Archive for the ‘Yazar : ‘Fran(sı)z’’ Category

Hasta Parçacıklar- VIII :

“Siyah –Girizgah…”

Otuz gündür yıkanmıyordum. Otuz gündür sifonu çekilmemiş bir tuvalet gibi hissetmeye başlamıştım .  Dışarıda kar beyazının temizliği gözümü alıyordu. Ama kokum vardı evet benim kokum. Ama vardı ya yeterdi. Tıpkı  O’nun ve onların olduğu gibi. Her şey kokmalıydı. Her şey kendince kokmalıydı. Gözleri ışıldayan  ve Güneş’in alevleri gibi yanan bir tanecik kızım kokmalıydı ruhunda. Kadınım kokmalıydı ve ben ise otuzuncu günün sonunda yine kokmalıydım. Çünkü yeryüzündeki tek varoluş göstergem buydu. O kadar çabalıyordum ki kokmak için kokarcalar bile bu kadar uğraşmıyorlardı herhalde. Ama her şey ortadaydı , aslında hiç kokmuyordum. Benim kafamda canlandırdıklarım beynime dokunan  parmaklar gibiydi. Kokuları sağlayan beynime dokunan parmaklar… Saçmalama deyip kendime geldim. Geldim mi acaba. Kafamda bir saniyeliğine bir sürü soru: “ Görünmeyen her yerde olan tanrılar… ne gökte ne de yerdeler onlar. Her şeyi var ettiler, her şeyi  devam ettirdiler , ilk insan Onlar’dan korktu. Şimdi son insanlar da korkuyor. Çünkü onlar olmadan hayat var olamaz onlar varken de hayat yok olabilir…” . Evet işte sana somut. İşte sana tanrısallığı en çok hak eden varlıklar… Ne olduğunu söylemeye bile gerek yok…

“Neler oluyor!” diye saçma sapan bir haykırışla uyandım. Havlunun içinde çok temiz ve paktım. Kollarımı kaldıracak  gücüm yoktu. Kalbimin atacak mecali olmadığını düşündüğüm zaman O geldi. Evet Işımakta olan bir S…’dı bu. Kalbinin büyüklüğü içinde sadece  kendi aydınlığını değil ikimizin de Güneş’ini taşımaktaydı. Ellerimden tuttu. Ruhum hafifti o an… “S” diyecek oldum. O ise sadece kocaman yuvarlacık gözleri ile “S’enin atmakta olan  Kalb’inim” diye buyurdu. O an anlamalı ki ey dost insancıklar hayat sadece S.. olabilirdi. Ama beyin Tanrı’yı buyurdu: İlim ve S’abır.

Az sonra kar beyaz soğuğunda kulübeden çıktım. Her şey sessizlikti.  Etrafta kış için biriktirilmiş çalılar, boynu bükük bir kardelen, ufukta gözlerimi alan bir ışık kaynağı ve akşam açlığımı nasıl gidersem düşüncesi. Evet biraz arayış içindeyken karşımdaki kar dolu tepeciği tırmandım. Biraz ötede “düşünce otu” olarak bilinen A… göründü.  Bilmem neden zengin bilmem kaçıncı kimin bilmem ne hastalığına iyi geldikten sonra adamın zeka dolu zaferler elde etmesini sağladığı iddia edilen ot. Benim için ise ıspanaktan farkı olmaksızın koparıp çiğnedim. Ekşi tadıyla kendini itmeyen bu ot biraz da ısıtıyordu  vücudumu.  Biraz daha ilerledim. Başım o S’ufle dolu  trompet sololarıyla iniyordu otun etkisiyle. Ya da ot sadece bir araçtı… Hayat soluk almaya devam ediyordu sanki benim nefesimle. Yoksa ben de O da olmamalıydı hatta trompet üstadı da… Çevrenimizdeki karmaşıklığın  asil basitliği… Kimindi bu laf? Ben mi saçmalamıştım?

Derken ortalık kararmaya başladı ya da ben öyle sanmıştım. Ne siyah ne gri bir bulut belirdi sahnede . O sahne ki nasıl tanımlanmalı nasıl? İnsanoğlu nasıl acılarla göğü inletti nasıl? Nasıl bir renk idi ki o ve kimdi aslı biz Aşk olmuşken bu dünyacıkta…”

Fran(sı)z…

 

[Tarih belli olmamakla birlikte en organize en mantıklı soykırımı ve aslında en tanrıyı anlatan bir düşünce silsilesi…  (20/06/2005 kayıtlı metinde sanırım tarih olarak o tarihteki son okunuş tarihlenmiş.)

Parçacıkların kendi aralarında düzenlenişi ve numeroları da saçmalıktır aslında ama aslında vardır böyle bir düzen ve V.. nin bilmem kaç mevsimine benzerler. Çünkü hayat sadece Aşk’dır. “Aşk” olmayan hayat batsın, der kimileri…  Bu arada ufkumuzdaki şizofreniyi depreştiren sevgili İhsan Oktay Anar şahsiyetlerine şahsım adına teşekkürü bir borç bilirim ey Yüce Aylak Adam’lar (Gerçi İOA , Sayın ATILGAN’ a karşı şizosunu teşekkür babında sunabilmelidir diye geçirmekteyim kanaatimce bir  Zebercet  hatmederek…Çünkü esas olan… Deli miyim neyim?) (19.09.2012)]

Hasta Parçacıklar –VI

“Çıplak Narkolepsi ”

Birden merdivenlerde buluverdim kendimi. Geniş, en azından her katta ellişer basamaklık beton merdivenler. Bulunduğum yeri kestiremiyordum. Ortamda garip bir serinlik vardı. Ve loştu. Gecenin bir vakti olmalıydı herhalde. Hiç kimse yoktu ortalıkta. Merdiven boşluğundan aşağıya baktım. Sessiz bir karanlık vardı . Yukarıya baktığımda ise bu loşlukta hatta yukarılara doğru zifirileşen karanlıkta en azından beş kez gidişli gelişli dolanan  merdiven parmaklıklarını seçebildim. Üşümeye başlamıştım. Neden buradaydım. Ne zaman gelmiştim. Birden o ana kadar fark etmediğim vücudumun çıplaklığını sezdim. Daha fazla üşümeye başladım. Ne olmuştu bana. Beni bu tanımadığım merdivenlere getiren neydi? Amaçsız bir şekilde merdiven boşluğundan  aşağıya ve yukarıya bakıyordum. Ara sıra da aynı kat üzerinde birkaç basamak inip çıkıyordum. Bir süre sonra yorularak merdivenlerin inilip çıkmaktan aşınarak parlamış basamak kenarlarına ayağımı sürterek isteksizce bulunduğum yere oturuyordum. Bir an  ayak sesleri duydum- alt katlardan olsa gerek. Telaşlandım. Böyle  çırılçıplak merdivende yakalanmam pek de hoş olmazdı. Yukarı doğru hızla çıkmaya başladım.  Arada bir merdiven boşluğunu da gözlüyordum. Ayak sesleri kesildi. En azından dört kat çıkmış olmalıydım. Merdivende ne bir pencere vardı ne de çıktığım katlar herhangi bir daireye açılıyordu.  Bir koridorun merdivenleştirilmiş  şeklinde  yürüyor gibiydim. Kısılıp kalmışlık duygusu ağır basmaya başlamıştı ve merdivenlerin nereye kadar gittiğini görmek için yukarı doğru  tırmanmaya başladım.  Çıktıkça her katta durup  içinde bulunduğum binanın  tavanına ne kadar yaklaştığıma bakıyordum. Bir ara merdivenlerin hiç bitmeyeceği düşüncesi  belirmişti. Çıktıkça yoruluyor ve umutsuzluğa kapılıyor , bu umutsuzluksa beni korkutuyor  ve daha  hızlı çıkmama neden oluyordu.  Sonuçta yorgunluğum  daha da artıyor ve kısır döngüdeki umutsuzluk son haddine ulaşıyordu.  Oldukça hızlandığım hatta koşarcasına  çıktığım bir anda  önümde ansızın beliren duvara çarptım ve olduğum yere yığıldım. Nefes nefese kalmıştım. Karnıma heyecan ve tedirginliğin yol açtığı ağrı ve kasılmalar girmeye başladı. Daha derin nefesler alarak biraz olsun kendimi toparlamaya çalıştım.   Yukarı çıkarken  herhangi bir pencereye de rastlamamıştım hani.  Birileri bana bir tuzak mı kurmuştu yoksa bir rüyada mıydım? Ama dokunduğum her şey gerçekti. Merdivenin soğukluğunu ayak tabanlarımda hissedebiliyordum. Duvarlar gerçekti. Muhtemelen beyaz olan tertemiz iğrenç duvarlar.  Birkaç kez yumrukladım. Tok bir ses çıktı. Oldukça kalın olmalıydılar.

Bu kez ümitsizce aşağıya inmeye başladım.  Üçer dörder atlayarak iniyordum. Bir ara ayağım bir basamakta  kayıp burkuldu. Bir süre kıvrandıktan sonra tekrar inmeye başladım. Tüm katlar aynıydı, soğuktu. “Birileri tarafından gözetleniyor olabilir miyim?” diye düşündüm. Ama her yerde pürüzsüz duvarlar ve kenarları inilip çıkılmaktan yuvarlanmış merdiven basamakları dışında hiçbir şey yoktu.  Mademki hiç pencere yoktu  merdivenleri az da olsa görebilmemi sağlayan  ışık nereden geliyordu? Duvarların boyası fosforlu türden parlayan bir boya da değildi hani. Yalnızca beyazımsıydı. Buna rağmen ışık yokken bu özellikleri seçebilmem mümkün olmamalıydı.  Hatta tenimin rengini de seçer gibiydim.  O zaman bir yerlerde ışık olmalıydı. İnmeye devam ettim. Merdiven boşluğuna yaklaştığımda aşağıdaki karanlığa yaklaşmış olduğumu gördüm  ve sonunda ulaşmayı başardım. Karşıma çıkan şeyse  yine anlamsız bir duvar oldu.  Yani merdivenlerin çıkışı yoktu. Neler oluyordu?  Giderek üşümem artmıştı.

Bir rüya gördüğüme dair şüphelerim artmaya başlamıştı. Böyle anlamsız bir ortamda nasıl oldu da kısılıp kalmıştım? Labirent içine konan deney fareleri gibi hissetmeye başlamıştım kendimi. Ama onlar yine de şanslıydılar. Labirentin elbette bir sonu vardı.  Ama benim içinse son  duvardı.

Bir an kendimi düşündüm. Kimdim ben? Sevdiğim bir kadın var mıydı? Ne iş yapıyordum? Hayattan zevk alıyor muydum? Tüm bu soruların cevapları karşıma çıkan duvarları açıklıyordu. Merdivenlerin birer nedeni vardı ve sonunda beliren duvarların. Düşünüldüğünde bulunabilecek nedenlerdi bunlar. Merdivenlerde uzun bir zaman inip çıkarak kendimi yormayı amaçladım. Böylece uyuyup gerçek hayatta uyanabilir miydim acaba? Ancak uykum zaten oldukça yorulmuş olmama rağmen gelmiyordu. Uyanmak istememe rağmen  böyle bir dürtüyü de kendimde bulamıyordum. Kısacası hem uyuyamıyordum hem de uyanamıyordum. Zihnimde ufak matematik hesaplar yapıyordum. Yalnızca vakit geçirmek için. Ama yaptığım basit işlemlerin cevaplarını şimdi hatırladığımda farklı veriyordum. Yani aslında cevaplar yanlıştı ama bana o an son derece mantıklı görünmüştü. Uyuyamıyordum ama sanki  aynı zamanda uyuyordum. Ama ya karşımdaki beyazımsı duvar. O da neyin nesiydi?

Birden bir ses duydum. En başta boğuk , kalın bir sesti bu. Sonra yavaş yavaş netleşmeye başladı. Midem bulanmaya başlamıştı sanki ve boğazımda bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Daha sonra boğazımdan bir şeylerin çekildiğini hissettim. Ardından ani bir öğürtü ile uyandım. “Hadi bitti ameliyatın. Uyan artık!” diyen bir sesi artık net olarak duyabiliyordum. Karşımda bulunduğum yerin beyaz tavanı duruyordu. Etrafıma baktım. Yeşil önlükler içinde yeşil kepli maskeli insanlar dolaşıyordu. Birisi elinde beyaz bir şeyle gelerek karnımın üzerine yapıştırdı. Kafamı yerine koyup uyumaya çalıştım. Bir şeyler düşünmeden.

Fran(sı)z (2003)

(Uyumuş ve uyanmışlık deneyimleri…)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(çizim: fran-sı-z)

filmler arasında…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

morfin , alekxey balabanov imzalı 2008 yapımı bir film. filmde 1917’lerde bir kasabada doktorluk yapmaya çalışan ve iyi de başaran michail alexiyevic polykakov’un difteri aşısı sonrası gelişen yan etkiyi iyileştirmek için yaptığı morfine  bağımlı hale gelişiyle süregiden olaylar anlatılmakta. 1. dünya savaşı döneminde insanların morfinin gramı üzerinden yaptıkları kavga da ilgi çekici.  özellikle bir hekim olarak ilgimi çeken film taşrada mesleğini icra eden meslektaşlarımı da (kendim de 2 yıldan uzun süre bulundum) aklıma getirdi.

morfin’de leonid bıchevın tarafından canlandırılan doktor karakteri aslında o dönemde insanların yokluk ortamında ne kadar başarılı olduklarını da gösteriyor.  ancak filmde can alıcı olan, morfinin “kutsal su” modeli vazgeçilemez, kaybedilemez, uğruna adam öldürülebilir “kral”lığının çok güzel bir şekilde işlenmiş olması. freud’un kokainle olan çalışmaları ve insanların serbest olarak kokaini kullandıkları ve tanrı olarak gördükleri  1884’lerin  geçilerek  narkotiklerin yasaklandığı ilk dönemleri çok iyi anlatmış. tabii ki söz konusu senaryonun kaynağı olan büyük yazar bulgakov ‘un kayıt ve günlüklerini de unutmamak lazım…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu arada ‘amarcord’un ikinci yarısını da izleyip filmi tamamladım ve aziz  fellini’nin  müridi olmak gerektiğine kanaat getirdim. yav tabi sinema apayrı bir dünya”  diyen tırnak işareti öncesi dingillere cevap olarak ben ömür boyu fellini dünyasında balon gibi yaşardım demek isterim.

yav nasıl bir iç dünya öngörüsü bu…

adam ufkun sınırsız  kilometrelerce  üzerinde gezmekte….

bu arada nills peter ile karşılaşmakta crockett hazretleri ve  o’nun elini tutarak  “sen bir aşk’sın” deyip birlikte hayal olmakta ufka… demek isterim tabi. 

ulan bu ne ya … ürya mıdır nedir?  … nassı yani ben bedenimden mi ayrıldım.  yok la.. nası yani . nası la.. la .la. la. angaralı nassı da ölmez addam gibi. hatlar karıştı pardon. ne behzat ç’si lan… ve bitiş. 

‘amarcord’un ve tüm dünyanın tüm  negatif eleştirmenlerine bu saptamayı adamak için bu yazıyı tuşladım.

tabii ki tarihimizin en büyük şahidi crockett olaraktan her tür negatif eleştiriye aynı ölçüde cevap vermek üzere dünyada alternatif  film yapabildiğini ya da yapabileceğini iddiaedenşahsiyetin  ayaklarından öpeyim. ama bu “film” olsun.  yani fellini ustayı değerlendirdikleri ufukta bir film olsun ki tohumlarımıza doğru bin yıllarca yaşasın.

‘Fran(sı)z’

Hasta Parçacıklar- V

“Kitaplar”

 

“İlk kez bu kadar kalın bir kitap okuyup bitirmenin  garip hazzını duyuyordum. Kitap okumayı  sevememiş biri için  gerçekten haz verici bir durumdu bu.

Bununla beraber  kitaplıktaki raflarda duran onlarca kitap artık gözümü korkutmamaya başlamıştı. Hatta artık onlara karşı büyük bir açlık duyuyordum. ‘Bu kitapların hepsini okumalıyım’ diye düşünüp  bunlarla ilgili bir senelik saçma bir plan dahi yapmıştım.  Ancak her ay başına on beş kitap koyacak kadar işi abartınca kendimle ilgili yarım kalan türlü çeşitli saçma sapan planlara bir yenisini daha eklediğimi kabullendim sonunda. İlgili kitapların çoğunluğu da en azından Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı kadardı…

Belki de bir coşkunluk nöbetiydi  bu kadar fazla kitap hedeflememin nedeni. Öyle ki kendimi gerçek hayattan soyutlayacağımı zannettirecek kadar yoğundu bu coşkunluk.  Oysa ki yapılacak işler, hiç gerçekleşmeyecek olan böyle bir planın saçmalığını kısa sürede ortaya koymuştu.

                                                                       *

Hayatımın yirmi küsur senelik kısmını kitapların kokusundan kaçarak geçirmiş olmaktan duymuş olduğum pişmanlık ve öte yandan  sonraki yıllarımı  boşa geçirme endişesi sürüklemişti belki de . . .

                                                                       *

Sonraları okuduklarım arttıkça bu kez de okuduğum kitapları ileride hatırlayamama korkusu baş gösterdi. Küçük alıntıları bir yerlere kaydederek kitapların can alıcı noktalarını hatırlamaya çalışacaktım. Oysa ki bu da gayet zordu benim gibi başladığı her işi yarıda bırakmayı seven biri için. Örneğin, K. gibi bir yazarın herhangi bir kitabının herhangi bir paragrafını alıntı yapmak kitabın geri kalanına   haksızlık etmek demekti. Ama devam etmeliydim kitaplar bitene dek.

                                                                       *

Bir başka düşünce ya da bir saplantı demek daha doğru olacaktır, okuma şevkinden sonra kitap cimriliği de baş göstermişti.  En başlarda  kitapların yıpranmasını engellemeye yönelik önlemler almayla başladı. Bir süre sonra kitapları diğer insanlara vermede kararsızlık; onların zarar verip yıpratabileceği düşüncesi hakim oldu. Öyle ki kitapları görmesinler diye yatağımın altına saklamaya başlamıştım.

                                                                       *

Onları silip belli bir sıraya göre dizmek, hepsinin dışa bakan kısımlarının aynı sınırda olmasını sağlamak bir zevk haline geldi. Rafla temasta olan yerlerini ve köşelerini bantlamak da korumak için aldığım bir önlemdi. Bir süre sonra bu düzenleme işi her gün olacak seviyeye erişti. Öyle ki günün üç saati bu titizlikle uygulanan düzenlemelere gidiyordu. Bazen yaptığım sıralamayı başka bir şekilde yenileme düşüncesi bu süreyi beş saate kadar çıkarıyordu.   Kitapları renklerine, kalınlıklarına, boylarının kısa ya da harflerinin büyüklüğüne  göre dizmeye başlamıştım…

                                                                       *

Kitapların bana zararı böyle de bitmedi. Günlük düzenleme sırasında ya da kitapları tek tek silerken  yanlışlıkla yere düşürünce  bu kez nemden pek fazla etkilenmediğini düşündüğüm kapaklarını  sabunlu bezle silip sonra  nemli başka bir bezle durular hale geldim. Sanki yere düşmeleri onların mikrop kapıp hastalanmalarına yol açabilirdi. Ayrıca yere düşen kitabın her tarafını zarar var mıdır diye taramak da adet olmuştu. Bir keresinde, bu nedenle  sayfalarından birkaçının köşeleri bükülmüş olan bir kitabı avutmak için yanımda bir gece yatırdığımı anımsıyorum.

                                                                       *

Onlarla konuşmaya ne zaman mı başladım? En başlarda rüyalarımda roman kahramanlarını görüyordum. Bunlar bana ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Yani olayları nasıl geliştirmeleri gerektiğini… Söz gelimi Raskolnikov’un baltayı alıp tefeci kadını öldürmesi gerektiğini ya da Josef K.’nın tuttuğu avukattan vazgeçmesi gerektiğini, Lennie’nin köpek yavrusunu  sıkıp öldürmesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum.

Sonraki rüyalarımda bunlarla güncel konularla ilgili tartışmalar da yapmaya başlamıştım. Bir keresinde Pelageya Ana’ya oğlunun seçtiği yolun doğruluğunu anlatmak için akla karayı seçmiştim.

Sonraları rüyamda kahramanlar daha az görünmeye başladılar. Gördüğüm zamanlarda da bulundukları romanın bilmem kaçıncı  bölümünü okumadığımı söylüyorlardı. Uyanınca ben de o bölümü okuyordum. Oysa ki her seferinde o bölümü daha önce okumuş olduğumu görüyordum. Bu durum beni kızdırıyordu. Bir seferinde rüyamda bu yüzden Barnabas ile kavga halindeydim. O esnada yatağımın yanındaki duvarı yumruklayarak elimin ağrısına  uyanmıştım. Sonraları bu kahramanlara rüyamda hiç rastlamadım.

                                                                       *

Uyanıktım. Evet. Her şeyin olup bittiği dönem… Uyanıktım. Kitaplar bana seslenmeye başladılar. Onları silmemi istediler. Birgün Gorki’nin   Aşk Rüyası, içine bir güve girdiğini ve kendisini yemeye başladığını söylemişti. Tüm kitabı didik didik ettim ama güveyi bulamadım.

Bu tür istekler beni kızdırmıyordu. Çünkü onların söylediğini yaparak beni sevmelerini sağladığımı düşünüyordum.

                                                                       *

Birgün annem beni ziyarete gelmişti. Odamda sayıları gayet fazla olan bunca kitabı görünce hepsine para harcamamın anlamsızlığından söz açmıştı. Oysa ki zaten annem ve babama karşı kitaplardan hayatımın ilk yirmi yılında  uzak tuttukları için büyük bir kin besliyordum. Böyle bir şeyi  söylemesi de beni çok kızdırmıştı ve annemi – onca yolu teperek beni görmeye gelen annemi- kovdum. Kadıncağız durumuma korkup üzülmüş  ve o gün kapı komşumun evinde yatmıştı.

                                                                       *

Günler geçtikçe hissettiğim bir eksik vardı. Birgün bu eksikle ilgili olarak Camus’un Veba’sıyla konuşuyorduk.  Bana yemek yemediğimi, belki de bu yüzden zayıfladığımı, eksikliğin bundan ileri gelebileceğini söylüyordu.

Kitaplarla tartışmalarım onlara ayırdığım günlük süreyi  yedi sekiz saate  çıkarmıştı. Bu durumda okula gidemezdim. Her şeyimi onlara adamaya karar verdim. Dışarıyla ilişkimi neredeyse kesmiştim. Yalnızca yeni gıcır kitaplar almak için  dışarı  çıkıyordum ve genel ihtiyaçlar için…

                                                                       *

Bir Pazar günü  ev sahibim kendi yedek anahtarıyla evime girmişti. Bense dışarıya  yeni kitaplar almak için  çıkmıştım. Dışarısı boğuk ve nemliydi. Paltomun kenarını yüzüme kapatarak  döndüm. Döndüğümde Sartre’ın Bulantı’sını elinde tutuyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. O nasıl bir kitap tutuştu öyle? Elimdekileri yere fırlatıp  Ona doğru koştum . Adam “ Kusura bakma. Eve izinsiz…” demeye  kalmadan bir yumruk attım. Sendeleyip  yere düştü . O esnada  kitabı yere düşmeden  yakalamak için ben de adamın üzerine atladım: Neyse ki adamın yalnızca dudağı patlamıştı. Kitabı elinden   alıp adamı yaka paça dışarı attım. Kapıyı kapattığımda dışarıdan adamın inleyen sesiyle beni evimden attıracağını  ve çeşitli küfürleri  savuruşunu işitiyordum… Bir saat sonra “Fareler ve İnsanlar” ev sahibini dövmekle iyi bir iş yaptığımı, aslında bunu hak ettiğini söyledi. Buna karşılık “Türlerin Kökeni”  itiraz ediyordu. Kavganın saçmalık olduğunu , bunu ancak Amerika gibi  bir kıtayı zorbalıkla  ele geçirmiş insanların torunu  olan bir yazarın  yazdığı  kitabın düşünebileceğini söyledi. Bunun üzerine  Fareler ve İnsanlar, Türlerin Kökeni’nin  kabahatiyle oturması gerektiğini, ırkçılığın en ciddi odaklarından olan bir ülkenin tohumu oluşunun utanç duyulacak bir şey olduğunu  söyledi. Türlerin Kökeni ise yerinde duramıyordu sinirden ve “Faşist! Irkçı! Amerikan ayrılıkçısı!” gibisinden bağırıyordu. Bense sinirlendim ve ikisine  seslerini kesmelerini söyledim. Onlara böyle suçlamalar yakışmıyordu. Benim ve buradaki tüm kitapların yeryüzündeki her insanı birbirinin kardeşi olarak gördüğünü ve yalnız bu iki kitaptan böyle  ırkçı izlenimler almanın esas utanç verici olan şey olduğunu söyledim. Bunun üzerine Sartre’ın Sözcükler’i itiraz etti ve buradaki her kitabı –Fransızlar dışında- faşist ilan etti. Bu düşünceye çok sinirlenmiştim.  ‘Sen çok konuştun ama!’ diyerek duvara fırlattım. Bundan sonra tüm kitaplar bana küfretmeye ve benim Allah’ın belası bir pislik olduğumu     haykırmaya başladılar. Bense devamlı ‘Susun!’ diye bağırıyordum. Büyük bir gürültü yükseliyordu bu kitaplardan. Özellikle seçebildiğim kadarıyla Brecht’in Sanat Üzerine Yazılar’ ı ile Shakespeare’in Venedik Taciri  ıslık da çalıyorlardı. Sonra bunlara Einstein’ın Görelilik Kuramı da katıldı.

Benimse tepem atmıştı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kitaplar da susmak bilmiyorlardı.  Kulaklarımı parmaklarımla  acıtırcasına tıkadım. Ama fayda etmedi. Sanki kafamdaki kemikler sesi beynimin derinliklerine iletiyordu. Sonunda dayanamayarak kitaplıkları devirerek tüm kitapları yere döktüm. Çığlıkları artmıştı. Kulak zarlarım adeta patlamak üzereydi. Bunlardan kurtulmalıydım. Çevremde ulaşabildiğim en yakın nesne  sandalyemdi. Bununla kitaplara vurmaya başladım. Onları belki de bu şekilde öldürebilirdim. Sesleri belki böyle kesilirdi. Başlangıçta bir iki tanesine vuruyordum. Böylece diğerleri de görüp korkarak susabilirlerdi. Ama öyle olmadı. Gürültü çoğaldıkça çoğaldı. Kafamın içinde yankılanıyordu adeta. Vurmak fayda etmiyordu. Son kez sandalyeyi kaldırdığımda arkamdaki eşya raflarından birinde duran şamdanı devirdim. Evet! Yooo! Hayır! Hayır! Saçmalama! Onlar her şeyin senin! Evet Evet ! Tek kaçınılmaz sonuç!  Şamdanla beraber düşen çakmak gözüme ilişti. Ona uzanırken kitaplar bana ait küfredilmedik  herhangi bir kavram bırakmamışlardı geriye… Bir an bile tereddüt etmeden çakmağı yerden kaptığım gibi  az önce duvara fırlattığım Sartre’ın Bulantı’sını aldım ve tutuşturup diğer kitapların üstüne attım.  Kısa sürede diğerleri de alev aldı. O esnada ses kimden çıkıyordu bilmiyorum- sanırım K…nın Değişim’iydi – içlerinden biri ‘faşistler akıttıkları kanımızda boğulacaklar!’ diye yüksek sesle bağırmaya başladı. Çığlıklar arttı. Sanki hiç etkilenmiyorlardı. Etrafı duman kaplamıştı. Ayrıca alev  halıyı ve perdeyi de tutuşturdu. Beynim raks ediyordu sanki. Başımı duvara vurmaya başladım. Alnım kanamaya başlasa da daha sert vurmaya başlamıştım.  Penceremin kenarından duman sızmış olacak ki dışarıdan da bağrışmalar geldi. ‘Yangın var!’ diye bağırdı birileri…

Bense ağlamaya başladım. O anda sanki arayıp da bulamadığım eksiği  keşfettiğimi hissettim. Ama açık değildi düşüncelerim. Dumanın etkisiyle olacak bayılmışım.  Ayıldığımda siz bana anlamsız bir iğne yapmaya çalışıyordunuz. Ama değişmeyen ve tüm bunlardan sonra … Kitaplar… Kitaplar, sadece ve sadece okunarak hürmet edilmeyi  bekliyorlar oysa ki…”   

                                                                      

‘Fran(sı)z’

– Yıl: 2000 –  (Canımdan çok sevdiğim biricik aileme ve kitaplarımıza…) .

 

(Söz konusu kitapların içerikleri ile yazılanların bağlantısı yoktur… 11 yıl sonra  buraya yazarken neler karalanmış diye düşünmek…..)

Hasta Parçacıklar – IV

“Denizyıldızı”

Müzik olanca iç yakıcılığı ile sesini yükseltiyordu. Bense kendimi hapsettiğim otel odasında elimde kalem ve etrafımdaki defterler kalabalığı ile uzayda değersiz bir zerrecik olarak  zaman ve mekan kavramımı yitirmeye çalışıyordum. Kafamdaki abuk sabuk fikirler defterlerin sayfalarında  uzunca bir süre uçuştuktan sonra  yazılamadan son buluyorlardı.  Uyuyamıyordum. Hafıza kaybım artmıştı. Bu kayıp hayatı umursama gereksiniminin azalmasından mı kaynaklanıyordu bilmiyorum . Belki de – hani siz bilmezsiniz ya nine kavramını…- babaannemdeki gibi gerçek bir hafıza kaybının erken başlamış şekliydi.

İnsanlara karşı davranışlarım değişmişti. Dışarıda sıcaklığı giderek artan havanın bir etkisi olabilir miydi acaba bu değişim? Doğru da olabilirdi pekala. Şehir gazetelerinde metronun  çok sık arızalanmaya başladığı , şehir içinde çok  fazla doğal gaz patlamaları olduğu  , yer altında  telefon hatlarının  çok daha sık değiştirildiği söylentileri artmıştı.

Bense sadece düşüncelerimin dağınıklığından  ve bunları gerçekte hiçbir yere koyamayışımdan rahatsızdım. Ne yapacağımı bilemez vaziyette kendimi günlük tekliflerle kandırarak  zaman kavramını öldürmeye çalışıyordum. Söz konusu teklifler  ise sadece kendime ait yönelmelerdi.

Son yazımı da karalarken uyuyakalmıştım. Dayanılmaz bir sıcaklıkla uyandım. Üzerimdeki örtüyü neredeyse hava almayacak şekilde  kucaklamıştım. Kendi ürettiğim ısı ile yanıyordum adeta. Kafamdaki boşluk dayanılmaz bir  hal almıştı.

Öğleden sonranın yıkıcı sıcaklığını yüzümde hissederek kapattım odamın perdesini.

İnsanlar Aralık ayında ki bu sıcağa anlam verebiliyor muydu acaba? Uzun zamandır dünya medyası ile  olan bağlantımı da kestiğimden bu konuda hiçbir  fikrim yoktu.

Ne yaptığımı bilmez bir şekilde elime geçen ne varsa büyük bavuluma doldurup büyük zorlukla fermuarı kapattım.  Küçük bavulum zaten ortalıkta yoktu. Sonradan küçük bavulumu beni terk eden eski kız arkadaşımın götürdüğünü  hatırladım. Bavulun içine kendi eşyalarını değil bana aldığı  ve hatıra olabilecek malzemeleri koymuş ve evinin bahçesinde  bana gönderdiği video kaydında ki “istese bana da aynısını yapardı” dedirtecek  bir hışımla yakmıştı.

Bunları hatırlamış olmak bile yeterince yorucuydu.

Arabamın sıcaktan arızalanmaması için arada durup kendime işeme molaları vererek  bir yerlere ulaşma şansımı artırmaya çalışıyordum.

*                              !                                     *

Ve otoyol tekrar altımda uzanmaya başladı her saniye yoldaki çizgiler üçer dörder yıldız gibi kayarken.

Nereye gittiğimi bilmiyordum. Arabam nereye gittiğini biliyor olmalıydı sanırım. Neler saçmalıyordum ben…

Havanın kararmasına yakın sıcaklık da düşmeye başlamıştı. Arabamın termometresi bu düşüşü nedense çok abartıyordu. Çünkü oldukça hızlı bir sıcaklık azalmasıydı bu. Cam buğulandı ben bunları düşünürken. Camı açıp dış ortamı gözlemlemek istedim. Hava gerçekten de çok soğuktu. Birden üşümeye başladım. Alıp verdiğim soluk pudra gibi üzerime düşmeye başlamıştı ve ben  tedirgin olmuştum. Bir yerlerde bir şeylerin sınırını geçmiştim sanki.-Sıcaklığın biterek hayatın soğumaya başladığı noktayı da bir hayli geçmiş olmalıydım- .

Karın bastırdığı noktada durdum. Dışarı çıkıp arabayı temizlemeye koyuldum. Cam silecekleri bir anda hızlanan karın ağırlığı altında  takılmışlardı.  Düzeltmek için bir süre uğraştıktan sonra elimin soğuktan yanmaya başladığını hissederek vazgeçtim.  Biraz ileride ki yol sapağının  uzantısında  belli belirsiz bir ışık seçiliyordu . Cesaretimi toplayarak arabamla oraya doğru ilerlemeye karar verdim.  Yol şimdiden bir karış kadar karla kaplanmıştı. Hükümetin  buz tutmayan ve  karın sürekli eridiğini iddia ederek tüm ülkeyi donattıkları asfalt hiçbir işe yaramıyordu.

Ara yola girdikten sonra uzakta bir çift çakır göz beni izlemeye koyuldu.  Kar beyazı olan bu ufak kurt arabamın peşinden gelmeye başladı. Biraz ileride  karşıma çıkan otelin köpeğinin ani havlamasıyla  ters yöne doğru kaçıştı.

İçeriden tek nefeste çalınan bir trompet solosu yükseldi kar sessizliğine doğru. Çok tatlı bir melodiydi. Uzun süredir ilk kez bir şeylerden zevk aldığımı duyumsadım.Sanki uzun zamandır arayıp da bulamadığım bir duyguya ulaşmıştım.

Kapıda  klasik hikayesel tanımlamalara uyan papyonlu , kısa boylu, şişman, saçları jöleyle kafasına adeta  ütüyle yapıştırılmış bir görevli belirdi.  Ya da en azından ben görevli olduğunu standart bir otel kapıcısının smokinli , karın içeri , göğüs dışarı duruşundan anlamıştım. “Otelimize hoş geldiniz!”, diye bağırdı rüzgarda sesini duyurmaya çalışarak ve  sırıtarak. Arabadan inerek arkadaki bavulumu alırken diğer yandan  görevliye hoş bulduk anlamında bir el selamı yolladım.  Zaten bu yoğun kar yağışında konuşmak da pek mümkün değildi. Hızla yanıma gelerek bavulu elimden aldı. “Şanlısınız. Otelimizde kalmakta olan yabancı kafile bugün gitti. Dolayısıyla sayısız oda seçeneğimiz mevcut.” Sanki beraber kalacakmışızcasına söylenmiş bu sözden rahatsız olarak, söylediklerine onay veren bir bakış fırlattım- ama hayır fırlatmadım sayın okuyucu. Evet böyle bir bakış istediği aşikardı ama bu konuda ne en ufak bir söyleşiye girişmek ne de bakış fırlatmak istemediğim için “Herhangi bir odanıza  en hızlı şekilde girip dinlenmek istiyorum. Oldukça uzun bir yoldan geldim.”, dedim. 

“Tabii ki!” dedi sevinçle ve sırıtarak. “Kayak takımlarınızı getirmemişsiniz. Ama dert etmeyin bizde onlar da var.”

“Az önce güzel bir müzik duydum. Kimdi o?” diye umursamazlığımı ortaya koydum. Kayağa ilgi göstermemem biraz moralini bozsa da çevreyle ilgilenmem  onu yine mutlu etmişti. “Herkes burada bir müzisyen olduğunu düşünüyor  ama sanılanın aksine  duyduklarınız sadece hava akımının yarattığı şeyler.”

“Şu karşıdaki yol nereye çıkıyor?”

            *                      !                      *

Karşıdaki yoldaydım. Görevliyi bavulumla baş başa bıraktıktan sonra  nereye çıkıldığını tam olarak bilemez vaziyette etraftaki ağaçlara bakarak  yolumu bulmaya çalışıyordum. Benden önce yolda yürümüş olanların kar ile ince temasları biraz olsun işimi kolaylaştırıyordu. Her ne kadar bu yola koyulmamın anlamsızlığını bilsem de yine de hedefe varma gereksinimi ağır basıyordu. Kendimi bulacağımı düşündüğüm yolda ilerlemek ne mutluydu oysa ki – yoksa bu cümleyi yazmak okuyucuya karşı bir zayıflık mıydı?. Ama yol kısmen de olsa bir tedirginlik de yaratıyordu.

Yol, kavislerle ne kadar  uzakta olduğunu kestiremediğim bir zirveye ulaşıyordu. Zeminde adımlarıma ayak uyduran kar hışırtısını dinlemek bile belki de tek amacımdı…

Ama bölgeye ulaştığımda duyduğum o müziğin kaynağını bulmalıydım.Yol boyunca kar ve buzun yer yer birbirinin yerine geçmeye çalıştığı  ve bu yüzden zaman zaman düşüp tekrar kalktığım süreçlerin sonunda tepe noktasına vardım. Ulaştığım noktada bir turist kafilesi oturmuş, odun ateşinin artık köz haline gelen ışıltısı  karşısında  sıcak şarap ile demleniyordu.

Daha yukarı çıkmak gerektiğini düşünerek tekrar yola koyuldum.  Yukarı doğru yol aldıkça sıcaklık giderek düşmeye başlamıştı. Buna karşılık havada tek bulut yoktu  ve yıldızlar hayatım boyunca hiç bu kadar canlı görünmemişlerdi. Hepsi birer kristal cazibesine sahiptiler. Zemindeki kar da aynı kristal ışıltısını yansıtıyordu. Gezegen belki de güzelliklerini her şeye rağmen  yani her türlü hoyrat kullanıma rağmen göz zevkimize sunmaya devam ediyordu.Bu görüntü karşısında çok da üşüdüğüm söylenemezdi. Yeryüzünün bu cömertliği akıldışıydı bana göre insansal yıkımdan sonra.

Her adımda biraz daha üşümeye başladım bunları düşünürken . Zirve bana giderek yaklaşırken bir yandan da uzaklaşıyor gibiydi. Aynı şey daha önce ıssız bir mekanda ayaklarımda paletler olmadan yüzerek birkaç yüz metre uzaktaki bir adacığa ulaşma çabam sırasında da başıma gelmişti. Sevdiğim kadın bir şekilde o tatlı bonesiyle olimpik yüzücülerin yüzme becerilerini uygulamaya çalışırken ben de karşı adacığa  ulaşarak buradaki el değmemiş kumsaldan  elde ettiğim bir deniz kestanesi ya da deniz yıldızını doğum günü hediyesi olarak O’na götürmek düşüncesindeydim. Sahilden adacığa doğru ilerledikçe benden kaçmaya çalışan bir dinozorun sırtı gibi sanki uzaklaşıyordu adacık. Yaklaşmaya çalıştıkça da dip akıntısının soğukluğu altında  ölüp kayıplara karışmanın  o anlık ilginç ve korku veren  sürecini yaşamaktaydım.  Ayağımda paletler olsa belki de birkaç dakikada alacağım yol için gereksiz bir maceraya atılmıştım. Bir süre sırtüstü yüzerek dinlenmeye ve böylece karşı kıyıya ulaşma şansımı artırmaya çalıştım. Suda ilerledikçe adacık daha da yakınlaşıyor ama çok kısa bir süre sonra bunun sadece bir yanılsama olup attığım kulaçlara rağmen olduğum yerde saydığımı anlıyordum.   Bir ara geriye baktığımda aslında mesafenin tam  ortasında yer aldığımı  ve artık geri dönmenin de bir anlamı olmadığını itiraf ettim kendime. Yola çıktığım kıyıda puantiyeli bikinisi içinde biricik sevdiğim  el sallayıp benim iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Elimi kaldırıp iyi olduğumu işaret etmeye çalıştım. Ama ikimiz de miyoptuk ve sevdiğim kız gözlük kullanmazdı. Buna rağmen beni fark etmiş ve rahatlamış olacak ki sudan çıkarak  sahilde o sırada komşumuz olan  yaşlı bayanla aramızda olabilecek olası bir evlilik sürecinin nasıl seyredebileceği ile ilgili konuşmaya başlamışlardı bile- bunu sonradan sevdiğimin o saatleri hatırlarken ki öfkeli bakışları altında ağzından kaçırdıklarından çıkarmıştım-

Soğuğun göz bebeklerimi dondurduğu dağ başında denizin içinde kendi kendime paniklememem gerektiğini söyleyip karşıya ulaşabileceğime dair telkinler aklıma geldi. Sonunda güç bela karşı kıyıya geçmeyi başarmıştım.  Kumsalda bir şeyler bulunmamasına karşılık denizin bulanık olmadığı kısma dalıp elime geçirdiğim ilk deniz yıldızını şortumun cebine koymuştum. Bir süre dinlendikten sonra aslında yaptığım  delilik olsa da yaşadıklarımın  kendime karşı kazanılmış bir zafer ya da belki de sınırlarımı yukarılara taşımak olduğu düşüncesi yerleşti. Bu fikrin verdiği coşkuyla tekrar yola koyulmadan önce elimi olanca yüksekliğe kaldırarak salladım ama gözlüğüm karşı kıyıda olduğundan fark edildiğim konusunda pek emin değildim.

İlginç bir şekilde geldiğim kıyıya ulaşmak daha kolay olmuş ve daha kısa sürmüştü. Buna karşılık sevdiğim kadın  ortalıkta yoktu. Onun, benim yokluğumda ne kadar korkabileceğini düşünerek ben de telaşlandım. Sahildeki yaşlı kadın çiçeğimin beni aramak için bir tekne bulmaya gittiğini söyledi. Ardından da gözlüğümü elime tutuşturduktan sonra suda kalmaktan derisi çatlamış eliyle sinirini belli eden okkalı bir tokat yapıştırmıştı yüzüme. “Haydi gidelim M.” , diyerek yüzme öğrettiği torununu simidi ile beraber kolundan çekip vakur bir şekilde yola koyuldu. Torun M. de  pis pis sırıtarak ve simidinin ördek kafasını kemirerek  yaşlı kadınla birlikte gözden kaybolmuştu.

Biraz sonra ise tekne bulamadan eli boş dönen çiçeğim ağlamaklı yüzüyle belirdi karşımda. Sımsıkı sarıldı bedenime yapışarak. Hiç konuşmadı gün boyunca , hatta hafta ve ay boyunca. Doğum günü hediyesi olarak hayatımı tehlikeye atarak elime geçirdiğim deniz yıldızı ise artık kimliğini yitirmişti. Sadece bir nesneydi artık o… Tıpkı benim dağ başında o anda , bembeyaz soğukla kalbimi dondurmaya çalışırken kendim için hissettiğim kadar basit bir nesne.

Soğuk dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Düşüncelerim de donma noktasına  ulaşmıştı sanki. Gezegenin donduğu yerdi belki de ulaştığım seviye. Ama dağcılıkla ilgili dergilerden söz konusu zirvelere kolayca çıkılamayacağını da biliyordum. Tekrar gökyüzüne baktım . Ağaçlar da seyrelmeye başlamıştı yürüdükçe. Bir sakız attım kuruyan ağzıma. Ama ısırdığımda  ağzımda dağıldı ve tükürmek zorunda kaldım.

Geri dönmemek gerektiğini düşünüyordum her nedense. Bu yolculuğa neden çıktığımı da hatırlamıyordum. Son derece sıcak bir hayattan(!) kendimi sürüklediğim dağ başı  soğuğundaki sessizlik gerçekten de ilginç bir rahatlama kaynağı oluyordu. Zifiri karanlık beyaz örtü ile şafak sökümüne benzemişti. Birden yanımdan bir kar motosikleti geçti ters yöne doğru. Biraz ileride durarak  çok da anlamadığım bir bağırış ve el hareketleriyle  aşağıya inmek isteyip istemediğimi sormak ister gibiydi.  Bense ters yöne gideceğimi belirten bir el hareketi yaparak yoluma devam ettim. Kayak için kullanılan böyle dağlarda  zaman zaman yapılan bu dağ kontrol turlarından başka birine yakalanmamak için  karlı parkurdan çıkarak ağaçların arasından yola paralel olarak ilerleye başladım.  Daha fazla ilerlemeliydim belki de nefessiz kalıncaya kadar. Yukarı çıktıkça kenarından ilerlediğim yolda virajlar da artıyor bir yandan da belli noktalarda sanki asıl yol orası değilmişçesine belirsizleşmeye başlıyordu.  Birden ilk duyduğum  müthiş güzellikteki  trompet solosu yükseldi  etraftan. Derin bir nefes çektim ciğerlerime ve olduğum yere kendimi sırtüstü attım. Sonrasında tekrar tekrar  müzik yükseldi  o iç geçirtici tonuyla. Bu rahatlamadan sonra daha yukarılara çıkmalıydım. Tekrar yola koyuldum. Müziğin kaynağına ulaşma ihtimalim beni daha da heyecanlandırmış  ve daha da hızlandırmıştı. Bir süredir durduğunu fark etmediğim kar yağışı tekrar başladı. Hatta o kadar hızlıydı ki geride kalan ayak izlerim çok kısa sürede belirsiz bir hal alıyordu. Elimi gözlerime siper yapıp zirveye  doğru bakmaya çalıştım. Silueti oldukça yakında görünüyordu. Müzik sesi de daha gür geliyordu. Karşımdaki bayırı tırmandıktan sonra  zirve tam karşımda olacaktı.  Kar yağışı birden durdu. Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Zirveye ulaşmanın heyecanı artmıştı. Yükseklikten olsa gerek  nefessiz kalmaya başlamıştım. Öte yandan sanki hava da ısınmış gibiydi. Zirvede bir parıltı gördüm. Hareketli bir karaltıya bitişik bir parıltıydı bu.  Tam da o sırada o ana kadar duyduğum müzik bütün netliği ile içime işledi. Biraz soluklanmak için  durdum.  Aslında  müziğin verdiği hazzı hissetmekti duruş nedenim. Artık zirve gözlerimin önündeydi. Karaltı da bir insan siluetiydi  elindeki parlak  nesneyle birlikte.  Ona ulaşabilmek için ellerimi de kullanmam gereken bir tırmanışa geçtim. Kalan mesafenin tam ortasındayken ayağım kaydı  ve gerisin geri yere kapaklandım. Neyse ki zemindeki beyaz örtü yastık vazifesi görüyordu.  Heyecanım beni daha da hızlandırmıştı. Kayalara ve buz parçalarına daha bir sıkıca  tutunuyor daha çevik hareketlerle tepeye ulaşmaya çalışıyordum.

*                                 !                                  *

Sonunda zirvedeki düzlüğe ulaşmayı başardım. Derin nefesler aldıktan sonra O’nu gördüm. Elinde altın sarısı bir trompet tutuyordu. Geldiğimi fark etmemişçesine derin bir soluk alarak dudaklarını trompete yapıştırdı ve o iç geçirten melodiyi  haykırdı ciğerlerinden gökyüzüne ve yaşama. Melodi bittiğinde bağdaş kurmuş O’nu dinleyen bana döndü ve o keskin bakışlarıyla süzdükten sonra “Demek en sonunda geldin.”, dedi. “ Evet sanırım zirvedeyim” , dedim. “Burası senin zirven. Oysa ki etrafta birçok zirve var . Herkesin kendine ait zirvesi” , diyerek etrafı işaret etti trompetinin ucuyla. Gerçekten de daha önce fark etmediğim bir çok dağ ve tepe yer alıyordu etrafta . En yükseği de benimki sayılmazdı pekala. “Ya sen. Sen kimsin?”, dedim merakımın doruk noktasında. O sırada tekrar trompete sımsıkı sarılmış ve az önceki melodiyi haykırıyordu  “buraların son nefesiyim” dercesine. Soluğunun son noktasında derin bir nefes alarak  “ Çok uzaklarda yaşarım. Karlar başlayınca ve çevrede sessizlik hakim olunca gelir ve nefes veririm.”, dedi. Üşümeden nasıl böyle  oturabildiğini sordum. “Üşümesi gereken sensin aslında. Ben sadece senin için son noktayım. Buraya bu sese ulaşana kadar çalgıma üflerim ve sen burada  olduğunda son kez nefes veririm.”, dedi. Biraz korkmaya başlamıştım. Ama öte yandan çalgıcının sözleri ve ses tonu da rahatlatıcıydı da. Hatta bir zamanlar tanıdığım ama adını aklıma bir türlü getiremediğim bir müzisyene tıpatıp da benziyordu. Gözlerimin içine hazır olup olmadığımı  soran bir ifadeyle  bakarak tekrar önüne döndü  ve çalgısını  nefeslendirmek için hazırlandı. Nereden geldiğini anlamadığım bir ışıkla parıldamıştı çalgı. Ama nedense üflemiyordu.  Etrafıma baktım son bir kez. Sessizlik bile susmuştu ya da ben sağır olmuştum. Üzerimdekileri çıkartmaya ve teker teker zirveden aşağı atmaya başladım. O ise çalgısıyla hazır vaziyette benden işaret bekliyor gibiydi. Çırılçıplak beyaz örtünün üstüne uzandım. O ise işareti almışçasına üfledi çalgısına  ve o müthiş müzik yankılandı  karanlık gökyüzüne ışık saçarcasına.  Ses canlanmıştı sanki kalbimi  titretircesine. Kalp atışlarımın o kadar tatlı olduğunu ilk kez  fark ediyordum. Ama giderek yavaşlıyordu sanki. Çalgıcı yavaşça oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi. Elini alnıma koyarak gözlerimi kapadı. Artık sadece kalp atışlarımı  duyuyordum. Etrafımdaki sıcaklık bir yandan artmışken altımdaki beyaz örtünün soğuğu ile dengelenmişti.  Kalp atışlarım yavaşlayarak duyulmaz hale geldi. 

Kendimi bırakmıştım bu sessizliğe. Rahattım. İçim huzur doluydu. Birden boğazımda bir sıkışma hissettim. Boğazıma yumrukla basılıyordu  sanki . Öksürmek istiyordum. Ama hareket edemiyordum. En sonunda  öksürerek kendime gelmeyi başardım.  Yavaşça kollarımı  ve bacaklarımı  da oynatabilmeye başladım.  Bedenimin sağ  yarısı suya gömülü vaziyette kumsalda yatıyordum. Tepemdeki Güneş’in sıcaklığı ve suyun serinliği birbirini dengeliyordu. Elimi mayomun iç cebine götürdüm. Dipten çıkardığım deniz nesnesi  halen cebimdeydi.  Parmağımda altın bir halka takılıydı.  Ayağa kalktım. Ama çok fazla duramadan yere kapaklandım. Midemden bol miktarda suyu kustuktan sonra  deniz suyu ile yüzümü yıkadım. Karşı kıyıda tanıdık bir sima aradım. Ama gözlüklerim olmadığı için net olarak bir şeyler göremedim.  Üzerinde bulunduğum adacık ıssızdı. Tekrar denize atladım. Bazen sırtüstü bazense yüzüstü kulaç atarak karşı kıyıya ulaşmayı başardım.  Yaşlı bir kadın torunu ile beraber sudan çıkarak yanıma geldi. Yüzüme sağlam bir tokat indirecekken  eline hakim oldu ve arkasına dönerek “Hadi gidelim M.” ,dedi torununun kolundan  çekiştirerek.  Torun M. belindeki simitle yola koyuldu bana karşı pis pis  sırıtarak. Kilimin üstündeki gözlüğümü takıp  etrafı gözlemledim.  Kimseden eser yoktu. Kendimi çok rahatsız hissettim. Geriye döndüğümde arabamın kıyıda durduğunu gördüm. Eşyaları toplayıp  arabaya taşıdım. Anahtarı bulamayınca geri döndüm. Biraz sonra S. ağlamaklı yüzüyle  belirdi yanımda. O tatlı kocaman gözleri yaşla dolmuştu. Bana sıkıca sarıldı. Sonra “Sana hiçbir şey söylemek istemiyorum! Bu sorumsuzluğunu hayatım boyunca unutmayacağım!” diye hıçkırarak arabaya yöneldi. Kapıyı hışımla açarak arka koltuğa oturdu.Onun arabaya gidişini izlerken cebimden çıkardığım deniz nesnesi  ve S. arasında bakışlarım gidip geldi. Nesne elimden kayarak kuma yapıştı. Arabaya bindim. Kaldığımız otele ulaştığımızda  S. arabadan inerek hızla odaya çıktı. Uzunca bir süre hatta ertesi akşama kadar zorunlu cümleler dışında sesler çıkarmadık.  Gece boyu uyumaksızın pencereden süzülen ay ışığını izledim. Ama nedense yer değiştirmiyordu . Yataktan kalkarak pencereye ulaştım.  Işığın kaynağı sokak lambasıydı. Bu durum rahatsız ediciydi. Hava ne kadar da ısınmıştı. Odadaki klima bozulmuş da olabilirdi.  

Ertesi günü neredeyse ayrı geçirdik.  S. gazete ve kitaplara gömülerek güneş şemsiyesinin altında yatıyordu. Hava dayanılmaz bir sıcaklığa ulaşmıştı. Klimanın karşısında durmama rağmen  hiçbir faydasını göremiyordum. Üzerimdekileri çıkarıp balkona çıktım. Kavurucu Güneş sıcağı altında daha fazla dayanamayarak aşağı atladım.  Havuzun serin suyu  çok rahatlatıcı gelmişti. Ama S.nin donmuş vaziyette yukarıdan bakışlarını  kazanmayı başarmıştım.  Otel müdürü hemen yanıma seğirterek ikinci kattan havuza böyle  sorumsuzca atlayışı kabul edemeyeceğini ve derhal oteli terk etmemizi söyledi.  Sakin olmasını ve oteli terk edeceğimizi söyledim.

Yarım saat sonra  yoldaydık. Sıcaklık dayanılmaz bir hal almıştı.  Eve yaklaştığımızda hava kararmaya başlamıştı.  Ben de S.’nin elini tuttum tüm cesaretimle.  Elinin sıcaklığıyla geceye doğru yol aldık…

Fran(sı)z 

(2010)

(Yazıyı yakın dönemde elektronik ortama aktarmış bulundum)

[N.P.Molvaer’in Re-vision Arctic Dub 2.34 saniyesi]

Hasta Parçacıklar… – III

 

 

 

 

 

                       

 

 

 

 

 

                   Hasta Parçacıklar – III… (Morbid Segmentations-III..)

 

“Bir Masal : Boşluk”

Hayat sokağında yürürken bir kişi;

Birden yerde bir karartı görür.

Meraklıdır ne olduğunu öğrenmeye.

Gölge değildir  ya da bir kara boya

“Belki de orada böyle bir şey yoktur”

            diye düşünür;

       ama etrafındaki yolun varlığı

       bu karartıyı var kılar.

 

Eğilir karartıya ve dokunmak ister ,

Karartıdan kara bir kelepçe

            yapışır bileklerine ansızın

ve çeker onu kendi hiçliğine doğru.

O anda hisseder boşluğun soğukluğunu.

      Etrafı kararır,

      Gözüne görünmez olur güneş ne de ışık

      Bir tek yukarıda bu boşluğun

              artık ulaşılamaz kapı’sı vardır .

 

Kişi yukarı bakar devamlı ,

Ellerini uzatır yakalayabilmenin

          umudu içinde

                        aydınlığın sıcağını

 

Ama boşunadır her şey

Boşluk yutmuştur onu

              ve onunla ilgili her şeyi ,

 

Ve umutsuzluk başlar

Bir şey yapamamanın

       kederi gelir ardından

 

Etrafına bakınır ,

Ama yoktur etraf

           yalnızca varlığı belli olmayan

                   bastığı zemin vardır.

                                           

                                   *

 

Çok geçmeden bir başkası gelir

              karartının başına

                        uzun hayat sokağında .

Ve meraklanır önceki gibi.

Karartının içindeki

                        farkeder yeni gelen kişiyi

                                   karartının üzerine düşen gölgesinden

Ve seslenir yukarı doğru

                        varlığını duyurmak için .

 

Yeni gelen işitir bu zayıf sesi

                        -zayıftır çünkü

                          yokoluş yolundadır sesin sahibi

                                ve neredeyse yolun sonundadır.

“Kurtar beni ! Uzat elini !” der ses

Yeni gelense uzatacaktır

                        ama tereddüt içindedir.

Ne olacağını bilememenin

            tedirginliği çullanır üzerine .

Kurtarabilir belki de eski kişiyi

                        bu uzatılacak el ,

Ama öte yandan boşluğa da düşebilir

                        elin sahibi .

Yine de çaresiz uzatır elini

Yakalar içeridekinin elini

Ama boşunadır her şey

Ve kaptırır kendini karanlığa .

 

Artık iki kişi de içeridedir .

Sorgularlar kendilerini ve

                        yaptıkları hatayı .

Ve anlarlar ki tek kişi yetmez

                        kendilerini çekmeye dışarı

Beklemelidir yeni gelecek olanı.

Etraflarını biraz seçer olmuşlardır ,

                        karanlığa alışınca .

Ve sanki yalnız değil gibidirler

                        çünkü kıpırdanmalar sezerler

                                   karanlıkta .

 

Bunları gözlerken yeni bir gölge düşer üstlerine

ve seslenirler yukarıya : “Kurtar bizi ! Uzat elini!”

“Ama sen de tut bir başkasının elini ki düşmeyesin bu kuytuya.”

 

Yeni gelen , sokaktan geçen bir başkasının  tutar elini

ve o da sımsıkı tutunur  yakındaki ağacın gövdesine .

Yeni gelen uzatır elini boşluğa ve yakalar ilk gelenin elini

Ama boşunadır her şey ;

İkisini de alır içine boşluk .

 

Ve otururlar umutsuzluk içinde

                        Bulundukları yerde.

 

                                   *

Oturdukları anda dehşete düşerler.

Çünkü az önce karanlıkta kıpırdaşanlar belirirler birden

ve ucu bucağı görünmeyen  insan tarlası

Hepsi başlarını  öne eğmiştir

            ve susmuşlardır.

İlk “yeni gelen” sorar birine şaşkınlık içinde bu durumun anlaşılmazlığını

Susan adam der ki yalnızca ,

“Kurtuluş yoktur bu hiçlikten ,

Ne kadar zıplarsan zıpla yukarılara doğru

Ve yardım işte dışarıdan – diğer yeni gelenleri  işaret eder ,

yoktur yine de çıkış”

 

Tüm insanlar bir zincir olsa ve destek yapsalar birbirlerine yine de çıkaramazlar seni buradan .”

 

“Ama bu boşluk …

            … yani bu boşluk …

                        bizi yuttu mu kısaca!?” ,der ilk yeni gelen telaşla.

 

“Aslında” der eskisi ; “boşluk vardır

            her zaman etrafta

                        tüm insanlar boşluktadır

                        ama o kadar yalnızlaştırılmışlardır ki

                        ve o kadar yabancılaştırılmışlardır ki

                                               İnsanlığa ,

                        yaşadıkları boşluğu sezmezler ,

                        ve boşluk  sürüp gider ömür boyu.

 

                        ama sen , ben ve

                                   tüm bu karanlıktakiler

                                               şanssızdırlar ,

                        Çünkü fark ederler boşluğun  varlığını

                        Ve perde arkasını görünce ,

                                   her şey sahteleşir

                                               ve zannedersin ki

                                                           gerçekte dışarısı vardır.

                        Çırpınırsın çıkmak için ,           

                                               ama başaramazsın.

                        Çünkü aslında

                                   Sen

dışarıdasındır.

 

                        Yalnızca fark etmişsindir

sahte dekoru.

                        Ve dekorun ardındaki ,

                                               sonsuz zifiri karanlık ,

                                               değiştirilemez çaresizlik

                        Seni kahreder

                        Ve sonunda biz eskiler gibi

                        Oturursun birşey yapmadan ,

                                   önceden dikildiğin yerde .”

 

 

O an  başka bir susan konuşur:

“Aslında bir söylentiye göre

                        vardır bu boşluktan çıkışın çaresi.

                        ama deneyenler yine de

                                   emin olamazlar yeni ortamın gerçekliğinden .

Ve yine başka bir söylentiye göre

            hayat sokağındadır kurtuluş ,

                        çok yakınındadır insanların.

 

Ama geçicidir her kurtuluş

            çünkü kurtuluşun temel şartını

                        insanlar sürdüremezler daima”

 

“Peki nedir temel şartı?” der ilk yeni gelen ;

“Onu yaşayarak öğrenirsin bu zifiri karanlıkta.

 

Bunca kişinin arasında

            doğrusunu tanımaktır , O’nu tanımaktır.

O ki seni çıkışın sıcaklığına götürecektir.” der az önce konuşan kişi.

“Onu nasıl tanırım” der  ilk yeni gelen .

“O ve sen .

Ararken sen onu

            bir çift ışıktır yanar

                        gözlerinin onu aradığı yerde

İşte hedefin odur , o ışığı yakalamaktır

                                   temel sorun .

            Ama aslında pek de kolay değildir onu yakalamak.

 

Çünkü ona ulaşmak için

            katedeceğin yolda

nice kişiler vardır

 aşılması gereken

                        ve nice yenisi çıkacaktır yoluna.

 

Ama ne olursa olsun ilerlemek gerekir ,

                        yılmadan ilerlemek hiçlikte ,

                        ulaşana kadar ilerlemek .

 

Yaklaştığın zaman görürsün ki

            her şey anlam kazanmaya başlar,

                        geçici de olsa bir anlam.

 

Önce sıcaklığını hissedersin O’nun ,

            hiçbir yerde bulamayacağın sıcaklığını .

Sonra da yaklaşırsın

            ve ruhunun kokusunu çekersin içine

                        doya doya .

Ve sonunda sımsıkı sarılırsın ,

            O ışıktan gözlerin bedenine .

Her şey güzelleşir adeta ,

Boşluk kaybolur sanki

            hayat sokağı başlar yeniden yürünmek için…

 

Ama her şey evet her şey yalnızca bir söylenti de olabilir.

Çünkü söylentiler çoktur

            bu hiçlikte ;

                        ne de olsa yoktur

yapacak bir şey.

Belki de yalnızca bir dekordur her şey

                                   ve ışıklı gözler .

Hani şu ana kadar kimsenin ,

                        buradan kurtulduğunun görülmeyişi de

                                   bunu gösterebilir.

 

Ve belki de tüm bu gelişenler

            yalnızca , fark ettiğin  hiçliği ve boşluğu

                        unutmandır geçici olarak .

 

Ama sonrasında yine

                        aynı karanlık olacaktır

                                   ve sen fark etmiş olarak

            Sahteliği ;

                                   tek çözümü üretmeye kalkarsın

o zaman .”

 

            İmalıdır bu son söz  ve bu imayı

                        anlamıştır ilk yeni gelen            

                 ve “sus!” der , “ daha fazla anlatma

                                   kapana kısılışımızı .”

 

O sırada üçüncü bir susan konuşur ;

“Ama belki de yine bir umut vardır

Tüm bu söylenenler birer söylenti olabilir

            önceki susanların ürettiği bir söylenti

Ve belki de bu karanlık bile sahtedir

            ve sen bu dekorun ardındaki bir gerçeği arıyorsundur.”

 

Ve diğer insanlar da konuşmaya başladılar

                                                           sırayla.

 

Hepsi yeni söylentilerden söz açtılar

                                   birbirinden farklı .

 

Ama hepsi birer söylentiydi.

İlk yeni gelen kişiyse

            yalnızca umuyordu :

            ışık saçan gözlerin gerçekliğini

                        ve susmayı hazmedemiyordu .

Kalktı bulunduğu yerden  ,

            zifiri karanlıkta kayboldu

            Işık saçan gözleri aramak için

            “bir umuttur yaşamak”

                        diyerek çıktı yola belki de…

‘FRAN(SI)Z’

(tarih, mekan , yer olmamalı ; sistem olmamalı , sadece “Kalb” atmalı “Nefes”te…)

 

( alakam olmayan ama elime boş olarak geçmiş bulunan 1998 tavukçuluk ajandalarından birinde bir yazı – fakültede bir vapur yolculuğunda yazılmış birkaç satır … “Onlar” söylemeye yeltendi … Ben devam ettim… “Ufukta pencerede ki belli belirsiz ışık…”  aydınlık oluverdi . )

(Buradaki Fransız ifadesinden Fransız hayranı falan olduğum düşünülmesin. Ülkem adliyelerinden bir alıntıya istinaden yazılmış bir takma isimdir bu. Dünyamızı oluşturan edebiyat ve felsefenin ilahlarından birilerine –onlar kendilerini bilir , atıflar yollamak için sadece Tarkovsky seyretmeyi ihtiyaç duymak da  yeter , siz merak etmeyin atıflar hedefine ulaşır…) 

Şu kısacık hayatımda ve herkesin şu kısacık hayatında soluğunu hissedebileceği  en delikanlı adam olan Crockett’ a  ithaf olunur .

‘Fran(sı)z’ 

            *                                 *                                 *

 

Bana bir adım uzak dur nokta ve virgül gibi…

                        Yazımdan  sız kağıdın ipeksi kokusuna kalbimden sızan al gibi…

Kendini kendin belle başkası değil…

                        Elindeki hayattır sadece ne de olsa bir de ufuktaki Güneş…

Çıplak ol ruhunla , kalbinin sesi uğruna Aşk ol…

                        Ta ki tenin kendini ruh edinceye kadar…

‘FRAN(SI)Z’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar – II…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar-II… (Morbid Segmentations- II)

 “ Ayrışma ”

 Uçsuz bucaksız sürülmüş  arazide  uygun bir yer arıyordum o gün. Amacımı gerçekleştirebilmek için  aslında her yer uygundu.  Belki de gölge bir yer bulmak daha iyi olur düşüncesiyle aranıyordum. Ama her şey doğal olmalıydı. Güneş de çarpmalıydı  yüzüme ve tüm bedenime. Benden tüm yeni yaşamları yeşertecek her şey sağlanmalıydı.

 Az sonra sıcağın etkisiyle arayıştan vazgeçerek bulunduğum yere oturdum. Bir süre etrafı gözledim. Tepemdeki güneşin yaydığı kavurucu sıcağa rağmen doğa susmuyor , toprağın nabız atışları gibi yükselen böcek ve kuş sesleri  ortalığı kaplıyordu. Yüzüme doğru hafiften esen rüzgar sıcak havayı biraz olsun katlanılabilir hale getiriyordu. Altımdaki sürülmüş toprak kurumuş ve çatlamıştı . Üzerimdeki her şeyi çıkarıp uzanmak zor olacaktı  bu yüzden. Ama toprak çivi gibi batsa da vazgeçmemeliydim. Belki de uzanacağım yeri biraz düzeltmek iyi olurdu. Ne de olsa toprağın bu sürülmüş şekli doğal değildi. Doğrularak altımdaki yüzeyi  altımdaki yüzeyi uzanılabilir hale getirdikten sonra üzerimdekileri çıkardım.  Sırtüstü uzandım. Sandığımın aksine toprak son derece yumuşaktı.  Kollarımı iki yana açtım. Sanki az önce duyduğum tüm sesler  kaybolmuştu.  Yalnızca kendi soluğumu duyuyordum. İlk kez bu kadar temizdi sanki ciğerlerimden çıkan ses. Ama neden susmuştu her şey . Kuşlar , böcekler  bile susmuştu  . Oysa ki ben onları bekliyordum. Beni ayrıştıracak olan tüm canlıları . Ama hiç biri konuşmuyordu.

 Öte yandan  birileri tarafından izlendiğim hissine kapıldım. Uzandığım yerde kafamı sağa sola çevirip baktığımda ortalıkta  kimseler yoktu.  Zaten bu mevsimde insanların buraya gelmesi için bir neden de göremiyordum.  Ancak mutlaka izleniyor olmalıydım.

 Rüzgar da kesilmişti.  Duyduğum sadece kendi soluğumdu.

 Az sonra alnımın sağında  bir hareketlenme duydum. Bir leş böceği  yaklaştı yanıma . Bir süre beni izledi ve   sonra bacaklarından  öndeki ikisini burnumun üstünde  gezdirdi. Ancak herhalde beğenmemiş olacak ki  geldiği yönde geri döndü.  Neden saldırmamıştı .  Beni izleyen doğa bir şeyleri bekliyordu sanırım. Soluğumu dinliyorlardı ve belki de kalp atışlarımı. Canlılığımın tek  belirleyicisi olan bu sesler kesilmedikçe  belki de başıma toplanmayacaklardı.

 Bir süre soluğumu tuttum. Ancak  bu kez kalp atışlarım  inletiyorlardı adeta ortalığı – normalde hiçbir zaman duymadığım kalp atışlarım… Kalp atışlarımı durdurmanın bir yolu olmalıydı. Soluğumu tutmaya devam ediyordum. Ama nedense zorlanmıyordum tutarken ve hiçbir hava açlığı da hissetmiyordum. Acaba her zamankinden farklımıydı durum?  Belki de doğa artık o havaya ihtiyaç duymayacağımı  söylüyordu. Gerçekten de soluğum durmuştu. Vücudumda nefes almaya yönelik hiçbir çaba yoktu.

 Acaba kalbim de durabilir miydi  kendi çabamla.  Bir an kalbime yoğunlaştım. İnanılmaz bir şekilde kalp  atışlarım da yavaşladı ve sonunda durdu. Aynı anda bilincim de kapanmış olmalıydı. Ama her şeyi görüyor ve hissediyordum. Sanki beynimle çalışan  bilincin dışında bir bilincim daha vardı ve o şahit oluyordu devinime. 

 Kalbim ve soluğum durduğunda  etrafımdaki doğanın sesi tekrar  belirdi kulağımda. Yavaş yavaş artmaya başladı  sesin şiddeti . Sanki her yandan usulca kuşatılıyordum. Rüzgar tekrar başladı esmeye ve şiddetlendi . Öyle ki bir toz bulutu kapladı üzerimi . Havada etrafımda  daireler çizen kargalar belirdi öterek . Böceklerin cızırtıları şiddetini artırmaya devam etti.

 Az önce burnumu beğenmemiş olan  leş böceği tekrar belirdi burnumun dibinde . Bu kez gayet hızlı hareket ediyordu.  Burnumun üzerine çıktı . Ama nedense bekliyordu.  Az sonra cızırtılar  ve kuş cıvıltıları yanımda belirdi. Toprağın içinden çıkan küçük solucanlar etrafımı çevrelediler. Kargalar dairelerini daha bir alçaktan çizmeye başladılar. Biraz sonra etrafımdaki sayısız canlıdan oluşan ordu tamamlanmış ve bir emir almışçasına sustular. Yalnızca kargalar alçalan daireler çizerek inmeye devam ettiler. Herkes bir şeyi bekliyordu sanki. Bense hiçbir şey hissetmiyordum. Burnumdaki böcek arkasına döndü  ve müzisyenlerinin hazır olup olmadıklarına bakan bir orkestra şefi edasıyla etrafını gözledi. Sonra tekrar döndü . Daha önce görmediğim iki sivri dişi belirdi – üzerlerinde yapışkan bir sıvı vardı. Birden burnumun derisine geçirdi bu dişleri ve bir parça  et koparıp  yuttu. Sanki emir verilmişçesine orkestranın diğer elemanları bir anda saldırdılar bedenime. Kargalar üzerime kondular ve en büyük lokmaları onlar yutmaya başladılar. Solucanlar kanımı emiyorlardı. Oysa ki ben  onların etobur olduklarını hiç bilmezdim.  Belki de tüm canlılar , ayrıştırılacak bir şey olduğun da kimliklerini yitiriyorlardı diye düşündüm.

 Kısa sürede iç organlarım da ortaya çıkmıştı. Solucanlar ve sonradan olaya dahil olan karıncalar   en kanlı organıma , karaciğerime akın ettiler. Kargalar onlarla yarışmadaydı adeta ve bağırsaklarımı delik deşik ederken neredeyse hiç soluk almıyorlardı.Bir kısım böcekler kollarıma ve bacaklarıma saldırdılar. Kısa zamanda  birer kemik yığını haline gelmişti buralar. Belki her şey çok daha uzun sürelerde gerçekleşiyordu da benim için zaman kavramı ortadan kalkmıştı. Ayrıca bazı organlarımın parçalanışına şahit olmadığım halde onlardan da geriye kırıntılar kalmıştı.

 Bir süre sonra burnumu kemiren böcek , olduğu yerde doğruldu. Ön bacaklarıyla kana bulanmış suratını temizledi ve  olduğu yerde beklemeye başladı. Tüm diğer canlılar da aynı anda durdular. Böcekle beraber geri çekildiler ve gözden kayboldular. Kargalar yükselen daireler çizerek gökyüzünde kayboldular.

 Ama her şey bitmemişti sanırım. Görünmeyen bir şeyler  artıkları ortadan kaldırmaya devam ediyorlardı . Söz gelimi beynimden geriye kalan kırıntılar  birer birer erimeye , sıvılaşmaya başladı ve sonra bu sıvı da kurudu. Anlaşılan sıra en çalışkan ayrıştırıcılara gelmişti. Onların da etkisiyle yaşayanların rahatsız olacağı  leş kokusu yükseldi.

 Rüzgar şiddetlendi bir süre sonra , gökyüzü bulutlarla kaplandı.  Yağmurun başlamasıyla kısa zamanda sadece kemiklerim kalmıştı ortada. Giderek , balçıklaşan toprağa  gömülüyordum. Ama aslında gömülmem için bir neden de  yoktu.  Belki de toprak ana beni ebedi yatağıma davet ediyordu. Sonra bir sarsıntı hissettim.  İlk kez bir şeyler hissediyordum  diye düşünecekken  karşımda hemşirenin güzel yüzünü görerek uyandım.  Hemşire “Nasıl , iyi uyuyabildiniz mi bu gece ?” ,dedi. “Evet, yaptığınız ilaç ağrılarımı azalttı ve oldukça rahatladım.” , dedim.  O an vücudumda  beynimi yavaş yavaş kemiren illetin  varlığı aklıma geldi. Her ne kadar beni santim santim kemirse de artık eskisi kadar umutsuz değildim ölmek düşüncesinden . Belki de uzun süredir hayattan kopmuş oluşum  ve doğanın oynadığı oyunun  bana son derece ilgi çekici gelmesi bu umutsuzluğumu  biraz olsun hafifletmişti.  Kendimi doğal devinime bırakmam gerektiğini düşündüm.  Hemşire , “biraz sonra bugünkü ilk ağrı kesici dozunu yapmaya gelirim” ,dedi. “ Hayır , artık ağrı kesici almak istemiyorum!” , dedim .Hemşire “ sana da iyilik yaramıyor” der gibi baktı yüzüme. “Ama ağrılarınız için ilaç almalısınız.”  diye ısrar etti. Dayanabileceğimi söyleyerek teşekkür ettim. İhtiyaç duyarsam zile basmamın yeterli olacağını söyleyerek iri vücudundan beklenmeyecek çeviklikle ilaç tepsisini alıp birden ortadan kayboldu.  Hemşire çıktığında kendimi daha rahat hissettim. Ölümün tedirginliği uykuda  kaybolmuştu. Belki geçici bir ilaç etkisi olsa da bunu zaman gösterecekti ve ben  ölüm kapımı çalmadan  tüm bunları yazmalıydım Yazmak zorunda hissedişim de üretme ihtiyacımdan kaynaklanıyordu. Üretmemek ve bu hayata bir şeyler bırakmadan gitme düşüncesi ise  tedirginliklerimi tekrar su yüzüne çıkarabilirdi.  Hayatın sıradanlığı  benim umuduma baskın çıkabilirdi o zaman.  Ancak bu yazı için  son satırların  kalemden süzüldüğü şu  anlarda ağrılarım tekrar artmaya başladı ve hayat yeniden sıradanlaştı birden. Sanırım sıradanlıktan kaçış için başucumdaki zilin açacağı kapıdan geçmem gerekecek… 

 

‘FRAN(SI)Z’  (Sonrasını sildim çünkü ne haddime K. Olmak)

 

Bilinmeyen Tarih ( 1997-2000 arası bir yazı. Parçacıklar kendi aralarında düzenlidir… )

Tüm noktalarım , virgüllerim , soru işaretlerim ,  heyecan ünlemlerim , paragraf başlarım ve cümle sonlarım  özgündür , gerçekte yokturlar  ve kural tanımazlar…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…) 

Sola döndüm. Köşe kalabalıktı.İnsanlar benim için  ne olduğu belirsiz bir durum karşısında sabahın dokuzunda bir araya gelerek kendi eşsiz yorumlarıyla birşeylere katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bulunulan yer  apartmanımıza komşu bulvara açılan  köşeydi. Biraz daha yaklaştım. Kalabalık içinde iki kişi  kazdıkları bir çukurun başında durmuş karşılıklı  yorumlar yapıyorlardı. Kır saçlı  ve elinden sigarayı düşürmeyeni “biraz daha kazalım tıkanan boru buradadır kesin!” diyordu daha uzun boylu  ama çırak  görünümlü olanına. Bu sonuncusu ki  ismi Bay O. idi ,uzak bir mekana doğru seslenircesine  “daha önce getirdiğim hortumu uzatırmısın E. !” diye haykırdı. E. de sigarayı elinde tutan bir patron edasıyla tutarak  arkasına dönüp üçüncü kişiye hortumu uzatmasını söyledi. Usta çırak ilişkisi bu olmalıydı sanırım.  Kenardan devam edip ortamdan uzaklaştım.

Neler olduğunu bilemeden yürüyordum taşlı çakıllı  yolda. Ayakkabımın ucu arada bir büyükçe taşlara takılıp derin kesikler halinde çiziliyor , ben de yere yüzüstü kapaklanacak oluyordum. Hava çok sıcak , Güneş’se caddedeki tektük ağacın gölgesini bile eritircesine tepemdeydi.

Uzaktan hızla yaklaşıp yanımdan geçen  otobüsün sıçrattığı suyla kendime geldim. Üstüm çamur  olmuştu. Otobüsün ardından “Hayvan!” diye bağırdım. Otobüs birden durdu. Şoför penceresinden karakuru bir tip sarktı  ve ” bas git belanı benden bulma ,kafanı patlatırım senin !” , dedi.  Ona doğru yürüdüm.  Otobüstekiler arasında  bazı sesler yükseldi ve şoför tekrar içeri girerek yoluna devam etti . Adama cevap verememiş olmak  çok koymuştu. Oysaki tek istediğim yanımda  ki hanımefendinin  bakışları altında  bana karşı terbiyesizlik edilmesini engellemekti. Yanıma baktım birden ama hanımefendi yoktu. Paltoma sarındım yoğunlaşan tipinin soğuğu altında. Biraz daha yürüdüm. Köşedeki yeni görünümlü derme çatma marketçiğin yanına ulaştığımda kapısındaki dereceye doğru bakışlarım kaydı. Eksi yirmi yedi  dereceyi kendi kendime sayıklarken kayarak kıçüstü yere çakıldım.

Birileri başımda bitiverdi hemen. “Ne oldu ? Fenalaştın mı ?” sorusuyla  kafam aydınlandı. Ancak soru ya da o an yağan sorular gerçekten hatırımı sorar tonda değil de daha çok  etrafımdaki insan sayısını artırmaya yönelik tondaydı.  “Adam sıcaktan bayıldı galiba” dedi yaklaşık on kişiye ulaşan kalabalıkta  en arka sıralardan  minyon tipli memur kılıklı bir zat. “Şimdi iyi ,iyi !” , diye insanları rahatlatmaya çalışan  yaşlı bir kadın tarih öncesinden kalma yamalarla dolu koltukaltı çantasını düzelterek umursamaz bir edayla uzaklaştı bölgeden.

Ayağa kalktım. Sol ayağımdaki ayakkabımın ucunda  kocaman bir delik ve  araya giren bir taş ile rahatsız oldum.  Ayağımı sallayarak  taştan kurtulmaya çalıştım. Ama başarılı olamadım. Kalabalık dağılmıştı. Bulunduğum yere komşu apartmanın  girişindeki basamaklara oturdum. Kafamdaki şapkayı kenara koydum. Ayakkabımı çıkararak taşı  düşürmeye çalıştım . Az önceki yaşlı kadın tekrar belirdi . ” Paran yok galiba senin” dedi ve kenarda duran şapkama birkaç bozukluk bırakarak kendisinden beklenmeyecek  bir hızla uzaklaştı. O sırada kadının  konumlandığı yerin tam karşısında burnunun içinde maden ararcasına serçe parmağıyla karıştıran bir sarışın , saçları yana taralı bir ufaklık belirdi. Ayakkabımdan çıkardığım şeyin bir köpeğin taş kesilmiş dışkısı olduğunu görünce iğrendim ve çocuğa fırlattım. Çocuk gülerek kaçıştı. Az ötede ki  eczaneden çıkan ve ağabeyi olduğunu sandığım kişiyle çarpıştı. Ağabeyi bir kaç yaş büyük şişe dibi gözlüklü  kocaman gözlü sevimli biriydi. “Yine altına işemişsin velet! Seninle mi uğraşıcam gir içeri!”  , diyerek askılı pantolonunu düzeltti. Çocuk içeri daldı. Fırlattığım  taşlaşmış dışkı ise  oraya yeni ulaşmış  sokak köpeğinin ilgi odağıydı şimdi. Birkaç kez kokladıktan sonra dişlerinin arasına alarak karşı kaldırıma geçti ve yanıma geldi. Dışkıyı yanıbaşıma bırakarak  ortadan kayboldu.

Ayakkabımı giyip tekrar yola koyuldum. Her adım atışımda soldaki ayakkabımın ayrılmış olan tabanı palet gibi yalpalanmaya ve yere takılmaya  başladı. Kendi adıma artık böyle  paspal olmaktan utanmıyordum. Benim için önemli olan diğer ayakkabımı da kaybetmemekti. Yoksa parasız pulsuz bütün yazı nasıl geçirebilirdim? Ayakkabımı düşünürken şapkamı orada unuttuğumu hatırladım. Umursamadım. Tökezlemelerim ayakkabımın taşlara takılmalarıyla daha da artmıştı. Yürümek ne kadar zorlaşsa da taşlara takılmam bunun gerçek nedenimiydi bilmiyordum, yoksa yürümeyi mi unutmuştum?  Yürümek neden alın yazımızdı ? Gerçekten yürümek zorunda mıydık diye düşünmeye başlarken binaya ulaştım. Karşımda ki , uçsuz bucaksız pencere tarlası gibi uzanan kocaman bir yapıydı. Otomatik kapı açılıp ana koridora girdiğimde  O beni karşılıyordu. Sarışındı. Uzun boyluydu. Cildi  Güneş parlaklığındaydı. “Sen  kaç derecesin?” diye sordum. Tam cevap verecekken  yanımızdan küt kızıl saçlı  , kocaman çok güzel gözleri olan bir anne geçti göbeğindeki kocaman tümsekle . Tam bir yuvarlaktı göbeği. Gözlerimin içine bakarak biraz da belini tutarak önündeki hemşireyi takip edercesine gözden kayboldu. O ise tekrar bana döndü. Cildinin parlaklığı üzerindeki beyaz önlüğe de yansımıştı. “Elinde ne tutuyorsun?” dedi. “İşte ayakkabım!” dedim neden olduğunu bilmediğim yarım bir sevinçle. ” Elinde ayakkabı  yok ki! Buraya  kadar yalınayak nasıl geldin?” dedi. Gerçekten de yalınayaktım. Güneş’in  ışınları  şeklindeki saçlarını iki yana sallayarak elini ceketimin cebine soktu. Cebimden ufak bir defter çıkarıp içine birşeyler yazdı ve tekrar cebime koydu. “Hadi artık gidebilirsin sana bir taksi çağıracağım . Birazdan gelir. İlaçlarını da yazdım ihmal etme” , dedi. “Bir daha da yalınayak gezme , ayaklarını çamur içinde bırakmışsın. Bu soğukta donmuyor musun?” diye ışıldayan gözlerle baktı. O kadar cümleyi nasıl söylediğini anlayamadan geri döndüm. “Ben seni görmeye geleceğim zaten”, diyerek hemşire bankosuna döndü. Binanın otomatik kapısı açıldı ben yaklaşırken . Ama başka birileri girdi  telaşla dışarıdaki termometrede  görünen eksi yirmi yedi derece ile birlikte . Soğuğu yüzümde hissetmemle gözümde ışık çakmaları başladı ve ben biri tarafından fırlatılmışçasına sırtüstü yere kapaklandım. Arkamdan bir sesin  altın sarısı saçlarıyla ” Baba! Baba!” diye haykırışını duyarak kayboldum kendimde. “Baba! Baba!”  

                                                                     Güneş’imize (31.07.2010)

‘Fran(sı)z Kafka’

Ne yazmak gerektiğini bilmediğin  zamanda yapabileceğin en iyi şey kaleminden süzülen mürekkep izini kaleminin gittiği yönde saklamaktır. İşte o zaman sakladığın mürekkep  gölgeleri ışık olur yazmana . Ve bir de yanında yamacında göğe yükselen dayanılmaz bir müzik varsa , o şahaneyi yaratmana bir nefes kaldığı andır.

                                                                 ( Ne olduğu belirsiz bir tarih…)

‘Fran(sı)z Kafka’