Archive for the ‘Yazar : ‘Düşsel’’ Category

Gel Öldür Beni

Gel öldür beni,
sakalımdan sakındığında ay ışığı
usulca titrediğinde su,
usulca düşer gibi damla, suya
usulca al canımı, aksın ayışığı
kan,
su..

Gel öldür beni,
nilüfer yapraklarından örülü kefenimi
arka cebimde bulabilirsin sonra
birkaça katlı.
Sar birkaç katlı
bekleme
ya üşürüm
ya da kokar sensizliğim;
ama şu an öldüreceksen
hangisi olacak emin değilim..

Gel öldür beni,
Gün doğarken henüz,
hemen önce ilk sigaramdan
hemen önce düşmeden aklıma
çünkü zor olur 
kendi kendini sökmen 
pencere yansımalarından.

Gel öldür beni,
kızıl çıkarıyor kalbim
ama sadece birkaç teldi çaldığım
ne bileyim,
bulaşıcıymış saçların,
ağrılıymış kalabalığın.

Gel öldür beni,
Buğulanıyor yüzleri aynaların
garip bakıyor yüzüme insanlar
garip davranıyor arkadaşlarım
şekerin tadı kaçık
biber merhametli.
Sensizlik çöktü mideme
anti-asitlerle idare ediyorum
nötralize etmeye çabalıyorum seni,
çok fazla karbonat tüketiyorum..

Gel öldür beni,
yalnızlığımın altında.
Sen olmasan zaten yalnız kalamayacağım.
Sadece gölgesi olayım,
gölgesi olmayan güzelliğinin;
başka bir şey, inan istemiyorum..

‘Düşsel’

Heybeli

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık,
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı; anlamazdık.
Daha çok erik çalabilmek demekti bizim için mehtap,
daha çok saklanabilmekti, bir ebenin karanlıktan ürperen saymalarında.
Yarım yarım kalmış, sanki özellikle yarısı yıkılmış,
taş bir duvar vardı, erik bahçesi boyunca.
Çok severdik o duvarı, kolay ulaştırırdı bizi erik ağacı dallarına;
ve saklanmak için idealdi arkası.

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık,
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamazdık.
Cem’in annesi birkaç akşamda bir un kurabiyesi getirirdi
duvarın üzerine pineklenmiş klasik gözcümüz
Hamit görürdü Cem’in annesinin gelişini.
Bazen çok istediğimizde oluyordu, ne kadarda Cem’le 
analı kuzulu makara yapsak da,
bizim annelerimizin de Hamit’in görüş alanına girmesini.
Cem’in annesiyle idare ettik uzun bir süre.

Erik bahçesinin ortasında iki katlı bir ev vardı,
ikinci katın balkonsuz tarafı bizim duvarımıza bakardı.
Pencerede bazen görünür kaybolurdu Sedef.
Duvarın arkasına gizlenirken odanın ışığı yandığında
ışık sönene dek bekler, beklerken de gizlice onu izlerdik.
Hepimiz ortak bir evlilik planı hazırlamıştık kendimizce,
Sedef hepimizin eşi olamazdı sonuçta,
toplum asla hazır olamazdı böylesi bir fikre;
biz ne kadar da hazır hissetsek de kendimizi, 
Sedef bir karar vermek zorundaydı..
İsmini öğrenmemiz tamamen şans eseri değildi aslında,
Yakup gizliden sormayı denemiş, soramamıştı.
Yakup gizlenerek sormayı denemiş, çok aptal görünmüştü.
Sonuçta hiç kimse gaipten gelen bir sese 
ismini söylemek taraftarı olamazdı.
Bizde mahallenin sütçüsünden zorla öğrendik ismini;
söylemezsen 
“sen bir eve gidip süt verirken bidonuna işeriz”
tehdidi altında zorla söyledi sütçü;
tamam kabul ediyoruz o kadarda zorla söylememişti,
biz de tehdit etmedik zaten adamı, söyledi..
Adını duyduğumuzda türlü türlü varsayımlar ürettik anlamına dair.
Ben Cebrail, Mikail gibi bir melek ürettim hemen,
Cem “bir çiçek adıdır olsa olsa” dedi,
Yakup “aaa ne güzel ismi ya” dedi, duymazdan geldik.
Hamit “akşam babama sorucam ben” dedi, 
ben böyle bir anlamı olduğunu hiç sanmıyordum o an
“akşam babama sorucam” diye bir isim olabilir mi ?
Olursa yandık, bu noktadan sonra eşim olacak kıza nasıl seslenebilirim
diye düşünmeye bile başlamıştım, saçmalamıştım.
Hiçbirimizin tahmini doğru çıkmadı, 
bildiğimiz midye üzerindeki beyaz oluşumlarmış aslı, 
ertesi gün öğretmenden öğrenmiştik.
Bu Sedef’e olan ilgimizi biraz hafifletti gibi, sonra geçti
cümbür cemaat aşık olduk ona, sırayla.

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık;
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamazdık.
Okuldan kaçar erik ağacının duvarına gelirdik,
aleni gizli yerimizdi, ama aslen gizli değildi.
Ampül gibi ortadaydık, duvar yarım, erik ağaçları kısaydı,
ve Sedef çok güzel bakıyordu..
Akşamları eve “okuldan döner” gibi gider, 
bir bahane bulur koşar geri gelirdik.
Denizin kenarına inerdik bazı, denize işeme yarışı yapardık hep,
en çok ve en uzun Hamit işerdi, nasıl becerirdi bilmezdik
sanki adam akşamki yarışa gün boyu hazırlanıyor gibiydi
ve onu geçmek çok zordu.
Rüzgara karşı bile epey ileri işeyebiliyordu,
tuhaftı Hamit’in bu yetisi o zamanlar, sebebini hiç anlamadık.
Şimdilerde sanıyorum ki herifte bariz pompa vardı
ve çok tayzikliydi dışa çıkış noktasında sidiği.
Ya da ne bileyim..

Hiçbirimizi hiçbirimize çaktırmadan
sürekli Sedef’in camını gözlerdik.
Yakalandığımızda ise, “ ne bakıcam aga” diyerek
erkekliğe dışkı sürmezdik.
Ergenlik hızlı ilerliyor, Sedef her birimiz için ayrı ayrı bir şeyler ifade ediyordu.
Artık deniz kenarında, kayalar üzerinde sidik yarıştıran 
çocukları bir kenara bırakmış
çıkan sakaldan bıyıktan bahseder olmuştuk.
Sedef hep oradaydı üstelik, ve çıkmaya yüz tutmuş bıyıklarımız terliyordu.
Bazen bahçeye iner, ağaçlar arasında dolaşır, aklımızı yoklardı.
Bazen bahçe duvarında onu izler
bazen onu görmezden gelirdik..
Ama biz onu görmezden geldiğimizde bile Sedef çok güzeldi..
Kişisel tatminlerimizin odak noktasıydı Sedef,
gece her şey Sedef’le başlardı..

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık;
mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamaya başladık.
Aslında burada adı geçen Sedef’ti,
çünkü biz her gece ona çıkardık.
Zaman ilerliyordu, artık Cem’in annesi un kurabiyesi getirmiyor,
Hamit gözcülük yapmıyordu.
Annelerimizin ve babalarımızın adı,
peder ve valideye doğru evrilmişti.
Eriklere ilgimiz farklılaşmıştı onun yerine 
şişe biralarla tanıştık tek tük, büyüyorduk.

 

Onca hafif alkollü gecemizin hiçbirinde Sedef hakkında konuşmazdık,
herkes kendi içinde bir yerlere koyardı onu,
o ise pencereden bakardı bize..
Denizin kenarına tek tek iner, işimizi görür geri gelirdik.
Eskiden yanyana yaptığımız olay
asude bir mahremiyet giyinmişti üzerine.
Utanmalar başlamıştı, kardeş kardeşe.
Liseyi ben heybelide okudum, Cem Kuleli’yi kazandı,
Hamit Orhangazi de anadolu lisesini, 
Yakup okulu bıraktı, babası için yeterliydi ortaokul.
Bizim için keskin bir köşeydi Lise olayı,
sert bir virajdı. 
çözüldük bir bir, dağıldık; 
virajı alamadık ve yuvarlanacak bir şarampol
hep oradaydı.
Sedef’i bilinçlendikçe, sorgulamaya başladım.
Bizim onca çocukluğumuza, onca olayımıza şahit oldu
hiç bozmadı kendini, artı okul olayı filanda yoktu.
Düşündüm de hiç okula giderken görmemiştik onu,
soruşturdum sonra biraz.
Sağır ve dilsizmiş Sedef, çok kötü olmuştum öğrendiğimde
utanan beni koyacak bir yerim yoktu,
delilik de var serde, isyan biraz, biraz hoyratlık durumları..
Çocukluğumu ve gençliğimin bir kısmını Sedef ile tüketirken
o habersizdi konuştuklarımızdan, şarkılarımızdan,
nasılda yüksek sesle bağır çağırdık, duymasını isterken.
Öğrenmek tüketmektir, derdi babam..
Haklı olmasından nefret etsem de bir zamanlar
Sedef kocaman ve güzel bir rüyaydı.

Biz Heybeli’de her gece Sedef’e giderdik
Uzun süre birbirimizden haber alamadık,
uzun süre uzamaya da devam ediyor üstelik.
Çocukluğumuzun el değmemiş erik ağacı bahçesinde
birbirimizi çok severek yaşadık, büyüdük..
Sağır ve dilsiz Sedef’i ilk biz sevdik
ve o sevgiyle ölüyoruz
Ne kadarda uzak olsak birbirimize, o kadar yakınız
biliyor muyuz ?

 

‘Düşsel’

Büyüyorum Anne

Büyüyorum anne.
Kemirgen geçmişler besliyorum
kapı önlerimde.
Yüksek ökçeli bir fahişenin,
gece boyu süren
gözyaşı sağnağında
yaşam rakımının çok altında
sürekli bir sel baskınıyla karşı karşıya,
ayyuka çıkıyor pişmanlıklarım.
..ve büyüyorum anne,
biraz ondan, biraz bundan çalıyor
hırslarım.
Birilerinin masallarında figüran,
birilerinde kimsesiz,
birilerinde “belki” biri..
Bağır çağır gelen her cankurtaranın
benim için telaşlandığını sanıyor komşularım.
Yağmur yatıya kalıyor nisan, mayıs boyu,
ekmek arası hüzün tüketip,
yanına gözyaşı demliyorum.
..ve büyüyorum anne
Karabasanlar çöküyor bazı gecelere,
sabahlıyoruz..
Çökecek şafak bulamadan, dışarı atıyorum kendimi;
arsız bir bahire dalıyorum,
insan biraz, biraz rutubet..
Güneş hep yalnızlığa batıyor
gün hep erken bitiyor,
eve dönüşte, köşedeki bakkaldan
beyaz sayfa alıyorum birkaç tane,
“Gerek yok, kalemim var abi”
yine yine..

Gece çöküyor içimde bir yerlere
yığınlaşıyorum.
Göz göre, görmeye
büyüyorum anne..
 
‘Düşsel’

..ve

…ve yürüdü hayat, kumdan kalelerim üzerine kalın toynaklarıyla; şimdi her yer kül..

Tekerrürünü yaşıyorum herşeyin, ve düşündüğümde değişmediğini anlıyorum hiçbirşeyin. Huzur anlarının sadece içimde filizlenen, ve bir anda erozyana uğrayıp yokolan, basit, güçsüz ve temelsiz parçacıklar olduğunu anlıyorum. Herhangi birinin bir diğeriyle toplanmaya, bir diğerinden çıkarılmaya değer olup olmadıklarını sorguluyor insan bu nefessiz zamanlarında. Sonra kırılıyor bir şekilde, veya meyilleniyor kırılmaya. Bir olgu çok saçma gelebildiği gibi, çok mantıklı da olabiliyor; kendi kendini kandırabilme potansiyeline bağlı olarak. İçinden çıkılması güç bir duruma itiyor bir şey seni arkandan, dönüp bakabilmek cesareti bulamıyorsun kendinde, kim’liklerine; potansiyellerin yüzünden..

Basit bir noktada tüm bağlantılarını kesebilecekmişsin gibi duran etken fiil, kendinsel sorguların altında dev bir kaosa taşıyabiliyor seni. Yanılgılar merkezine itiyorsun bu kez de kendini, gerek duymadan birine. Yine dönüp bakamıyorsun ardında herhangi bir kim’liğe. Dahası bu nüansları ayrıştıramıyor zihin. Kendini nerede ve nasıl suçladığını onca düşünmene rağmen ilk huzur anında gözardı edebiliyorsun tüm bunları. Her geçmişin bir “ama” sı vardır elbette, ama nedir bu benzerlikler ? Tartışabilecek, konuşabilecek bir birey yeşerirken karşında, onun “ama”ları, onun “belki” leri, onun “keşke”leri; unutmaya zorunlu kılınan köşelerinden sızıyor bir bir. Kendi sızıntılarını bir kenara bırakabiliyorsun hatta. Sonra mı ne oluyor ?
Cümleleri devire devire ağır ağır ilerliyor bir hata, yol tanıdık, yol boyunca beklenenler de, bilinmeyenler bile tanınıyor bilindiklerinde. Yabancı yok aramızda, hatayla. O bizi bilir, biz onu.

Sol gözümün kenarında bir arpacık oluşuyormuş, daha önce bu oluşuma sahip olan dostların kişisel gözlemleri sonucunda anladım. Biri limon sık birkaç damla dedi, bir diğeri “oynama elinle”, biri de doktor önerdi; latince bir ilaç ismi biri, biri de siktir et dedi. Hangisini dinlemeliyim bilmiyorum. Bu kararsızlık anımda göz altı torbamda da bir kısım değişiklikler oldu, biraz kızardı, biraz şişti. Gözüm de kanlandı hafif, oynadığım için sanırım. Bu “elinle oynama” diyen arkadaşın önerisini görmezden gelmiş olmam değil ama, birazdan alırım o kararı sanki. Acıyor canım. Yüzümün sol kısmına felç indi gibi, fena..
Sol kaburgalarımın altında tuhaf bir boşluk çırpınıyor öğle saatinden beri. Ben siktir et dedim kendime, gerçi bu konuda yorumu yapan da tek bendim. Kanadım biraz, biraz sancılandım. Acıdı ve bir an geldi gözümün acısını boşverebildim. Ama o sırada da elimle oynadım kalbimle; kızardı biraz, bir kısmına basınca sancısı hafifliyor gibi. Parmak yordamıyla buldum olduğun yeri..

Bir dağın başına zar zor çıkardım mermerleri. Sonra diğer malzemeleri. Sıfır numara su zımparasıyla günler sürdü mermerlere işçiliğim, cam gibi oldular; kusursuz, parlak, tertemiz. Sonra bir mabet inşaa ettim oraya, inzivaya çekilmek gibi bir şeyin arifesinde değildim oysa. Sadece olsun diye, benimde. Sadece seninle kalabilmek zamanları düşleri dahilinde. Bitti, uzun kısa, dar geniş, bitirdim yapımını. Bir süre uzaklaştım mabedimden, ama aklımdaydı hep; sürekli onu düşünüyordum. Geri döndüm uzaklaşma süresinin bitiminde, ki zorunluydu gitmem. Döndüğümde bir avcı girmişti mabedime, çamurlu ayak izleri bırakmıştı mermerlerin üzerinde, mumlarımı devirmişti, ışıksızdı içerisi; hiç umurunda olmamıştı üstelik. Hiç nazik değildi bana ve emeklerime karşı. Peşine düşmek istedim, vazgeçtim.. Nasılsa yine gelecek diye düşündüm. Sonuçta bu dağda ne avcı biter, ne de avlanan.

Uzak bir şehir, yabancı bir gölge. Onca uzaktan nasılda etkileniyorum, şaşmamak elde değil. Öte’sin sen, hani güdümlü çağrışımlarda duyulan anne sesi gibi, ismini bağırır gibi çok sevmiş olabileceğin birinin. Öyle gerçeksin ki aslında, arada bir başımı sağa sola çevirip göz ucuyla aramalarıma kadar gidebilen. Hani hep dil ucunda duran. Oradasındır silikde olsa silüetin, belirginleşirsin arada sırada mutsuzluk zamanlarında; inanırım.. Şehirlerin veya yapılanmaların isimlerini boşver. Daralt alanları, işaret parmağının dokunduğu herhangi bir yerden; işaret parmağımın bedenime dokunduğu herhangi bir yere. Ne kadar hızla akarsan anlarıma, o kadar hızlı yoklaşıyorsun geceye; görmek ne acı bilsen.. Kırgınım bu hayatta yaşamadığım bir çok şeye, bir çok kim’e. Hayatıma girenlerin alıp gittikleri bir çok parçayı geri getirmelerini beklemekten sıkıldım. Sevebildiklerimin başka yangınları kundaklaması, yabancı yangınlarda birşeyler aranması..
Hepsinin takip ettiği bir “gitme” yolu olmaktan.. Ne kadar çok kavşak çıkıyormuş içimden. Ne kadar tehlikeli bir yol ayrımında, “varım”. Birkaç denemem oldu peşlerinden gitmek gibi, küçüktü adımlarım ve hırslarım, dönmek zorunda kaldım yaşadığımı sanmalarıma. Başaramadım !
 
Biriyle bir tende, ve bir’leşerek, uzun veya kısa bir önsevişme sonrası.
Tüketilebilirlikler ardında, haz ?
Sıradan değildi tahminim üzere, daha öncekilerin sıradan olmadığı gibi; çünkü bir kaçtır uğruyorsun o durağa.
Nesi yanlış değil mi, savunması “olgunlaşmak” nasıl olsa.
Bu savunma altında kaç savaş çıkar bu meydanlarda..
Ödeşmek istiyorum, en yakın limana demir atmak; en yakın katile senin ölümünü kiralamak.
Ya da boşvermek, bir kilo rakıya gömmek..
O an için hangi seçimlerin doğruluğundan tavizler verebiliriz arası bir huzur.
Sabah kalktığımda bilindik bir başağrısı.
Çok mu isterim ki kalkmayı, o kendi başına ayrı..
Kızmadım hiç, kadınımın biriyle sevişebiliyor olmasına.
Bu sonda ki –ım biraz mecaz aslında.
Lafın gelişine vuruyorum, gidişine bakıyorum işte.
Ufacık bir nokta işte.
Önemsiz işte.
Değersiz işte.
Bir sürü ben, küçük bir cümlede, işte.
Ne kadar kolay özetlenebiliyor olmamı ayrıca seviyorum, bu daha da ayrı..
 
Sahi nasıl oldu ?
Nasıl karşıladı mesela, en çok merak ettiğim bu aslında. Üzerine gitmek gibi olmasın da, olsun da ya da.. Ne ekledi “hoş geldin”in arkasına ?
Birtanem ?
Tatlım ?
Ruhum ?
Güzelim ?
Canım ?
Aşkım ?
Bebeğim ?
Vs vs vs..
İllaki biri, artık hangisini kullanmayayım ?
Nasıl seviştiniğize bir ara değinmek isterim ilave olarak. Ama şu an değil..
“Görüşmek üzere” dilendi mi karşılıklı ?
Pişmanlık nerede saklanıyordu o sırada ?
 
Hepsi boş biliyor musun ? Beni ilgilendirmeyenleri böylesine irdelemem, kurcalamam.. Tuhaflaşmayı sevmiyorum..
 

Ayaklarının göteremeyeceği yerlere git, her gece. Gez, dolaş yanılgılarının üzerinde. Parmak uçlarınla dokun farkında olmadığın özlemlerime. Mermerlerim bulanmasın kokuna, hatta izin ver kirli kalsınlar bundan sonra; dönmemeye karar vermemden hemen önce.

Seni bırakacağım, hiç telaşlanma, kısa bir sürede olduğunu sandığın yerde olacaksın.

Kürek kemiklerinin tam orta yerinde kocaman bir öpücük kalacak; yerli, yersiz; benli, bensiz. Uzanamayacak ve silemeyecek hiçbir tanrı. Seni o izden tanıyacağım tüm kayıp, ahlaksız ve aykırı düşlerimde..

… ve yürüdü hayat, kumdan kalelerim üzerine kalın toynaklarıyla; soyutlaşıyor şimdi tüm kızıl özlemler..
 
‘Düşsel’

Bir Mevsimin Sonu

Yanılıyor olmalılar, büyük sözler söyleyenler. Ve daha çok yanılıyorlar, sanılan büyük sözleri granit sütunlar üzerine metal harflerle yazanlar. Vazgeçmeler kavşağında böylesine küçülmemeli aforizmalar, çünkü daha öncelerinden tahmin edilemiyor pişmanlıklar. Ergiyorsun zamanla hayat potasında, kaynama noktasında algılayabiliyorsun maskelerini insanların ve yoğun bir boş verişliğe bırakıyorsun kendini. Cüruf kalıyorsun, erimiş yaşamların üzerinde; çünkü senden ağır karşılıyor hayat, hislerinden kaçanları.

Hangi son seni daha iyi gösterecek insanlara, bu kaygı belirliyor kişilerarası yolculuklarda mola zamanlarını. Bir mevsim, belli belirsiz her yerde, aynı oranda can çekişiyor ve sıradaki mevsim her zaman birbirlerini sevdiğini sananlara geliyor. Bir son, daim bir başlangıca deviniyor..

Dozunu kaçırdığında yabanıl cümleler kurduruyor adama, şarap Neşeli olamıyorum ben bu zıkkımı içtiğimde. Gelişigüzel harcıyorum ruhumu, tasarruf edemiyorum sevebilenler gibi. Oysa benim gibi sevemeyecekler hiçbir zaman, biliyorum. Çoklu halleriyle tanıdım ben hüznü, kendim büyüttüm hepsini, el bebek gül bebek. Sen gebe bırakıp gittin beni..

Kimseye bir şey anlatmaya takatim kalmıyor, sürekli karşıma anlamaya takati olmayanlar çıktıkça. Ne tür bir lanet bu ? Neden hep gelen, geldiği kapıyı aralık bırakıyor ? Herkesin arka cebinde bir kaçış planı; neden ?

Yaşanacak çok şey var,
herşey çok güzel olacak,
insanlara olan inancını kaybetme,
birgün biride seni anlayacak,
asla yılma,
sabret.

..

Bu cümleleri kimler kuruyor ? Kim inanıyor ?

Birini sevmeye karar vermekle, birini sevmek arası.. Bikarar kalınmak veya sevilmeye.. ”Sensiz” diye irdeleyeceksin kararlar ardında “O’ndan” geri kalanları, her cümlen bununla başlayacak. Sanki suçlu “olmazlarmış” gibi. Sende illaki “sensiz” ile başlayan birkaç cümleden zamirleşeceksin, farkında olmadan; bir başkasında. Ya sonra ?

Şişenin ikincisine uzanırken dağılıyorum iyice beyaz sayfalara. Şimdi aramıza geçmiş kadınlardan birini sokuyorum ve kaale almıyorum tebessümlerini bu dakikadan sonra. Sınırlarına uzandıkça aklımın, beyazlaşıyor gölgeler. Gölgeler üzerine yazıyorum, o kadar çoklar ki, ne yaparsam yapayım sonunda yoklaşıyorum..

Kalbimden bir parça bırakamıyorum şimdi sana, tükettiğimi biliyorum onu uzun zaman önce. Gitmelerimden başka bir şey bırakmıyorum şimdilerde kimseye. Kabul eder misin beni, klişe bir gitmek öncesi, gelmemde ? Sen de kendini bırak bende, üzerime sin, içime işle; canımı yak gittiğimde. Benden adam olmaz güzelim, ben bir kadını sadece ondan giderken severim..

Boynumdan sol göğsüme dek uzanıyor bir şövalyenin kılıcının izi. Kutsalımsı dokunuyor kadınlar, yara izlerime de; ve sorgulamaya korkuyorlar çoğu kez. Sessiz sedasız öpüyorlar tüm boşluklarımı, besleniyor yanılgıları. Hiç yalan söylememe gerek kalmadığı için dürüstüm aslında. Kimse sormuyor güzel sevişen bir adama, ardında neler bıraktığını..

Aç bir kurttan kaçan bir koyun gibi bağırıyorum yokluğunda, ve kurdun karşı koyamadığı açlığı kadar çaresizim sana. Hiç böyle olmamıştım diyemem sana, olmuşumdur illa. Dünya üzerinde yaşayan tek kadın değildin sonuçta, ama yaşamak istediğim tek kadın olabilirsin bu kovalamanın sonunda. Kapıları sımsıkı kapatarak girebilirim sana, ve bundan utanıyor bir yanım..

Bu da bitiyor. Omuzumdan öpüyor beni, tiksinmeden hiç. İki yıl önce doğduğu yazıyor etiketinde. Ömrünü benimle tamamladı, ne iyi.. İnsanların yapmaya cesaret edemediği bir sürü şeyi yaptı bu şişe. İçini döktü bana, dinledi beni, aklımı korudu her büyük kavgamda, huzur verdi bana, bazen gülümsetebildi hatta, ve bitti her güzel şey gibi..

Ve
bir şair ölür,
imgelerini kefenlerler üzerine.
Yolcu ederler,
hoyrat bir düne.

Ve bir şair ölür,
sıradaki mevsimin ilk,
gidenin son gününde..

‘Düşsel’

tüm.ce

Sanrılar / gece.

Olasılık hesapları / şafak.

Güneş / hazır olmalı geceye.

Yüzünün ikizi / Ay…

Ay ışığı, bilinç…

 

Umudun atası / şafak.

Sesin, belli-belirsiz.

Çiy damlaları ardında ufuk,

çiy damlaları aksında , sen..

 

Paranoya, korku, telaş / gece..

Elem, kaygı / gün yanığı.

Sabaha miras, ay ışığı…

 

Sen, asude bir deniz.

Ve paslı zincirleriyle liman sürgünü,

maliksiz, avare bir tekne,

ben;

çaresiz ..

 

Tutkulu, mavi bir deniz / deniz ağardı.

Sensizlik usulca kemiriyor varlığımı !

 

‘Düşsel’

spesifik yaklaşımlar…

..ve tutundu, tüm gereksizliklerine; aslında tutunduğu  – öyle sanmadığı – kayıplarıydı. Ayaklarının altından kaydı dünya; görebiliyordu, görmek için geceleri uzun kılan sayısız unuttuklarını. 

– Kaymağınızın altına ekmek kadayıfı alır mısınız ?

– Sade, lütfen..

Çevremde minnet duymamı bekler gibi ağır suretleriyle kıpırdamadan duruyor eşyalar. Herbirinin nereden ve nasıl geldiklerini anımsıyorum. Mobilyalarım, minderlerim, halılarım, masam, sandalyem, kitaplıklarım.. Kitaplarım.. Uzun bir ömür geçirdik sizlerle, bazen sinirlerim bozuldu, sizlerden aldım yedek parçaları, onarıldım.. Bazen mutlu oldum, süsledim sizleri, temizledim. Herhangi birinizden vazgeçmem gerektiği anlarım oldu, yeniler katıldı bazen aranıza; sizleri tanıştırdım, kaynaştırdım.. Gidenlerden milyon kere özürler diledim, gittikleri yerlerde huzurlu olmalarını sağlayamadım – kalanların bundan hiç haberi olmadı – Olamazdı da, yalanlar söyledim.. Bir sona doğru yaklaşıyorum artık, benden sonra sizler ne olacaksınız bilmiyorum; bilmek istemiyorum. Baki kalacak o kadar çok şey varki aslında, duvarlara işleyen tıkırtısı daktilomun, dolapların kapaklarını açıp kaparken çıkan sesleri, parkelerin halılara işleyen gıcırtısı, saçma sapan yumrukladığım, saçma sapan okşadığım masamın, zamanla deforme olmuş ve ayrışan profillerinden çıkan ses; sandalyemin beni taşıyorken çektiği sıkıntı sesleri, usul gıcırtıları.. Sizleri size bırakacağım, tek mirasım bu. Gittiğim yere gelemezsiniz, orada sizlere ihtiyaç duymayacağımı söylüyor tüm kutsal yazımlar. Ben onların yalancısıyım. Görmelerimi bırakıyorum sonra sizlere, size her bakanda göremeyeceğiniz üzere. O zaman anlayabileceksiniz, sizlere nasıl baktığımı, sizlerde gördüklerimi. Tüm görünmezler bir kenarınızda yığılı duruyor şimdi, dijital bir veri bankası gibi. Ben istediğim görüntüyü alabiliyorum oradan, size bırakıyorum bu spesifik yaklaşımları; giderken.. Yapabileceksiniz, ben gittiğimde; sizlerde.
Bazen güdümlü çağrışımlar oluşacak yüzeylerinizde, herhangi bir parçanızda da. Öyle çok dokundum ki sizlere, bunları silmek öyle çok olanaksızki, öyle çok dağıldıki her zerrenize. Anımsamak istediğinizde kısa yolculuklar yapacaksınız içinize; orada bekliyor olacağım sizi suratımda aptal gülümsemelerle.. ..ve belki yine, ve yine..
Retorik söylemler istemiyorum, kalıplaşmış veda sahneleri, kafiyeli gözyaşları istemiyorum ardımdan. Rahat bırakmalısınız tüm geçmişi, adından sıkca sözedilmesi gereken herhangi bir “fiil” olmadı hayatımda; yazmak dışında.. Onu da tarif edemezsiniz sizler zaten. Hatalı ve beceriksiz göründüm uzun zamanlar, bu oyunun içine hiç düşünmeden daldınız; bunu sağlayabildim sizlere. Kendi’nizle geldiniz sonuçta bana, arınmış, huzurlu.. Sizleri şekillendirdim, herhangi bir aparata ihtiyaç duymadan. Öylesine bencildim. Görmezden gelinmek her zaman kolay olmuştur bana, her zaman görmezden gelinerek ulaştım en az’larınıza. Şimdi herşeyi biliyorum, herşeyi bilmiyorsunuz siz. Bana yalan söyleyemediniz asla, asla yakalayamadınız benim herhangi bir renge boyadığım  herhangi bir yalanımı.. Sizler, ben; güzeldi hep olması gerektiği gibilerin sınırlarında; tam istediklerim üzere..

Sigaramın dumanı, kalsana içimde. Ne çıkarsın atmosfere, ne diye uzaklaşırsın git gide. Belirsizliğin yakıştığı bir sevgi, seninki. Derinlerden gelen cılız bir piyano sesi, bir kapı gıcırtısı.. Evreni yorgan çekip üzerime, kendi haline bırakıyorum yıldızları; yorgunum artık kağıt üzerine yağmalara, yaratmalara.. Korkutucu olabiliyor bu talan altında, yaratmalar.. Ucube, şekilsiz, milyon şiir; kalsanıza içimde.. Ölmeden önce çarptırıldığım yaşam cezası, ölümün bir anne gibi emzirdiği göğüslerinin bir yukarı bir aşağı iniş-çıkışları, hiçbir lahzasını kaçırmadan izleme telaşı, adaşı hayat.. Yanıma gelip alnımı okşamalarında, uyuyor-muş gibi yapmalarım; öpmelerinde tepkisizliğim, dudaklarım buz.. Yaklaşıyor olmalı, ayakbileklerime dek çekildi kanım; gel-gitler sahfasındayım. Ayaklarım buz, ölüm ışık, ölüm git, ölüm gel.. Sonsuz gibi görünen bir yaşama zamanının bitiş çizgisi, ama ışık ölüm; bu sadece ruhumun karartma oyunları, ama ışık ölüm, bitiş çizgisi ufkun altında sadece, upuzun, incecik, simsiyah.. Göğün, toprakla öpüştüğü, kararma noktası.. Geliyorum..

Kürtaj yaptırdığım hayallerime yaklaşıyorum yol üzerinde, herbiri beni bekliyor. Doğmalarına ramak kala, canımı yakıyor boşverişler, oysa yoklar; onlarsa yoklar, yaşamadılar.. Ama öylesine kanlı, canlılar.Sahipsiz kalmalarını istemediğimdendir, kaldılar, doğmadılar; sahipsiz kalmışlar.. Nasıl üzgünüm bilsen..

Yanımdan geçtiklerini hissettiğim yüzleri olmayan gölgeler, bazıları çok kollu devler, bazıları ağaçlar, bazıları yengeç.. Toprağın alnında, güneşin vurup çıldırttığı, yeni patlamış mantarların kokuları; çimenlerin içinde neşeyle dolaşan solucanlar, baskın bir yenilenmişlik havası.. Geçtiğim heryer bir anda siyah-beyaz. Ardımdan gelmiyor sen-li, siz-li, ben-li herhangi bir şey. Yürüdükçe çöküyor yol – durduğumda – ardıma baktığımda yenileniyor tüm doğa, renkleniyor telaşla. Ağaçlar, solucanlar, yengeçler, yüzler; sadece gölgesizler.. Tüm olasılıkların dışında, yargısız ve köşeleri yuvarlak zamanlarla, ufka doğru yürüyorum, ardım sıra yıkıla yıkıla. ..ve ölüyorum, içten içe.

– Seni tanıyor muyum ?

– Tanımak istemiştin, bir zamanlar.

Havuz vardı, birkaç şezlong sonra, kum sonra; gemi vardı havuzda, devasa.. Ellerini çırptığında büyük bir dalga aparırdı yüzeyden, yıkardı bizi ruhlarımıza dek. Ellerini çırptığında, kirlenmiş olduğunu anlardı tanrı; ve izin verirdi ruhlarımızın yıkanmasına. Oysa nasılda “ben” leşirdi herşey kısacık an içinde, tüm fiil köklerinin sonunda nasıl sırıtırdı iyelik ekleri. Kendinden geçerdi tüm sahiplenmeler, sonu olmayan bir zirveye doğru tırmanırdı yabanıllığı insanın. Tanrının tanrısallığıydı aslında bu izin vermeler. İnsanın kafası almazdı, almasıda ne derece gerekliydi, umursanmazdı. Orta ölçekli bir havuz, büyük ölçekli bir dalga yaratsa bile, önemli olan sadece sonuç olmalıydı; bu yetersizliğin ironisinde. Sonra alkışlarlardı, çevreye göre davranılması sıkı sıkı tembih edilmiş çevreleri tarafından. Doyurucu bir hissiyat olabilirdi, ama boştu dışkısı, yoktu posası. Hislerin sindirildiği her nokta önceden tasarlanmış bir “ol” bilinci içinde ağır ağır oluşurdu. İnsan sanrılarının esiri, insan kayboluşun eseri; insan tanrının umudu oluverirdi, aniden; ya da öyle sanardı zirveye yaklaşan..

Düşsel

L’hymne â l’amour

Bu notalar sen-in

Gerçi sen sıralamadın bunları ard arda,

ama seni en iyi ne anlatıyorsa bana,

yer ediyor zihnimde.

Ne denli karmaşık olursa olsun,

ne denli telaffuz edemesem de ezgiyi;

Ezberim..

 

Yaktığın ve söndürdüğün tüm yangınları,

ve külleri yanılgılarının..

Ayak izlerinin çukurlarında oluşan,

onca okyanus;

onca gökkuşağını bir anda var eden ellerin;

ve bakışlarının insanların akıllarına kazıdığı saçma edinimler.

tebessümler,

umutlar,

hırslar..

 

Dondurma külahı zamanı mutluluklar,

derinleştikçe incelen..

Soğuk ve tatlı hissiyatlar,

derinleştikçe ısınan, hayasızlaşan avuçların.

Sırtında tırnaklarının izi kalmış bir hayatın.

Tırnaklarının arasında bir meleğin kanı,

yasak bir elmanın yarısı…

 

Sana bulanmak git gide.

Yalnızlığımı görmek pusunda zamansızlığın.

Titreyen göğüslerini öpmek,

kavrayıp başını, kalbime gömmek.

Parmak uçlarında yaşamak !

 

Bu saz…

Bu nukteler…

Bu isyan…

Bil ki teninde tek bir damla ter olamaz;

umuda dair ne varsa eskiden yaşanan…

 

Hadi kınına sok öfkeni !

Bu notalar senin..

Tüm anlamsız iç çekişlerimin,

ardındaki anlam.

Tüm sensizliklerimin tanığı,

tüm tanıdıklığımla hayatı.

Ne kadar boş bıraktın oysa beni,

incecik su tozu öpüşlerin, özlediğim..

Lirik, nemli..

 

Ayak seslerini taklit etmeye çabalayan onca obje,

öyle sanma zamanlarım,

onca yalnızlık yordamları.

İnadına nikotin,

inadına umut.

Söz geçiremediğim yüreğim.

Bu düş kapanı !

 

Bu notalar senin;

Doğuran sensin,

yücelten !

 

Ruhun..

Etin…

Kemiğin..

Kanın…

Böylesine mükemmel uyumu..

 

Bu notalar senin için  !

‘Düşsel’

(Nisan 2007)

aslında…

Aslında…

Aslında…

Aslında…

Aslında kendinde değil hiçbir şey eskiden olduğu kadar. Her şey amansızca değişiyor, değiştikçe aslındalıkları başka aslındalara yaklaşıyor; karmaşıklaşıyor…

Telaşla maskeleniyor insanlar, aslındalarının kimin aslındasına yaklaştığına  bile dikkat etmeden, toplum olabilmek adına, içlerinde kendilerini haklı çıkaracak bir çok yalanlarıyla maskeler ediniyor her insan. Aşklar kartpostallarda kalıyor, aslında sadece para kazanmak adına üretilmiş, duygu similasyonları saçma sapan kartpostallar…

Karşısında otururken unuttuğun duygularına dem vurup altlarında ezilmene olanak tanıyan büyük aşk filmlerindeki figüranlara bile “şanslı” gözüyle bakan, aslında biraz çabalasaydı, teğet geçtiği aşkların izlediği senaryolardan daha büyük olabileceğini hiç düşünemeyen, maskeleri altında, ihtimaller kenarında dümdüz yürüyen insanlar…

“Sevişme” sözcüğünü duyduğunda yüzü kızaran, gözbebekleri büyüyen, dudaklarını ısıran; aslında gecelerce hayaletlerle sevişen çoklu, pek çoklu yalnızlıklar…

Yanında duran kadının bir zamanlar ayak bileklerine bakarken bile doyumsuz hazlar duyduğunu anımsarsın, sonra şimdine dönersin ve farkına varırsın o an sana sadece ihtiyaçlarını taşıyan kemikler olduğunun.. ve senin yanından, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, geçmişinde uğrunda ölebileceğim şey diye ifade edebilmeye cesaretinin olduğun kadını, ona sahipken, aptal bir senaryo sürecinde bunları hatırlıyor olman ne acıdır. Aslında ne acıdır ki tüm bunları bir çırpıda okuyuveriyorsun. Belki de düşünüyorsundur, tahminim bundan ileri gitmez. Ya da gidebilir mi ?  Çamurlar içinde yaşarken kendimizi teselli edecek bir ahlaki zemin bulmamız bazen zor olabiliyor, değil mi ? Bak yine yanındakine dönüyor konu dönüp dolaşıp, yahut ben dönmesini istiyorum. Toplumsal yaşama o kadar adapte olmuşuz ki, ihtiyaçlarımızı o kadar kapsamlı hale getirmişiz ki, en ufak bir sarsılmada depresyona giriyoruz. Kurduğumuz zincirlerin etrafımızı sardığının farkında değiliz. Kırılan ilk halka bir anda kendimizi çırılçıplak hissetmemize neden oluyor üstelik. Sonra profesyonel destek.. Seni tanımayan, sana sadece kitap sayfaları ardından bakan, kirpiklerindeki nemin senin için ne anlama geldiğini bilmeyen ( ki bilmek isterse bile kendini görebilme, kendi aşımsız sorunlarını anımsama riskine giremeyecek ) kendini daha iyi hissettiğin, şirin şirin kutucuklara, minik şişelere konmuş ilaçlara, haplara ulaşabilmen için imza yetisine sahip bir profesyonelden gelen yardım. Külahıma anlat, sen anlatırken ben de lavaboya gideyim.

Ne oldu ? Neden yaptın bunu ? Külah o sadece. Seni anlamasını nasıl beklersin. Ne bu saldırganlık ? Onun bir kişiliği yok, hoş olsa bile ısırmandan sonra seni anlamak istemez ki zaten. Bırak külahımı ısırma !

Yanındaki..

O işte..

Bir gün yanında olmayacağını düşündün mü hiç ?

Elbette düşündün. Sonra korktun ve kaçtın. Hatta işyerinde arkadaşının anlattığı fıkrayı geri koydun bilinç üstüne, aklının geri dönüşüm kutusundan alıp. Fıkra ilgin bittikten sonra da dolaptan kola almak için kalktın. Dolaba giderken illa ki gözüne başka bir şey çarpar ( ki çarpması için veya kendi içinde konuyu değiştirmek için tüm duyuların açıktır ) ve unutuverirsin. Uzun bir süre unutmayı da başarırsın.  Özel bir tarihe kadar mesela. Hani hep unutmamak için ufak kağıtlara yazıp cüzdanının “zula” sına sakladığın özel günler. Benim gibi arkasına hesap bile yapmışsındır belki, hesap yapman gereken bir durumda “müsvette kağıt” bulamadığın bir anda.. ama benim farklı tabi. Dolaptan kolaya almaya giderken unutmaya çalışmama fırsat vermedi “O’nu kaybetme” hissiyatı. Çünkü O’nu kaybettim ben. Yani bu cehennemin tadını biliyorum.

Yanındaki cenneti kaybettiğinde, ne dolaptaki kolayı, ne de arkadaşının fıkrasını hatırlamaya takatin kalmayacak. Ve hiç takatin kalmayacak radyatörün bile güzel görünmesi için danteller ören o “güzel insan” ı özlediğini birilerine anlatmaya.. Sevişme sözcüğünün utanılacak bir şey olmadığını anlayacaksın. Aşkı anlayacaksın kısaca…

Külahımı bırak, git ‘o’na sarıl…

Onu kaybetmenin bıçak sırtı olduğunu anlat.

Ki bilmezsin aslında;

Aslında ne olduğunu bu cehennemin…

Aslında bunları yazmayacaktım, hiç karışmayacaktım sana, ne bileyim. Zaten yanında bile değilim; yanında olsam da sana yandaşta olmazdım aslında. Soğudum anlıyor musun ? çevreme baktıkça da soğumayı abartıyorum, donuyorum. Hep tedirgin sabahlara uyanıyorum ve gülümsüyorum her şeye. Gülümsemekten başka izah bulamıyorum yaşananlara. Dümdüz gidenlerden olmamak adına önüme çıkan her yola sapıyorum, her yöne açığım, dönüyorum, dolaşıyorum, zamanla oyunlar oynuyorum, gülümsüyorum… Her köşe başında sobelesin istiyorum hayat beni. Ama olmuyor, bu dehlizde çırpındıkça daha da dibe vuruyorum…

Aslında…

Aslında…

Aslında, bunları üzül diye söylemiyorum, ajitasyon da yapmıyorum. Sadece yarın kaçırdığın otobüslerden, unuttuğun özel günlerden, ayaklarının aşındırmadığı yollardan, dolabındaki koladan, saçma sapan fıkralardan merhamet dilenme diye söylüyorum… cehennemde sadece ateş yok, bil istiyorum. En büyük ateş tenini yakan değil, kalbindeki ufak kıvılcımlardır diyorum. Sarıl diyorum yanındakine, benim yapamadığımı yap istiyorum. Çünkü maskelerimiz altında can çekişen, hiçleriz biz. Birilerinin birilerine bağlı, birilerini birilerine bağlamaya her daim hazır bir sistemin “feda edilebilir” üyeleriyiz biz. Görünen hiçbir büyük resimde yok suretlerimiz. Hiçbir resimde o kadar büyük görünmüyor küçülmelerimiz…

Aklının unuttuğun köşelerinde birer biblo gibi duran şeyleri hatırla, buruşturup attığın hayallerini. Ayrı yastıklardayken başlarınız, henüz sahip olamamışken varlığına neler düşündüğünü anımsa. Anımsa ki henüz yanında, anımsadıkça yüzünden gülücükler yaratan o insan. Yeni bir kaybedene gülümseyerek yaklaşan beni anımsa. Seninle daha sonra karşılarız. Mesela bir parkta, ben kayıplarımı, sen güvercinleri beslerken. Ortak bir konu bulana kadar İstanbul konuşuruz. Belki çatlamış ellerimden, belki eteği sökük hırkamdan anlarsın kaybettiklerimi ve bana acırsın; bir parça ekmek kırıntısı verip güvercin beslerken bir an unutabilmemi sağlarsın.. Sonra yine İstanbul konuşuruz, bir ortak noktamız olmadığını anlayıp. Anlatırsın içinden “o” na olan şükranlarını bana ve güvercinlere, usulca…

‘Düşsel’