Archive for the ‘Yazar : ‘Delirmek’’ Category

üç kitap bir belgesel…

kıyısında durmuş, arkası dönük suya.. ellerinde çakıl taşları anakaraya atıyor onları birer birer.. her ayağına taş çarpan dönüp bakıyor, gülümsüyor bizimki hınzırca, durduğu yerden ayrılmadan devam ediyor iyi bildiği eylemi gerçekleştirmeye.. ayağına taş çarpmayanlar gururlu bakışlar atıyorlar etraftakilere, bizimki bunu sağladığından mutlu.. bir gün gelip biri durumu sual eder diye beklemesinin boşuna olduğunu bile bile devam ediyor ama eylemine… sonra kayıyor aklı bir meyhaneye, bostancı hatay meyhanesine, gidip otursa şimdi oraya, oracıkta hem az tarih önce cemal süreya’nın oturduğu sandalyeye, duvarda asılı duran çantasının altına.. sonra turgut gelse tomrisle birlikte, hemen ardından edip usta gelse, tomrisin yanına usulca oturuverse.. bizimki ilk söylenen rakıdan sonra avuçlarında sır gibi sakladığı çakıl taşlarını birer birer masadakilere dağıtsa ve tüm masa hınzırca gülümsese insanlığa, çakıl taşlarını ayağına çarpması gerekenlere usul usul atsalar hep beraber.. kimse gelip bir sual etmese, turgut geyikli geceden, edip tomrise olan platonik aşkından, cemal süreya üvercinka’dan bahsetse mesela.. dinlese bizimki, göğe bakarak dinlese.. gitse aklı burgaz’daki sait faik’in yanına.. sait faik tamda kiraz mevsimini anlatsa…

olmayacak… o kıyıda sırtını denize dönüp oturmuş deli’ye kimse gelip sol omzuna dokunup bir naif tebessümle bir sigara ikram etmeyecek, oturmayacak yanına.. biliyor bunu.. biliyor bilmesine de, umut da yasak değil ya işte.. bunu da biliyor.. acıdan acıya atlıyor, ne mut, ne sarih bir yalnızlık düşünmüyor, sadece acı.. tüm vücudunda hissettiği o lanet olası jilet acısı, bilek kesenler familyasının dead and lovely kabilesinden sayılıyor bizimki.. tüm acıları üç kitap bir belgeselde toplaşmış top yekün geliyorlar üzerine.. kaçmayacak, duracak yine o kıyıda, bunu da biliyor.. acılar biliyor mu acaba?

o dağ başında gönül yaylasında kendi yalnızlığına terk ettiği eski sevgili neredeydi, nerde kaldı hayatına erken kalmışlığı, üç kitap mı bilirdi yoksa bir belgesel mi bilirdi nerede olduğunu.. bunu düşünmek istiyor.. yaptığı tüm ölümcül manevralar hala hayatta tutuyorsa onu, daha büyük bir suç işlemiş demek ki.. cezası her daim hayatta kalmak olan bu suçu bilememesi çıldırtacak onu, bunu da biliyor.. ceza çok ağır hakim bey, müebbeti idama çevirsek hakim bey.. anadolu otobanında hafzalanızın almayacağı bir hıza mahkum edin beni hakim bey.. olmaz oğlum hikmet, suçunun müktesebatı seni geriye doğru okunamayacak bir tarihle aynı çıkmaz sokak da tantanalı bir bekleyişe mahkum etti.. ah albayım ah..

dünyadaki tüm meşe fıçıları içi dolu olmaları suretiyle yanı başımda istiyorum, şu balkonun köşesinde.. fıçılardan birinin üzerinde neyzen oturuversin, ney üflesin.. ikincisinde nilgün otursun anlatsın kırmızı kahverengi defteri.. üçüncüsünde en karanlık haliyle turgut usta otursun, yaksın bir içli sigara göğe bakmayı anlatsın.. üç kitap-bir belgesel.. ah sadri abi ah.. çıkın lan ortaya, tüm hayaletlerim birer birer çıksın ortaya, hepinizin kafasında kitap paralamak istiyorum!

eski bir şarkı çalıversin, zeki müren olsun,960’lı yıllardan bir kayıt olsun.. taş plak kaydı olsun da bu taşkafayı darmadağın etsin..

‘delirmek’

‘sırf bir haziran doğru çıksın diye…’

1. NOT;  Pencere kenarında balkona bakıp bakıp bomboş gözlerle dolaptaki rakıdan bir kadeh alsam mı- henüz kahvaltı bile etmemişken ve saat akşam beş olmuşken- diye düşünürken, haydi zamanla ilgili bir şey yazalım dedim hayaletime, ilk sayfa çöp, ikinci sayfa çöp-olmuyor şiir dene dedim-, üçüncü sayfa çöp.. bir sinirle kalkıp ayağa- hayalet ürküp kitaplığın arkasına saklandı- hazır bahanede bulmuşken bir kadeh rakı parlat dedim bu gereksiz bedene, operasyonun ilk aşaması tamamdı- içmek için bir bahane bulunmuştu, yazamadın ya salak-, ikinci aşamasına geçilecekti, fonda incesaz vardı, elde de rakı, saat-zaman- aşk karışımı bir gavurdağı salatası çıkar diye umut ettim, dene, çöp, dene, çöp.. netice de olmadı.. bir yandan güneşe binbirtürlü küfür -neden bu kadar sıcaksın ulan? , bir yandan canını yediğimi aklına bindir türlü küfür.. masaya göz attım, kitaplar; nieztche (güç istenci) , çernişevski (nasıl yapmalı), ihsan oktay anar (puslu kıtalar atlası), büyük saat (turgut uyar).. hah dedim işte budur.. al eline, aldım.. geyikli gece, yok.. tel cambazının tel üstündeki şiiri, yok.. büyük saat.. evet bu oldu.. kendimle kurduğum münakaşa da son cümle şöyle idi; -haddini bil, otur oturduğun yere, ne senden şair olur (olmaya da hiç çalışmadım), ne de yazdığın beşbenzemez yazılamalardan şiir çıkar, salak herif, ayyaş alkolik aylak.. (aylak kısmını sevdim..)  Ve işte böyle çıktı bu da.. madem ben beceremiyorum, o halde sözü turgut abiye bırakıyorum.. Ey tarih saat kaç oralarda?   ;

 

‘BÜYÜK SAAT

 

Tarihi bir olmaz akış gibi,

Oh sanki evrenin en son gecesini yaşadım

Sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin

Bir ilkel eşitlikte buluştuk (Evrenin kendi kurduğu gecesini).

Ben! Çocukları sevdim yaşadım, Dünyaya alışmadım

Kuru güller gibi yersiz ve inceydim biraz. Hep

bunu duydum. Bunu yaşadım. Pastanelerde şurda burda.

Oturdum emekli konsoloslarla iskambil oynadım.

Emekli konsoloslar, kutu yapımcıları büyük pastanelere,

hamurkarlar, pabuççular, polis hafiyeleri, kese kağıtçılar

Saraçlar, kurşun dökücüler, muhasebeciler, su yolcuları

Şarkı düzenleyenler, saat tamircileri!..

Şimdi tarihte saat kaç?

 

Tarihi bir olmaz akış gibi,

Tarihin yanlışı olmazdı biliyorum. Olsaydı!

Yanlışı olmaz gecikir. Ancak. Bir yapma incelik gecesinde

Danteller ve tüllerle ve krizantemle ve

belki de bir mektupla Lady Montague’den ve

bayram şenlikleriyle. Oysa ben, kış geldi

Dağlara falan gittim. Gözlükleri sevdim,

Coin de feu’lü bankerler kullansın diye. İncil’i ve

Aquinolu Thomas’ı okurken. Ve titrek yaşlı kadınlar,

La dame aux Camelias’yı dinlenme yurtlarında

 

Sırf bir haziran doğru çıksın diye,

Oturdum, bütün bir gün dikiş diktim.

Gözlükleri ve saatleri sevdim, okşar gibi sildim camlarını

Okşar gibi siliyorum, gözlükçüleri ve saatçileri

Saatime bakıyorum, hiç kızmıyorum, hiç kızmıyorum

Biraz geri kalmış, düzeltiyorum.

 

Tarihi yersiz bir alkış gibi

Geçmişte ve Akdeniz’de çalkalanan. Onaltı toplu kalyonlarda

Hatalı sekstant gibi. Kahramandık. Başa çıkılamazdık.

                                                                Acırdık.

Cerbe dolaylarında ve Celali dağlarında ve oralarda.

ve Amasya’da.başının sözü edilirken Şehzade Mustafa’nın

ve Hacı Bektaş kulları bunalırken ve 

Mustafa Kemal bunalırken Amasya’da.

Halk içinde bir büyük imkanı kaçırdık. Ama

bütün cinselliğimle Akdeniz’i avuçluyorum. Bütün. Şimdi

Akdeniz

Ortak. Öyle büyük ki zaten bütün uluslara yeter,

Tuzu ve karidesi ile- karides malum deniz tekesi-

Ve bütün cinsel isteğimle Akdeniz’i avuçluyorum.

Hazırlanıyorum -hala- yanılmışların ve hazırların gecesine

Ölmüş bütün babaları suçluyorum. Babalarla

ne zorum var aslında. Ben ki ölmüş bütün biçimleri

                                                         kullanıyorum.

Güneş vuruyor başıma artık. Ortalıktayım

Güneş vuruyor

Güneş vuruyor

Seni ve

Göğüslerini ve 

Akdeniz’i ve

başıma vuran güneşi birlikte avuçluyorum

Saat, saat kaç hala

Bilmem? Ben güneş saati kullanıyorum.

 

Tarihi bir hazin balkıma gibi

Biliyorum kafiyeyi bozduğumu.

Başka şeyleri de bozduğumu. Ve biliyorum ki

hüzün varsa içinde, bozukluk bile hoşuna gider saatçi Naci’nin

Biliyorum ki bozukluk bağışlanır, sevilir bile

İçinde bulunan herkesin ölmüş olduğu eski fotoğraflarda

Ve Akdeniz’e yelken basan kotralarda

Kuytu mağaralarında Karadeniz’in

Sessizlik ve görülmezlik bir büyük bahanedir.

Adam, şarkısını söyle ve çeker gider

Bir büyük meydana çıkınca gözbebeği

Ve sıkıntısı bir oda sabahına. Tatsız ve

Yanlış geçirilmiş bir geceden.. Ve

Kim bilebilir bir ufak pirinç tablete

Bozulmaz adımı yazdığımı.

Yani remilden birinin mührüne

Yemenden yahut Yunandan kalmış

Yani sonsuz girdi çıktısından mütarekenin

Kim bilebilir bir aldanışın sonunda adımı

Bir köprünün

Enikonu bir köprünün korkuluğuna kazdığımı

Ve bütün tüller, iskarpinler ve seçme şaraplar

Ve danteller ve röprodüksüyonlar ve

kocaman çiçekli balkonlar ve bir tüylü şapka için

Soğuk denizlerde balina avlarını ve büyük kırımları

Şimdi saat kaç?

Yıldızlar evet diyor uzaklarda..

 

TURGUT UYAR’

 

2. NOT; en güzel yıldızları en son nerde gördünüz, ben en son güzel yıldız ormanını arap topraklarında görmüştüm, hala özlerim.. rakı hala soğuk, birazdan da bir rakı davetine icabet edilecek tarafımdan, hala incesaz çalmakta, tütün var, çikolatalarım satılıyormuş.. e bundan alası samandağında kuzu çevirme ve incir rakısı (birine gönderme).. tüm aylakların berduşluklarını kutlarım.. şerefe..

3. NOT; ulan ‘papyrus’ musun nesin, hani şiir öğretecektin, birlikte mektebe gidip sonra kırklar meclisinin müsaadesiyle bir medrese kuracaktık, sen nakkaşhaneyi bende bahçedeki çardaklarda oturan güzelleri alacaktım.. hani şarabı da orda toprak testiden içecektik.. nerde ulan nerde?

 

bil cümle kulunuz ‘DELİRMEK’ ve mahdumları (olric,rakı,incesaz ve takdir-e şayan halı)…

Ayraç…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

”bütün yalnızlıklarınızın ilenci

korusun çoğulluklarınızı

cinnet koyun erdemin adını

maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın

hepiniz mezarısınız kendinizin..”

NİLGÜN MARMARA

  

Ayraç

 Kendini ayırdığı sayfanın en ölümcül anlamında arayan

masanın kırık tahtasından tereddütsüz içeri sızan

karanlığını cesurca yalnızlığında saklayan bir ayraç..

kıl..

tüy..

lavabo pisliği dünyanın,

‘neresinden dönsen kar’ olan buğulu yaşamında

kararlılıkla soluğunu kestiğin o an, tüm vaşaklar dünyaya saldırdı,

ardından..

kitabın senin ayırdığın kısmında

durup durup bakıyoruz o ipekten urgana..

ve hala tom çalıyor ”dead and lovely”..

‘Delirmek’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TEHLİKELİ OYUNLAR – OĞUZ ATAY

YALNIZLIĞIN OYUNCAKLARI

” Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre , uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık , dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre , ‘ Yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde , ‘ insanlık öldü mü? ‘ ya da ‘insanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar telgraflar yağmıştır , herkes , insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da , yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet , insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler , ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat , insanlık aleminin bu büyük kaybı , bir çok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir ; o kadar ki , bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre , böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile , hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden , bir zamanlar insanlığın olduğunu , bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü bende görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de , onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü ; onun bu kadar uzun zaman yaşamasına şaşılıyordu. Yıllar önce küçük bir kasaba da dünyaya gelen insanlık , dünya savaşlarından birinde , çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra , hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık , önce ki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar , insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük  yaşta öksüz kalan insanlığa doğru dürüstte bir miras kalmamıştı ; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık , başkalarının yardımıyla geçinmeye çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz , boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz , insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not : merhumun cenazesi , önce , uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir.

BÜYÜK OYUN

Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca , biraz isteksiz de olsak , hepimiz sahnenin bir yerinde , bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak , birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız. Ben hikmet VI , zamanında-yani hikmet I- olduğum sıralarda bu oyunu ciddiye almış ve bütün oyunları heyecanla seyretmiştim. Sonunda , kendi oyunumu , bütün bu oyunların dışında ve gerçek olarak yaşamağa karar verdim. İnsanlarımız , aynı piyesi yıllardır aynı biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü benzetememenin bezginliği içindeyken ben , bizlere bu güne kadar hiç yararı dokunmamış olan aklın-daha doğrusu , akıl olduğunu sandığımız akıl taklidinin-zincirlerinden kurtularak , bütün ülkeleri ve onların gerçek kişilerini içine alan büyük oyunun heyecanı içinde bulunuyorum.

Dünyada her insan , başkalarından çıkar sağlamak için , sabahtan akşama kadar asık bir suratla dolaşır. Ben kimseye yaranamayacağımı anladığım için yeni bir dümenin suyuna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Duygusal ve akıllı ve güzel ve hiçbir şekilde karşı çıkılamayacak derinlik ve sezgilerle donatılmış kadınlar , benim gibi dikenli ve garip renkli bir çiçeği yakalarına takarak dolaşmasalar da , beni uzaktan seyrederek gelişeceklerdir. Bu garip çiçek , son dikenlerini bile dökerek çırılçıplak kalırken , onlar bu çiçeğin şimdiye kadar rastlanılmamışlığını da güzelliklerine katacaklardır.

Derinliği ve ruhsal bakımdan kaybedebileceği herhangi bir şeyi olanlar böyle garip çiçeklere benzemekten kendilerini önemle korumalıdırlar. Ben ve benim gibi , kabuslarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan ruh proletaryası , bu dünyadaki yerini ancak büyük oyunun içinde bulabilir. Ayrıca ülkemizde , kendi oyunu içinde dünyada hiçbir ülkenin bu çeşit proletaryaya tanımadığı hakları vermiştir bizlere. İnsan ancak bu ülkenin dışında , manevi bakımdan yüksek bir yerde durursa , bizim özümüzü ve biçimimizi görebilir . Akıl ve ruh proletaryasının en büyük akılsızlığı , akıl ve ruh burjuvazisinin nimetlerine kavuşacağını umarak onlara hizmet etmesi ve bu sırada kaçınılmaz istismar kanunları yüzünden zayıf aklını ve ruhunu da parça parça onlara kaptırmasıdır.

İşte bu nedenle derim ki , oyunlarımıza onları almayalım !Ya da gerçek hayatta ezildiğimiz için oyunlarda onları rezil edelim ! Yerin dibine batıralım ! Ey ruh proletaryası ! Bu uğurda gerekirse bütün gerçekleri çiğneyiniz ! Bir oyunda bile gerçekleri dile getirmek gerektiği yalanına inanmayınız. Sizleri  uyarıyorum ! Gerçekler sizden yana değildir ! Bu oyuna gelmeyiniz ! Siz onları kendi oyununuza getiriniz. Onlarla , onların hükmünde olan akıl alanında boy ölçüşmeyiniz. Biraz da kendi sahanızda oynayın canım. Başka alan olmadığını söyleyenlere inanmayınız. Sizleri , sonunda aklınızı kaybetmek tehlikesi ile korkutanlara aldırmayınız. Kaybedecek hiç bir şeyimiz yoktur. Kendi gücümüzün nerede olduğunu görmenin zamanı gelmiştir. Geleceğin yaratıcısı bizleriz ! Size bütün samimiyetimle sesleniyorum ! ”

EN BÜYÜK HAZİNEMİZ AKLIMIZDIR

Sevgili Bilge ;

Bana bir mektup yazmış olsaydın , bende sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve bir çok söz yarım kalmış kalsaydı , bir çok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak , anlatmak , birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana , durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları , eski karıma yapmış olduğum gibi , büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu , bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım ; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki , durum çok ciddi bilge , aklını başına topla. Ben iyi değilim bilge , seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa , arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum , ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime , söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa , bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile , ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen , aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı ,bu satırı da neden yazdım ? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım , benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş , benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa , sevgili bilge , aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım , henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki , bu akıl beni bütünüyle terkedinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil ölümleri ile ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez ; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alınyazısı da , ölümün anlamını bilerek , ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir , bazı müelliflere göre bu durum daha da acıklıdır.

Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle , Sevgili bilge , mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiçkimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (bütün bunları yazarken hissediyorum ki , bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. fakat bunlar yazı , sevgili bilge ; kötülüğüm kelimelerim arasında kayboluyor.)

Kendimi iyi hissetmiyorum bilge. Beni bir daha görmek isteyeceğini sanmıyorum. Kendimi suçlu hissediyorum. Doğduğum günden başlayan bir suç dizisi içindeyim. Seni görmek istemiyorum , seni görmek istemiyorum. Aynı olayları bir daha yaşayacak gücüm kalmadı. Beni unut-belki de unuttun-beni unut. Başıma gelecekleri  düşünme. Ne yaptığımı , nasıl yaşadığımı merak etme. Sana anlatması zor. Sevmesini bilmeyenler , kaderlerine razı olmalıdırlar. Oluyorum. Eyvallah. İyi değilim , fakat üzüntülü de değilim bak gülüyorum ; haha..

artık senin için bir yabancı olan H.H.H. (Ha-Ha Hikmet)

‘TEHLİKELİ OYUNLAR’ , OĞUZ ATAY , İLETİŞİM Yayınları , Ocak 1984 , 479 Sayfa…

NOT : ‘tehlikeli oyunlar’ hala ve de özellikle günümüzde bir başucu kitabı , bir pusula olmaya devam ediyor , yukarı da ki kısımlar , bence kitabın en önemli , üç bölümünden alınmış paragraflardır , bu paragrafları balkonda arkadaşım ‘aytaç’la notlaştırırken ısrarla duruma vakıf olmaya çalışan bir sinek kendi isteğiyle ve zannediyorum duyduğu cümlelerden aldığı etkiyle kendisini kitabın ağır kapağı altında intihar etmiştir , ruhuna özgürlük diliyorum sineğin.ha ha ha.

‘DELİRMEK’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gölge oyunu

karanlık

meşakkatli sokaklar

balodan düşen maskeli suratlar

ve gölgesine basmaya çalışan bir deli

 

aydınlık

sahneden düşen ayrıksı gerçeklik

ışığına aldırmadan etrafında dönüp duran

huysuz bakışlarla şevklenen bir fahişe

 

oyun

düşlerde ip atlayan ihtiyarlar

kıyıda fırtınaya ters düşen hınzır ergen

adımlarını adımlayan karikatürler festivali

 

yaratı

üç kağıda gelmiş tüccar

yalanlar söyleyen imgelemci

ve kelimeler satın alan bir şair

 

gölge

maskesi düşmüş sahtekarın yanılsaması

sokağın köşesine yürümekten korkan bir münzevi

keşfedilemeyecek olan zakyntos adası

 

korku

aldırışsız bir yaşamın en dibinde yaşanagelen

küçük fanusundan çıkamamaya lanetli bir gölgenin oyunu..

 

‘DELİRMEK’

(20.12.2009 – ömer hayyam caddesi , kasımpaşa.)

Ruh toparlayıcı ve iyileştirici…

Binanın dış yüzeyindeki o anlamsız düzlük bir ruh toparlayıcısının bulunabileceği ve yaşayabileceği mekanlar içinde sanırım en olumsuzu olsa gerektir. zile basınca kapının açılma süresi ile bekleme süresi arasındaki zaman çok tüketici , alıp götürücü , kendine dönücü bir süreç ve işte o güzel an , otomata basılır , beklersiniz ki otomata kısa sürede basılsın , yok olmaz ama gereksiz olan ne varsa tedaviye geldiğiniz bu ruh toparlayıcının kapısında başlıyor zaten , zzzıırrrr….. kapının ağırlığını açarken kendi ağırlığınızla ölçmeye çalışıp o anı saklamaya çalışıyorsunuz , kapıyı ardına dek açıp içeri ilk adımınızı attığınız her şey korkulu bir düş gibi… ağır adımlarla ruh toparlayıcının dairesine yöneliyorsunuz , o ahşap kapının ardında ne olduğunu bilemeden ( bir an o kapının ardından şişman , şişmanlığıyla gurur duyan bir akıllara zararın çıkacağını elinde bir ruh iğnesi olduğunu , önündeki önlüğün üzerinde beyin parçalarının ve esir ruhların çığlıklarının yapışmış olduğunu gördüğünüzü zannediyorsunuz ) ilerleyip zaten sizin kapıya gelme sürenizle onun içerideki olası masasının başından kalkıp , ahşap kapıyı açmak için kattettiği yol ömrünüzün unutmak istediği fakat aklınızın unutmadığı korkulu bir şeymiş gibi.. kapı açılır ve tam o an tüm o duyduğunuz korkular üzerinize akar , beklediğiniz ile olan arasındaki farkı hisseder gibi sanki…. güleç yüzlü orta yaşlı sekreter ya da asistan görünümlü bir kadın içeri buyur ederken neden umduğunuz görünümde olmadığını kendinize soracak oluyorsunuz , hayır hayır daha kötüsü var demek ki , bu bir kandırmaca şimdi o güleç yüzlü kadının masasının altından bir takım iğneli ve ruhsuz ruhlu insancıklar çıkacaklar , iğneleri ile sizi korkutup sürekli soracaklar sırıtarak ‘hoş geldin niye geldin , hasta mısın , ruhunu mu kaybettin , dr. Yabancılaşmanın verdiği ilaçları neden kullanmadın’…. ellerinde hemen iğnelerinin yanında ruhunuzu tutarak… emin adımlarla ve her köşeye bakarak adımlıyorsunuz muayenehaneyi , bu hanenin içinde sizi nelerin beklediğini bilemeden , çıldırtıcı bir sessizliğe gömülmüş odanın bir tarafından ya da her yerinden gelen ruh dinlendirici olduğunu tahmin ettiğiniz bir klasik müzik , bu ruh toparlayıcının nasıl bir insan olduğunu merak ediyorsunuz ve işte çok beklemeden tanışacağınız ruh toparlayıcının sessiz ve biraz da kendinden emin adım seslerini duyuyorsunuz müzikle beraber o kısacık anda nasıl göründüğünü onun merak etmenize fırsat bile kalmadan görünüyor ve hoş geldin diyor olric… sen benimsin demiyor.. olric sormuyor ruhumu toparlayabilecek misiniz… annnecimmmm….. korkular sakinleşince duyumsuyorsunuz içeriye başka bir içeriye davet edildiğinizi , başka bir içeride ne olacak acaba , ruh dağınıklığının bedeli ne olacak ve bu ruh toparlayıcı nasıl bilecek ruhumun parçalarının dünyanın ya da yaşamın nerelerine dağıldığını , kaç parça olduğunu nasıl anlayacak… belki bir puzllee ustasıdır diye umut ediyorum , o zaman daha kolay olur… ne kadar güzel ve düzenli bir başka içeri burası , iki koltuk tek kişilik birbirlerine bakan , okumuştum bunların birine benim oturmam gerekiyor , diğerine ruh toparlayıcının oturması… bunu dahi ezberletmişler , biliyorum nasıl olacağını , eline birazdan bir kalem alacak muhtemelen hemen yanında bir not defteri olacak , yazacak yazacak , beni yazacak , ruhumu bulmaya çalışacağını söyleyecek , bulabilecek mi acaba ? ve öğretilmiş sorular… baştan başlayalım diyor neden geldin diyor , sizi bana getiren nedir… bilmiyorum sayın ruh toparlayıcı , emin olunki bilmiyorum siz varmışsınız dediler buluyormuşsunuz.. neyi buluyorum.. beni benliğimi yaşamımı kendimi buluyormuşsunuz sonra bulduğunuzu süslü bir zarfın içine koyup veriyormuşsunuz , ruhumu da yerine yerleştiriyormuşsunuz karşılığında ne yapmam gerekiyor.. para vermen gerekiyor… para mı sadece bu kadar mı benden istediğiniz karşılığında , para , ama her yer para , alıp gelirim şimdi , istesem insanlardan vermezler mi… ruhumu tekrar edinmek için o cebinizdeki kağıtlara ihtiyacım var hanımefendi emin olunuz ki onlarla bunu dışında bir şey yapmayacağım , karşılığını öderim size , ruhumu geri alayım ne isterseniz , isterseniz size orgazmı tattırabilirim , desem verir mi o kağıt parçalarından… düşüncelerimi ruh toparlayıcı kesiyor , sonra diyor biz peşin çalışmıyoruz , önce hizmet diyor… olamaz bu boş başka içeride onların ne işi var , hemen karşımda beliriyor , dr. Yabancılaşma bu , yanında dr. korkunç yalnızlık var onun yanında da dr. yalnızlık… hep kıskanır zaten dr. Yalnızlıkla dr. Korkunç yalnızlık birbirilerini… konuşmuyorlar sadece bakıyorlar ve hisset diyorlar kendini ruhunu nerede bıraktığını hatırla… neden geldin buraya ruh toparlayıcı sana bizim veremeyeceğimiz neyi verebilir ki ? bu soru zihnimde dolanıyor , işimin ne olduğunu bilmediğimi söylüyorum ayrıca ruh toparlayıcının o kadar kötü olmadığını elinde iğneler değil sadece not defteri olduğunu söylüyorum , ruh toparlayıcının kelimeleri ile arkasına bakması arasındaki sürede onlar onun göremeyeceği bir yere doğru , köşeye çekiliyorlar , neden korkuyorsunuz diyorum o bir toparlayıcı onun görevi bu , yaşama nedeni bu onun , üstelik bu müthiş hizmet karşılığında sadece para istiyor , ne kadar iyi bir toparlayıcı , sizler paradan fazlasını istemiştiniz hatırlıyor musunuz…. istediklerinizi karşılamanın külfetini karşılayamam çok ağırlar… benliğimi sürekli kendine dönen kısır döngülere teslim olmuş bir garabete benzettiniz , oysa sizleri ben özel kılmıştım yaşamımda , tüm hastalıklarımı iyileştirebilecektiniz… dostane kalabalıklarımı aldınız , sadeleşmiş yalnızlıklarımı alıp dünyanın en ücra yerinde bir kişilik hapishanesine kapattınız , bu çok ağırdı… ruh toparlayıcının sakin sesiyle uyanmış gibi oluyorum , sersem sarsak bir bilinçle cevap vermeye çalıştıkça daha fazla gömülmemek elde değildi… anımsamak şimdi aldığım duyduğum tüm hisleri ceplerimden çıkarmaya çalışıyorum… ruh toparlayıcıya kabalık ettiğimi düşünüyorum aslında sorduğu tüm soruları duymamış gibi yaparak yalnızlığıma gömülmek istemiştim bir an için olan biteni düşünmek burada ne işim olduğunu ve kimliğimi nerede bıraktığımı neden doğduğum yeri hatırlayamadığımı soracaktım aslında , yeşerdiğim ve yaşlandığım tüm mecralarımı biliyor gibi düşünmüştüm… bilmediğini öğrenmenin yolu ya da bildiğini ona sormak ve anlamaya çalışmasını sağlamak gerekiyordu ruh toparlayıcısına bile anlatamayacaksam kime nasıl….

 

Kime nasıl… benliğim… beynim ahh.. o kapıyı açan mendeburun önlüğünde unutmuş olabilir miyim tüm bunları ve daha fazlasını dönüp baksam mı acaba , aralarından seçebilecek kadar iyi tanıdığımı sanmadığımı hatırladım birdenbire , insanın kendi bireyini anımsamaması hatta hatırlamaması sanırım dünyada olabilecek en berbat yalnızlık ve sarsaklık , şimdi ne yapsam ne etsem de bunu en azından ruh toparlayıcısına anlatabilsem doğru düzgün , anlayacak mı acaba ama onun yaşama gerekçesi bu , o bir ruh toparlayıcısı…. öteki olabilmeyi başaramayan ve empati kuramayan her insanın bir zaman sonra kendiyle farklı zeminlerde yaşamını sıkıştıracak sorgulamalara girmesi içten bile değil , sosyallik halinin kendisi içeriği itibariyle zenginleştirici olabiliyor , fakat sorunun kendisi bu sosyalliğin içinde gizli zaten , insanların toplulaşarak yaşadığı bireysel toplumların sosyallik hallerinin samimi olmadığı , sahte yüzlerle dans edildiği aşiyandır , farklı olabilmesi için toplumsal aklın nasıl işlemesi gerektiği konusunda tüm toplumun hem fikir olması gerektir… olric toplumsal akla ters düştüğünü düşünüyor , o akıl olricin insanlarla iletişime geçmesini engelleyen unsurları zenginleştiren bir kanserli hücre gibi , duyulanın anlaşılmadığı , bakılan ile anlaşılan ve anlatılanın arasındaki farklar aklın kendisini imha yöntemi olabilir mi , belki de akıl intikam alıyor… ruh toparlayıcının ne kadar hızlı kalem kullandığı düşüncesiyle gerçek olana geri dönen  bilinç , zamanın ne kadar çabuk geçtiğini anlayabilmek için ruh toparlayıcının yüzündeki endişeye bakakalır… ve empati kurmuştur artık olric , ruh toparlayıcıya gerek mi kalmamıştı yoksa aklının ona oynadığı o garip oyunlardan bir başkası mıydı bu yaşadığı yeni şey , bununla ilgilenip bunu düşünecek miydi bunu da bilmiyordu aslında , dr yabancılaşma , dr yalnızlık ve dr korkunç yalnızlık da terk etmişti onu bu başka içeride , artık tamamen yalnız sayılırdı , yanındaki koltukta ruh toparlayıcısı , olric ve karşıdaki tablodan kendisine bakıp bakıp gülümseyen yaşamı onun… bahtiyarlık hissini mutlulukla özdeş tutmak doğru olur muydu acaba , bahtiyarlık belki de şu an duyduğu huzur olabilirdi , mutluluk ise neydi unutmuştu bile onu yıllardır… artık zaman dolmuştu,ruh toparlayıcı ile bir daha ki randevuya kadar görüşemeyecekti , bir başka içeriden çıkma ve hayatın o anlamsız kargaşasına tahammül etmek gerekiyordu artık , çünkü yaşam asla unutturmazdı kendini ve acılarını , şimdi çıkılacak buradan , o uzun cadde ufak adımlarla geçilecek , eski sevgili bir kez daha özlenecek , eve gitmekle meyhanede oturup bir kadeh rakı içip içmeme arasında kalınan kısacık bir andan sonra sokağın başındaki cazibeli anason kokusuna kendini bırakacaktı belki…. olric yaşam enerjisini yitirmeye başladığını o başka içeride fark etmişti.. ve buda yeni sorun oluyordu , belki de artık bu hayatta yapılacak çok az şey kalmıştı , onları da bir el çabukluğu ile yapıp gitmek gerekiyordu belki de…

‘DELİRMEK’

Bilirkişi Raporu

Biz bilirkişiler olarak yaptığımız incelemeler sonucunda hastanın bilincinde vuku bulan olayın kendinden münferit bir olay olmadığına ve yaşanılan gerçeklik ile yaşanılmak istenen düşler arasındaki bağın oldukça zayıflamış olduğuna , bu saikle yola çıkıldığında hastanın toplum içerisinde ilişki kurmasının hastanın ruhsal ve bilinçsel sağlığı bakımından çok da gerekli olmadığına ve hatta sağlıksız olacağına… dr. Yabancılaşmanın vermiş olduğu ilaç tedavisine, dr. yalnızlığın uygulamak istediği terapiye , dr. korkunç yalnızlığın uygulamış bulunduğu beyin daraltılmasına aynı sıklıkla devam edilmesine… bireyin bilinçsel ve yaşamsal özgürlüğünün aynen korunarak , yüce divanımız ve salonumuzda bulunan yüce halının takdir ve şayanlığıyla ve onların düzenlemiş olduğu kendinden menkul sayılamayacak kadar içi boşaltılmış anayasamızın sıfırıncı maddesine dayanarak korumanın sonsuzlaştırılmasına…. hastanın vermiş olduğu beyanatlar çerçevesinde ülkemizin isminin ruh bozucular olarak değiştirilmesine , yine anayasamızın sıfırbirinci maddesinde yer alan ‘ruh yapıcılar’ isminin ülkemizdeki öğretim kurumlarına verilmesine… olayın vuku bulduğu anda zarar gören akıl damarlarının mistik çayırlık isimli hastanemizde dr. komodin tarafından yapılacak tıbbi bir operasyonla yenilenmesine… toplumsal hijyen kuralları çerçevesinde çürümüş kimlik ve kişilikler bayırında yaşamasına devam edebilen toplum bireylerinin hastayla herhangi bir şekilde yakınlık kurmaması için güvenlik güçlerimizin herhangi bir durum karşısında müsterih olmadan hastayı korumaları için talimatname gönderilmesine karar verilmiştir.

 Sonuç olarak : olric isimli hastamızda : aşırı yalnızlık ve bundan kaynaklı ultra içe kapanma , düşüncelerini kontrol edememe , düşündüğünü yapma isteğindeki fazlalık , insanlarla safça ilişki kurma teşebbüsü , çift kişilikli menopoz , yeryüzünde bulunan fakat izine rastlanamayan bir takım ruh hastalıkları… tanıları konulmuş olup , kendisine ve çevresine karşı nevi şahsına münhasırlık hakkı tanınarak tedavisinin devamında ısrar edilmesine ve bu durumdan dolayı kendisinden özür dilenmesine , topluma kürek cezası verilmesine karar verilmiştir.

 NOT: İmza ; bilirkişiler.

 

‘Dr. Yabancılaşmanın Hizbi…’

Bilirkişi komitesinin verdiği kararlardan sonra dr. yabancılaşmanın varolan sorunla ilgili hissiyatları birer kımıldamazlık hali şeklinde ve anlamanın anlayışsızlığı gibi görünüyor… olric’in insanlığa verdiği cevap kendi duruşunu ve sezgilerini yok sayan bir umursamazlıkla yeryüzüne sadece acı veriyor , kendini yok ediyordu , bilinç savaşında tarafını anlamamış askerler gibi savunmasız , yelkenlerini indirmiş bir gemi gibi rüzgara dayanıksız , usundaki her şeyin hesabını bireye vermeye çalışıyorken ayağına takılan bir düşünceyle sendeleyip yaşamın ortasına düşen olricin hayata dair düşüneceği tüm olan bitenle ilgili bir eleştirisini kaleme almaya çalışıyor , sevgilisiz bir bahar akşamında viktor levi’de şarap içmenin güzelliksizliği nasılsa olric’in hayatla ilgili düşleri de yaklaşık öyle bir şeydir. haliyle ben yabancılaşma uzmanı olarak , olric’in tüm yaşamı boyunca ve tüm dünyayla kurduğu sosyallik halinin kart bir haykırıştan öte bulmuyorum. insanlığın ruhsal ve zihinsel açıdan karşılaştığı buhranları ve girdapları inceledikten sonra toplumsal aklın tüm bu olan bitene sadece bencil bir duyguyla yaklaşmayı tercih etmesi , insanlık nezdinde olric’i esir almış ve acıların önemli kısmını yaşatmıştır. acıların öğretici olduğu yanıtı , bence , komitemizin tez canlı ve açıklayamadığı savlardan kaynaklanmaktadır. olric’in zihinsel gelişimini etkileyen , körleşmesine sebep olan nesnel durumun , gerçeklikle düş arasındaki bağların zayıflaması , geçek ilişkilerle olması gereken ilişkiler arasındaki farkların kendinden menkul bir değerlendirme olamayacağını düşünmekteyim , keza insanın duygu dünyasındaki inşasında atladığı , öngöremediği kendilerinin dışındaki bireylere nasıl yaklaştıkları ve zaman içerisinde boyutları ciddi sınırlara dayanmış bir yozlaşmayla karşı karşıya kalınmıştır. bu karşı karşıya kalınma durumu olric’in zihninde ve bilincinde derin buhranlara neden olmuştur. kendisinin asosyallik halinin ise yaşamsal deneyimlerle birlikte düşünülmeli , hassasiyetlerinin ne kadar su yüzüne çıktığına bakmak gerekmektedir. sn. komodinin ve takdire şayan halının söylemlerinin ve şahitliklerinin gerçeği yansıtmadığı görüşündeyim. lakin kendileri eşyanın kişilik kazanmış tabiatıyla duruma yaklaşmaktadırlar , olric’in beyninde oluşan her şeyi anlamalarını beklemek ruh bilime ters düşmektedir , bu sebeple dr. yalnızlığın ve dr. korkunç yalnızlığın tedavi yöntemlerini benimsemek istememekle beraber toplantı neticesinde alınan , topluma verilen cezalar konusundaki kararlara katılmaktayım , fakat olric’in yeniden bir toplumsal sürece ve insanlığın sosyallik hallerine kazandırılması çabasının yersiz , gereksiz , anlamsız olabileceğini,ömür boyu bir dinlence ve düşünce süresi verilmesini arzulamaktayım. uzmanlık deneyimlerimin sonucunda da kendisi için uygun gördüğüm ilaç tedavisinin dozlara bağlı olarak sürmesini şiddetle arzulamaktayım..

Bilirkişi komitesi katılımcısı

Dr. Yabancılaşma

‘Dr. Yalnızlığın duruma ilişkin özeleştirisi veya cevabı…’

yüzyıllardır insanlığa yaşattığım bu kutsal duygunun soruşturma konusu olması ve insanlığın son durumunun tüm suçlusunun benimle ilişkilendirilmesi oldukça rahatsız edici bir durumdur. insanların kendileri ve doğayla kurdukları ilişki biçiminin kendisi oldukça kaotik ve yabancılaştırıcı bir kült oluşturuyor , doğallığıyla yabancılaşmanın hissettirdiği öncelikli duygu biçemi yalnızlığa eş düşmektedir , ben bireylerin oluşturduğu bir gerçeğim. hatta o kadar gerçeğim ki bir çok yaşama alanında insan denilen yaratığın özüne dönmesini , yaşamı algılayış tazının değişimini , düşünsel doğruların ya da yanlışların öncüsü sayılmaktayım. bu kısa özeleştirimde hastamızdan daha az bahsetmek onu daha az yaralayan bir ilişki biçimidir. dolayısı ile sayın olric’in zihninde ve yaşamında oluşabilecek tüm arızaların yalnızlığa hükmedilmesine karşı olduğumu belirtmek istiyorum. karşıyım çünkü yalnızlık iyi değerlendirildiğinde yaşamsal bir tazeliği ve dönüşümü temsil etmektedir , ha insanlığın bunu bu şekilde algılamaması yalnızlığın gerçek haliyle anlaşılmasını reddediyorum , insanlığın tercihidir diye düşünüyorum yaşamlarında genellikle benden feyz almaları…doz aşımının yarattığı düşünsel ve kimyasal etkiler  olric’in nezdinde tüm insanlığı olumsuz etkileyen bilinçsel kötücülüklere dönüştürmeye başlamıştır. bunun direkt sorumlusunun dr korkunç yalnızlığın olduğunu düşünmekteyim. fikirlerimin olric’in durumuna ilişkin değerlendirmesi budur. takdire şayan halının ve sayın komodinin şahitliğinin yanlış anlaşılması beni kati derecede üzmüştür , bu yanlış anlamanın bir an evvel ortadan kaldırılmasını komitemizden arz ederim…

Bol yalnız yaşamlar dilerim.

Dr. Yalnızlık..

‘Olric’in bilirkişi komitesi raporu ve doktorların cevapları ve savunularına ilişkin cevabı….’

Kişiliğimin ahrazlarını anlatmaya cüret edebildiğim an özgürleşme kendiliğinden gelecek diye düşünüyorum , insan ahrazlarını anlatabildiği ölçüde zenginleşebilen bir varlık , değil mi albayım ? hakkımda anlatıla gelen ve söylene gelen her şeyi anlamaya çalışıyorum , eğer bu anlatılanlar ya da yazılanlar doğru ise -ki yazılan her zaman anlatılan olamayabiliyor-yaşamımı kendi ellerimle bir sonsuz hiçliğe teslim etmişim ve ben olric bunu dillendirmeye o kadar korkuyorum ki… geçmişle başlamak gerektir belki , bu yüzden biraz tarihten başlamak lazım , yok insanlığın ilkleri kadar yorucu bir hayatım olmadı hiç , sadece o an inandığım şeyler bağladı beni hayata ve başka ve şeylere… şeyin anlamını insanoğlu henüz tam olarak çözemedi… büyüdüğüm kentte yaşıyor olmam bir avantaj belki , en azından hala soluk alıyor olmamda önemli bir etken… olric gençliğinde başladı hayatla ayrı noktalarda kendine yaşama alanları belirlemeye , o din hocasına dikkat etmeliydi lakin din hocası kafasındaki her şeyin inanılası ve biat edilesi olduğunu düşünüyordu , yokoluş insanların hayatlarında kendilerini değersizleştiren bir dizi inanışların işgal ettiği yer o kadar büyük oluyor ki , tanımlaması ve kavraması gerçekten zor. din hocasının inanışlarını hayata uygulama çabası umarım bu hikaye içinde kendisi içinde olumlu olmuştur , aksi halde her şeye baştan başlamak gerekecek ve bu hayatı baştan yaşamaya enerjim olmadığı gibi yeni baştan hayata da başlamaya inanın ki hiç mesela , hiç enerjim yok. öğrenim denilenin ezberletilmiş ve öğretilmiş bir takım manasız kalıplar olduğunu anlamak uzun sürmedi aslında… birileri var ve o birileri size şöyle yaşayacaksınız diyor , şunu şöyle bunu böyle yapacaksın ve şikayet etmeyeceksin , mümkün görünmüyor bence…. bilirkişinin de şikayet etmeye hakkı olmadığını düşünüyorum niyeyse  , soranlar oldu ilk , ben böyle yaşıyordum herkesten ve her şeyden uzakta , toplumsal akla kazandırılmam konusunda bu kadar ısrar etmeselerdi ne ruh toparlayıcısı olacaktı ne de isimlerini telaffuzda bile zorlandığım bir takım başka doktorlar , madem ısrar var o halde… şu an geldiğim yaşamsal durum uçurumların dibine doğru bakıyor , doğup büyüdüğüm ve ilk hissettiğim yeşil tepeler artık yok ve ben hayata saldırmaya başlıyorum belki , anlayış beklemiyorum ne de tedavi , burada tedavi edilmesi gereken toplumsal aklın kendisi , karar veremiyorlar çünkü kendilerine dair , nasıl yaşamak gerektiğini bende bilmiyorum ama onlar çoklar , binlerce akla sahipler ben bir tanesine sahip olamazken… menopozik  ve terkedilmiş yalnızlığımla mutlu olduğumu söyleyemem ama toplum bunu istedi , ne diyebilirim ki… o karşıdan karşıya geçmeye çalışanın üzerine sürdüler araçlarını…. aşık olanlara kötü davrandılar zina diye… hakları yenildi ve kıllarını kıpırdatmadılar… bunalımları oldu ve önemsemediler… çocuklar öldürüldü.. sahip çıkmadılar… evleri yok oldu , hayır demediler… yalnız kaldılar birbirlerine saldırdılar… ve olric hiç olmadığı kadar yalnız kaldı bunların sonunda sadece biraz insanlık… kendilerine yine insanların benimle ilgisi yok , değil mi albayım…. ahrazlarım ah ahrazlarım ağrıyor ağrısı başıma vurdu , bunca yabanilik her şeyi temizler mi acaba… okul bitmişti çabucak , yazma öğrenildi ve ötesi gereklilik sayıldı galiba…. beynim akıyor o sekreterin önlüğüne , engel olamıyorum… düşünemiyorum artık…

‘DELİRMEK’