mucizesi” olarak yürümesi telkin edilirken mesela, yürüyemiyor. Rahip, hemen “inanç” diyor, “yeterince inanmamız lazım.” Yok ya, hadi bakalım, kurbanı suçlama mekanizması burada da devreye giriyor. Ya bana inanmayan İsa’nın kendisiyse ya da İsa ile benim aramda, bu şekilde formüle edilen bir ilişki yoksa aslında… Ve siz sayın bayım/rahip, merkezden/egemenden beslenen söyleminizle, bana gerçek yaşam koşullarımla veya gerçeklikle aramdaki ilişkiye dair yanlış/çarpıtılmış bir tasavvuru dayatıyorsanız, hem farkında olmaksızınolarak hem de sürekli olarak “hakikat” sözcüğünüzle ruhumu iğdiş ederek? Neyse… Pompacı oğlan, bu arada parasını çalan kardeşi, parasını kardeşine çaldırdığına inanmayan patronunun onu işten kovması ile kırılma noktasına ulaşıyor ve bunu patronunu döverek deklare ediyor. Günün sonunda “yolu kaybediyor”; ertesi günün sabahında, yolu tekrar kilisenin İsa’sı ile kesişiyor ve topluca iştirak edilen nehirde vaftiz eyleminden sonra cemaatten kopuyor. O bir gecenin sonunda, pompacı oğlan aydınlanıyor, kafası karışık ama olsun. Tek başına ağaçların arasında, patika yolu takip ederken, “Yürü, sadece yürü” diye tekrarlıyor kendi kendine, tıpkı Bab’Aziz gibi, çünkü henüz bilmiyor: “Yürü! Yürüyenler yollarını bulacaktır. Sadece yolda olmak yeterlidir!”

 Bu filmin ardından, Kurosawa’nın “Rashomon”unu ve Sidney Lumet’nin “12 Angry Men”ini (12 Kızgın Adam) izledim. Böylelikle bir kez daha gördüm ki, sevdiklerim bizzat gerçeklik, gerçeklik eleştirisi ve gerçekliğin sorgulanması üzerine olanlar. Her iki filmden de kalan şu ki, gerçek ya da gerçeklik dediğimiz, nereden bakıyorsak oraya göre değişiyor, tıpkı Marx’ın sözü gibi: “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.” Ammawelakin nereden bakarsak bakalım yine de biz onu kuşatamıyoruz, tıpkı “12 Kızgın Adam” filmindeki Henry Fonda’nın oynadığı karakterin ağzından döküldüğü gibi: “Olayı nereye çekerseniz çekin, önyargı gerçeği hep saklar. Gerçek ne sahiden bilmiyorum? Kimsenin gerçekten bilebileceğini de sanmıyorum.” Sonu olmasa da, durum hep bilinemezlikten yana olsa da, yapılabilecek tek şey, gerçekle aramızda her ne var ise, önyargı, çıkar, kabul, acı vs. yıkarak yürümeye devam etmektir belki de. Belki de, Rashomon’daki siyah cüppeli karakterin dediği gibi: “Hayır, ben insanlığa inanıyorum. Dünyanın cehenneme dönmesini istemiyorum.” Son iyi insan da yeryüzünden silininceye dek, insanlığa olan inancı diri tutmaya çalışmaktır. Bilmem, belki de?

 ‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sewgili sus-kûn susku,

İnsan dediğin pek de mühim bir mewzu değilmiş. Anladım eylemi gibi bir eyramla bitirmek isterdim, ama bu mümkün değil. Bu “bilinen” bir şey, ancak bilinen sözcüğünün ilk çağrıştırdığı, “herkesin haberdar olduğu, genel geçer bilgi” anlamında değil. Yani? Yani, bu bilinen, “Bu bilgi bana bilindi.” cümlesindeki, “bilindi” sözcüğünün karşılığı. Birinci tekil şahıs burada, bağımsız bir özne olarak hareket eden bilginin, kendini görünür kıldığı, kendinde örtüsünü kaldırdığı nesne durumunda. Ya da belki ikisi de değil, sadece ek fiil, sadece kafası karışmış o kadar. Belki de o kadar sıkılmıştır ki, isimden yapılma yüklemleri pekiştirmekten, biraz da nesne veya özne –imiş gibi yapayım demiştir. Bak yine de son derece gerçekçi ve ayakları yere basıyor, en azından müstakil olarak bir eylem bildirmeye kalkmıyor. Haddini biliyor yani. Belki de bu yüzden bu kadar zorlanması, bir kara parçasının üzerinde durmak mewzu bahis olduğunda.

Birinci tekil şahıs, sıklıkla nimetleri acılaştıran ölümü düşünüyor. Ancak kurumsallaşmış bir yola girmiş, bir yolun memur-derwişi gibi değil. Râbıtâ-ül mevt değil yani yaptığı. Önce otur sessiz, sakin ve karanlık. Sonra düşün ölmüşsün ve bedenini yıkıyorlar, sonra da seni toprağa iade ediyorlar. Aman çok ürktüm, çok ibret aldım ve ne yapsam ne etsem diyerek kendimi oradan oraya vurdum. Ahanda hiçlik duygusu, kopkoyu karanlık gece ve tepemizde akbabalar. “So what” makamı, eğer duman olup dolduysa her bir zerrene, her anın ölüm… Ölümle bağlantı kurmak niye? “Ölüm, alo ölüm, orada mısın? Karnım tok, sırtım pek, en son ev için bir finans kurumundan caiz kredi de aldım. Hazırım yani sana, gel ölüm kur rabıta bana!”

Here comes the death…

“Hey sen, oradaki saçmalık, ne sanıyorsun sen kendini yaw?! Sırf senin için kaç zaman, kaç çağ, kaç ihtilal aştım, ama bak gördüğün gibi buradayım. Kaç firavunun, kaç Belkıs’ın, kaç jakobenin, kaç burjuvanın, kaç kasap karısının, kaç müminin, kaç asi rüzgarın vs. canlarını aldım, melekûtun zamanıyla. Hiçlik… Çoğunun gözlerine son anda, o son an-da çöktü. Bilir misin ne zordur, bir insanın kalbinin dolduğunu ve bu dolmuş olmaklıktan ötürü kanadığını görmek? Bu bak işte, en acı hem de en saçma ölüm nedeni. O yüzden durma orada, salınıp durma eşikte, hadi sal, sal, salınım kendini boşluğa. Bak hazır pabuçları da çıkarmaya meyletmişsin… Hadisene!”

İyi mi ölümü de kızdırdık, hay ben benin! Şimdi ne demeye çalışıyorum? Walla bunu ben de bilmiyorum. Ancak şu an burada aklıma, Paul Auster’ın senaryosuydu herhalde. Başrollerinde, Harvey Keitel ve William Hurt vardı… Smoke, evet o filmin bir sahnesi geldi. Şimdi yazar olan Hurt, tütüncü dükkanının sahibi Keitel’a bir hikaye anlatıyor. Adamın biri, Everest mi ne bir dağa tırmanıyor, tepeleme kar ve soğuk. Ammawelakin, donarak ölüyor. Sonra oğlu, yıllar geçiyor ve büyüyor. Babasının sırrı olan her insan teki gibi, aynı yoldan gidiyor, maksat babanın yarım bıraktığını tamamlamak ve bağı korumak, hıfz-ül konneksiyon. Neyse, oğulun tırmanışı da çetin, bir akşam bir noktada konaklıyor, geceyi geçirmek için. Ateş yakıyor ve bir süre sonra ateşin olduğu yerdeki karlar eriyor. Peki ortaya ne çıkıyor? Aynen… Babanın çok iyi koşullarda korunmuş, bozulmamış sureti. Oğlan hayrete düşüyor, sevinse mi üzülse mi, yoksa ne? Bakıyor babasına, kendisinin o gün olduğu yaştan daha genç duruyor karşısında.

Offff offfff, işte bu hikaye hep daraltır, yırtar benim kalbimi… Sonra kapılarımı dünyevileşmiş dünyanın üzerine örtüp, kendimi âleme bırakasım gelir. Nehir-oluş: balıklar yese ya beni; çöl-oluş: akbabalar deşse ya gözlerimi; orman-oluş ayılar parçalasa ya gülüşümü….sonra ben dağılsam dört bir yana da, su-olup, toprak-olup, taş-olup, ağaç-olup yaşasam ya dünyanın ölümüne dek…

İbn-i Zerâbî

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NeHrİn AşAğI kIsMıNdA…

Yaşamın felsefesi eksik… Elbette felsefi sorgulamanın eksik olduğu yerde praksisten de söz açmak nâanlam. Meslek edindirme yüksek kurumlarından her mezun olan, kendi kürsüsünden, kendi kürsüsü dediğim, kendi gerçekliği-hab’itusundan doğrultarak başını şöyle kahraman bir anti-kahraman edasında tiradlar atıyor. Herkes çok biliyor maşallah, herkes hakikate vakıf, herkesin çıkarımı en sahih olan. Biz “türdeş kurtçuklara”, “hayatın anlamı, türdeş bir kurtçuğun sorumlulukları vs.” üzerine atıp tutuyorlar. Daha doğar doğmaz başlıyor yaftalama süreci, aslında öncesinden. Daha sen gelmeden, bir özne olarak belirlenen senin, bir ismin oluyor. İsmin, toplumsala adımını attığında, diğerlerinin seni tanımlamalarını ve sınıflandırmalarını kolaylaştırıyor. Diğerlerinin kafasında oluşan “sen” fikri, senin somut varlığından daha güçlü, daha etkili bir hal. O sebepten adın 10’a çıksa 9’a indirmen neredeyse imkânsız. Hem artık bu kimin umrunda ki? Yüzde yüz Dogville müridi isen, ne kadar kötü yaparsan yap farketmez, cennetin kapıları hiçbir zaman üzerine kapanmaz. Neyse…

Fark ettin değil mi, kimlik denilen o ucube kavram üzerinden kavramsallaştırıyorlar varlığını, o noktada sömürgeleştirildiğin yerden kafanı kaldırıp, yumruğu çakmazsan karşındakine, bu her kim olursa olsun, anan-baban bile… Bil ki işin bitmiştir artık, yıka ve göm kendini. Sen artık bir oluş değilsin, basbayağı bir yapısın işte. Öncesi ve sonrası olan, her şeyi son derece tahmin edilebilir ve kontrol edilebilir, saat gibi kesintisiz işleyen bir makine. Ve sen böyle işlerken ne kolaydır senin üremen/yeniden üremen… Karşılaşarak, çatışarak, bütünleşerek ve sonra ayrışarak çoğalmadığın için, Durkheim’in mekanik dayanışması anlatılırken kullanılan solucan gibi, bölünerek çoğalırsın. Çoğalman bu sebepten, fazladan bir enerji ve kafatası kemiğinin gerilimini içeren bir eylem değil. Şanslısın diyemeyeceğim az hareket eylediğin için, çünkü baksana haline obezsin! Ancak mutlusun değil mi, çünkü keyfin yerinde, ne akarsın ne de kokarsın. Neyse…

Bu arada ideoloji deyiverince, insanların çoğunun aklına, en somut anlamında siyasi ideolojiler geliyor ya, hani sonradan edinilen ve bir seçim olan(?), ben hâlâ alışamadım buna. Hem artık bıraktım da galiba, doğdukları andan hatta öncesinden böyle bir zarla çevrili oldukları gerçeğine dikkatlerini çekmeye çalışmaktan. Evet burada birinci tekil şahıs kendini yüceltmekte, ancak bu da bir mesele ise eğer, tamamen kendisiyle arasında olduğundan, onaylanma ihtiyacı hissetmemekte. Neyse…

Seni tanımlar ve sayısallaştırırlar. Sanki sen tanımlanınca ve numaralandırılınca, anlaşılman mümkünmüş gibi. Ancak seni anlamak, onların problemi değil zaten. Amaçları, senin üzerinden ha babam de babam politikalar, milli gelir, mutlu gezegen endeksi vs. üretmek; savaş, tehcir veya soykırım kararları vermektir. Varlığını reddetmek ve onaylamak için, rahipleri, imamları veya hahamları vardır. Her nerede, hangi devir, coğrafya vs. ortaya çıkarlarsa çıksınlar, mevcut din ve öğretileri, egemenin dini haline getirmek onların en ustalıkla yaptıkları iştir. Allah’ın bir numaralı yargı organı olarak hareket ederler ve kutsalı araçsallaştırarak, Süleyman’ın Tapınağını, Mescid-ül Haram’ı veya Mescid-ül Aksa’yı, yetimlerin kanlarıyla sular, yoksulların etlerinden kendilerine muazzam ziyafet sofraları kurarlar… Sen bakarsın, onlarla aynı dine, millete, etnik topluluğa vs. dâhil edilmişsindir; ancak “fark etmen” çoğu zaman imkânsızdır. Çünkü sudaki balıksındır, gördüklerin apaçık ve olması gereken veya böyle gelmiş böyle giderdir. Kutsal kayaların üzerlerini, görkemli tapınaklarla kapatırlar ve tanrının adını konforla, statükoyla, maddi zenginlikle aynı düzlemde anarlar.  Kullandığın dile dön bak, en başından senin aynı varlığa itaat veya muhalefet etmen için inşa edilmiş… Mülk, hüküm ve din göklere ait değil, bizzat yeryüzünün tanrılarına ait. Onlara muhalefet ederken de itaat etmekten çok da farklı bir şey yapmıyorsun. Emir ve buyruk nereden gelirse gelsin, onu tanımamak ve almamak gibi bir tutumun oldu mu hiç bugüne kadar? Ama biliyorum, Brahim şu an Dogville yolunda elinde baltası ile yaklaşmakta ve o asr vaktinde tek bir put kalmayacak yeryüzünde.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı kültür senin yuttuğun/sana yutturulan en büyük zoka. İkinci doğan, sanki en saf ve en temiz halinmiş gibi giydirildi sana doğumundan itibaren. Nereye gidersen git, hiçbir zaman düşünmenin, kafa atmanın, gerilimin esas olduğu öğretilmedi ve sen bunu yapacak alet edevat ile donatılmadın. Zavallı küçük kurtçuk, mesele Mescid-ül Haram’ı Mescid-ül Aksa’ya, Orta Doğu’yu Amerika’ya, Batı’yı Doğu’ya tercih etmende değil. Asıl mesele, dünyanın tamamına, kafanile gözünile kırık ve naif gövdenile bodoslama dalabilmende… Korkusuz, statükosuz, isimsiz bir organsız beden olarak.

Bu yazıya başlarken Walter Benjamin aklımda yoktu; ancak gidişatı sırasında düşüverdi aklıma ve ben tam da Benjamin’in kültür kavramsallaştırmasının etrafında dolandığımı gördüm. Benjamin’e göre, kültür babadan oğula aktarılacak bir zenginlik değil, aksine bir enkazdır. Bu enkazdan kurtarılabilecek tek şey ise oraya buraya savrulmuş parçalardır. O, kültürün sürekliliğini sağlayan unsurların değil, ışığı sönmekte ve kenarda kalmış olan parçaların perwanesidir. Buradan baktığımda, kültürü korumaya çalışanların (ister modern ister geleneksel hiç fark etmez) en büyük muhafazakârlar; hangi aileden veya hangi taraftan –ezen veya ezilen- olurlarsa olsunlar, bir zamanlar içinde oldukları kültürü “o” kültür haline getiren, baskıcı ve zalim iktidarların sadık muhafaza edici varisleri olduklarını düşünüyorum.

Ben bunu düşünüyorum; ancak sen bilmiyorsun: Dogville yüzünü yıkarken, sıcak ve leş gibi kokan bir asr vaktinde Brahim şehre inecek…

‘İbn-i Zerâbî’

Dostum İbn-i Spinoza’nın nam-ı diğer Ulus Baker’in anısı

“Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?”

Mataramda Tuzlu Su / İsmet Özel

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dostum İbn-i Spinoza’nın nam-ı diğer Ulus Baker’in anısı 

 Aslında yukarıdaki dizeler yerine, İsmet Özel’in bir başka şiirinden alıntı yapacaktım; ancak 3-4 gündür, Özel tarafından yapılmış bu tespit, kafamın içinde dönüp duruyordu, ben de onu yazdım. Hoş, zaten tessorunun kendisi de bizzat, hâlihazırda içinde olduğum bağlamla ilintili olarak, örtüsünden soyundu: “Sen ey yalnızlığına bürünmüş olan!”

 Neyse… Hemen, şimdi unutmadan o başka şiirden yazılması düşünülmüş, ancak yazılmamış olanı da yazayım: “…kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda…”

 O çocuklar işte, onlar önceden belirlenmiş, ama kendilerine ancak yaşadıklarında bilinecek olan yaralarını taşımak için doğmuşlardı. Ammawelakin, hayatları boyu, sadece kendi, tek ve biricik yaralarını taşımakla kalmamış, oradan bir de “sarp yokuş” yaparak, cennetten kovulmuş, dünyada olmanın acısını, bilinçle karşılamaya mahkum etmişlerdi kendilerini. Şimdi artık var mı bir sözü olan? Sewgili bilinç, kendisi bizzat ademin, ilk insanın yediği elmadır. Bu çocuklar o elmayı, büyücü üvey annesi tarafından kandırılmış Pamuk Prenses gibi yemediler, bizzat kendileri zihinlerini o uçsuz bucaksız çöle savurdular. Karanlık, yalnız ve mekanik çözülmesi bol bir çöle dönüşmek… Çöl-oluş, hem çölsündür hem de değilsindir: “Sewgili lordum, beynim acıyor. Şimdi burada bir kurt-adama dönüşmek istiyorum!”

 İki haftadır elimden düşmedi Ulus Baker’in ‘korotonomedya.net’ sitesinde bulunan yazılarının bir kısmının derlenip toparlanarak oturmasından oluşan kitabı, “Yüzeybilim Fragmanlar”. Hoş kitap, 2009’da Baker’in ölümünden sonra yayınlandı. Tarafımdan 2010’un ilk aylarında alındı; ancak masamda bir yıl boyunca benimle oturdu. Bilgisayardan başımı her kaldırdığımda, kitabın ön kapağını oluşturan, Ulus Baker’in Eymir Gölü’nde çekildiğini varsaydığım fotoğrafı ile göz göze geldim. Aramızdaki kurbiyet böyle mi oluştu? Yok. Öncesi var; ancak bu benim açımdan bilince bir çentik atılması gibi bir şeydi. İlk karşılaşmam, üniversitede bölümdeki ilk yılımdadır. Intro derslerinden birinin hocası gelmemişti ve Ulus Hoca onun yerine gelip bize Spinoza anlatmıştı. Aklımda kalan tek cümle: “Evet Spinoza, bizzat bir tanrıtanımaz olarak yaftalanmasına rağmen, evrenin başlangıcını açıklamak için bir tanrı fikrine ihtiyaç duymuştur.” ‘Eywallah’ deyip atmıştım, zihnimin iç cebine. Çünkü benim boğazıma çöken, nefes almamı zorlaştıran “küçük burjuva” kanamalarım vardı (Cezmi Ersöz girdi içime herhalde Hayy bin Ortodoks Marxist!). Ha nerede kalmıştık? Meğer ötesi sarp yokuş-muş ve Baker bizzat kendisi, sarp yok-oluş evresindeymiş.

 Evet, o ilk karşılaşmada Baker’den bana bir de, selobantile tutturulmuş gözlüğü, çamaşır suyu lekeleriyle bezenmiş pantolonu, sigaradan sararmış parmakları ve o muazzam dalgınlığı kalmıştı… Neyse, şimdi hemhal olduğum fikirleri üzerinden Baker’i dışsallaştırarak analiz edecek değilim. Böyle bir şey olsa olsa gerzeklik olur. Ben ancak self-refleksif bir “Baker balı” yapabilirim. Spinoza ve Deleuze’den Gabriel Tarde’a geniş bir kurbiyet listesini içeren metinlerden aktaracaklarım, bana geçenlerin geriye bıraktıklarıdır. Baker’in bendeki yansısıdır. Beni Baker’e çeken, -kibir sahibi büyük aktarıcılardan hayatta hazzetmem, beni eve götüreceklerini söyleseler dahi, arkama bile bakmadan önümdeki uçurumdan salarım kendimi aşağı- aramızdaki kadim bağdan ziyade, onun mevzuları ele alışındaki samimiyeti, gerçekliği ve naifliği oldu. O bir şey söylemiyordu, onda anlattığı her şey bir eyramdı, praksisti. Damağıma değen, sarp yok-oluşu tırmanan bir derwişin “oluş”larıydı. Lafı uzatmayayım…

 Ewwela, “Rizom” (köksap) ne olduğundan bahsederken Baker (Deleuze’ün mefhumlarından biridir), Afrika orkidesi ve eşek arısı örneğini verir:

 ‘Birbirleriyle alıp verecek hiçbir şeyleri olmayan iki varlığın paralel olmayan evrimi.’ Orkide ile bal vermez eşek arısının ilginç bir serüveni var. Afrika orkidesi belli bir mevsimde, eşek arısının üreme organına benzer bir organ geliştirir kendi bedeninde. Öyleyse yalnızca bir ‘imge’den, eşek arısı organının bir ‘resmi’nden ibarettir. Diyelim ki, orkide kendinden kopmuş, bununla başka bir ülkede ‘yersiz-yurtsuzlaşmış’tır. Oysa bunu gören ilk eşek arısı gelip bu imge üzerine konar. Konar-göçerlik terimleriyle ifade edersek, orada yerleşir. Ama unutmamalı ki eşek arısı aynı zamanda ‘yersizyurtsuzlaşmış’tır. Basitçe orkidenin üreme aygıtının bir parçası haline gelmiştir. Ama kaçınılmaz bir şekilde, üzerine konup kalktığı orkideyi de kondurmuş, yerleştirmiştir; çünkü onun tohumlarını çok uzak bir yerlerde, farkında olmadan ekecektir (Baker, 2009: 357-8).

 Buradan hareketle, tüm hikâye “rizom” üzerinden okunabilir. Yaptığım Baker okuması bir rizom okumadır. Ben Afrika orkidesine konmuş eşek arısıydım, o da orkide. İki farklı çoğulluk olarak paralel olmayan bir evrim yaşandı. Akışımın bu anında, Baker’den, benden olana eş bir koku, tat vs. çıktı ve ben ona kondum/konuşlandım. Yersiz-yurtsuz mutsuz bilince yerleşerek, yersiz-yurtsuzlaştım. İbn-ül vakt, “Vakit tamam” dediğinde de, tohumlarımı yüklenmiş olarak, onları yerleştirmek üzere tekrar yersiz-yurtsuzlaştım….mı? Henüz değil. Yani, bu rizom hikâyesi saçaklıdır. Hem orkide hem de eşek arısısındır ve bazen de salt eşek-eşik.

 Dostum Baker – the organsız beden, Virginia Woolf’a, Bayan Dalloway kıyılarından vururken: “… Artık orada ‘fark edilmez’ kılar kendini. Kendini, bedenini ‘fark edilmez kılmak’ Virginia’nın esas sorunudur. İnsanın manzaralaşması (a.g.e, s. 377)” şerhini düşer heyecanla. Aslında bu, şerh düştüğü bizzat kendisidir, orkideye konmuş eşek arısı. Onun ölümü -görünür neden, aşırı alkol tüketimine bağlı karaciğer yetmezliği- üzerine düşündüm, rizom okumamın bittiği gece. Baktım ki, aklım kendisinin ısrarla üzerinde durduğu, Sartre’a ait bir nosyon tarafından çelinip duruluyor, yok bariz aklıma çelme takılıyor… Evreka! Tabi ya, tabi ya, “PRATICO-INERTE”! Baker, önce çevirisinin yanında olmadığını söyleyerek bunu, “Pratikte Ölüm” olarak tanımlıyor ve devam ediyor: “… pratico-inerte, en yalın anlamında, ne yapıyor olursanız olun, pratik faaliyetinize direnen ‘madde’ demek. Inertia, yani eylemsizlik. Yani bir malzemeyle bir şeyler yapmak, bir amaç gerçekleştirmek için uğraşmaktasınız, oysa orada bunu gerçekleştirmeye direnen asgari bir unsur var (a.g.e., 288).”

Şimdi yukarıdaki paragrafı tutun aklınızda, buradan konuşlandığım yerden topladığım edebiyat ve dil ile ilgili son tohumlara geçelim. “Manifesto” başlıklı metinde, dille ilintili tesisyanlarını sıralar Baker. İkisine burnumuzu sokalım, yukarıdaki paragrafla ilintilendirerek:

Dil, gündelik yaşamla ve iletişimle, duyguların ve düşüncelerin ifadesiyle vb. ilgili olmaktan önce büyük kamu çalışmaları ile ilgilidir: Onsuz nasıl dev piramitler için kölelere taş taşıtılabilir, balıkçılar nasıl dev balıkları denizden çıkarabilirlerdi? Anlaşılıyor ki dilin temel birimleri güzel ve şiirsel retoriğin alanından çok şu tür basit tümcelerdir: ‘Hazır?’, ‘Evet’, ‘Haydi başla!’

Dil hayatı anlatmaz… Daha da önemlisi, hayat değildir, hayatın parçası da değildir. O hayata buyruklar yağdırır. Hayat ise konuşmaz, bekler…

… Bütün bunlar dilin kökeninde yer alan tekinsiz bir güç istemini gözden saklamamalı: Buyruk alan varlık olarak insan (her hayvan gibi) ‘özgürlük’ adını verdiği şu yanılsama kompleksini bile bizzat buyruğa borçludur; doğada ve eylemlerin düzenlenişi alanında ‘özgürlük’ bulamadıkça dile sığınacaktır –yine de yepyeni ve daha budalaca bir yanılsamayla birlikte: buyruğa uymayabilirim, bu benim özgürlüğümdür… Oysa özgürlük açısından önemli olan buyruğu alıp ona uymamak değil (Buraya bir Simmel notu düşülebilir der İbn-i Zerâbî: Tahakküm ve itaat-muhalefet), buyruğu hiç almamaktır… Bundan daha derin bir siyasal özgürlük öğretisi tanımıyorum! (a.g.e, 482-5).

Bu iki düzlemden hareketle, dostum İbn-i Spinoza nam-ı diğer Baker hakkında şunu düşünmek eyledim: Baker, dünyaya düşüşü, yaşamı ve ölümü ile “Pratico-inerte”idi ve bu onda praksisti. İbn-i Spinoza’nın bedeninde taşıdığı yara; dille dayatılan, kimden gelirse gelsin her türlü buyruğu hiç almadan, organsız beden olarak, kendini seyreden manzara olarak, dışındakilerin dayattıkları kendi hakkındaki tasavvurlara, kimliklere ve projelere ölümüne direnmekti… ve bu onda var-oluş bunalımı, uyanışı gibi yaşamı araçsallaştıran bir hal değil, bizzat yaşam, hayat oluştu. Tıpkı İsmet Özel’in şu dizelerindeki şehwetşefkat gibi: “Yüzüme bak/ve yüzümü hırpala/yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak/sen/her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat/yaban, diri memelerinden ısırmak/dudaklarındaki tuzu dudaklarıma almak için/çok oldu tepelere vurdum kendimi/bulutlara karıştım ve karanlık kahvelerde/tıraşı uzamış adamlardan/huylarını öğrendim senin.”

Bu yazıyı okurken/okuduktan sonra dilerseniz bandista’dan, Baker için yazılmış olan “her şeyin şarkısı”nı dinleyin. Biliyorum gitme vakti, bu yazı, dostum İbn-i Spinoza’nın dostu Deleuze, kendisini “pencere-dışladı”ktan sonra yazdığı metinde dediği gibi, “ onun anısına değil, onun anısı.” Tamam, tekrar tamam, son bir koku, son bir tat belki ha?

Tamam, gidiyorum…

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir akşam Tom ve Tracy ile tek başına…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir akşam Tom ve Tracy ile tek başına…

Yeryüzüne ilk ayak bastığım andan itibaren benimlesiniz, eksik olmayın. Zamanla siz de benimle beraber dönüşüp/değiştiğiniz. Kurduğunuz cümleler, kullandığınız mecazlar ve iki dildeki sözcük kileriniz… Bunu yapanın Tom olduğunu biliyorum artık, eskiden anlamaz, saf saf düşünüp durur, bütün gün işin içinden çıkamazdım. O sendin değil mi Tom, eskiden, ben daha bu kadar kendine aymış değilken, rüyalarıma o hangi dilden olduğunu bilmediğim sözcükleri sokan? Tom’un kayıtdışı notları…

Geçen gün yeni bir şeyi keşfettim, bu sefer ikinize dair. Tüm o an-anıları kaydederken, bana dair bilinmeyen bir faaliyetiniz de var değil mi? Ne gibi mi? Kimi cümlelerin altını çizmek ve bazı sözcüklerin etrafında, o renkli resim kalemlerinizle birkaç kere dönmek suretiyle, yazgımın ana yollarını belirlemek gibi. Evet evet yakaladım işte, çünkü ne zaman yeni bir oluş, hal hasıl olsa, kafamın içinde bağlantılı ne varsa yanıp sönüyor. Bir karşılaşmada mesela -uzun zamandır bunu, bizden başka ölü çoğullukların düşüncelerinin cisimleştiği, sözcükleriyle ve cümleleriyle yaşıyoruz- bende oluşan fikrin, ruhumdaki etkisinden hariç, bir de tarihsel arka planı zihnime çarpıyor. Aynı anda, önceden kaydedilmiş bir sözcük, kavram zihnimde su yüzüne çıkıyor ve işte o kavramın, bir eyrama dönüştüğü anda ben bir oluş-um artık. Dalga geçmeyin, harbi söylüyorum, henüz delirmedim, hala ceplerim yeterince gerçeklik dolu.

Bu tespit içinde temel olarak iki varsayımı barındırıyor. Birincisi, dünya günüyle bir günde bir vakitte, duyduğum bir sözcüğün altını çizdiğiniz için mi, ben onu/onları sonrasında eyram olarak halliyorum? Peki böyle ise, neden o sözcüğün ve o bağlantılı diğer birkaç tanesinin altını çiziyorsunuz? Neden unutulmuş,  hatta hiç akılda tutulmamış olan diğerlerinin altını çizmiyorsunuz, vişne çürüğü rengi kaleminizle daire içine almıyorsunuz? Demek ki, elinizde bir harita var, size benim yaşamımın ana yollarını belirleme yeteneğini sağlayan ve verilmiş bir yetki? Ya da daha doğrusu “ oluşum” bir harita da nereden nereye gideceğimi, sizin iki nokta arasında veya rastgele çizdiğiniz çizgiler belirliyor, öyle mi? N’oldu Tom suratın, kurt adam görmüş bir maymuna döndü? İkincisi ise, aslında önceden belirlenmiş bir hat var ve bunda ne siz ne de ben o kadar özgürüz? (Ki özgür seçim ve irade ne kadar makul kavramlar tartışılır.) Bu durumda bir önceki varsayıma göre, sizin yetkinliğiniz azalıyor ve kendisi bizzat sonsuz akış olan Rabb’in iradesi ile belirleniyor sizin eylemleriniz. Eğer böyle ise, siz benim akışımın taşeronu, benim de teknik direktörüm oluyorsunuz. Yaşayacaklarıma göre, algımda seçicilik eyleyerek belli çoğullukları, görüntüleri, fikirleri ve kavramları fark etmemi sağlıyor ve böylece beni kendi akışıma hazırlıyorsunuz. Öyle mi, söylesenize? Ha ha ha…. Gayb ha… Siz gayb-olun o zaman yanıbaşımdan! Gidin… Ama dur ya aslında yazgı dediğim tam da bu ise, hala bu soruları soruyorsam, akış-oluş değilim tam anlamıyla, hala biraz eşikteyim. Ancak ayaklarım sonsuz akışın içinde. Sırıtma öyle suratıma Tom, korkmuyorum! Korku bitti artık, yalnız dağılmak, darmadağın oluş fikri hala biraz ürpertiyor beni. O kadar yani, üsteleme…

Aslında, kendime melankoli kurmak için oturdum bu metnin başına, ancak kendime kendimden bir yazgı varsayımı inşa ettim. “Olsun!” Bunu diyen Tracy. Suratıma bakmadan söylüyor bunu, herhangi bir kafası karışmış, orta yaş üstü, menopozlu teyze repliğini. Takıl sen birader, bozmayım ben seni: “Thanks Mr. Tracy for disregarding me!” Hoş yazgı varsayımım son derece melankoli hadd-i zatında. Kim attı beni bu bahçeye? Kim dikti bu sarp yokuşu karşıma? Mızmızlanmıyorum çocuk gibi, soruyorum hocam adam gibi. Özgür seçim ve irade, ne kadar boş ve anlamsız laflar. Ben daha doğmadan önce bile, benim için bir isim atanmış, bir yazgı belirlenmişti. Çoğulluk olarak bizzat ben kendim, “Oluş-ları” kabul ediyorum eywallah! Çocuk-oluş, hayvan-oluş, kadın-oluş, fallus-oluş, çöl-oluş… Ancak üzerime yapıştırdığınız ve her ne kadar aynı renklerle yıkasam da, hep solan şu hilkat garibesi kimliklerinizi kabul etmiyorum. Sizin tanımlanırız bende bir şeye tekabül etmiyor, pabuçlarımın sıkması hariç. O sebepten, çekin elinizi üzerimden! Ya da kalın, ceplerime doldurduğum taşlar olarak, nehir-oluşuma yardımcı olun; çünkü:

“Yaralarım benden önce de vardı. Ben onları bedenimde cisimleştirmek için doğdum.”  Joe Bosquet

‘İbn-i Zerâbî’