Archive for the ‘Yazar : ‘İbn-i Zerabi’’ Category

Sonbahar…

Ne zaman yalnızlık üzerine yazmak istesem, içimden iğde, çınar, çam ağaçları, atkestaneleri, çınarların toprak yollara kazınmış kökleri, nehir, denizyıldızları, kambur balinalar vs. çıkıyor. Böyle bir resimde insan, sabırla toprağı işleyen, ağaçtan yemişi, zeytini vs. toplayan ele ve eşyanın bir ucuna iliştirilmiş bir söğüt dalına dönüşüyor. Âlemle yan yana yürüyen sanki yalnız olsa da ıssız kalmıyor; ancak ona direnen ve tabiatını yadsıyan, farkına bile varamadığı bir derin boğumun içinde debelenip duruyor, durup debeleniyor…

İnsana en çok –kanaatimce- hüzün yakışıyor. Kendini bekleyen, o sebepten o boşluğu hiçle, ama hiç dol-(a)-mayacak olan insanın o uzun beklentisiz bekleyişi sırasında, gözlerine düşen iki çiğ damlası. Hüzün tatlıdır, hele bir de mevsim sonbaharsa. Güneş, adaletini başka bir yana çevirmiş, âlemde her ne var ise, kendi içine çekilmeye başlamıştır. Kuşlar istisna… Kanatları vardır ve sıcak diyarlara göç edebilirler. Soğuğun, ölümün, üzerini örten karın faili olduğu kabz halinden uzakta, her daim eşyanın bast halinde çalıp söyleyebilirler. O sebepten, bir içe çekilme, hesaplaşma, ölüp-ölüp-dirilme tecrübesini sürekli erteleyebilirler. Belki de bu yüzden kuş olmuşlardır. Kuş olmanın tabiatına giriş… Hüzün, kuşlara da ilişir mi acep? Kim bilir…

Ama toprakla beraber kendi içine çekilmek iyidir, iyi. Tohumları atar ve sakince beklersin. Baharı, güneşin yüzünü tekrar sana çevirmesini. Tohumlar belki çatlayıp yeşerecek, belki de çürüyüp çözülecek. Sen tohumları atmışsındır, sorumluluğunu yerine getirmiş olarak mağarana girebilirsin. Göğe doğru yeşermek de çürüyüp toprağa karışmak da birdir aslında. Kim demiş ki o kötü bu da iyi diye? Zanlarını diyorum, zanlarını salsana dehrin kollarına. Bırak hepsi uçup gitsinler zihninden, kuşatma altındaki kalbin açığa çıksın, gözlerinle diyorum, kalbinin gözleriyle baksana Rabbe, âleme ve kendine. Önce biraz…

Yeni zamanın cemrelerinin düşmesine kadar uzun bir uykuya dalabilirsin. Uyku-düş arasında salınabilir, rüyalarında yüreğini ve bilincini, kadim dostun dehrin memelerinde avutabilirsin. Tam da bu kabullenmişlik, teslimiyet anında aydınlanıverir zihnin, daralma genişlemeye, genişleme daralmaya gebedir. Rahman’ın nefesidir âlem, her şey eşiyle aynı özden yaratılmış. O vardır ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktur. Ve hepsi aşk imiş, hepsi…Ve boşluk, aslında kendine duyduğun özlem imiş…

“Görmek istersen, bir kum tanesinde dünyayı / Ve cenneti bir dağ lalesinde… / Tutmayı dene, sonsuzluğu avuçlarının içinde / Ve ebediyeti sığdırmayı tek bir saate…” (William Blake).

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yüzü kırık çocuklar… Yüzü kırık mabetler

Onların umutları yok. Üstelik bunun için oturup ağlamıyorlar da. “Dahi” anlamındaki “de”yi ayrı yazmak da sıkıntıları arasında değil. Ancak içlerinde, kalemi ve imlası çok güçlü olanlar var. İstisnalar kaideyi bozmasa da, onlardan bahsederken, bu dâhil hiçbir istisna bir ayrıcalık göstergesi olarak ele alınmıyor. Sosyal cangılın içerisinde hangi mahalleden olurlarsa olsunlar, onları bakışlarından, suya bıraktıkları iki ince çiğ tanesinden tanıyabiliyorsunuz kolaylıkla. Kimileri acıdan kaçmak için yaşarken, onlar en güzel giysilerini acıdan biçtikleri kumaşlarla dikiyorlar. Tıpkı zamanında muazzam günler yaşamış; acıyı, sevinci, çaresizliği, yakarışı vs. görmüş; ama bir gün tepeden inme bir kararla, inananlarını yitirip derin bir sessizliğe gömülmüş kutsal mekânlar gibi.

Onlardan biri de, Cunda Adası’nın merkezinde bulunan Çamlı Kilise olarak da bilinen, Taksiyarhis Kilise’si. 19. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen kilise, hala ayakta. Mübadele sırasında, adanın yerlileri olan Rumlar, adayı terk ederken beraberlerinde, kilisesinin devasa haçını da götürmüşler. İlerleyen yıllarda meydana gelen depremde, haçın olduğu alan, haç biçiminde çatlamış. Rehberler, bu olayı doğaüstü bir durum olarak anlatırlar bugünlerde yolu adadan geçenlere. Ammawelakin Taksiyarhis, başkadır benim gözümde. Çocukluğumu, ilk gençliğimi, kafası karışık çok günlerimi gördü. Ayvalık’ta olduğum uzun günlerde, sıklıkla sığınırdım kiliseme ve saatlerce otururdum, melek ikonlarının önündeki sütunlara dayayarak sırtımı. Avludaki çam ağaçları, nar ağacı ve kilisenin duvarlarında, onca acımasız tahribata rağmen kalmaya direnmiş ikonlar, muhteşemdir. Kilisenin eşiğinden adımınızı attığınızda, başınızı kaldırın ve bakın; orada durur Yunus Peygamber, az önce kendisini balığın karnından çıkarak duasını etmiştir.

Dün gece yarısı, uzun zamandan sonra ilk kez gittim Taksiyarhis’e. Sen güzel, sen çok güzelsin Taksiyarhis! Gittim, ama yıkılma tehlikesi olduğundan kilitlenmiş kapısından içeri giremedim. Ön sokaklarda, insanın  “balık-rakı-Ayvalık” halinin failleri, fonda Zeki Müren eşliğinde, bardaklarında kalan son rakılarını yudumlarken,  sessiz arka sokakta ben, kilisenin girişindeki basamaklarda oturdum uzun uzun. Taşlarını okşadım, sütunlarına dayadım yine sırtımı. Girişteki heybetli çam ağacının üzerinden, yıldızlı geceye baktım. Eee, noldu? Bu sende niteliksel bir sıçrayışa neden oldu mu? Peki yani, böyle bir anda, varsaydığın gibi niteliksel bir sıçrayış olması zorunlu mu yoksa mümkün mü? Mümkün, mümkün… Ama sen yine de gördüğüne inanma!

Taşın, toprağın her ne var ise âlemde yer tutan bir hafızası var. Kulağını, gözünü kapayıp, kalbinin gözüyle bakman, duyman, buna meyletmen yeter. Çocukların kahkahaları, zamanında ölmüş olanların arkasından kalabalığın yaktığı ağıt ya da evlenen bir çifte eşlik eden mutlu insanların tebessümleri, hala oradaydılar. Acı bir hikâye bu, senden bağımsız, sana rağmen karar veren egemenlerin, “git” demesiyle, insanın yuvasını, umudunu, sırtına haçını yüklenip de geride bırakması. Belki de giden haç, bilmeden bunu temsile durmuştur. Depremde, yeri öylesine özlemiştir ki kendisini, kendine duyduğu özlemden yine kendi biçiminde çatlamıştır. Belki de bu o sütunun yakarışıdır, sevdiğine benzemesidir. Kim aksini iddia edebilir ki? Soruldu mu ki o duvara, o haça, gitmek, ayrılmak istiyor musunuz diye? Sadece insan mı çeker ayrılığın acısını, kavuşamamanın ızdırabını, sadece o mu meyleder aynada yüzünü unutmaya?

Yokkk,  taş da yağmur da çam ağacı da bilir hüznü ve acıyı. Taksiyarhis, işte bunun ispatıdır bende. Şimdi, fon bulup onu restore etmeye çalışıyorlar, her ne kadar fonsuzluktan yarıda kalsa da girişimleri. Ama o duruyor, bakıyor insanlara, bakıyor ve sakin bir tebessümle: “Geçer” diyor.

‘İbn-i Zerabi’

San Francisco’ya Gitmemek Üzere…

Sıradan olanı sıradan yapan nedir? Aslında sıradan ifadesini kullanmak da istemiyorum, bu bir şekilde ona “küçültücü” bir anlam yüklediğim çağrışımını yaratabiliyor. Oysa zaman zaman, sıradan bir yaşamı oldukça cazip buluyorum. Buradan sakın, sıradan bir yaşamım olmadığı anlaşılmasın, bu ciddi bir yanılsama olur. Sıradan için bir tanımlamam yok, evet belki gündelik diyebilirim, ancak bu da sıradanın içinde mayalandığı bağlama denk düşebilir.

Ha, belki sıkıntı ve bıkkınlık diyebilirim. Boğazındaki el ya da sırtından boşalan soğuk ter de olur. Aslında demek istediğim, “normal” evet evet normal. Normal nasıl bir kavramdır yahu?! Normal insanlar, normal aileler, normal ilişkiler… Çan eğrisinde seyreden, ortaya kümelenmiş eylem, hareket, tutum ve tavırlar. Kimdir sayın bayım, bu normal? Nerede yaşar, nasıl doğar, nasıl beslenir, nasıl sevişir? Harbi ya, sevişir mi bu normaller? Yoksa mekanik bir iş bölümü müdür orada, o esnada olup biten? İnsan kültüre, geleneğe, topluma vs. karşısına çıkarılan, kafasına kafasına vurulan teamüllere veya yapılara, kafa vurmadan nasıl adam olur? Yoksa, ancak bu şekilde, sonsuz bir bi’atle mi normal olunur? Peki, bu normallikten, normal olarak isimlendirilen garabetten en çok kimler payelenir? Egemenler mi, muktedir olamayan gayri-muktedirler mi? Söylesene sayın bayım, bu hayır mıdır şer midir? Allah bundan razı mıdır? Baksana, hepsi birden onun adına konuşup, onun adına yargılıyorlar? Ya çok eminler ondan ya da çok korkuyorlar. Her iki durumda da O’ndan emin olmaya, O’nun biz kulları için olan bedbahtlık veya mutluluk hükmünden emin olmaya işaret etmiyor mu? Ammawelakin, bendenizin yürüdüğü kadarıyla böyle bir emin olma hali yok, hiçbir yerde. Takıl diyor sadece, kafana göre, yürü. Ve ben tüm bunları yazarken, bana Amerikan Merkez Bankası ve Kabe arasında bir yerden bakıyor ve “salak” diyor. Hadi bakalımmm… Hepsi zannım, hepsi benim minyatür yanılsamalarım. Tıpkı, kendim gibi… Sarp yokuş, bir ileri, on geri.

‘İbn-i Zerabi’

Ateşten Yaratıldı Benim Sevgili-m

Sevgili-m ütülenmemiş pantolonuyla evden çıktı, çıkarken ardına bile bakmadı. Oysa, oturma odası ile mutfak arasındaki kilimli boşlukta, tatlı bir serzeniş boylu boyunca uzanıyordu ve geceden beri gözünü kırpmamıştı. Uyursa, uyuyakalırsa, sevgili-m’i kaçırabilirdi. Kendisini gören göz olmayınca da bir anlamı, hikmet-i sebebi kalmazdı. İşte bu yüzden, o tatlı serzeniş, sevgili-m kapıyı hızla ardından çarpıp ışık hızıyla sokağa boşalınca, kendi kendisini havaya dönüştürdü. Tam o anda, köşeyi dönmekte olan ve kapıcının kızı Selma ile karşılaşan sevgili-m’in başı hafifçe döndü. Sallandı, az biraz sarsıldı ve “Halılarınız ve el dokuması kilimleriniz itinayla yıkanır…” ilanının çakıldığı, çınar ağacının gövdesine yasladığı sağ eliyle destek aldı. Kapıcının kızı Selma, kaçak bir bakış attı yüzüne ve içinden: “Yine geceden kalmış herhalde” diye geçirdi. Anlamadı, sevgili-m’in halden hale geçen Hava Kavminin son savaşçısı olduğunu. İnsanlar ahmaktır çoğu zaman sevgili-m, iyilik zehabıyla kötülük yaparlar ve bilirsin işte, yeryüzünde – çıkarına ters düşerse- kendi türü de dahil, hiçbir canlıya hayat hakkı tanımayan, tek akıl sahibi yine onlardır.

Sevgili-m az biraz soluklandıktan, kendisine bakış yapan Selma’nın gözlerine bir dehr esintisi yolladıktan sonra yoluna devam etti. Az gitti uz gitti, ana caddeyi, tütüncü dükkanıyla arasındaki iki tali sokağı, hızlı adımlarla geçtikten sonra, ilk sağdan döndü. İşte oradaydı, Doğu’nun en güzel tütünlerinin satıldığı harikalar diyarı. Nezaketle selamladı sevgili-m dükkan sahibi, yahudi gözlüklü dalgalı saçları şakaklarından kırlaşmış orta-yaşlı kadını. Kendine iyisinden yarım kilo, ballı Bitlis tütünü ve 500’lük 1 adet “Marla” marka boş tütün kağıdı aldı. Yapılacak çok iş vardı, bir an önce eve geri dönmeli, sigaralarını sarmalıydı çalışmaya başlamadan önce. Bir gün öncesinde yeterince çay-kahve-elma çayı stoğu yapmıştı. Açık bir bilince ihtiyacı vardı sevgili-m’in, o sebepten sinir sistemi hazımla uğraşmasın diye iki gündür yemek yemeyi de kesmişti. Apartman kapısının önüne geldiğinde, ufak bir poşet gördü, içinde çocuk giysileri vardı. Bir şey, yaşayan bir şey, poşetin kapalı kısmında hareket ediyordu. Sevgili-m önce ürktü, böcek-yılan vs. zannetti. Sonra,50 metrekadar batısından bir kız çocuğunun ağlayarak ona yaklaştığını farketti. Kedi gözlerine sahip kız çocuğu, 8-9 yaşlarındaydı ve ağlayarak diyordu ki: “Hayır ben büyüdüm, altıma falan kaçırmadım. Pantolonumdaki ıslaklık sudan, hepsi sudan sebeplerden işte. Git anneme söyle, üzerime giyecek kuru bir şeyler yollasın ve beni eve alsın.” Sevgili-m şaşırdı, “Bu ne?” diye düşündü. Etrafına bakındı, çocuk, hareket eden cismin olduğu poşet ve kendisinden başka hiç kimse yoktu etrafta. Sonra birden, poşetteki cismi zahir kılmak istedi; poşeti açtı ve içinden, ayşe kadın fasulye uzunluğunda yavru bir kedinin sersem sepelek çıktığını gördü. Birden boşlukta, bir şişe su belirdi. Şişeyi açtı, kapağına su doldurdu ve ayşe kadın kediye verdi. Kedi suyu kana kana içti. O anda beliren metalik gri, kel bir şoförün, içinde şoförü olduğu halde, park ettiği arabanın içine, sürücünün tarafındaki camdan girdi. Birdenbire kız çocuğu-kedi-araba gayb oldular. Sevgili-m hayretsiz bir şaşkınlıkla gözlerini bir kez ovuşturdu ve hızla apartman kapısından eve doğru süzüldü.

Eve girerken, müziği duydu: Adele söylüyordu bu sefer  “Lovesong”u. Oysa The Cure’un yorumunu da severdi. Üstelemedi, inatlaşmadı, kendisini bıraktı, şarkının bağıntılarıyla kendi bağıntıları birleşsin diye. Buna ihtiyacı vardı, en büyük eylemini gerçekleştirmesinin arefesinde, şarkıların gücü elzemdi. Beni görmedi, ben o arada, Benjamin’in “Pasajlar”ı ile İbn-i Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye’sinin 1. cildinin arasında salınıyordum. Onun beni görmemesi, benimle kurduğu alakanın zorunluluğu idi. Dedim ya, aldırmadım işte. Ben bunları mırıldanırken o, kahve yaptı kendine; 10 adet sigara sardı ve geçen hafta aldığı üzerinde, “This is a valuable notebook” yazan kırmızı defteriyle dolma kalemini alarak, şehir manzaralı köşesine kuruldu. Kalem ve levha, akıl ve ruh… hazırdılar işte “ol”maya. Sosyalizmden sonra bir ilk olma iddiasındaki, sistematik düşüncesinin başlığını attı: “Hikmet … !”

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

Denizin bekleyiş olduğu yerde düşe-yazmak…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili düş,

Biliyor musun, kaç yaşında olursam olayım, ne zaman adını ansam, biliyorum kalbim hep böyle yerinden fırlayacakmış gibi atacak. Elimde değil, kırılmış onca düşten sonra, durup dinlenmeden, eski bir dostu anmanın tadında, seni tespih taneleri gibi parmaklarımın arasından geçirmemek. Öğretti, çünkü hayat, düşün kırılıp ayaklarımın etrafına saçılması diye bir şey yok, bu sadece zihnin kapıldığı bir zehab.

Aklıma bu aralar, sık sık Tezer geliyor. Tezer’in metinleri, kalabalıkların ortasında, kahvelerde, mezarlıklarda vs. hayat bulmuş tanımlamalar/betimlemeler/durum tespitleri. Suyu bile içişim değişiyor, hiçbir şey eskisi gibi değil. Öyle kana kana içmek istemiyor özefagusum, “ağırdan al” diyor, yaşama dair her ne var ise sana değen/temas eden ağırdan al… Öyle, bu sebepten suyu bile yudum yudum içiyorum. İçindeki su soğukken, sıcak havanın temas ettiği bardağın yüzeyi tatlı tatlı terlerken, parmaklarımla haritalandırmak yüzeyini… Wesselam düş-bozumu, tıpkı bağ bozumu gibi, bozulmuş düşlerden kendime cennet şarapları yapacağım. Sonra… Sonra dostlarla oturup bahçemde, sıra sıra devireceğiz şişeleri, Füruğ mesela bize, tüm yaralarının aşktan olduğunu dizelerken.

Tezer, evet Tezer, 20’li yaşların başında karşılaştım onunla. İlk karşılaşma, evet o bir çarpışmaydı ve o an için yeryüzünde hiçbir çokluğun bağıntılarıyla o denli bitişemezdim. Ve o da diğerleri gibi ölüydü. N’apalım nasip böyleymiş! Hiç ara vermeden, derslere girmeden o küçük külliyatı devirişim. Bilhassa, “Hayat nerede?” sorusunun cevabına işaret eden cümlelerin altını çizişim… Şimdi, 40’lı yaşlara merdiven dayamış, usul usul tırmanırken, tekrar aynı soruyu soruyorum kendime, “Hayat nerede?” Yok, ama bu saatten sonra oturup da Kundera okuyacak değilim. Ammawelakin, Benjamin’in o dalgın bakışları, onlardan medet umabilirim. Kendime, düş bakışlı putçuklar yapıp şekerli kaymaktan, kan şekerim düştüğünde ilk onları yiyebilirim.

Evet, hayat nerede sayın bayım? Bir gün, kalabalığın ortasında, bir pazar yerinde oturup insanlara bakarken, filesini taşıyan yaşlı adamda, limonatasını yudumlayan roman çocukta ya da oturmuş insanlara bakarak çay-tütün yapan kadında onu gördüğümü düşünürken, hayat Mekke, Kudüs ya da Bezm-i elestten çıkıp gelir mi? Niye olmasın ki? Beklentisiz bekleyiş denilen ne ki? Bekleyiş makbulse, kabul görmeyen bekleyişe bir kılıf uydurmak, ona bir isim vermek mi? Olması gereken, salt soyut ışık olmak mı? Cibran’ın bakışlarındaki gibi beklemiş bekleyişin hüznüyle sağa doğru profil vermek mi? Yok, bilmiyorum, en iyisi hiçbir ad koymadan, öylece akışına bırakmak galiba bilinci dehrin. Belki de,  tam da bu bilinç düzeyinin adıdır, ashab-ı kehf?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Benim biraderler: Yeryüzünün ızdıraba gark olmuş ruhları

Aslında yeryüzünde bulunmalarına rağmen, hala elmayı yememiş ve cennetten kovulmamışları itham etmek gibi bir amacım yok. Sadece yazmak, baş ucuna ilişmek istedim Amy Winehouse’un… Bilmek bazen kesmiyor insanı; hani hamlığından kurtulup ya da bunun zehabına kapılıp pişiyorsun ya… Yok aslında öyle bir şey, yaptığın belki de sadece içindeki o kuyunun üzerine çekip tahtadan kapağı, Hayyam’ın rubaileriyle gözyaşlarını yerlerinden çıkmasınlar diye, işte onlar orada dursunlar da göğsündeki derin yarık tekrar kanamaya başlamasın diye, hıçkırıklı kahkahalar atmak. Bu işte en iyi yaptığım  şey. İşte bu “şey” diyerek işaret ettiğim istidatlarımı da bilincim ve hafızam gibi kurarım. Malzemeyi de alemden ve bilinçaltımdan toplarım.

 

Bakışlar… Hafızamda kayıt dışı bakışları toplanır cümle alemin. Orası öyle bir kuyu ya, varsın dolsunlar içine. Ancak mümkün değil, bana değdiği, benile irtibatlandığı andan itibaren arkamı dönüp gitmem. Evet yaşarım hem de çok güzel yaşarım gündeliği, ancak hafızadaki bakış o da benle yaşar dolaşır sokaklarını dünyanın. Bilirim, bu benim kadim bilgeliğim. Dünyaya ikinci doğuşum, yine acıyla olmuştu; ammawelakin ağlayamamıştım bile… Hayat zordu wesselam we tam sırt çantamı alıp yola çıkacakken, kendimi Bay Sınır Durumlarla Sınanmanın kollarında bulmuştum. Elbette, tabi ki, o yolculuğa hiç çıkamadım; ancak söz konusu Bay’ın rehberliğinde çıktığım yolculuğun yanında o, 80 günde devr-i alem kalırdı. Şimdi buradan bakınca, eywallah sayın bayım! 

Amy W., en başından göründü işte o derinumutsuzacıboşluk BtŞ’ye… Daha önce Kurt Cobain’de de olmuştu, benim gökyüzümün yıldızlarında da… Yine de çok güzeller, yine de paha biçilemezler… Ol sebepten, bu aralar, ilk tekkeme vefa ziyaretinde bulundum; iki tur döndüm etrafında ortasındaki ızdıraptan müteşekkil kara deliğin. Ne çok sewerdi o kara delik beni, ne çok içine alır ve geri çıkarırdı; çünkü acıdan gözlerim kanadığı zamanlarda bile, deli gibi gülerdim.

 

Ama yine de, Amy’nin üzeri örtülmüş cesedini taşırlarken ambulansa, bir defa daha teyit ettim ki, ne sonluluk ne de bu fikrin benile birleşmesinden doğan o piçhiçlik duygusu beni bırakıp da gitmeyecekler bir yere. Öyleyse: “Yüreğim kimselerden ihsan dileme/Bu amansız felekten aman dileme/Bil ki derman aradıkça artar derdin/Derdinle haldaş ol, derman dileme (Ö. Hayyam).”

‘İbn-i Zerabi’

Dogville’le elma çayı içip laflarken…

Hafta sonu, çok sevdiğim bir dostumla, bir tur otobüsüne binip Kapadokya yoluna düştük. İkimiz için de ilginç bir tecrübe oldu; çünkü daha önceki “serseri” gezilerimizde, turlarla gelmiş hatunların, esrik sorularına maruz kalmış ve “Tur mu? Hayatta olmaz!” diye de büyük laflar etmiştik. Ancak kader işte, beş kuruş para vermeden gezmek söz konusu olunca, dayanamayıp dahil olduk tur olayına.

Aslında, o kadar da önyargılı olmamak gerekirmiş. Sonuçta, istediğiniz kadar sosyalleşme hakkınız hep saklı. Siz istemedikçe, kimse sizi anlamsız bir sohbet veya Voltran’ın eksik parçasını oluşturmanız için zorlayamıyor. Hem farklı gerçekliklerden insanlar dahil olduğu için sürece, bol keseden sosyoloji yapıp, eğlenebiliyorsunuz. Bir daha görmeyeceğiniz için insanları kafanıza takmanızı gerektirecek bir durum da olmuyor. Neyse… İyiydi yani, sıradan bir günde, sıradan bir grupla Anadolu’nun göbeğine doğru yolculuk oldukça keyifli bir tecrübe oldu benim için.

Geziden bana hasıl olanlara gelirsek… Bir kere, Dogville her yerde aynı. Aynı hayat, aynı beklenti, aynı karmaşa ya da aynı tekdüzelik içerisinde sürdürüyor hayatını. En önemli mevzu, belirleyici ölçüt maddiyat. Sevgili Marx, “Alt yapı üst yapıyı belirler” derken ya da “Din, kitlelerin afyonudur” önermesinin altını çizerken aslında, Hayyam’ın rubailerinde yerden yere vurulan insan tipolojisi ile benzer varsayımları üretiyordu. Selam olsun sizlere hem Marx hem de Hayyam! Yani, kim olduğunuz, kafanızın ne kadar zehir olduğu, sahip olduğunuz erdemli hal ve tavırlarınız vs. hiçbiri önemli değil, eğer maddi bir kazanca dönüştürülemiyorsa.

Varlık veya yokluk, nereden geldik, nereye gidiyoruz, kimiz, kim miyiz? vs. sorularla hiç işi yok Dogville efradının. En önemli sorunlar, hayatı maddi anlamda sürdürebilmekle ilgili. Kapadokya çok önemli bir coğrafya, dün buna gözlerimle şahit oldum. Hattiler’den itibaren birçok kavme beşiklik etmiş. Erozyona uğramış dağlar, dağların ve kayaların içlerine yapılmış meskun mahaller, gizemi… oldukça enteresandı. Büyüleyici miydi evet, ancak muhteşemdi anlamında değil. Tüm o izler, birer barbarlık anıtı gibi duruyordu karşımda. Ammawelakin, havanın içinde veya toprağın altında saklı sırlar vardı. Ne çok insan, kavim, millet geçip gitmişti. Ezenler ve ezilenler arasındaki ölüm oyunlarına sahne olmuştu mekan ve şüphesiz çok insanın ahı alınmıştı. O sebepten, ne eşyayı ne de eşyaya iliştirilmiş şahsımı fotoğraflamaya yeltenmedim. Sanki, asırlar önce öldürülmüş, ahı alınmış bir mustazafın ruhu sinmiş de, fotoğrafını çeksem bana geçecekmiş gibi.

Hah ne diyorduk Dogville… Eşraftan bir çömlekçi ailesinin üyesi, mesela bana, Hititlerin dini ayinlerinde kullandıkları kabın kopyasını, yaklaşık 750 TL’den en son 375 TL’ye indirdi. Tamam el yapımı, emek-yoğun bir ürün, buna bir sözüm yok; ancak bu miktar yine de çok fazla değil mi? “Naptın hocam yaaaa, eywallah!” deyip, “Siz de Kibele var mı?” diye sordum. “Yok” dedi, “Bir tane kalmıştı o da geçen gün satıldı.” Öyle deyince, fiyatını sormadım artık. Tanrı’ya sadakatin sunulduğu bir törende kullanılan bir kabın kopyası en son 375 TL ediyorsa, kim bilir tanrıçanın kopyası en son kaça düşerdi? İşin enteresan kısmı, Ürgüp’te çarşıyı gezerken, aynı kaptan çok örnek görmem ve fiyatının pazarlıkla 150 TL’ye düşmesiydi. Mübarek, adamlar aynı tasarımı birçok ustanın yaptığı tarihi bir kopyayı satmıyorlar sanki de, özgün bir Alev Ebuzziya tasarımı pazarlıyorlar!

Yörenin zanaatkar-esnaflarının şirinliklerini sergiledikleri sırada, arkadaşımla dışarı attık kendimizi. Elma çayı içip laflarken, sedirde yanımızda oturan baba-kızın konuşmalarına kulak kabarttık az biraz. Öyle laf ola beri geri konuşurlarken, yanlarında oturan arkadaşıma, nereden geldiğini, geldiği yerde hangi semtte oturduğunu vs. sordular. Arkadaşın semtini, 80’ine merdiven dayanmış, üst ön sıra dişleri tamamen altın kaplama olan amca şu şekilde yorumladı: “Orada evler ucuz ancak çok uzak…” Haydeeee, amca ne iş ya? Sonra, baba-kız baktılar, benim arkadaşta fazla bir muhabbet isteği yok, kendi içlerine döndüler. Çayımı içip, sigaramı bitirdikten sonra, “Az biraz derinlemesine görüşme yapayım” diyerek, amca ve kızına sordum: “Buralı mısınız?” İkisi de mutlulukla bana döndüler ve ben sordum onlar cevapladılar. Arada onlar da sordu; ancak görüşmeci bendim ve ipleri elimden kaçırmamaya niyetliydim. Bizim bu amcanın dedeleri 300 yıl önce Yemen’den Avonos’a gelmişler. Amca yıllarca Almanya’da çalışmış. Suratında geniş bir gülümseme ve güneşte parlayan altın sarısı dişleriyle, Almanya’dan sadır olan hasılatını şu şekilde özetledi: “Yaaa, hem Almanya’dan hem de buradan emekli oldum. Üç tane evim var, çocukların hepsine bir de toruna ev aldım. Bu benim kızın da emeklisini yatırıyorum, dört yıl sonra emekli olacak inşallah.” Süpersin amcam yaaa, Avonos’ta senden iyisi yoktur. Bu arada, Kayseri’den de ortak tanıdık kotardık. Kayseri’nin bilinen bir otobüs firmasının sahibi, “Haaa biliyorum amca, o yeni firmayı kuran kayınpederiymiş di mi onun?”, amcanın akrabasıymış. Hem amca hem de kızı bunu en az üç defa vurguladılar: “Bizim akrabamız olur, olur, olur, lur, lur…”

Sonra döndüm ve ölümcül darbeyi yaptım: “Yaw amca senin durum iyi peki hanım hayatta mı?” Amca başını önüne eğdi önce, “Öldü işte o çok kötü” dedi. Ben de, “Amca ya gençlik geçiyormuş da, yaşlılıkta hayat arkadaşı olmadı mı zor oluyormuş değil mi?” diye sordum. Amcanın kızının yüz hatları gerildi ve gözlerini çevirmeden karşıya bakmaya başladı. Amca muzip bir tebessüm edip, yan bakışıyla kızını kontrol ederek, “Öyle evladım öyle. Sağolsunlar bakıyor evlatlar; ama yine de olmuyor yalnız.” dedi. Kızı tek kelime etmedi. Anladım ki, amcanın evlenme mevzusu olmuş; ancak mal bölünmesin diye kızları, “otur oturduğun yerde baba” diyerek resti çekmişler. İşte o anda, meslek gereği içli dışlı olduğum “evlilik programları” adlı garabete katılan, yaşını başını almış amca ve teyzelerle ile ilgili merakım giderildi. Bu amcalar, para var pul var, ancak hanımları ölmüş ya da ayrılmışlar. Onlar evlenmek istiyorlar ve evlatlarına, “Everin beni” diyorlar. Ammawelakin, sırtlan veletler mal bölünmesin diye babalarına üç günlük dünya saadetini çok görüyorlar. Buradan tüm bu evlatlara sesleniyorum, “Gelin yapmayın, babalarınızı analarınızı evlendirin. Sonuçta, kimse kimsenin nasibine engel olamaz; çünkü herkesin nasibi zaten doğuştan bellidir. Hem iki günlük dünyada, niye ananızın babanızın ahını alasınız ki?”

Nasıl söyleyeyim, çok keyifliydi. Yani, Dogville’le aynı parametrelere sahip değilsen ve “şeylerin zorunluluğu” ilkesi sende bir hissihâle dönüşmüşse, en sağlam stand-upçıları orada bulabilirsin. Hem para vermezsin hem de bir kilo pirzola yemiş gibi olursun. Son olarak, bir diyalogu daha aktarıp kaçacağım. Şimdi bizim turun bir de haskan Ürgüplü bir rehberi vardı. Rehber; ancak kelimenin tam anlamıyla rehber. Önce ticaret olsun da dostluğu napayım yawwww… türünden, seyirlik bir Dogville müridi. Bizim bu rehber, “google” kıvamında konuşurken, baktım, r ve l harflerinin yan yana geldiği yüklemlerde r’leri l yapıyor. Bu yörenin ağzının tipik bir unsurudur. Örneğin, geliyorlar yerine geliyollar demek. Şimdi, Uçhisar’da indik, ben amcaya fırsat yapıp sordum:

–         Kayserili miyiz hocam?

–         Yok Ürgüplü’yüm. Niye ki?

–         Dikkat ettim, sizin r’ler l oluyor. Geliyollar, buluyollar vs.

Bunu ikinci derece bir durum olarak algılayan rehber:

–         Yok yawww, öyle mi sahiden? O kadar da dikkat ediyorum ama… Ondan değil de Fransızcamdan ötürü böyle.

 

Pratik akıllı rehber, ikinci derece algıladığı durumu anında birinci dereceye evirdi. Arkadaşımla rahat gülmek için rehberin gerisinde kaldık: “Nassı yaa, benim bildiğim Fransızca gırtlak girerse devreye, geliyorlar, geliyollar değil, geliyoğğlağğ olur. Demek ki neymiş, her yöreye has, sözcükleri bir Fransızca kırma biçimi de varmış. Eheh eheh, hoh, hoh, hoh…”

Böyleydi işte, çok keyifliydi. Öyle ki insanın, hep yollara düşüp, farklı coğrafyalarda, farklı Dogville müritleriyle karşılaşıp, bağıntılarını birleştiresi geliyor.

‘İbn-i Zerabi’

Bir bakışın yetti canım unutturmaya…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ne güzel artık adını koyabiliyorum, geçmişte yaşanmış bir halin neye tekabül ettiğini analiz edebilecek kavramsal araçlarım var. Aferim sana! On yıl önce, Melih Kibar, bir gazeteci ile görüşmesi sırasında, Çiğdem Talu ile doğurdukları “İçimdeki Fırtına” adlı şarkılarını piyanosunda çalmıştı. Kibar’ın bu canlı performansının kaydı, işim gereği elime geçmişti. Hatırlıyorum, günlerce, üst üste dinlemiştim. İçimdeki coşkuyu, o iki kişi arasında olup bitene yaptığım şahitliğin tadını aktarmam mümkün değil kavramlarımla. Ne ilme’lyakin ne de ayne’lyakindi o halim, düpedüz hakkâ’lyakindi.

O ikisi gibi var mıdır bilemem? En azından şu an aklıma gelmiyor. Talu şarkıların sözlerini yazıyor, Kibar ise onları besteliyordu. Şimdi bunları yazarken fonda, tekrar tekrar ikisinin doğurdukları çocukları dinliyorum ve hala titriyor tüylerim. Kibar mesela, o röportaj sırasında bir türlü tam olarak dillendirememişti olup biteni. Ne diyebilirdi? Herkesin anladığı gibi kadın-erkek arasında olup biten türden bir cinsel aşk mı? Yoook, bu o aşkı küçümsediğimden değil, hem Spinoza gibi dillendirirseniz öylesi bir cinsel aşk karşısında saygıyla eğilirim de. Bence yaşıyordu, haldi onda ve bilgisini bilmese de olurdu onun için.

Bu aralar, en sevdiğim Fransızlardan olan Deleuze’den Spinoza dinliyorum. Sanki bütün yıl çalışıp paramı biriktirmiş de, Fransa’ya Deleuze’ün dersini dinlemeye gitmişim gibi. Şimdi… Spinoza’da üç temel duygu var: arzu, keder ve sevinç. Arzu, yani varolma kuvvetimiz ve eyleme kudretimiz. Sevinç bunu artıran, keder ise bunu azaltan duygulara verilen genel ad. İşte hikaye tam da burada. Bizlerde, tekliklerde ortak bir öz yok; aramızda varlık olarak bir farklılık yok. Bizi –burada alemdeki tüm suretleri kastediyorum- birbirimizden farklılaştıran, işte bu kudretimizin niceliksel farklılığı ve varolma sıfatlarımızın niteliksel karşıtlığı. Kudretimin pasif olması, sevincimin ve kederimin dışımdaki cisimlerle, şeylerle belirlenmesi. Oysa tanrı, sonsuz akış hem bana içkindir hem de benden başkadır. Dayanağım kendimimdir, kendi kudretimi etkin kılma çabamdır.

Herbirimiz sonsuz sayıda parça içeren, sonsuz bağıntılara sahip çokluklarız. Mesela A cismiyle karşılaşıyoruz ve asgari sayıda bağıntılarımız birleşiyor ya da çözülüyoruz. Bu işte kötücül bir karşılaşma oluyor ve bunu içimizde tuttuğumuz sürece, sadece kendi kudretimizden yiyoruz. O sebepten, intikam duygusu, kısasa kısas bile aslında kişinin kendi kendini yiyip bitirmesi oluyor. Ammawelakin, B cismiyle karşılaşıyorz ve bir bakıyoruz ki, bağıntılarımızın çoğunluğu, onun bağıntılarının çoğunluğuyla birleşiyor, işte o zaman da mutlu oluyoruz ve eyleme kudretimiz, arzumuz artıyor. Ancaakkkk…. Nietzsche’nin “erk isteği” diye bahsettiği mesele de tam da bu. Bu iktidar isteği falan değil, basbayağı kişinin kendi kudretinin farkına varıp, kudretini etkin kılması. Yani bir gücü ele geçirmekle vs. bir ilgisi yok, aksine tek gücün kudret olduğunu söylüyorlar. İşte burada Spinoza diyor ki, kudreti artırmak, şey/cisim ile benim bağıntılarımızı, yeni bir birey, ikimizin sadece birer alt bireyi olacağımız muhteşem bir yeni birey oluşturacak şekilde birleştirmemizdir. Ahanda İspanyol işte, “Etik” sonuçta, Spinoza’nın İspanyol’la hemhal olmasından tevellüd eden çocuk, muhteşem yeni birey değil de neydi/ne? Dahası var mı hocam ya, bakın işte, her an, “kün feyekün” yeniden üretilmekte. Unsurlar bitişmekte ve doğurmakta….

Uzatmayayım ve geleyim Kibar ile Talu’ya… Anın emzirdiği bu iki ruh, işte böyle bir şey yaşadılar. Orada artık ne Talu ne de Kibar vardı ya da ne erkek ne de kadın vardı. Hem anası hem babası hem de emzirdiği çocuklar oldular tüm o şarkı/çocukların. Üçüncü bir birey oluşturmayı başardılar ve bunu da çocukları olan şarkılarıyla kayıtladılar. Bellek notları gibi… İşte Spinoza cinsel aşkı, böylesi bir kavramsal çerçevede tanımlar: bireylerin birbirlerinin farklı bağıntı ve özelliklerine ket vurmadıkları, engellemedikleri muhteşem bir şefkat ilişkisi… İşte o sebepten, ben ne zaman bir Talu ve Kibar şarkısı dinlesem ki yazı boyunca fonda devamlı çalmakta, herbir şarkı ile bağıntılarım birleşip yeni bir birey oluşturuyor.

Ol sebepten, zahir ehline ne aklım ne de gönlüm akıl sır erdiremiyor, yine de canları sağolsun. Hah dağılmayayım, aşk nedir? Hayyam’dan okusak, Mevlana’dan okusak, Nesimi’den okusak vs. aşk nedir? Ve gelseler, sorsalar bana, göster bize var mı birileri bu yüzyılda? Düşünmeden ikisini ve şimdi ikisini temsil eden, yok hayır burada var kılan, şarkılarını işaret ederim. Kaç kişinin bu zamanda, onlar gibi gönüllerine dolmuştur aşk ve işte sırf bu yüzden onlar gibi, kaç Rabbi imaja ve ritüele indirgeyerek, kurumsallaştıran zahir-ehlinin yüzüne değmiştir Rabbin nefesi?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bellek için düşülen notlar…

Buna ihtiyacım var. Uzun zamandır kısa belleğim, uzun bellekte tutulan ne kadar anı varsa, hepsi rüyalara emanet. Gülünecek durumdayım aslında; ancak lütfen siz gayri-muktedir iktidar sahipleri, sizi kastetmiyorum. Delileri, ucubeleri, cadıları, kurtadamları, vampirleri vs. nefesini, kudretini harekete geçirmek için, oluş için kullananları kastediyorum. Sizin o yapış yapış müstehzi gülüşlerinizi istemiyorum. Çünkü sizin acımanız; ancak istihzadır. Çünkü siz mutsuzluğumla beslenirsiniz, ben üzüldükçe büyürsünüz. Üzgünüm, o kadar zorba, köle, rahip ve güçsüz olmadığım/olamadığım için. Evet doğru bildiniz, sizin sattığınız şeytanla da kadim bir bağım var; o yüzden bu “kibrim.”

 

Bu aralar sıkça düşünüyorum, aslında ben dediğim bu ben (Hangi ben?) sadece birinin, evet işte orada o!, gördüğü bir rüyadan ibaretim. O kadar yani… O uyanacak birgün ve “ben” diye endişesine tutulduğum bu mesele de ortadan kalkacak. Ammawelakin, helal olsun, ne diyeyim daha, öyle gerçekçi bir rüya ki gördüğü, acı çekiyorum, aksırıyorum, kalbim sıkışıyor… Ve beynim, evet ya beynim, kafam değil başım değil, beynim acı içinde, sızlıyor, yanıyor ve evet beynim tıpkı bedenim gibi, sabahları ağırlıkça hafiflerken, geceye doğru acıyla ödem yapıyor, şişiyor. Sabahları hafiflemesi sadece tekrar ağırlaşacağını bilmesinden. Rüyaları kullanarak, uzun bellekten derlediği saçmasapan kombinasyonlarla, gerçeklikle kurduğum ilişkinin tarihsel kaydını tutan arşivimi tasfiye etmesinden.

 

O sebepten, ağlayamıyorum bile, sadece kahkahada istiğrak arzusu diyebilirim bu duruma. De hocam, kafana göre! Aslında, bir hurafeyi yazacaktım. Yin-yang stickerıyla yıllar önce elime tutuşturulan bir arayışa, şimdi bir hurafeye dönüşmüş bir amaca dair yazacaktım. Felsefi bir kuramsal çerçeve çizecektim. Hollandalı ve İspanyoldan devşirdiğim kavramsal araçlarla analiz edecektim. Böylelikle çözüm-odaklı eyleme sürecimi tamamlamış ve mefhumun bilgisine erişmiş olarak, kendimi artık sezgisel olanın kollarına bırakabilecektim. Ama olmadı işte, sadece beynim değil. Bu gerilim kalbim ve beynim arasında. İşte diyalektik sayın bayım, aşırı uçlar arasındaki gerilim. Sınır durumlarla potansiyeli sınananın seyr-i süluku. Bir bozguncu bitkinin, kavramlarıyla, kendi hiperaktif yazgısıyla sınanması.

 

Ama biliyorum, bu İspanyol ve oğlu Hollandalı’nın oyunu bana. Düpedüz meydan okuyorlar, beni arenaya çağırıyorlar. Şüphesiz Rab bilir, Rab üçümüz arasında adaletle hükmeder… Ve ben korkmuyorum, sonuçta son kertede, O’nun gördüğü bir rüyayım aslında. 

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(resim : mihriban mirap…)

Dünün yanlışları… Affet ama unutma!

“Oi Va Voi”nın en sevdiğim şarkılarından, “Yesterday’s Mistakes”ten alıntı başlık. Affet ama unutma. Unutmak işte asıl gaflet olan o. Yoksa affetmenin ve yola devam etmenin kendisi, pasif bir eylem değil.  Affetmezsen, tam göğsünün ortasında, inceden bir çıngıraklı yılan beslemeye başlıyorsun. Muhtemelen, canın ilk yandığında ortaya çıkıyor yılanın. Sonra, her kastın ardından, sana kast eden özneyi ve intikam saatini belleğine kazıyarak, yılanına bir halka ekliyorsun. Zaman akıp gidiyor, kişiselleştirilmiş acıların beslediği yılan devasa bir çıngırağa dönüşüyor. İntikam almaya bile mecalin kalmıyor; çünkü yılanın hareket edecek yeri kalmadığından seni zehirleyerek kendisine dönüştürüyor. Yani, tüm o menfi, kalbi delik deşik eden duyguların ve ateşin kendisine.

Bu aralar hesabımda halkla ilişkiler var. Zaman zaman kilitlenip kalıyorum. BtŞ’yi oluşturan “ben”ler sırasıyla arzı endam eyliyorlar. Bir ben intikam ateşini yakarken, diğeri affetmemi telkin ediyor. Sonra biri çıkıp kibirle, “İnsanlar böyledir efem, onları oldukları gibi kabul etmek gerekir” diyerek, bana kent-soylu gurur ve acıma ile karışık bir bakış atıyor. Affetmeyi telkin eden benin kapı komşusu olan, akl-ı selim ben, mağarasından çıkıp, Musa’dan ödünç aldığı asasına dayanıyor ve: “Bekle çocuğum Zülkarneyn bilincinin göğünden senin için zuhur edecek” vaadinde bulunuyor. Ardından, en ham, en şeytani ben çıkıyor ve, “S….. et bu salakları! Zekanı, kısasa kısas hakkın için kullan. Bahçelerine gir, evlerini tarumar et. Hepsini yak ve onlar acı ile yanarken, sen  dumanlanıp seyret” diyerek, o keçi ayaklarıyla sırtımı tekmeliyor.

Wesselam bir hayli karışık işler… Ammawelakin, hayat işte orada! Sana yolda çarpan, seni tanımadan eleştiren, sahip olduğunu sandıklarına hasetle bakan, süreci değil sonucu gören, mutsuzluğuna mutlu/mutluluğuna mutsuz olan teyzede, arkadaşta, meslektaşta vs., kısaca karşılaştığın her toplumsal adacıkta. Hayat kaçınılmaz, ol sebepten halkla karşılaşma da kaçınılmaz. Halkla ilişkilerde ortaya çıkmasının risk olmayıp, kesin olduğu zarar ve belaları en aza indirmek ise imkansız değil. Evet zor, evet bir hayat boyu gel-git, iman-küfür, affediş-kin arasında salınımı gerektiriyor; ancak nasılsa hayat her türlü geçecek ve her türlü cehennemi olacağız birbirimizin.  Sadece zaaflarımızdan, hırslarımızdan ve tamahkarlığımızdan vurulabiliriz. Birinin kibirle canımı acıtması, bendeki egonun yüksekliğinden ya da diş telleriyle gezinen bir ergen olmasından kaynaklanmaz mı aslında? Benliğimin inşası/adam edilmesi, maddi araçlarla yapılıyorsa, yazık bana! Demek ki kaybettiğimde evi, arabayı, manitayı yerle bir olacak “kendim” dediğim her ne var ise. Yok eğer rahmimde, her gün çapalayıp, temizleyip, sulayıp yetiştirdiklerimse, aferim o zaman bana. Ben ölmeden, hiç kimse / hiçbir şey bir halt yapamaz bana; ancak Rabile döner/dönüşürüm.

Niye bu kadar uğraşıyorsun ki sen, olduğu gibi, geldiği gibi karşıla ve vur gitsin sana kastedene? Öyle de, o zaman ondan ne farkım kalacak? Egoların savaşı… Öf hocam öf, hayat kısa, emel uzun; akl-ı selim ben, bu emelin tasfiyesinde buldu gönlünün ferahını. O sebepten, eşiktekine söyle, cinlerle flört edip durmasın. Kalbindeki sonlu bağları koparsın ve özgürleşsin. Ha, o vakte kadar mı? Soğukkanlı ol, muhatabın kendi gerçekliğinden konuşuyor, ikinci tekil şahsa, kendi “habilitusu”nun ölçüleriyle bir elbise dikmeye çalışıyor. Kendi kıçının çıplaklığına ilişmesin, İtŞ’nin gözleri diye, ona kendisini çıplak hissettirerek başlatıyor yabancılaşma sürecini. Sonra, kutsalı, elalemi, genel kabulleri kullanarak, onu o elbiseyi giymeye ikna ediyor, yani yabancılaştırıyor.

Ol sebepten gaflete düşme, içinin farkında ol, karşındakini gör akıl, zeka ve kalbinle. Gör ve dikkatini kendisine yönelt: “Bak kıçın açık!” O dönüp kendi kıçını örtmeye çalışırken, sen ellerin ceplerinde, çınarların altında kendine şekerli bir kahve söyle.

‘İbn-i Zerabi’