Archive for the ‘Yazar : ‘Herdem’’ Category

Roman Yazıları-1

“Bir bahçen ve bir kitabın varsa hiçbir eksiğin yoktur demektir.”

Okumakla haşır neşir olan insanların başat kitapları vardır her daim. Benimde başı çeken kitaplarım vardır bir solukta sıralayabileceğim. Şiirin motifi olduğu romandan bir dünyada  gezerim epeydir. Başka hayatları tanıyıp kendini bulabildiğimiz hazinesi kelimelerin olduğu bir iletişim sistemidir kitap. İnsanın bakışlarından okumakla ne derece ilgili olduğunu çözebileceğine dair bir sava sahibim ben. Okuduğu kitapların notlarını tuttuğu kağıtları birleştirmekle geçen zamandaki mutluluğum tariflenemez.

“Kitap okumaksızın geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder.” derken Çinliler haksız da sayılmazlar. Kendimizde de bunu gözlemleyebilmek mümkündür; Okumakla pek bir mesafeli toplum olduğumuzu kavramak için istatistiklere gerek olmasa da tabloyu şöyle özetleyebilmek mümkün aynı zamanda; Bir Japon bir yılda ortalama 25 kitap okuyor. Bir İsviçreli bir yılda ortalama 10 kitap okuyor. Bir Fransız bir yılda ortalama 7 kitap okuyor. Türkiye`de 1 yılda 6 Türk 1 kitap okuyor. Öncelikli ihtiyaçlarımız arasında kitap okuma ihtiyacımız tam 235. sırada yer alıyor. 235.sıra…

Sinema kuşağında olduğu gibi seri şeklinde yazmayı hayal ettiğim yazılarımın girizgahıdır bu. Bunca zaman yazmamamın  da nedenidir aynı zamanda.

Beni hatırlayan, tanıyan herkesin aklına gelen ilk isim Vedat Türkali ile açılış yapmak pek bir münasip olacaktır.  

 

 

 

 

 

 

 

Kendisi gibi her kitabının da bir değer olduğunu düşündüğüm seriden; Bir Gün Tek Başına’da geçen bu diyalog hepimizi harekete geçiren bir durumdur belki de;

” 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden önce Türkiye içten içe kaynıyor. Kenan, yıllar önce gizli Komünist partisine girme suçlamasıyla polis sorgusunda çabucak yılgınlığa düşmüş, eski çevresinden tümüyle kopmuştur. Karısı ve çocuğuyla korunaklı bir yaşam sürdürmektedir. Aslında mutsuzdur, içi ile barışık değildir. Bir meyhanede tanıştığı genç Günsel, içinde çürümemek için direnen ne varsa hepsini ateşleyiverir. Aşk, direniş, devrim günleri… Yaşam, Kenan’a kendini bir kez daha sınama olanağı verir…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mavi Karanlık’ın sayfalarını çevirelim birazda; “Görmek istemiyordu….Televizyonda dizi bitmiş, haberleri veriyordu spiker. Ankara’da bugün bir saldırıya uğrayan… Taş kesildi birden. Ekranda spikerin yerini Korhan’ın resmi almıştı.”

Korhan ile Özgür arasında sıkışan Nergis’in durumuna paralel aydınlarla halk arasında süren açmazı olduğu gibi çok iyi yansıtabilmiş Bodrum’da geçen bir hikayedir okuduğumuz.

Raflarımız arasında turlarken bir diğer kitabı “Yeşilcam Dedikleri Türkiye” ye bakalım şimdi de;

Yeşilçam’ın günlük yaşamından küçük kesitler de anlatılır: “…Stüdyoda iki kısımlık bir montaj işi vardı. Sansürden dönmüş Anıt-Film’in bir filmi. Yeniden bir iki sahne çekmişler. Hemen bağlayıp sansüre yollayacaklarmış. Haftaya sinemalara girecek. İyi de para vermişlerdi. (…) Yazıhaneye koşturdu. Dünkü çocuklar merdivenlerdeydiler gene; ışıkçılar, setçiler filan. Dün para alamamışlar. Film bitmiş… İçerki odalar da kalabalıktı. Çoğu para bekliyor olmalı bunların da. Durum gerçekten… Yok canım, her vakit böyledir. Paraları olsa da süründürmeden vermezler. Çoğuna bono zaten. Takside bağladıklarına da üç dört kez gidip gelmeden ödeme yaptıkları görülmüş mü? Bizim piyasa bu!…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vedat Türkali, anı, deneyim ve birikimlerini kullanarak yaklaşık yüz yıllık bir zaman dilimini anlatmıştır, aktarmıştır bize romanlarında. Okuyacak kitap seçmekte kararsız kalanlara, nerden başlayacağını bilemeyenlere bir ışık tutmak adına yazılmıştır bu yazı.

(Güven, ele alınıp başlanması gereken  en kıymetli yapıtlarındandır. Alıntıları oldukça kabarık olduğundan yazıya aktarılmamıştır.)

Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Güven (2 cilt ), Tek Kişilik Ölüm, Kayıp Romanlar, Yalancı Tanıklar Kahvesi,  ilk akla gelenler…

‘Herdem’

Bugün Çehov günü olsun!

Salt 2008 yılının değil türk sinemasının en has filmleri arasında seçkin bir yeri vardır ‘Sonbahar’ın. Tekrar anımsamama vesile olansa sanki film bütün anlamını ‘Yusuf ile Eka’nın birbirlerinden habersiz izledikleri ‘Vanya Dayı’dan aldıkları ‘Sonya’nın ağzından dökülen cümlelere yüklemiş; “Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek! Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Elimiz ağzımız tuttuğu sürece dur durak bilmeden başkaları için çalışıp didineceğiz. ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz. çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü, çok içimizin yandığını söylediğimizde tanrı bize acıyacak. ve seninle ben, sevgili dayıcığım, aydınlık ve güzel bir hayat yaşayacağız. işte o zaman mutlu olacağız, şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz

Yazının asıl sahibi bugün yaşamını yitiren ‘Çehov’ olmasına rağmen düşündüğümde ilkin anımsadığım Çehov anısıyla girizgahı uygun buldum. İsminin hikmeti epey fazla olan  eşsiz hikayecinin sahip olduğu bir özellik olan geçmişe bakma korkusunu (otobiyografyafobi) gerekçe göstererek gençliği, ailesi kısacası hayatına girmeden , yazım hayatının bize yol göstereceği bir notlamadan  ibaret bu yazı. Mektubundan yaptığım bir alıntıyı eklemeden geçersem de içim elvermez;

”her yanım öylesine asya ki, gözlerime inanamıyorum, 60 bin kişi yemek içmekten , üremekten başka bir şey düşünmüyor. Yaşamla başka bir ilişkileri yok.  Ne bir gazete, ne bir kitap.”

Öykülerinin hayli öne çıktığı benim kütüphanemde en samimi durduğum oyunlarında, genel itibariyle Rus toplumunun tüm katmanlarından karakterlerle yüzleşiriz sahnede. Geçiş dönemi Rusya’sının, alt üst olmuş toplumsal değer yargılarının bir gösterisi olan oyunları her dönem gösterilir ülkesinde. Benim de ülkemin Şehir Tiyatrolarında izlediğim bilinen eseri Üç Kızkardeş için broşürde şöyle bir yazı vardı hatırımda kalan; “Üç Kızkardeş, Yaşanmamış Bir Hayatın Hikayesidir!” Oyun bittiğinde ne demek istediğini çok iyi anlattığı kanısına varıyorsunuz, bununla özetlemek mümkün hatta bütün oyunu. Oyundaki her karakter başka bir dünyanın kapısını açıyor izleyene sanki, başka bir mutsuzluk hikayesi her biri. Öyle zengin bir oyun ki izleyen herkesin yaşamı ile ilgili kendini kurcalamasına neden oluyor bir yandan. Çok farklı bir izleyici profili olsa da (iki defa izleyeni de hiç sevmeyeni de) tüm övgüleri hak ediyor fikrindeyim.

Çehov için bir o kadar sevdiğim Tolstoy’un ne dediğine kulak verelim hep birlikte; “çehov bir sanatçı olarak, önceki rus yazarlarıyla, turgenyev, dostoyevski veya benimle, mukayese bile edilemez. çehov’un kendi biçimi var empresyonistler gibi. bakarsanız adam hiçbir seçim yapmadan, eline hangi boya geçerse onu gelişi güzel sürüyor. bu boyalar arasında hiçbir münasebet yokmuş gibi görünür. ama bir de geri çekilip baktın mı şaşırırsınız. karşınızda parlak büyüleyici bir tablo vardır.”

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yolda biriktirilenler; şarap, muhabbet, rüzgar gülü ve Cevat Çapan

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şehri uzakta kendi haline bırakmanın ruha verdiği huzurla düştüm(k) ada yoluna. İnsanın yaşadığı yere mesafeli duruşu kendine yakınlaşmasıdır çoğunlukla. Rehberin anlattıklarını notlamanın dışında araya sıkıştırdığım kişisel fikirlerimi taradım az evvel. Farkettim ki, şehir uzak durulması gereken mecburi istikamet salt benim için.

Geyikli iskelesinden bindiğimiz Feribot’tan sabahın ilk demlerinde inip kumsalla kardeş kafelere geniş adımlarla yaklaşırken adaya özgü bir kahvaltı hevesiyle ilerledik ilkin, acıkmıştık ama yeniliğe daha bi açtık sanırım. Klişe kahvaltı tabağına çok anlam yükledim ben, ada kredimin sonsuz oluşundan kaynaklı. Neyin bizi karşılaşacağı merakıyla büyüyen gözlerle adaya sabitlendik, önce bizi bi boz-kır karşıladı. Adanın yeşillikle özdeşleşmiş hafızamda kırıklık olarak nüksetse de, bu ilk görünüşten dolayı almış “Bozcaada”sıfatını. Ada ile ilgili çok şey yazılmış, söylenmiş, bunlardan birine biz de kulak verelim;

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Kral Kyknos’un Thenes adındaki oğluna, üvey annesi bir iftira atar, kendisine saldırdığını söyler bir de üstüne şahit niyetine de bir kavalcı bulur. Babayı bu yöntemle ikna ederler ve Thenes bir sandığa konularak denize atılır. Sandık Bozcaada’da kıyıya vurur. Yarı baygın bir halde Thenes sandıktan çıkarılır. Bu olayı kutsayan bir çok kişinin önderliğinde adaya da Thenedos adı verilir.”

Yola düşmeden görülesi yer olarak tembihlenen Ayazma (yunanca kutsal anlamında) Plajı için az bile söylenmiş dedim kendimce.  Nadiren karşılaşılacak bir soğukluğa sahip olmasına rağmen gördüğüm en has denizdi.  Tekrar göreceğimi biliyordum burayı artık, müdavimi olmaya niyetli.

Adanın batı ucunda bulunan (Polente ucu) oldukça eski (1861) deniz fenerini ve rüzgar enerji tribünlerine sırtını vererek denize şerefe kadeh kaldırmanın sihrini tariflemek epey güç şahsım için.  Rehberimizin söylemine göre pek girmek mümkün olmuyormuş rüzgar güllerinin alanına ama dedim ya, ada-m bana sürprizlerle geliyordu işte. Her şey yolundaydı, en ufak bir aksilik hemen yoluna koyulurdu biz hissetmeden. Her şey ayarlanmış gibi bi lüksümüz vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

“Dünyanın ucundaki bu fener”in altında ayakta, oturan, bir şeyleri beklediği malum ellerinde kitapların olduğu bir topluluk karşıladı bizi. Uzaktan tanır gibi olduğum yaklaştıkça şiir dede olarak kanıksadığım ama birkaç kelimenin yetersiz kaldığı Cevat Çapan’ı gördüm. Mutlu oldum. İçimdeki çocuğun korkunç dillendiği o an elini sıkmak ve fotoğrafla yetinip sonrasında Odysseia’dan okunacak paraflar için kendime yer baktım ilkin. Anlatıcı Haluk Şahin’in konu ile ilgili girizgahı esnasında okumadığı kitabı çeviren Cevat Hoca’nın hazırlanışını bekledim bir vakit. Aklıma düştü şiir o anda ada’da;

 

Bir yaştan sonra, sınırsız bir çağrışımlar
zinciridir hayat;
başka kokular, başka görüntülerle
saldırır üstüne tekleyen belleğinle
ve birden başka adlarla uyanırsın
bir dağ yamacında daldığın düşten.
…………………
Sonunda sana sığınıyorum, ey şiir,  (eklenti niyetine: ey ada!)

Bu güzelliği tamamlayan şarap ve yeni tanışmaların izinde tekrar düşülecek bir yoldur Bozcaada,

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yabancılaşmanın Aynası Kendi-miz

İki gün evvel okuldan izin aldım,  annemleri uğurlamak için gittiğim yerse  ilkokul yolumdu. Yıllarca ev okul arası yol yaptığım güzergah ilk defa gittiğim bir kent gibi yabancıydı bana. Bu dürtüyle sarıldım kağıt kaleme. İçe dönmek, içtekileri dökmek adına,

Üzerinde oldukça fazla yazı kaleme alınmış olmasına rağmen hala muğlak gibi görünür yabancılaşma kavramı bana. Yaşamın öznesi olma durumundan çıkma, sarf edilen emeğin insanın kendini gerçekleşmesi çabasına katkısı olmaması, amaçsızlık hissiyatı gibi durumlarla kendini var eden bir olma-olmama halidir belki.

gündüz vassaf’ın radikal’deki yazısından yola çıkarak dillendirmek daha etkili olur kanımca;

bir tanıdığım geçenlerde annesini ‘huzurevinde’ ziyaret etti. yılda iki, en az bir kere görüşüyorlar. son gidişinde de her zamanki gibi aileden son haberleri vermiş, annesi de aman kendini yorma, kilona dikkat falan diyerek oğlu için endişelenmiş. huzurevi görevlisinin her seferinde aynı olan konuşmalarını kesmesiyle birdenbire ziyaretin seyri değişmiş. görevli, tanıdığımı kolundan çekip az uzakta koltuğunda uyuklayan başka bir kadını gösterip, “anneniz bu!” demiş. “ne yapayım,” dedi tanıdığım, “yaşlılar birbirlerine benziyor.”

Büyükşehirlerde  yaşamın trafik, iş yoğunluğu figürlerinden dolayı, insanın kendisiyle başbaşa kalamama halini getirir zamanla. kendine dönemeyen insan bir süre sonra sorgulayamadığı kavramlara ve pratik yaşama karşı anlamsızca seyirci konumunda bulur varlığını.

Yabancılaşma terimini ilk defa telaffuz eden Hegel’e göre;

 

 

 

 

 

 

 

 

aynı insanın özne (yani kendini geliştirmeye çalışan insan) ve nesne (yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan) olarak ikiye ayrılmasıdır. Hegel’e göre yabancılaşma insan ve toplum var oldukça yabancılaşmada var olacaktır.

Marx’a göre ise bir çok alanda bunu gözleme şansı vardır insanoğlunun;

Emeğin ürüne yabancılaşması, İşçinin üretim eylemine yabancılaşması, İşçinin doğasına, özüne, türsel varlığına yabancılaşması, Bireyin diğer bireylere yabancılaşması olarak sıralamak mümkündür.

Form ise şöyle tanımlar;

yabancılaşan birey pasif, boş, korkak ve izole edilmiş bir hale gelir. Modern insanın özgürlük ve mutluluk kaynağının tek ölçüsü “arzu edilen her şeyi alabilmesi” ölçeğine indirgenmiştir. Form, insanın kendini bir putperest haline getiren yabancılaşmadan insani bir içeriğe sahip olan sevgi aracılığı ile kurtulacağını ileri sürmektedir.

Yaşamın anlamsızlaşmasının nedeni olarak da görülebilir. Yaşam anlamsızlaştığı oranda temel ihtiyaçlar olarak nitelendirilen ama temel olmadığını düşündüğüm gereksinimlerin giderilmesi (yemek, içmek, uyumak) yaşamın başlıca amacı haline gelir.

birçoklarına göre Kafka yabancılaşma duygusunu en güçlü biçimde dillendirir yapıtlarında. Bir sabah yatağında bir böcek olarak uyanan Gregor Samsa, bilinci ve istemi dışında gerçekleşen bu dönüşümü bir türlü kabullenemez misal. Ailesi ve patronu ise, kısa bir şaşkınlığın ardından, onun artık bir böcek olduğunu kabul ederler. Ama böcek olmakla alışageldiği şeylerden koparak yepyeni bir konuma giren Gregor Samsa da, o güne kadar sürdürdüğü yaşama da, çevresindekilere de, bambaşka bir gözle bakar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Babasında bireyi yok sayan, kaba ve zorba toplumu görür Kafka. Ailede, okulda, toplumun hiçbir alanında kendi benliğini özgürce var edemez; Günce’sinde şunlarla ifade eder kendini Kafka;

“Benim benliğim kabul edilmiyordu. Benlikle ilgili bir durum ortaya çıktı mı bu, ya zorbalıktan tiksinmemle ya da benliğimi yok saymamla sonuçlanıyordu. Öte yandan benliğimin bir yanını bastırmaya kalkınca da bu, kendimden ve alınyazımdan tiksinmem, kendimi kötü ve lanetli bulmam sonucunu veriyordu.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinemada yabancılaşma denilince perdeye en iyi gadjo dilo yakışır diye düşünürüm. Tony Gatlif‘in çingene kültürü üzerine olan, Latcho Drom ile başlayan, Mondo ile devam eden üçlemesinin son filmidir, Gadjo Dilo. Bir yandan çingenelerin yurtsuz oluşlarına, sürekli yer değiştirmek zorunda kalmalarına dikkat çekerken diğer yandan da Stéphane’ın iç dünyasındaki hareketlenmeleri onun yol öyküsü üzerinden anlatır. Ayrıca Tony Gatlif sinemasının öne çıkan öğelerinden olan “yabancılaşma” bu filmde de karşımızdadır.

‘HERDEM’

Hayatıma Jehan Barbur’u Katmanın Kazanımı Üzerine

dönüşmeden,
değişmeden gün olmaz
çare bulmaz

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hergün yeni bir güne başlamanın farklılığında olup hayatına bir şeyler katmayı dert edinen insanların yanında yer alır sesi Jehan Barbur’un.

 Gidilen her yerden topladığım ve sürgülü naylon poşetlere doldurduğum sıvı katı cisimlerim var evimde. Kum, taş, yazı, mürekkep, gözyaşı, pas, kahkaha, boya, , yün, kıl, tüy, kir, koku. Onlar besliyor, onlar büyütüyor beni. Varlığımın gerçekliği ancak o zaman inandırıcı geliyor. Aksi takdirde ben de sen de boş bir sayfa değil miyiz zaten? diyerek biyografisinde girizgah yapmış güzel sesli kadın. Kitap okur gibi bi hissiyat onu dinlemek, dinlemeyi bıraktığınızda dahi içinizde yer edinen, altı çizilesi dizelerden oluşan sözlere sahip bi zenginlik. Huzur bulmanın yanında, kendimizi sorgulamamıza sebebiyet veren bir aktivite. Kulak vermeye  başladığımda günlerce ilk yaptığım iş, onu açmak, ona açılmak oluyor. az konuşup çok düşünmek şarkılarını dinlemenin etkilerinin başında gelmekte.

  

 

 

 

 

 

Masal dinlemenin büyükler içinde geçerli olduğu, geriye bakmanın unutulduğu dünyamızda bize şöyle seslenmektedir;

 Belki çocukluktan kalan
Küçücük bir hikayenin
Ardından gitmek içindir uykular
Belki yaşanmamış yaşanacak
Onca hayal peşinden koşmak için
Bütün masallar.

 

 

 

 

 

 

fikirlerden çok olayların, durumların ve ilişkilerin arasında boğulan insanları sallar birazda, kendine gel niyetine. Çok şey yapmak isteyip heves kıvamında kalmak, hiçbir şey yapmayıp hayal kırıklığına karşı korunaklı durmak, her şeyi yarım bırakıp bitirilen bir hikayesi olmayan

Biz yığınlara seslenir;

kalabalık bir sokak belki hayat
sen her köşe başı
yorgunluktan mı bu halim
düşünmek bile zor
kelimesiz geldiğim
fikirler yol almaz

dağınıklıktan mı bu halim
durulmak artık zor
geçmişte bitirdiğim
hüznümde hal kalmaz

toplanmamış bir oda
benle hayat
sen
yağmur sonrası…

çoğumuz için kendi içinde yaşamaktan umudunu kestiği, varolan düzenin gerektirdiği evlilik, garantili ve sallantıdan, heyecandan koşar adım kaçanlar için bir güvencedir.

Aşk ise, bir çoğunun ekranda tanık olduğu, bir kısmımızın okuduğu, azınlığın ise irdelediği ve yaşadığı bir kavramdır. Çoğunun söze dökmediği ama dinlerken kendine baktığı bir aşk şarkısında sıra;

Hiçbir şey bitmez
Hiçbir şey ölmez
Hiçbir şey sonlanmaz
Yokolup da kül olmaz

Umudum senleyken yitmez
Her görüşte yeniden aşktır bu belki.

Boş bir güne aldanıp
Uzun uzadıya ağlayıp
Kendimi seninle barıştırıp belki
Gün be gün özleyip ama iki çift laf edemeyip
Tek başına aşık olmaktır bu belki

Sonsuz bir tekrar bu
Seninle tüm yenidenlikler
Cansız bir aşk avuntusu bu
Her görüşte can bulup güzelleşen.

Geç Kalmış Şermin’in Yeri benim yerini ayrı tuttuğum, kelimelerim anlatırsam kifayetsiz kalacağı türden bir değere sahip. Dinleyin, ne dediğimi anlayacaksınız…

‘HERDEM’

Fidel’in Yüzünden…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Fidel’in Yüzünden’ hatırımda kalsın bir yandan da köşemde yer etsin düşüncesiyle iliştirdim buraya da. hakkında söyleyecek sözüm çok; tez elden buyuralım;

80’li yılları çocukluk dönemi içinde olanların daha fazla empati kurmalarına imkan veren bir film. O dönemlerin çocukları, gençleri içinde bulunduğu koşuldaki sancılı süreçi anlamlandırmaya çabaladı çoğunlukla. Ülkelerinin daha yaşanabilir olma umuduyla mücadele eden ebeveynleri, arkadaşları olan insanlarla yaşadılar, hatırında kaldı bir çok ayrıntı çoğumuzun, tanığı olduk. hala da anlatılır,

Türk sinemasının o döneme ait çocuk üzerindeki travma, kimlik karmaşası üzerine epey durduğu bir çok yapımla yüzleştik perdede. Fidel’in Yüzünden bu zihniyette çekilen Julie Gavras imzalı takdire şayan bir ilk yapım. Fransa’da yaşayan çocukların hikayesi…

İspanyol bir avukat baba ile Marie Claire dergisine çalışan Fransız annenin kızı olan dokuz yaşındaki Anna Kübalı dadısı Pilomena ve ailesiyle birlikte oldukça rahat bir hayat yaşamaktayken halasının, eşinin öldürülmesi üzerine onların evine sığınması ile başlar aslında. Baba başta olmak kaydıyla herkes bu değişim rüzgarından nasibini alır. Anna’nın hoşlanmadığı ve eski hayatına duyduğu özlemin etkisiyle öfkeyle karşıladığı bu değişimin nedeni sakallı komünistlerdir. Sık sık bakıcıları değişmeye ve Anna’nın kafası daha da karışmaya başlar.

Dünya sinemasında mühim bir yer işgal ettiğini düşündüğüm Costa Gavras’ın kızının ustalıklı bu ilk filmi görülesidir.

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Fidel’in Yüzünden – La Faute à Fidel! 
Yönetmen ve Senaryo: Julie Gavras 
Oyuncular: Nina Kervel-Bey, Julie Depardieu, Stefano Accorsi 
Yapım Yılı: 2006 , Fransa

Güneşe Yolculuk, “Senem” vakti…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Teknolojiden hiç bir vakit hazzetmedim diyebilirim. Ama yoğun haftaları geride bırakırken ekranın ışığından istifade ederek okuduklarım ve dinlediklerim katlanmam için yeterli neden oluyor çoğunlukla.

Senem Diyici’nin fon olduğu okumalarda, okumaların fon olduğu türkü dinlemelerine dönüştü zaman(ım).

Müziksiz olarak dinlediğim nefis İstanbul Türküsü, halk müziği ile caz ezgilerini harmanlayan ve bu şehirde dünyaya gelen sanatçıyla tekrar haşır neşir olmama sebep oldu, iyi ki de oldu. Senem Diyici, Küçük yaşta müzik dehası farkedilir ilkin. 10 yaşındaysa İstanbul Konservatuarı’na başlamasıyla perçinlenir bu yetenek. Ruhi Su ustanın ışığıyla beslenir uzun bir vakit. Hatta Ruhi Su dinlerken onu ararsınız müzikte farkında olmadan.

Yurtdışında yaşamını sürdüren ses-nefes eğitmeni sanatçı, ülkemizde de bir çok konser vermektedir. Aynı zamanda Senem Diyici ve Alain Blesing,  2011 yılı içerisinde “Wonderbike Tour” ismiyle hızla kirlenen dünyamıza vurgu yapmak amaçlı 10’u aşkın Avrupa ülkesini bisikletleriyle katederek yol üstündeki bir çok köyde konser verme planları ile yollarına devam etmektedirler.

Anadolu’yu köy köy dolaşıp biriktirdiği yüzlerce türkü oluşturur. Çeşitli ürünler verir, müzik haricinde de. 

tell mı trabizon albümü dikkate değerdir, bunun yanında Güzeller Duası sayısız dinlenebilecek güzellikte bir türküsüdür, şiddetle tavsiye olunur, huzur için…

‘HERDEM’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İçinden İstanbul Geçen Filmler 4 (Zamanın İçinde)

Neşeli Günler / 1978

Herkesin ekran başına kurulup bir posta izlediği bu yapımda, Cihangir’deki Asri Turşucu set olarak kullanılmıştır. Filmde aynı zamanda anne ve babasının birleşmesi için önünde açlık grevi yaptıkları Taksim Meydanındaki anıt daha sonra kaldırılmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yusuf ile Kenan / 1979

Babalarının kan davasında ölmesi üzerine Adana’dan İstanbul’a uzanan bir yolculukla başlar film. 1979 Dünya Çocuk Yılı’nda sokak çocuklarının içinde bulunduğu koşullara dikkat çekmek amaçlı yola çıkmış bu filmde Yusuf ile Kenan’ı Haydarpaşa Garı’ndan İstanbul’u selamlar ilkin. Avrupa yakasına geçtiğinde Anadol arabaların yoğunlukta olduğu Galata trafiği içinde bulurlar kendilerini. Hayattaki tek akrabaları olan amcalarının çalıştığı hanın sahibi kadın, onları taşralı olduğu için eleştirir. Ve o kör zihniyete göre; taşralılar İstanbul’a gelip işçi olurlar yalnız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Banker Bilo / 1980

Onlarca efsane repliğin çıktığı bu filmde; özellikle Bilo’nun (İlyas Salman) seyyar satıcılık yaptığı sahnelerde İstanbul’un çehresinin değişmezlerinden olan isportaçıları sıkça görürüz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gırgıriye / 1981

Uzlaşamayan ama birbirini seven iki ailenin hikayesi üzerine kurulmuş filmde başrolde aslında Sulukule var demek mümkün. Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında sulukule’deki bir çok yapılanma yıkılmış, istanbul’un bu kendine has dokusu sadece bahsi geçen filmlerde kalmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

At / 1981

Göç olgusuna salt maddi nedenler olarak bakmayıp daha derin anlamlar kazandıran At’da, İstanbul’da emeğin karşılığını bulamadığı ve yaşayabilmenin, okutabilmenin sancılı dönemine tanıklık ederiz. Tek lüksü muhteşem İstanbul görüntüsü olan Hüseyin’in isportacılık yaptığı Süleymaniyenin dar sokakları, Eminönü, Vefa’nın kalabalığı arasında biz de onunla yol alırız bu trajedide. (İstanbul kadar değerli Genco Erkal’ı bu sokaklarda görmenin mutluluğunu da yaşatan film görmeye değerdir.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Çiçek Abbas / 1982

Minibüs dolmuşculuğunun revaçta olduğu dönemde Alibeyköy – Aksaray arası dolmuş şoförlüğü yapan Şakir ile Abbas’ın hikayesi ve dönemin arabesk jargonu üzerine kurulan kahve muhabbetleri ve minibüs yazıları hafızalarda bakidir.Dış mekan çekimlerinde en fazla yer alan Alibeyköy’ün altyapıdan uzak çamurlu yollarını da ben hatırlatayım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Züğürt Ağa / 1985

Üzerinde konuşulacak epey malzeme veren bir zenginlik olan filmde; Harran’ın Haraptar köyünün ağası kuraklık ve bir dizi aksilikler nedeniyle arazileri satarak İstanbul’u adres beller kendine. İstanbul’a gelenlerin ilk yaptığı işlerin başında gelen isportacılık Züğürt Ağa’yı da içine çeker. Girdiği her işte başarısızlıkla tanışan ağa İstanbul’da ikamet edebilmek adına, ağalık sembolü olan aksesuarlardan çizmelerini de eskiciye vermek durumunda kalır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

İçinden İstanbul Geçen Filmler 3 (Zamanda Sürgün)

Sev Kardeşim / 1972

Sanayileşmenin hızla arttığı bir dönemde çekilen filmde boğazın mavi sularının mekanı olan mahallede kurulmak istenen fabrika inşaatı konu edinilmiştir. Bu niyetle mahalleye gelen avukatın karşılaştığı tepki hafızalarda hala yerini korumaktadır; “Fabrika kuracak yer kalmadı mı sanki?” bunun haricinde dolmabahçe saat kulesi ve kalabalık iett otobüsleri hatırda kalan detaylar olarak sıralanabilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Gelin / 1973

Ömer Lütfi Akad’ın “Gelin – Düğün – Diyet” üçlemesinin ilki olan yapımda göç olgusu ve istanbula göç eden taşralı insanların yaşadıkları travma ile yüzleşmek mümkündür. Bunun için filme kulak verelim biraz da; “Hıdır: Şu boğaz, şura Üsküdar, Galata Veli: Koca kent Hıdır: Şu gördüğün onda biri.” İstanbul’daki sonradan büyüyecek olan “küçük anadolu” yapısını yansıtan unutulmaz ve gerçekçi bir çalışma.

 

 

 

 

 

 

 

Hababam Sınıfı / 1975

Küçükken bir günde bitiriverdiğim romanın film versiyonu haylaz yanımızı temsil eden, izlemeye doyulmayan bu samimi filmin çekildiği okul, Valide Adile Sultan Kasrı’dır.  Kullanılan kostümler ve söylenen şarkılar dönemle özdeşleşmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kapıcılar Kralı / 1976

Filmin mekanı Cihangir’deki güneşli sokaktır. Çöpçüler Kralı’na da ev sahipliği yapan mekanda İstanbul’da apartman hayatının ipuçlarını görebileceğimiz sağlam bir filmdir. Küçük bir Türkiye portresi görünümdeki yaşamı konu edinen apartman hayatı aynı zamanda Suadiye’yi mekan edinmiş Bizimkiler dizisinin esin kaynağıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sultan / 1978

İkinci Boğaz köprüsü yakınındaki mahalle köprü inşaatından sonra oldukça değerlenecektir. Bunun bilincindeki muhtar, yeni yapılanma için mahalledeki evleri teker teker satın alır. Tarabya’da gündeliğe giden kadınların tek eğlencesi ise sinemadır. grev, zam ve işsizlik mahalle kahvesinin vazgeçilmez konularıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘HERDEM’

bilinmeyen ülkelerden bilinmeyen filmler

tüm sanat dallarını içinde barındırdığına inandığım sinemayla ilgili bir festival haberi ile yüzleşiyoruz yine. istanbul’un ev sahipliği yaptığı bilinmeyen sinemalar film festivali dün itibariyle başladı. 11-17 mayıs tarihleri arasında 36 filmin gösterileceği festivalde toplumsal hafıza, güncelin izinde, belgesel gözü, panorama, derin bakış olmak üzere beş ana bölüm yer alıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

öne çıkan birkaç yapımdan bahsetmek mümkün;

kısa belgesel dalında gösterilen bu eller, taş ocağında çalışan mozambikli kadınların bir gününü resmediyor.
bir yanda makineler düzenli çalışırken diğer yanda her yaştan kadınlar elleriyle taş kırıyor. çocuklar toz içinde oyun oynarken kadınların tek eğlencesi yerel şarkılar söylemek. anlatıcısı olmayan belgesel kadınların bir gününü doğrudan gösteriyor.
düşük ücretle çalıştırılan kadınların hikâyelerine ışık tutan bu eller, makine düzenine rağmen el emeğini kullanan sanayileşmeyi açık eden bir yapım.

Diğer bir yapım ise; Çadlı yönetmen Muhammed-Salih Harun’un filmi Abouna (Babamız), iki kardeşin dokunaklı hikâyesini gündelik hayatın içinden unsurlarla perdeye taşıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sekiz yaşındaki Emin ve onbeş yaşındaki abisi Tahir bir sabah uyandıklarında babalarının evi terk ettiğini fark eder. Başlangıçta babalarının kısa süre içinde geri geleceğini düşünen çocukların zaman geçtikçe ümitleri de gitgide kaybolur. İki oğlanla başa çıkamayan anne, çocukları uzakta bir Kur’an kursuna yollar. Kardeşlerin bu süreçte babalarıyla tekrar buluşma hayalleri devam eder.
Ödüller :
2002 Hong Kong Uluslararası Film Festivali: Ateşkuşu Ödülü – Özel Mansiyon

2002 Kerala Uluslararası Film Festivali: FIPRESCI Ödülü ve Altın Sülün
2003 Ouagadougou Panafrican Film ve Televizyon Festivali: Baobab Tohumu Ödülü, En İyi Görüntü, INALCO Ödülü ve UNICEF Çocukluk Ödülü

İzleyicilerin farklı coğrafyalara ait filmlerle buluşurken, biryandan da farklı  dillerle yüzleşme şansı yakalayacak. Festivalde Kamboçya, Haiti, Uganda, Çad gibi ülkelerin filmleri seyirci ile buluşacak.. Filmleri gösterilecek ülkelerin ortak özelliği ise kişi başı milli gelirlerinin 750 doların altında olması. filmler, beyoğlu sineması, tarık zafer tunaya kültür merkezi ve kadıköy moda sineması’nda ücretsiz olarak takip edilebilir.

 ‘HERDEM’