Archive for the ‘Yazar : ‘Nedim (Crockett)’’ Category

‘kevok’ ve ‘sarı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kevok , sarı.. (fotoğraf : blackhawk..)

 

dün her ne kadar kötünün kötüsü durumdaysam da ‘kevok’ ve ‘sarı’ kardeşlerimin daha doğrusu ‘aylakdaşlarımın’ en mutlu gününün ilk kısmına katılabildim ancak..

beni affetsinler.. gece düzenlenen ve aldığım istihbarata göre içkilerin su gibi aktığı kısma katılamadım.. kendilerinden sonsuz kere özür dilerim..

yaklaşık dört beş gün önce tahmin ettiğim kadarıyla ‘ikiz’ nahiyesinden gelen telefonla zayıf düşen vücuduma bir yerlerden saldıran bir virüs nedeniyle rahatsızlandım.. dün ve bugün özellikle nefes bile alamayacak durumdayım.. bu haziran sıcağında grip , yüksek ateş , öksürük ve artı burada yazmak istemeyeceğim değişik faktörler resmen kök söktürüyor bana.. hatta ‘delirmek’le yazışırken de geçti , ‘vakayı hayriye’ diye adlandırılabilecek ve komik olduğu kadar acı bir duruma düşecek kadar aciz bir durumdaydım..

bir yandan iş gücün peşinde koşmak bir yandan hayatın diğer hengamesi hastalıklar da pekişince tam ‘oldum’ dün itibariyle..

dün sabah altıda ‘ciğerim’le buluştuk.. yaklaşık üç yıldır canımızdan bezdiren bir iş için belki 150. kez büyükçekmece’ye yollandık sabahın köründe.. aracın camından yansıyan ışığın yanında vücudumu yakan kendi ateşimle birlikte yamuldukça yamuldum.. neyse ki işler yolunda gitti de dün itibariyle üç yıllık iş bitme aşamasına geldi.. biraz gülümsedik.. sonra bakırköy’e geçtik oradan göztepe ve acıbadem arası mekik dokuduktan sonra mekana geri döndük.. şehir içinde yaklaşık dokuz saat araba kullanmak bu şekilde hastayken pek mantıklı değildi ama ne yapalım ekmek parası.. fakat pilim tam anlamıyla bitmişti , biraz dinlenelim mekanda dedik ama baktık nikaha bir saat kalmıştı.. iki ilaç attım.. sonra nehirim , ciğerim , gülümser ve abidin dayı hep beraber nikah salonuna yollandık.. ‘halo’ tarafından satılmıştık , o da bizimle gelecekti ama bizi satarak tek başına intikal etmiş kadıköy evlendirme dairesine.. kimseye sarılmadım , öpmedim dün ama ‘halo’ya sarılıp öptüm ve hastalığımı sattım ona büyük bir zevkle.. son haftalarda bize yönelik satışlarda indirime gitmiş olacak ki habire bizi satıyor ‘halomuz..’ dün ben haddim olmayarak cezasını kestim ve hastalığımı ona sattım.. hem dün o mutlu günde o meşhur , namı dünyaya yayılmış kurbağalı kravatını da takmamıştı.. suçu çoğalmıştı yani anlayacağınız ‘halomuzun..’

bahçede hemen hemen istanbul aylaklarının tamamı toplanmıştı.. kimler yoktu ki.. 1 mayıstan daha çok adamı toplamıştık sanırım.. merhabalaşmalar , nasılsınlardan sonra salona girdik heyecanla..

sanırım ‘kevok’ ve ‘sarı’ da çok heyecanlıydılar.. yaşama karşı birlikte direnme kararı almışlardı.. ‘sarı’yı hepimiz tanırız , sanırım yirmi seneye yakın oldu.. ‘kevok’la yeni tanıştık çoğumuz fakat hemen kaynaştı tüm aylaklarla ve ‘sarı’dan daha çok el verdi siteye , katkı sundu..

işte bizler de dün istanbul aylakları olarak bu değerli iki kardeşimizin heyecanlı anlarına şahit olmaya ve mutluklarına ortak olmaya gelmiştik..

salonda müziğin çalmaya başlamasıyla nefesler tutuldu ve kapının açılmasıyla gelin ve damat göründü.. ikisi de çok güzel ve şekerdiler.. yüzlerinden , gözlerinden gülümseme eksik olmuyordu.. ‘sarı’ zaten herkes bilir uyurken de gülümser.. hele hele  ‘sarı’nın o pamuk gibi hali yok muydu bittik hep beraber.. fırlayıp yanaklarını sıkıp öpesim geldi ama gribimi ona satarak bu güzel günlerini zehir etmek istemezdim..

ve klasik nikah seremonisi başladı.. neyse ki abuk sabuk espriler yapan ya da tamamen asık suratlı birisi yoktu bu sefer nikah memuru olarak.. ama ‘sarının’ heyecanı nikahta ortaya çıktı.. kendileri evet diyip defteri imzaladıktan sonra tuttu defteri nikah memuruna vermeye çalıştı şahitlere imzalatmadan.. şahitlerden ‘şule ablamız’ uyardı hemen ‘sarı’yı ve hep beraber kahkahalarla güldük orada.. gülerken ‘kevok’ hemen ayağına basıverdi ‘sarının..’ ve değişik yerlerden son kalelerden birisi daha düştü denildi nedense bana bıyık altından gülümsenerek..

sonra tebrik merasimi başladı.. öpmeye kıymadım kendilerini.. risk alarak ellerini sıktım ve kutladım.. ‘sarım’ ve ‘kevok’ çok mutluydular.. o günü ölümsüzleştirmek için hemen bir fotoğraf çektirdik.. ve ben o fotoğrafta sanki kamyonunu ya da otobüsünü ana yolda yasak yere park etmiş ama her an çekilecekmiş korkusu yaşayan bir otobüs şoförü olarak çıkmışım.. hastalıkta yüzümden okunuyor.. fotoğrafa ‘şoför’ yorumunu ilk yapan sevgili ‘delirmek’ oldu.. ‘papyrus’ ise bana sarılıp ‘abi sarımız da gitti’ dedi.. ‘kalan sağlar bizimdir’ diyip güldük ağız dolusu..

neyse tebrik merasimini de hallettikten sonra tüm aylaklar toplandık mekana yürüdük.. gittim hemen stok yaptım aylakdaşlarıma.. akşama polonezköy’de düzenlenecek yemeğe kadar kafalarını yapmamız lazımdı bu mutlu günde.. biraz çerez taşıyabildiğim kadar bira taşıdım.. mekan tıklım tıklımdı.. gelenler gidenler.. oturacak yer kalmamıştı.. herkes su gibi bira içerken ben hayretle bakan gözler altında ‘su’ içiyordum.. evet su içiyordum.. ‘çivi çiviyi söker’ gibi tahrik edici , şevk veren cümlelere rağmen içmedim.. çivi çiviyi sökseydi bir gün önce iki şişe viskide iyileşmem lazımdı.. ama nerde..

 tüm aylakdaşlar saat yediye doğru yola çıktılar polonezköy’e ama bensiz.. çünkü ben eve doğru yola koyulmuştum..

gece için organize edilen yemek ve eğlenceye katılacak halim yoktu.. çok ısrar ettiler ama ne yazık ki katılmam imkansızdı.. ve doğrusunu yapmışım çünkü dün yemeğe ve eğlenceye katılamayışıma rağmen bugün daha kötüyüm.. şu satırları bile hangi kafa ve fiziksel halle yazdığımı tahmin edemezsiniz.. dün gece yazacaktım ama yazamadım hastalık ve yorgunluktan.. bugün yazmam gerekiyordu birkaç cümle ancak bunlar çıktı kusuruma bakmasın kimse..

 polonezköy yemeği ve eğlencesini de artık katılan diğer aylaklardan birisi yazar.. yazın la.. merak ediyoruz.. ben gidemedim la lütfen yazın.. hele aylaklar adına hediye edilen ‘merdane’nin sarı’ya veriliş anı ayrıntılarıyla anlatılsın lütfen..

kısacası mı özetle mi desem ne desem bilmiyorum ama dün ‘kevok’ ve ‘sarı’ aylakdaşlarımızın en mutlu gününde birlikte olduk.. gecenin tamamına katılamadığım için tekrar burada kendilerinden af diliyorum ve kendilerine ömür boyu mutluklar diliyorum aylak adamız ailesi adına..

gülüşünüz daim olsun..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mabel Matiz..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘uzun zamandır müzik veya şarkılar üzerine bir şey yazmıyordum.. anıların arasında dolaşmak için bir ‘louise attaque’ yazısı yazıyordum ama önceliği ‘mabel matiz’e verdim..

yıllardır sağda solda dinlediğimiz ‘mabel matiz’in albümü geçen ay sessiz sedasız yer aldı raflarda.. sessiz sedasız bu girişten sonra benim sessiz sedasız günlerime eşlik etmeye başladı.. hepsi birbirinden güzel 12 şarkı var albümde ve çoğunun söz ve bestesi mabel matiz’e ait.. ben en çok ‘zaman’ ve ‘hercai menekşe’ şarkılarına tutuldum.. diğerleri de sıkılmadan sonsuza kadar dinlenilecek çok güzel şarkılar.. 

‘mabel matiz’i hala dinlemeyen var mı bilmiyorum ama dinlemeyenler çaktırmadan hemen gitsin en yakın müzik marketten albümünü alsın ve dinlemeye başlasın.. hemen hemen koşun.. aman duymasınlar kınarlar sizi çok kötü.. ‘aa sen dinlemedin mi matiz’i..’ falan filan gibi cümlelerle muhatap olmayın..

merak etmeyin pişman olmayacaksınız ve hem kendinize daha önce niye dinlemedim diye kızacaksınız hem de ‘matiz’ daha önce niye albüm yapmamış diye ‘matiz’e kızacaksınız..

‘mabel matiz’in sesi kadar şarkılarının müzikleri ve sözleri de ayrı ayrı güzel.. nitelikli müzikal alt yapısı kadar özgün ve çeşitli duyguların yumağı olan şarkı sözleri de takdiri hak ediyor.. hele hele mabel matiz efendi sen tut git ‘birhan keskin’in ‘zaman’ şiirini bestele ve mükemmel bir şarkı haline getir.. e biz daha ne diyelim , ne yazalım be ‘mabel matiz’ senin hakkında.. en hassas yerimizden yakalayıp kendine bağlıyorsun birhan’ın ‘zaman’ıyla..

sevgili ‘mabel matiz’ yüreğine , sesine sağlık diyelim ve önünde saygıyla eğilip yere uzanıp gökyüzüne yüzümüzü dönerek senin şarkılarını dinleyelim..

unutup gidelim her şeyi senin o güzel sesinde..

yapımcılığını ‘engin akıncı’nın yaptığı bu güzel albüm ‘zoom’ ve esen music’ tarafından bizlere sunulmuş durumda..

çok da güzel bir albüm kutusu (hadi kartonet diyelim de cahil kalmayalım) ve kapağı olan bu albüm de emeği geçen herkese aylak adamız ailesi olarak yürek dolusu teşekkürler..

iyi ki varsın ‘mabel matiz..’

‘mabel’le , ‘birhan’la ve de gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘şimdi yakanızda bir hercai menekşe olsam

rakınızın beyazında şöyle bir kaybolsam

dökülür mü ciğerinizden o denizin taşları

üzülüp yaşarırken siz , ben sararıp solsam..’

MABEL MATİZ (Hercai Menekşe..)

 

bir kürt , bir ermeni , bir arap bir gün beraber güneşe yolculuğa çıkarsa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘son kırk gün içerisinde sanırım ankara’ya beş kez , antakya’ya da bir kez gittim.. gittim derken yol yaptım aynı zamanda.. kahrımı çeken ve servis , bakım , yağ mağ nedir bilmeyen gariban arabama binip bu yolları gittim geldim..

beni bilen bilir uçağa binmem.. deniz aşırı ülkelere gidilmek zorunda kalınsa mesela küba’ya , amerika’ya filan ben yine uçağa binmem.. dünya yarılsa gene binmem uçağa , yarığın içine atarım kendimi.. işim olmaz o borunun içine kendimi emanet etmeye..

ha şimdi bana hepiniz istatistiksel rakamlarla karayollarının havayollarından ne kadar fazla tehlikeli olduğunu anlatmaya kalkmayın.. biliyorum , kabul.. ama yine de içimdeki uçak korkusunu kimse bu beylik laflar ve istatistiklerle yenemez.. psikolog , psikiyatrist , ilaç , sakinleştirici , tedavi , alkol alarak uçağa binme , terapi vs bunlar da boş iş.. binmem kardeşim..

neyse işte ben arabamla devamlı yollardayım bu yüzden günlerdir.. binlerce kilometreyi hiç üşenmem gider gelirim.. ve tek başıma kullanırım arabayı , benim olduğum arabayı bir iki kişi dışında başka kimse de kullanamaz.. bu kadar da takıntılıyım işte takıntı derseniz buna.. bu yüzden çoğu zaman tek tabanca direksiyonun başında urfa’ya , hatay’a , sinop’a , samsun’a vs her yere az gitmedim.. zaten etrafımdaki herkes 0 derece direksiyon kabiliyetli.. 30’undan sonra şoför olmuş çoğu.. işim olmaz , korkarım kardeşim binmem.. ama sorsan hepsi şimdi usta şoför.. külahhhhhhhhhhhhhhhıma anlatın babam..

neyse ‘babam’ dedim asıl konuya geçeyim şimdi.. işte bu ankara’ya gidiş geliş seferlerimden birinde ‘nazmi kırık’ kardeşim de benimle gelmek istedi.. hay hay ve de memnuniyetle , benim için büyük bir onurdu bu : nazmi’yle yolculuk..

 ‘güneşe yolculuk’ta olduğu gibi güneşin doğduğu yöne doğru nazmi’yle bir yolculuk..

hayal bile edemeyeceğim bir güzellik bu.. nazmi’yle bir gün öncesinden kararlaştırdık ne zaman gideceğimizi ve nerede bulaşacağımızı..

sabah beşte alacağımı söylediğim nazmi’yi cehennem-i-stanbulun en büyük sorunlarından birisi olan park sorunu yüzünden yarım saat geç almaya gittim.. çünkü yaratığın teki arabasını öyle bir park etmişti ki benim ‘dana sürüsü’ büyüklüğündeki arabamla park yerinden çıkmak için –onyüzmilyonmilyar- filan kez manevra yapmak zorunda kaldım.. nihayet kan ter içinde otoparktan çıkıp nazmi’yi alacağım noktaya geldiğimde bir baktım nazmi’nin yanında bir misafir arkadaşı var.. arabaya aldığımda sabahın körü olmasına rağmen neşe saçıyorlardı.. nazmi beni hemen tanıştırdı : mari esgici..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

çok memnun oldum.. mari’yi tanıyan zaten bilir anlatmaya gerek yok , en sert yapılı ve korunaklı insanı bile yarım saatte çözer ve sıcak dostluğuyla sizi sarıp sarmalar.. neyse bu bende pek geçerli olmadı çünkü gün içinde beni ankara’da bekleyen stresli iş yüzünden ve az önce otoparkta yaşadığım stres yüzünden hayli gerilmiş olan bana , mari kardeşim hemen yaklaşamadı ve duvarlarımı yıkamadı..

yola koyulduk.. ben hemen attım bir patti smith ve jefforson airplane karışığı.. sert bir giriş yaptık yolculuğa..

 ‘otoban’ denilen ama zırt pırt yol çalışmalarıyla bölünen ve aydınlatmaları dandik olan yola girer girmez nazmi uyuma pozisyonu aldı ve uyudu on saniye içinde.. şaştım kaldım.. mari ise arkada yeni yeni doğmaya çalışan güneşin ışıklarıyla kitap okur gibi yaparak benim şoförlüğüme alışmaya ve güvenmeye çalışıyordu.. ama arabanın ibresinin daha otobana girer girmez 180’e dayanmasıyla mari elinde kitapla ama gözler hem yola hem ibreye takıldı kaldı..

sessizce başlayan yolculuğun birinci saatinde nazmi gerinerek gözlerini açtı ‘bolu tüneli’ni geçtik mi’ diye sordu.. hayır dedim.. tüneli merak ediyordu , henüz görmemişti tüneli.. o sırada mari daha da ilginç bir şey söyledi : otobanı ilk kez görüyordu ve ilk defa karayoluyla buradan yolculuk yapıyordu.. işte devamlı uçağa binmenin zararları.. doğanın güzelliklerini , etrafı izleyemiyorsunuz uçakta.. sadece gökyüzü , sadece bulutlar vs vs..

nazmi’nin uyanma arasında dedim ki nazmi’yi uyutmayayım.. ‘nazmi bak aynı güneşe yolculuk’taki gibi yolculuk yapıyoruz la seninle’ dedim.. güneş gözlerimizi kamaştırıyordu o sırada sabahın ilk ışıklarıyla..  nazmi o müthiş gülümsemesiyle ‘evet ya hakikaten aynen filmdeki gibi’ dedi ve küt tekrar yattı..

biz mari ile şaşkın bakıyoruz birbirimize ama nazmi rüyalarda.. ha uyumadan da tembih etti , ‘mutlaka tünelde uyandırın göreyim’ dedi.. ama kıyamadım nazmi’yi uyandırmaya tüneli geçerken.. öyle güzel uyuyordu ki.. dünyada en çok saygı duyduğum şey ‘uyumak..’ çünkü hiç beceremediğim olay.. yıllardır uykusuzlukla verdiğim savaşlar hep hüsranla sonuçlandı.. o yüzden uyuyanlara büyük saygı duyuyorum ve itiraf edeyim kıskanıyorum..

ama işin komiği tüneli geçtik , beş dakika sonra nazmi kendisi uyandı.. ‘daha var mı tünele’ diye sordu.. mari ile gülmekten kırıldık.. ‘beş dakika önce geçtik’ dedim.. ‘niye uyandırmadınız’ diye sitem etti ama sonra tekrar uyuma pozisyonu aldı..

yol boyunca ümo efendi zırt pırt aradı.. tabi beni aramıyordu benim telefonu açmayacağımı adı gibi biliyordu.. bana mari’nin yada nazmi’nin telefonlarından bağırıp duruyordu ‘120’yi geçme lan geçme lan’ diye.. tabi tabi geçmedim.. 120’nin altına inmedim ümo merak etme..

nazmi uyurken mari ile sohbete devam ettik.. ha mari artık o sıralarda benim araba kullanışıma kendini alıştırmıştı.. kendisinden bahsetti , bol bol fıkralar anlattı.. çok zor bir işi vardı.. beyoğlu istiklal’de güzel bir restoranı varmış , ismi ‘mekan..’ ‘yıllardır orada çok sevdiğimiz müşterilerimize hizmet veriyoruz , güzel yemekler ikram ediyoruz’ dedi.. menüleri oldukça genişti.. etnik ve yöresel tatlarda vardı.. ve bir restoran filan işletmenin ne kadar zor olduğunu o anlattıkça daha iyi anladım.. ‘bazen uykusuz üç dört gün çalışıyorum’ diyince direksiyonu bırakıp ona faltaşı gibi açılmış gözlerimle dönüp bakmak istedim ama bu işi onlara kıyamadığım için aynadan bakarak yaptım.. özel hayat , tatil , dinlenme diye bir şey yokmuş yaklaşık on senedir.. gülümseyerek  ‘ama ben işimi seviyorum ve hiç şikayetçi değilim bundan’ dedi.. bana bir iş gününün nasıl geçtiğini anlattı.. gerçekten zevkli , eğlenceli bir iş gibi görünüyor ama çok da yorucu olduğu ortada..

neyse biz böyle sohbet ederken mola yeri-m-e geldik.. bolu dağlarının arasında kaybolmuş cankurtaran mevkiindeki küçük bir gölün yanındaki dinlenme tesisleri.. nazmi’yi uyandırdık yavaşça.. dedik ‘şoför uyan..’ koptu gülmekten.. hem mari hem de nazmi gölden habersizdi.. özellikle kış aylarında hava karlıyken o muhteşem manzarada mola vermek çok güzel oluyordu.. donmuş göle karşı , karlar içindeki çam ağaçlarına karşı kahvaltı ya da yemek yemek.. cennette yemek.. ha kahvaltı ve yemekler on numara değil ama o manzara hepsini nefis kılıyor bir anda.. hele yazın istanbul elli derecelerde kavrulurken orada mola verdiğinizde üşüyüp arabalara koşup üzerinize bir şeyler almak istemeniz ayrı bir güzelliği o tesisin..

indik , tesisin içine girdik ve manzara..  nazmi ile mari ‘harika’ diye sevindiler.. sonra güzel bir kahvaltı.. kahvaltıda sohbet peh peh.. saatler geçiyor biz daldık sohbete.. bir mari anlatıyor , bir nazmi , bir ben alıyorum sazı elime , anlattıkça anlatıyoruz..

sonra saatin farkına varınca hemen ikiledik arabaya doğru..

ve yarım saat sonra ankara’dayız.. ankara’yı da hiç sevemedim.. galiba büyük şehirlere karşı hep bir antipati var bende.. ısınamıyorum , sevemiyorum.. ne istanbul , ne izmir , ne de ankara.. sevemedim kara şehirlerim sizi..

ankara’ya girince herkes kendi işinin peşine koşturacaktı.. önce mari’yi kızılay’a bırakmamız gerekecekti.. yüz milyon kez gelip kaybolacağım ankara’da yine kayboldum.. binlerce şelale , saçma sapan kavşaklar yapan belediyemiz nedense yaklaşma tabelası diye bir şeyden habersiz ve olan tabelalar da o kadar saçma yerlerde ve o kadar ufak ki.. sanki ankara’da sadece ankaralılar dolaşıyor hep.. her gidişimde kayboluyorum ve her kayboluşumda sevgili büyükşehrimizin belediyesinin büyüklerine saygılarımı sunuyorum..

mari’yi kızılay’a atana kadar bir saat döndük durduk çankaya ulus arasında. mari’nin işi önemliydi ve üzücüydü.. bir çocukluk arkadaşının cenazesine katılacaktı.. trafik kazasında kaybetmişti arkadaşını.. mari’yi kızılay meydanında indirdik , sonra nazmi’yle otopark aramaya karar verdik.. çünkü otoparka arabayı bırakırsak taksi ya da metroyla filan daha rahat hareket edecek ve işlerimizi daha çabuk yapacaktık..

evet otopark bulduk fakat tam bir buçuk saat sonra ve de tesadüf eseri bulduk..

arabayı bıraktıktan sonra nazmi’yle helalleşerek ayrıldık.. ne olur ne olmaz büyük şehir sonuçta.. ay şimdi bile kasıklarım patlarcasına gülüyorum.. düşünün ciddi işler için ankara’ya gelmiş iki kişi kızılay civarlarında caddede birbirlerine anlamsız şekilde devamlı gülümseyerek bir şeyler  anlatıp birbirlerine sarılarak ayrılıyorlar.. ‘la iki saat sonra görüşeceğiz..’ ama ne yapalım ankara bizi korkutuyor.. neyse nazmi içişleri bakanlığına doğru ben de kendi işime doğru yola koyulduk..

benim işim her zaman ki gibi aksi mecralara sapıp ters yüz oldu.. ama tam umutsuzluğa kapılmışken işim çözülüverdi göklerden uzanan bir elin sayesinde ve halledince işimi neşem yerine geldi..

nazmi ve mari ile buluşmama daha çok vardı.. ankara’da ki sevgili abim , adam gibi adam kasım abimi arayayım dedim.. aradım , ‘hemen yanıma gel’ dedi.. ne demek zevkle.. sonra yolda tekrar haberleştik ,  ankara barosunun yeni binası önünde buluştuk.. vakit öğleyi bulmuştu ve ben acıkmıştım.. beni ankara barosunun sanırım 14 katlı binasının terasına çıkardı.. çok güzel bir tesis vardı terasta.. daha önce mutlu bir olayın kutlamasını yaptığımızdan orayı biliyordum.. terasa çıkınca işimin de hallolmasının rahatlığıyla tam neşem yerine geldi.. kasım abiyle güzel bir sohbet sonrası güzel bir yemek yedik.. ah ulen dedim bir duble rakı atsam mı o manzarada.. ama tekrar yüce prensiplerimin ağırlığı altında vazgeçtim.. içkiliyken araba kullanmam , kullandırtmam.. ‘halo’ da hastadır bu prensibime ve bu yüzden , sadece bu yüzden beni sevdiğini itiraf etti bir kere..

kasım abiyle ankara manzarası karşısında sohbet ederken nazmi babayı aradım , mariyi arayamadım çünkü telefonunu almayı akıl edememiştim.. meğerse o beni aramış defalarca ve ben ‘tanımadığım numarayı açmama saçmalığımla’ açmamışım.. görünce bana bir yağdı mari , bir kızdı anlatamam.. ama kızma sebebi telefonu açmamam değildi , bana güzel bir kebap yedirmek istiyormuş.. onun için kızıyordu.. mari’yi cenazeden sonra arkadaşları ankara kalesindeki güzel bir restorana götürmüşler ve orada çok güzel bir kebap yemiş.. bana da paket yaptırmak için sormak istiyormuş.. ama benim müthiş telefon kullanma yetenek ve prensiplerim yüzünden kebaptan oldum..

nazmi’yi aradım ‘nerdesin nazmi babam’ dedim.. karşıdan gülerek bir cevap geldi , ‘ atatürk orman çiftliğinde çimlere uzanmış durumdayım’ dedi.. güldüm ben de.. ‘la ne yapıyorsun orada’ dedim.. o da ‘hayvanları izliyorum’ diyince ben o yorgunluk ve neşemle birlikte patlattım cümleyi : ‘kızılay’a yanıma gelseydin ya hayvan görmek istiyorsan , bana bakardın bol bol , o kadar uzağa gitmene ne gerek vardı.. dünyanın en ilginç hayvanı olan ben hep yanındaydım ya’ diyince nazmi telefonda koptu gitti gülmekten.. ‘geliyorum , yarım saate kadar kızılay’da sakarya caddesindeyim beni orada bekleyin’ dedi..

neyse biz kasım abiyle güle konuşa sakarya caddesine doğru gittik.. caddenin bir ucundaki kafeye oturup beklemeye başladık.. nazmi aradı , mari’yi de almış geliyorlarmış , yerimizi nazmi’ye tarif ettik.. sakarya’nın iki ucundan birindeki şu mekandayız dedik ve start aldık.. nazmi’yle birbirimizi bulma maceramız başladı.. biz dört kişi –ankarabilmezler- olarak tam bir saat boyunca sakarya caddesi ve etrafında birbirimizi aradık.. kasım abinin sinirleri bozuldu , sanırım içinden ‘bu istanbullular o koskoca istanbul’da nasıl yaşıyorlar ve kaybolmuyorlar’ diyordu.. o her zaman yüzünde olan gülümsemesi bile gitti kasım abinin.. en son aradığımda nazmi’ye dedim ki ‘polisten yardım isteyelim la.. kaybolduk diyelim’ dedim.. nazmi’yle ben gene telefonda kahkahaları patlatıyoruz.. dedim ‘olmazsa behzat ç.’yi arayalım şimdi bizi birbirimize kavuşturur hemen.. ama neredeeeeeeeeeeee..’

döndük durduk.. en son karar verdik bir grup duracak diğeri o grubu arayacaktı.. kasım abiyle ben sabit durduk ve beklemeye başladık.. yanımızdaki binaları tarif ettik ve yarım saat kadar sonra mari ve nazmi ‘ufuktan bir güneş gibi doğarak’ ve gülerek geldiler.. hasretle kucaklaştık kahkahalarla.. nihayet birbirimizi bulmuştuk.. neredeyse ağlayacaktık ama gülmekten.. kasım abimiz de ‘o anda oh be kabus bitti’ diyordu eminim.. onları kasım abiyle tanıştırdıktan sonra gittik bir kafenin ağaçları arasındaki bahçesine sığındık.. çay , kahve dondurma vs derken sohbet sohbeti açtı ve kasım abiden müsaade isteyip , abbas yolcu dedik.. tabi yola çıkmadan ankara simidi depolamamak olmaz.. hastasıyım ankara simidinin.. sabahın köründe gelişlerimde ankara’ya , güvenpark’ta tek başıma buz gibi kesen ayazda oturup buharları tüten simitlerden abartısız dört beş tane yiyip bol şekerli çaylardan hüplettiğim çok oldu.. işte yine gittim 15 tane simidi aldım.. zaten yolda yarısını nazmi’yle beraber götürürdük ve götürdük de..

simit stoğumuzu yaptıktan sonra çıktık tekrar yola.. kakara kikiri ,  bol muhabbet , bol siyaset , bol fıkra , bol kahkaha yol aldık.. işin ilginci şuydu nazmi hiç uyumuyordu.. ha olmadı mı uyuma teşebbüsleri oldu , anında uyarısını aldı ve kahkahaya devam etti..

bir ara öyle olmuştu ki bir nazmi fıkra anlatıyordu , bir mari.. artık benim ağız ve yüz kaslarım gülemiyordu çünkü gülmekten felç geçirmiştim..

bazen de özelikle mari’nin bizlere anlattığı bazı anıları hepimizi hüzünlendirdi , derin derin düşünmeye sevk etti.. hele hele anlattıklarından ‘haram kemik’ anısı beni yıktı geçirdi.. küfür ettim tüm düşmanlıklara , yobazlıklara.. bu anısı şöyleydi..  mari nohut tozunu çok severmiş çocukken. 5-6 yaşlarındaymış.. dedesiyle çarşıya gider , nohut tozu alırmış.. bilenler bilir diyarbakır’da çocuklar arasında nohut tozu çok makbuldür , çok sevilir.. mari de güzel , şirin bir çocukmuş.. yeşil gözlü , beyaz tenli.. ‘çok severlerdi beni çarşıda alışveriş edenler..’ diyor anlatırken.. bir gün komşularından bir amca mari’yi dedesiyle görüp , sevmiş.. sonra kendisini seven amca hemen ‘eh ben bir abdest tazeleyeyim.. ne de olsa haram kemik’ diyince dedesinin yıkıldığını hatırlıyor o küçücük mari.. dedesi çok üzülmüş , akşam babasına anlatmış ve ‘demek bizi haram görüyorlar hala.. anlamıyorlar bizlerin de insan olduğumuzu..’ demiş.. mari ‘biz haram kemiktik onlar için. dedemin üzüntüsünü hep gözlerimin önünde , hep hatırlarım’ dedi.. gözlerim doldu bunu dinleyince , yıkıldım.. toplumdaki saçma sapan düşmanlıklar , öfke ve kin tohumları ne derin yaralar  açmıştı içimizde.. ne kapanmaz görünen yaralar.. ama kardeşliği yürütmenin projelere , planlara , yasalara ihtiyacı yoktu ki.. demokrasi , ileri demokrasi değil el ele tutuşmak gerek.. karşılıksız , şartsız el ele tutuşmak.. tek çare bu.. geçmişi , yaralarımızı yüzlerimize vurmadan sarılarak birbirimize , kucaklaşmak tek çare..

herkesin mari ve nazmi gibi birer yüreği olsa keşke dedim içimden.. hele mari.. o devamlı gülen yüzüyle ve o sıcak kalbiyle dünyaya iki gün değil , bir saatte barışı getirir ve tüm düşmanlıkları , hasetlikleri , kavgaları ortadan kaldırırdı.. bundan adım gibi eminim..

dönüş yolumuzda üç saatte tamamlanınca sohbetin sonu geliyordu yavaş yavaş.. mari’yi o yorgunluğuna rağmen restoranına bırakmamız  gerekiyordu çünkü o , gece iki üçe kadar çalışacaktı ‘mekan’ında.. ‘mutlaka bekliyorum’ dedi ayrılırken bana.. ve kaç gün , kaç hafta geçti ben hala ‘mekan’a gidemedim.. buradan mari esgici kardeşimden özürler diliyorum ve o sevmediğim istiklal caddesine her gelişimde sana uğrayacağım kardeşim diyorum.. gerçi ben ve nazmi’yi bir arada ağırlamak biraz zor , tehlikeli ve külfetlidir ama neyse.. tabi bu işin şakası.. mari’nin kocaman bir yüreği var.. içinde dünyanın en büyük acılarına rağmen umutla inadına barışı , kardeşliği ve sevgiyi yaşatıyor..

işte biz üç kardeş ; bir arap , bir kürt ve bir ermeni bir arabanın içinde 24 saatte güneşin peşinde bu maceraları yaşadık.. hem güldük hem hüzünlendik..

yüzümüz güneşe doğruydu hep..

hep güneşe doğru yolculuk yaptık.. sabah doğan güneşin , akşam batan güneşin peşinde koştuk..

ve kardeşçe güneşin doğuşunu batışını birlikte izleyen bir dünya hayaliyle birbirimizden o günlük ayrıldık..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Route Irish.. – KEN LOACH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ken loach yine yapmış yapacağını.. ‘route irish – tehlikeli yol’ filminde her zaman ki akıcılığını ve kendini seyrettirme başarısını yakalıyor usta yönetmen.. güncel siyasal konulardan , çok vurucu hikayeler çıkarmayı her zaman başaran ustamız , 2010 yapımı son filminde bu kez kamerasını ırak ekseninde yaşanan kirli emperyalist savaşın işgalci ülkelerin kendi topraklarına yansımalarından yola çıkıyor.. çok uluslu şirketlerin kar eksenli ve insana yaşam şansı tanımayan artık apaçık olmuş planlarını gözler önüne seriyor..

liverpool da yaşayan ‘fergus’ ve ‘frankie’ birbirlerini çok seven , çocukluktan beri birlikte büyüyüp , değişik işlerde çalışan iki arkadaştır.. değişik ülkelerde geçen askerlik maceralarından sonra şimdi ise uluslararası özel şirketlerin ırak’ta iş yapan çalışanlarını , bazen de oralara giden patronlarını korumakla görevli paralı asker olmuşlardır özel bir güvenlik şirketinde.. ayrıca gerektiğinde bu şirketlerin önüne çıkan engelleri illegal yollarla ya da ayan beyan herkesin önünde ortadan kaldırıp yok etmektedirler.. bu paralı asker gurubundan bazıları çoğu zaman delirmiş kovboylar gibi ırak kentlerini hallaç pamuğu gibi atmaktadırlar.. önlerine geleni vuran , öldüren , sakat bırakan bu paralı askerler öyle ki bazen kendi arkadaşları tarafından bile tepkiyle karşılanmaktadır..

‘fergus’ , ‘franki’den önce ırak’a gitmiş ve orada çalışmaktadır.. çok para ve güzel yaşam hayalleriyle bu tehlikeli işe girmiştir. ingiltere’ye bir iş için döndüğünde ‘fergus’ , ‘frankie’ye de mutlaka kendisiyle ırak’a gitmesi için teklif yapar.. kazandığı miktar çok caziptir.. bunu ‘frankie’ye söyleyince ‘frankie’ düşünmeden ırak’a gitmeyi kabul eder.. bir nevi ırak’a gitmesine durup dururken ‘fergus’ sebep olur..

ikisi birlikte ırak’ta kelle koltukta para kazanmaya çalışırlar.. ‘fergus’un ingiltere’deki bir tatili sırasında ‘frankie’ şüpheli bir şekilde ırak’ın bağdat kentinde yeşil bölge olarak adlandırılan bölgeye çok yakın ‘route irish’ adlı bir yolda öldürülür..

‘fergus’ bu ölümü şüpheli bulur çünkü arkadaşı böyle bir pusuya düşecek kadar tecrübesiz değildir.. ‘fergus’ bu ölümün arkasında dönen olayları ve sorumluları bulmak için canı pahasına mücadele etmeye başlar.. bu sırada tanıştığı ıraklı sanatçı harim (kuzey ıraklı kürt sanatçı talip resul canlandırıyor bu karakteri) kendisine çok yardım eder.. yavaş yavaş sır perdesini aralayan ‘fergus’ bu sırada ‘frankie’nin kız arkadaşıyla da yakınlaşır..

ken loach yine sıra dışı bir öyküyle karşımızda.. sıradan , klişe senaryolardan her zaman uzak duran ken loach bu sefer savaşın yansımalarını işgalcilerin ülkelerinde kamerasıyla arıyor.. kendisini her zaman izlettirmeyi başaran filmler yapan ve sakin bir tempoyla akıp giden ‘ken loach filmleri’ son iki filmdir (looking for eric ve route irish) tempoyu da hayli yükseltmiş durumda.. ülke ve özgürlük (land and freedom) adlı filminden beri aksiyon ve savaş sahnelerinin en yüksek olduğu filmi bu ken loach’un.. tempolu bir film olmasına rağmen duygusal yönden de kuvvetli bir yapısı var filmin.. sevgi , aşk , dostluk , barış , intikam gibi duygular filmin her anında kendisini hissettiriyor.. en sert sahnelerde bile gözlerinizden yaşlar akabiliyor..

filmin açılışı bana ‘land and freedom’un açılışını andırdı.. vapur sahnelerinin ise duygusal yönden hayli yüksek bir atmosferi ve vuruculuğu vardı..

ken loach usta , benim sinema sevgimi doruğa çıkaran yönetmendir.. ağzım açık izlerim filmlerini.. onlarca kez izlediğim filmlerini sanki ilk defa izliyormuşum gibi izlerim heyecanla..

politik tercihleri nedeniyle bazı sol kesimlerce devamlı mesnetsiz ve sinemasal yönden içi boş iddialarla eleştirilip , yerin dibine batırılsa da ken loach onlara inat her zaman onların ulaşamayacağı kadar yükseklerde ve en iyiler arasında yer aldı ve yer alacak..

stalinist solun karın ağrısı olan ‘land and freedom’ ispanya dramını on yıllar sonra tekrar bu kesimlerin yüzüne vurunca acımadan eleştirilmişti.. ama ken loach , ‘land freedom’dan sonra koparılan fırtınalara , iftiralara , boş eleştirilere aldırmadan film yapmaya devam etti ve her zaman avrupa’nın en iyisi oldu..

işte yine bu filmiyle (route irish) ken loach delirmiş dünyanın insanlığını unutmuş yaşayanlarına nefessiz bırakacak yumrukları salvolar halinde savuruyor..

kanada’nın toronto kentinde ‘route irish’ filminin gösterimi öncesinde yaptığı konuşmada ken loach şöyle diyordu : ‘ırak’taki yasadışı savaş ingiltere ve abd hükümetleri için bir utanç kaynağıdır ve oradaki tüm direnişçiler birer kahramandır.. kanadalılar kesinlikle bu cesur ve prensipli insanlara destek olmakta haklılar..’ işte ken loach bu kadar keskin bir söylemle yine zalimleri teşhir edip , tüm dünyayı mazlumların yanında olmaya çağırmaktadır bu filmiyle..

temposu ve çekimleriyle on numara olan filmde ki oyunculuk da en üst seviyede.. özellikle başroldeki ‘john bishop’ , ‘mark womack’in performansı hayranlık uyandırırken , ıraklı kürt oyuncu ‘talip resul’ oyunculuğunun yanı sıra filmde saz çalıp seslendirdiği şarkıyla da yürekleri dağlıyor..

yönetmen : ken loach

senaryo : paul laverty

müzik : george fenton

görüntü yönetmeni : chris menges

kurgu : jonathan morris

oyuncular : john bishop , mark womack , andrea lowe , trewor williams , stephen lord , talip resul..

yapım yılı : 2010

süre : 109 dakika..

ülkemizde daha önce birkaç film festivalinde gösterilen ‘route irish’ filmi eğer bir değişiklik olmazsa 17 haziran’da türkiye’de sinemalarda gösterime girecek..

kaçırılmaması gereken bir sevgi , dostluk ve kardeşlik destanı olan bu filmi mutlaka izleyin derim.. çıldırmış  dünyada yaşanan katliamlarla , insanlık suçlarıyla tekrar yüzleşmek ve bu yüzleşmeyle birlikte düşen gardımızın üstünden acıyı en çok hissettiğimiz yerlerimize sağlam yumruklar alarak kendimize gelmek ve insan olduğumuzu hatırlamak için güzel bir fırsat..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

‘Crockett..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir susun artık la..

‘karanlık bir tünel içerisinde yazar gibi yazmak gerekiyor , karanlık içerisine yazar gibi , kişilerin ve olayların ileride nasıl gelişeceklerini bilmeden..’ – kafka

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yerimde duramıyorum..

kafamda sesler , çığlıklar , görüntüler dönüp duruyor.. huzursuzum..

‘clotaire k’ çalıyor..

öfke içimde çoğalıyor..

‘checkpoint 303’ dinliyorum sonra..

sonra tekrar ‘clotaire k..’

‘soap kills’ hafif geliyor öfkeme..

saçma sapan gündemler içinde faşizm cirit atıyor her yerde , her ortamda..

nefes almak neredeyse imkansız..

seçim seçim diye kulaklarımızı beyinlerimizi iğdiş ettiler , tuzla buz ettiler..

yeter artık yapın seçiminizi de kurtulalım..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar seçim diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar demokrasi diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar hak hukuk adalet diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar çılgın proje diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar ‘piskevit’ diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar her aileye şu kadar maaş diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar 12 eylülü yargılayacağız diyor hala..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş adamlar en iyi anayasa taslağı , en iyi demokrasi , en iyi özgürlük bizde diyor hala..

hopa’da , ankara’da , istanbul’da , izmir’de , mersin’de , bursa’da insanlar 12 eylül şartlarından beter şekilde derdest edilip , işkenceden geçiriliyor , utanmadan sıkılmadan hala ileri demokrasiden bahsediyorlar..

demokrasi her kesimde sadece kendilerinden olana , kendi taraftarlarına var..

bu her kesim için geçerli..

‘kendinden olmayan düşmanındır’ felsefesi hakim..

kendilerinden olmayan ‘bölücü , darbeci , kökü belirsiz , ahlaksız , edepsiz , faşist , komünist , terörist’ vs vs oluyor , saymakla bitmez..

BİR İNSAN ÖLDÜRÜLMÜŞ..

BİR İNSAN..

Senin gibi benim gibi BİR İNSAN..

ölüye de mi saygınız kalmadı be gafiller..

daha önce seçimler hakkında , demokrasi hakkında çok şey yazdım..

demokrasi dedikleri oyuna yeterince katıldım ve artık katılmayacağımı , kimsenin benim oyumu alamayacağını söyledim.. bu benim görüşüm..

herkes ayrı telden çalıyor..

herkes bağırıyor bangır bangır..

herkes en iyi kendisi biliyor bu ülkenin sorunlarını..

herkes en iyi çözümleri kendisi biliyor..

‘o karanlık , bu kötü , şu art niyetli , bunlar güvenilmez..’ , ‘bunlara oy verelim çünkü bunların arasında şu şu var , şunlara oy verelim çünkü şunu şunu vaat ediyorlar..’

ya gidin arkadaşım işinize..

herkes herkes için bir kulp bulabiliyor.. umurumda değil hiçbirisi..

çevremde herkes bir şeyler söylüyor , konuşup duruyorlar..

neden ‘aylak adamız’da seçimlerle ilgili bir taraf işaret edilmiyor veya bir parti ya da gruba destek verilmiyor , neden yazarlar kendi tercihlerini açıklamıyor..

aha ben açıklıyorum sadece benden oy yok kimseye , bu kadar..

hatta geçen görüştüğüm arkadaşlarımdan birisi ‘aylak adamız’da kendi bahsettiği platforma destek verilmemesi halinde gelecekte bunun vebalini taşıyacağımızı’ söyledi koptum gülmekten..

ya gidin arkadaşım işinize gidin gidin gidin..

‘yoksa sizi takip etmeyeceğiz artık..’ diyenler var daha beter gülüyorum.. biz takip edilmek için yazmadık , yazmıyoruz , tribünlere oynamıyoruz..

çok derdimiz olsaydı takip edilmek , koşar her iktidara gelene ya da en güçlüye yamanırdık.. çokta umurumuzda değil sizin bizi takip edip etmeyeceğiniz.. bunu diyen zaten bizi okumasın daha iyi..  

bizi bilen bilir , herkesin siyasi görüşüne , politik tercihine saygı duyarız ve bizim de ne düşündüğümüzü herkes bilir.. hepimizin hangi partilere oy atacağı ya da oy kullanmayacağı açıktır..

ama burada hiç kimseye hiçbir zaman şunları destekle ya da buraya oy at yoksa vebali büyük olur demedik , demeyeceğiz de..

siyasi duruşumuz zaten açıkça bellidir , fakat burası bir tebliğ yeri ya da görüş empoze etme yeri değil..

belli bir parti ya da gruba destek bizim aramızda çoğunlukta bile olsa burada onunla ilgili bir destek mesajı göremeyeceksiniz.. hiçbir zaman göremeyeceksiniz.. ister kızın ister tarihin çöplüğüne atın bizi umurumuzda değil..

beğenen beğenir , beğenmeyen umurumuzda değil , burada demokrasi yok evet kardeşim demokrasi yok..

insanların kafasına gözüne bir de burada şuna oy atın , bunlar iyidir demeyeceğiz..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş bir de oydan , seçimden demokrasiden bahsedip taraf göstereceğiz ha ne güzel.. keşke seçim diye bir şey olmasaydı da metin öğretmen ölmeseydi..

yok kardeşim yok teşekkür ederiz..

dileyen dilediği yere oy atar ya da atmaz..

biz korkağız..

oy atacağımız , destek vereceğimiz ya da vermeyeceğimiz adamları açıklamayacağız burada.. çok korkuyoruz..

çünkü bize de bir kulp takarlar hemen.. amanin sakın bizi zorlamayın..

kusma hissi kabarıyor ekranları görünce..

kusma hissi kabarıyor sesleri duyunca..

her şey sizin olsun..

her şeyi siz en iyi biliyorsunuz kabul ediyorum.. biz bir bok bilmiyoruz.. lütfen bizi yönetin , hatta hepiniz bir araya gelip yönetin bizi.. hiçbirinizden mahrum kalmayalım lütfen..

iyi ki varsınız , düşünüyorum da olmasaydınız yanmıştık..

‘sabun öldürür – soap kills’ çalıyor..

içimde kusma hissi kabarıyor daha beter..

çılgın projecilere yalvarmak geçiyor beynimden  benim için de çılgın bir proje hazırlasalar ve benim içimden de bir tahliye  tüneli açsalar da şu içimde birikip kabaran safrayı atsam.. ne büyük sevap işlerlerdi..

keşke seçimleri kaldırsalar.. hep birileri iktidar olsa , değişmese.. seçim zırvalığından kurtulsak..

her şeyimiz gitse de bari huzurumuz kalsa bizlere.. ona dokunmasalar..

yani anayasaya koysalar mesela şu partinin hep bu kadar , bunların da hep şu kadar milletvekili olacak.. oh ne güzel.. dırdır , gürültü , küfür müfür , kavga döğüş yok.. süt liman.. ya da hani şimdi moda olduğu gibi her parti lideri gittiği ilde o ilin en iyi takımlarının atkısını takıyor ya boynuna konuşma yaparken işte böyle her partinin bari futbol takımı olsa , o takımların skor averaj puan vs durumuna göre yapılsa seçimler.. ne güzel olurdu zaten siyaseti bile futbola göre ayarlıyoruz.. ve bu topraklar hastası futbolun.. hastasıyız dedeeeeeeeeeeeeeeeee..

çıldırmanın eşiğindeyim çılgın projeler çağında..

emekli öğretmen metin lokumcu katledilmiş artık bir susun ya bir susun..

utanın da biraz susun hepiniz ya..

en çok susana oy veririm belki , lütfen susun..

bağırıp çağırıp öfke kusanlar hala farkında değiller , boğazınıza ses tellerinize yazık la , valla bila yazık la.. 

anlayın artık : isteseniz de istemeseniz de bu topraklarda maalesef ve mecburen hep beraber yaşayacağız..

misal benimle yaşayacaksınız mecburen ve bana tahammül etmeyi öğreneceksiniz mecburen.. ben sizin saçmalıklarınıza nasıl tahammül ediyorsam siz de bana ve sizin gibi düşünmeyenlere tahammül etmeyi öğreneceksiniz.. bunu sadece bir gruba ya da partiye değil herkese söylüyorum..

demokrasi değil , batsın demokrasi ve seçim zırıltıları ,  kardeşlik lazım bize kardeşlik.. bağımsız adaydan 7 bin küsür liranın harç olarak alındığı , partilerde lider sultası ya da güç odakları  tarafından adayların belirlendiği bir sistem demokrasiyse demokrasiyle işimiz olmaz..

kardeşliği yüceltelim , kini öfkeyi değil..

bir de artık susun artık susun.. bizim için değil kendiniz için susun.. ses tellerinize yazık..

metin öğretmen hes’leri protesto ediyordu.. nefes alıp gülüyordu iki gün önce.. ciğerlerini biber gazı doldururken bile belki gülümsüyordu.. 

şimdi ise metin öğretmenin ardından ağıtlar öfke haykırışlarına karışıyor..

metin öğretmen öldürüldü.. ama hala saygısızca konuşup duruyorlar.. ölüye bile saygıları yok..

utanın da susun hepiniz artık.. saygı biraz..

emekli öğretmen metin lokumcu’nun katledildiği , aday listeleri verilirken bazı adayların yasaklı olduğundan bahisle veto edilmelerinin ardından çıkan protesto gösterilerinde öldürülenlerin , yaralananların olduğu sonra da yasaklananların veto edilenlerin birden aday olabilecekleri açıklandığı saçma sapan , karabasan  bir gündem de ancak böyle saçma sapan bir yazı yazılırdı.. ne yazılsa saçma ne yazılsa boş..

hiçbir şey METİN HOCAYI geri getiremeyecek lan..

getiremeyecek..

o sırça kulelerinizde , köşklerinizde HEPİNİZ AMA HEPİNİZ BİR SUSUN , ahkam kesmeyi bırakın biraz SUSUN..

şimdi abdullah chhadeh çalıyor..

kanunu ağlatıyor çalarken , dinlerken de sizi ağlatıyor..

sesine , notalarına , kanunda gezinen parmaklarının üzerine yatıyorum kendimi..

içimi kaldıran , midemi bulandıran tüm bu keşmekeşten uzaklaşıyorum , yüreğimde metin hocanın kahreden yokluğu..’

Crockett..

‘ikizim’e ve bana ‘muadili olmayan insanlar’ cümlesini yazan’a , kalpleri delen ve ruhları ortadan ikiye yaran bir film önerisi : pelikan kanı..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim günde ortalama dört film izleyen bir yaratığım.. bazen bu sayı yediyi sekizi bulur.. son zamanlarda bu sayı üçlere filan indi saçma sapan yoğun tempodan..

dün oturdum izlemediğim yüzlerce film arasından önce inarritu’nun ‘biutiful’unu izledim.. film gerçekten harikaydı , inarritu yine aynı çizgide sağlam adımlarla ödün vermeden ilerliyor.. ‘javier bardem’ yine olağanüstü oynamıştı.. filmin etkisinden kurtulabilmek için mecburen bir aksiyon filmi seçtim.. fransız sinemasının yükselen değerlerinden ‘roschdy zem’in oynadığı ve sağlam bir aksiyon filmi ‘a bout portant’ı (son nokta) izledim.. gerçekten son yıllarda izlediğim en güzel aksiyon filmlerinden birisiydi.. yönetmen  ‘fred cavaye’ 80 dakika gibi kısa bir sürede o kadar çok şey anlatmış ki filmde hayran kalmamak elde değil.. fred cavaye’nin öğrendiğim kadarıyla yönetmen koltuğunda ikinci uzun metrajlı filmi.. senarist olarak birçok filmde de imzası var.. ‘a bout portant’ konusu özgün ve sıkmadan , klişelerden kaçarak anlatıyor ne demek istediğini..  bu iki filmden sonra filmlerin arasında dönüp dururken ‘pelikan kanı’nı çektim.. belki ‘haryy treadaway’ ile ‘emma booth’un çekicilikleri o filmi seçmem de etkili olmuştu..

 filmi attım makineye , dönmeye başladı..

ve daha başlangıcıyla aldı beni içine doğru..

bazen günde 20 tane film atarım makineye ilk beş dakikasından sonra ‘belki bir dahaki sefere’ arşivine gider çoğu.. çünkü sarmaz bazı filmler sizi.. yorar.. ama bu öyle değildi.. daha ilk saniyeden itibaren sizi kuşatıyor bu film..

mutlaka izlenmesi gerekenlerden ‘pelikan kanı’..

yönetmen ‘karl golden’ gerçekten mükemmel bir iş çıkarmış..

gerçek aşkların , aşıkların , sevginin , fedakarlığın filmi..

sadece gerçek aşıklar sonuna kadar izleyebilir çünkü sadece onların yüreğinin gücü yeter bu filmi izlemeye.. günümüzdeki sahte , günü birlik aşıklara aşklara bir şamar atmıyor , pata küte girişiyor film..

ken loach’un kes (kerkenez) filmi sinemaya aşık olmamda en büyük etkisi olan filmlerden birisidir.. o filmden sonra izlediğim en iyi aşk , sevgi , doğa filmi.. ve de en önemlisi ‘kuşlarla’ , ‘kuşçuluk’la ilgili sağlam bir film.. yolda arabalarıyla giderlerken aniden durup gökte uçan amerikan kerkenezini görüp : ‘amerikan kerkenezi ingiltere’de sadece iki tane görüldü..’ diyip çılgınca sevinen , kendilerinden geçen üç arkadaş..

çok geç izledim ‘pelikan kanı’ filmini.. iki gündür buna yanıyorum..

akışı , oyunculuk kalitesi ve en önemlisi müziğiyle de esir ediyor film sizi..

konusunun özgünlüğü de filmi unutulmayanlar arasına sokacak nedenlerden birisi..

ken loach’un kes’ini izleyenler bir an kendilerini o filmin devamı içinde bulduğunu sanacaklar belki de..

annesinin cenazesinin olduğu gün mezarlıktan çıkar çıkmaz kuş peşine düşen ve stevie için her şeyi yapabilecek bir aşık gencin trajik hikayesi..

pelikanların özelliğidir bilirsiniz belki : canlılar içindeki en fedakar canlıdır.. diğer canlılar için bir an bile tereddüt etmeden , düşünmeden kendilerini feda ederler pelikanlar..

acaba nikko mu yoksa stevie mi kelek atacaktır intihar teşebbüslerinin en ciddisinde , şakası bile olmayanın da.. kim bilir..

benim gibi geç kalmışsanız mutlaka bulun izleyin bu filmi..

gülüşünüzle kalın..

 Crockett..

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

pelikan kanı :

 yönetmen: karl golden
oyuncular: harry treadaway , emma clifford , emma booth , ali craig , arthur darvill , babatunde aleshe , christopher fulford , daniel hawksford..
senaryo: cris cole
görüntü yönetmeni: darran tiernan
müzik: niall byrne
süre: 1 saat 35 dakika , yapım: 2010 – ingiltere..

 filmin konusu :

  ‘nikko (harry treadaway) londra’da yaşayan , bir temizlik şirketinde çalışarak geçimini sağlayan 22 yaşında bir gençtir.. nikko’nun en önemli özelliklerinden birisi de ‘kuş gözlemcisi’ olmasıdır..

inişli çıkışlı duygusal hayatında stevie (emma booth) dışında kimseyi sevmemiş , sevememiştir.. ikisi birlikte intihar etmeyi planlamış , birisi kelek atmıştır.. nikko intihar fikrini tek başına gerçekleştirmeye çalışırken kendi ablasını da yanlışlıkla yaralamıştır.. bu olaydan sonra stevie bir süreliğine yurt dışına gitmiştir..

artık nikko’nun hayatında sadece kuşlar vardır.. kimsenin rekorunu kıramayacağı bir şekilde en çok kuş türünü gören insan olmak için ilki arkadaşıyla birlikte kuşların peşinden elinde kamera ve dürbünleriyle dağ , ova , bayır , park , orman gezerler..

 ve bir gün stevie tekrar karşısına çıkar.. olaylar gelişir..’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden Alıntılar ve Replikler :

 ‘ben bir zamanlar bir kızla çıkmıştım ve birlikte kendimizi öldürecektik , sonradan anlaşıldı ki birimiz ciddi değilmiş..’

giriş şarkısından :

 ‘kalbim bir an durunca içinde

çarpmayı reddedince

ayaklarımın altında toprağı hissetmiyorum..

ayaklarımın altında..

yalnız başıma odamda

seni hayal ederken

ah daha ne yapabilirim

hala sana ihtiyacım var

ama şimdi seni istemiyorum’

 ‘bütün kuşçular liste tutar , ingiliz listeleri , ülke listeleri , elle beslenen kuşlar listesi.. benim kendi parti parçam : ‘muzun ucundaki yaban ördeği’ydi.. 200 ve başlangıç seviyesini atlatıyorsun.. 300 ve orada biraz nadidelik var ve eh hiçbirimizin 400’ün  üzerini bulacağını sanmıyordum önceden.. şaka kısmı şu o kuş listene girdiği an değersiz olur..’

 

‘çocuk : neler oluyor..

nikko : bir kuşa bakıyoruz , bir beyaz serçe..

çocuk : onunla ne yapacaksınız , öldürecek misiniz..

nikko : hayır sadece bakmak istiyoruz..

çocuk : niye..

nikko : biz bunu yaparız..

çocuk : amacı nedir..

nikko : amacı yok..’

nazmi ve halo..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cumadan başlayalım..

cuma günü sabahın köründe ‘ciğerim’le kör bir koşuşturmanın içine girdik.. istanbul’a ait olduğu söylenen uzak ilçelerinden birinde ekmeğin peşindeydik.. bir de saatlerce trafikte araba kullanmak.. hele ukome midir nedir , onun aldığı kararla saçma sapan bir nedenle bölünmüş yolda 70 km hız limitine uyarak.. işin komik yanı kadıköyden büyükçekmece’ye gitmek için gündüz vakti zaten 70 km hız yapacağınız kısımlar en fazla altı yedi kilometredir.. o ‘muhteşem’ ya da ne diyelim ‘mükemmel’ trafikte 50’yi görmek zaten mümkün değil.. ama sizin 70 ve üzerine çıkıp biraz soluklanacağınız ve oh be trafik açıldı diyeceğiniz yerlerde arkadaşlar 70 km. hız sınırı getirip radarlarla hazineye para kazandırmak için bol bol ceza kesiyorlar.. evlere tebligatlar yağmaya başlamış.. bana da geçenlerde gelmeye başladı ceza makbuzları.. dikkat ettim 80 yazıyor yakalandığım hıza.. ee pes yani bölünmüş yol olan , yaya ve hayvan trafiğine kapalı yolda ve aynı zamanda tekirdağ ile edirne’ye giden şehirlerarası transit yol olan d-100 yolunda 80 km. hızla radara yakalanmışım..

hız ne : 80..

süper..

ben de zannettim ki trafik canavarı olmuşum da metrobüsler gibi 100’den yüksek süratle uçmuşum..

yahu ayıp ayıp , metrobüsler kocaman gövdelerine rağmen vızır vızır 100 km. ve üstü süratle yanımızdan korkutucu şekilde geçerken biz eşekler gibi tın tın 70 km. hıza uymaya çalışıyoruz , o da trafiğin nadiren açık olduğu kısımlarda..

işte sabahın köründe biz bu cezayı ve uygulamayı eleştirip , sağa sola yağarak ciğerimle büyükçekmeceye geçtik.. ve hukuki olarak uğraşmaya karar verdik bu cezalarla , bu ukome midir her neyse adı , onun aldığı kararla.. bir de tüm metrobüsleri ihbar edip hiç sevmediğim ‘ulvi’ vatandaşlık görevimi yapmaya karar verdim ben.. nefret ettiğim ihbarcılık zihniyetine burada teslim olmaya karar verdim.. hepsini ihbar edip şikayet edeceğim 70 km’lik hız limitine uymuyorlar diye.. biz can taşıyoruz da onlar karpuz mu taşıyor o daracık metrobüs yolunda..

neyse ulaştık  büyükçekmece’ye.. abuk sabuk işlerle uğraşırken ‘sülo abimle’ karşılaştık.. hoş beş derken öğlen yemeğimizi ısmarladı.. sohbet ettik bol bol.. ondan ayrıldıktan sonra çöplüğümüz kadıköy’e doğru yola çıktık.. şişli’ye uğramaya karar verdik.. şişli’de de oyalandıktan sonra çöplüğümüze geldik..

döndüğümüzde saat beşi bulmuştu.. sanki üzerimden tır geçmiş gibiydi.. beni tanıyanlar bilir direksiyona geçtiğimde urfa’ya kadar tek başıma giderim gıkım çıkmaz , yorulmam.. ve en önemlisi çok severim araba kullanmayı.. ama istanbul içinde beş altı saat trafikte kalmak 10 kere urfa’ya gitmeye eşdeğer sanırım..

döndük mekana geldik.. ciğerim koltuğa yığıldı , ben dolaba koştum buz gibi biralardan dört tane yanıma alıp bilgisayarıma geçtim.. natacha atlas’ın ilk eşi olan ve yeni keşfettiğim ‘abdullah chhadeh’i açtım dinlemeye başladım.. iki bira hemen boşalıp çöplüğü boyladı tam üçüncüyü açıp ayaklarımı masaya doğru uzatmıştım ki zil çaldı.. of dedim kim bu saatte gelen münasebetsiz.. kalktım kapıya hamle yaptım o sırada ‘abidin dayımız’ kapıyı açmış , gelen ‘ümo’ydu.. ‘ne o la’ dedim ‘hangi rüzgar attı seni..’

meğer beni almaya gelmiş.. ‘nazmi’yi karşılayacaktık unuttun mu’ dedi..

‘nazmi kırık’ nasıl unutulur ki..

sadece günün yorgunluğundan kafam durmuştu ve bitmiş durumdaydım.. ‘sabiha’ya inecek değil mi’ dedim.. 

‘hayır , atatürk havalimanına inecek’ dediği anda birden yol gözümde öyle büyüdü ki.. az önce daha o taraftan gelmiştik.. ‘la arabayla gideceğiz deme sakın’ dedim..

neyse deniz otobüsünde anlaştık bakırköy’e geçme konusunda.. ümo’da hemen aceleyle yolluk yapmak için beş altı birayı içti.. kafamız güzel olup yumuşadıktan sonra ikiledik iskeleye doğru.. yolda fark ettim ki yirmi yıllık arkadaşım ümo’da kapalı alan fobisi var.. duramıyor adam yerinde.. koptum gülmekten.. 15 dakikalık yolculuk ümo’ya iki saat gibi geldi..

deniz otobüsünden sonra taksiye atladık havalimanına doğru yola çıktık.. taksi şoförü antakya’lı (hatay’lı) çıkınca derin bir memleket muhabbetine dalmışken nazmi’nin mesajı geldi uçaktan indiğine dair..

neyse girdik havalimanına fakat nazmi görünürde yok.. korktuğumuz başımıza gelmesin , daha önce ki (şimdi kapanmış olan) bir askerlik problemi yüzünden tutmuşlar olmasın diye düşünürken aradık nazmi’yi.. ve evet maalesef nazmi kardeşimiz bilgisayardan düşümü yapılmayan eski bir dava nedeniyle gözaltındaydı.. şimdi suç bile olmaktan çıkmış bir dava nedeniyle üstelik , askerlik meselesi.. oysa olay kapanmış askerliğini 2015’e kadar erteletmişti..

ama maalesef insanları ararken hemen bilgisayarlara giriş yapılır da nedense aramalar kalktıktan sonra düşümleri hemen yapılmaz ya da daha doğrusu hiç yapılmaz..

nazmi ‘aldılar beni , bekletiyorlar’ diyince girdik havalimanı karakoluna hemen.. girer girmez ‘vallahi bravo hemen de nasıl geldiniz’ dediklerinde ‘biz zaten karşılamaya gelmiştik , arkadaşıyız’ diye cevap verdik.. güldüler ‘ne şanslı adammış’ diye.. ne şansı.. günlerden cuma , mesai saatleri bitmiş tüm adliyeler kapanmış ve nazmi gözaltında , olmayan bir suç ve davadan dolayı..

sağı solu aradık.. kimseye ulaşamıyorsun ki o saatte.. sonra nöbetçi savcıyla yapılan görüşmeler sonucunda nazmi’nin ertesi gün hemen adliyeye getirilip işlemlerinin yapılıp bırakılacağı konusunda mutabakata varıldı..

bizim moraller sıfırken , nazmi ‘ben alışkınım kardeşlerim , mühim değil , rahat olun’ dese de öyle üzülmüştük ki..

nazmi geceyi orada geçireceğini bildiği halde kalbinin güzelliğini yansıtan gülüşü ve kahkahalarıyla bize moral veriyordu.. ‘filmini yapalım bu durumun’ dedim.. gülerek ‘mutlaka yapalım’ dedi nazmi..

sen kalk dört beş sene sonra atla uçağa gel buraya ama seni saçma sapan bir nedenle gözaltına alsınlar.. bürokrasinin yavaş işlemesi ya da hiç işlememesi işte bu..

bu arada nazmimiz , mevsimlerden baharın bitmek üzere olduğunu ve yazın gelmekte olduğunu , havaların ısındığını düşünüp üzerine bir şey almamış.. yanımda olan paltomu ona bıraktım.. ‘üşüyebilirsin gece , serin olur ya da yastık yaparsın’ diye zorla bıraktım paltoyu..

sonra esas mevzu nazmi’nin kaybolan bagajıydı.. nazmi gözaltında kalacağını unutmuş valizin peşindeydi.. güldük kahkahalarla.. nazmi gözaltına alınınca valizi dönmüş durmuş bantta ve sonra ortadan kaybolmuştu.. ‘içinde çikolata vardı , bir sürü hediye vardı çocuklara getirmiştim.. bulun onu lütfen’ diyince ümo hem yağdı , esti , gürledi hem de koptu gülmekten..

memurlar ‘biz buluruz merak etmeyin’ dediler.. biz bu sözü alınca nazmi’yle ertesi gün buluşmak üzere sarılarak ayrıldık..

yüreğimiz buruk , sinir stres içinde hiç konuşmadan geri döndük kadıköy’e.. zaten ne zaman bir sevinç , mutluluk yaşamaya teşebbüs etsek şairin dediği gibi gerçekten ‘kusma nöbeti’ sunuluyor bize..

nasıl üzgündük kimse bilemez bizim o halimizi görmeden.. nazmi gelmiş dört sene sonra ve biz elimiz kolumuz bağlı onu orada bırakmıştık..

kadıköy’de ayrılırken ümo ‘ben yarın onu alırım merak etme’ dedi.. ben gidemiyordum çünkü sabah ‘halo dayı’nın yerine bir keşfe katılacaktım.. cumartesi ne keşfi demeyin.. oluyormuş.. ben de meslek hayatımda ilk defa yaşayacaktım.. haberleşiriz yarın diyip ayrıldık.. çünkü olumsuz bir durum olması durumunda yapılacak şeyler için plan yapmalıydık.. gerçi ümo 20 avukata bedeldir.. hele konuşmaya başlayınca kimse tutamaz onu.. ama sinirlenmesini istemem çünkü sinirlenince ben de tutamam onu..

ümo’dan ayrıldıktan sonra mekana çıktım.. ne hayal etmiştik.. nazmi’yi alıp gelip burada takılacaktık biraz.. ama ben tek başıma gelmiştim işte..

gittim dolabı açtım önce iki duble rakı üstüne de iki birayı cila yaptım.. ve koltuğa uzandım.. gözlerimi kapadım nazmi’nin gülümseyişi aklımda kalmış ve bir de mavi gömleği.. ha bir de çikolata dolu valizi hayal ettim gözlerim kapalıyken gülümsedim.. çocuk olsaydım çikolata dolu bir valiz mutluluktan çıldırtırdı beni kesin..

nazmi kalbinizi emanet edebileceğiniz nadir güzel insanlardan birisidir.. kalbinizi onun kalbine yatırın kalsın.. sizden daha iyi bakar kalbinize.. ama biz işte bir şey beceremeden onu saçma sapan bir nedenle amonyak kokan camı olmayan havasız bir bekleme odası denilen gözaltı odasında bırakıp gelmiştik..

sabah oldu.. hayatımın en yoğun günlerinden birisi olacaktı bu cumartesi.. of dedim bitmez bugün.. aklım bir yandan nazmi ve ümo’da.. gözüm telefonlarda..

halo’nun yerine katılacağım keşif neyse ki bizim mekanın olduğu sokaktaydı.. şans işte.. ama tabi heyet ne zaman gelirdi bilemezdik.. mekana geldim baktım ciğerim de gelmiş sabahın köründe.. dedim hayırdır la.. ‘halo gelecek’ dedi.. ne dedim halo da mı keşfe katılacak.. ‘evet ondan sonra onu düğüne hazırlayacağız.’.

evet o da vardı ya.. akşama halo’nun biricik kızı evlenecekti.. düğünü vardı.. neyse tam konuşurken zil çaldı.. gelen halo’ydu.. sinir küpüydü ve bağıra çağıra geliyordu.. sarıldık.. ‘ya durun allah aşkına üzerime gelmeyin’ dedi.. neyse biraz zoraki sarılmalar ve güreşmeler sonucu 73 yaşındaki halo’muzu sakinleştirdik biraz.. ‘birer çay içip sokağa inelim heyeti bekleyelim’ dedi.. indik on dakika sonra..

ben de o sırada ümo’yu aradım.. durum nedir diye sorduğumda adliyenin önünde memurlarla birlikte kahvaltı yapıyoruz dedi telefona çıkan ses.. ‘la ümo olum senin burnun mu tıkanmış , hasta mı oldun gece’ diyince telefondaki ses gülerek ‘nazmi ben nazmi’ dedi.. o sinir , streste sesi tanıyamamıştım işte.. telefonda karşılıklı güldük uzun uzun.. ‘nöbetçi savcının gelmesini bekliyoruz , çay içiyoruz’ dedi.. haberleşmek üzere telefonu kapattık gülerek..

neyse benle , halo ve ciğerim sokakta volta atıyorduk keşif yapılacak binanın önünde.. baktık gelmiyorlar , keşif yapılacak yerin sahibine bizi telefonla arayın geldiklerinde diyip halo’ya ayakkabı ve takım elbise almaya gittik hemen bahariye caddesine..

biz heyet gelene kadar halo dayı’ya takım elbise ayakkabı vs her şeyi almıştık.. provaları bile yapmıştık kısaltmalar , düzeltmeler için.. tam mağazadan çıkıyorduk ki aradılar heyet geldi diye.. halo’yla koşarak sokağa geri döndük.. keşiflerde bulunmanın nedenini hiç anlamam.. sadece imza atarsın , pek bir fonksiyonun yoktur.. ama işte çene dinlememek için bulunuruz.. keşif bitikten sonra halo ‘beni bir berbere götürün’ diyince halit usta’nın oraya götürdük dayıyı.. kendi ustamın koltuğuna ‘halo’yu oturttum.. ciğerim de diğer koltuğa oturdu..  o da traş olmaya başlayınca halo ‘sen de traş olsana akşama düğüne yakışıklı gidelim hepimiz’ diyince  boş olan son koltuğa oturup diğer ustamız halil ustama da dalgınlıkla ‘hadi sen de beni yap’ diyince nedense berberde bulunan herkes güldü.. ‘şut ve gol’ olduk.. ne yapayım kafam dolu , stresliyim , aklım nazmi’de , kulağım telefonlarda.. kafa nakavt olmuş diyemedik ustam sen de ‘bizi traş et’ diye.. berber koltuklarıyla ilgili daha önce de yazmıştım.. hayatımın en büyük işkence anlarıdır berber koltuklarındaki traş olma anlarım.. başladı o işkence.. neyse berberden çıktık parlamış ve ortalığı yakan halo’muzun yakışıklığıyla..

gittik yemek işini de aradan çıkardık , zıkkımlandık..

mekana döndüğümüzde ‘abidin dayımız’ da gelmişti.. o sırada ümo aradı ‘cano , nazmi tamamdır.. uzun hikaye ama ortalığı yıktım geçirdim , olmazı yaptım kapalı olan diyarbakır’daki adliyeyi açtırdım evrakı buraya fakslattım ve nazmi serbest.. birazdan işlemler bitecek , eve gidip duş alıp dinleneceğiz , akşama halo’nun düğününde görüşürüz’ dedi.. o an gülümseyip rahatladım işte..

nazmi serbestti..

ifadesi bile alınmadan imza atmadan serbestti.. niye kalmıştı 20 saat boyunca diye sorsak işte bürokrasinin güzel işleyişi.. kafka yaşasaydı bu ülkede acaba ……………… diyorum sadece ve bu bahsi kapatıyorum..

halo’yla , ciğerime söyledim sevindiler.. dayı ‘akşama mutlaka gelsinler’ dedi.. ‘gelecekler dayı , rahatta’ dedim..

nazmi bir şok yaşayacaktı 24 saat içinde yaşadıklarından.. hamburg’tan kalk gel gözaltına alın ortada olmayan bir dosya nedeniyle , 20 saatlik bir macera yaşa sonra kalk kalamışta denize karşı bir düğüne katıl..

öğleden sonra saat ikiye gelirken halo’yu eve gönderdik yeni takımını terziden alıp.. hazırlanacaktı.. zaten kızına o gün akşama kadar içmeyeceğine dair söz vermişti.. ve sözünü tuttu gerçekten.. içmedi gün boyunca.. dayıyı evine gönderince ciğerimde bir iş için ‘dursun abimizin’ yanına gitti..

ben de fırsat bu fırsat can ‘reis’i arayayım , şu iki saatlik boşluktan yararlanıp istiklale geçip ortak bir dostumuza sitem ve sevgi dolu bir sürpriz yapalım dedim.. bu konuyu sonra başka bir yazıda anlatırım bir ara.. reis yoldaymış zaten bana doğru geliyormuş.. sinemanın önünde buluşup hemen vapura koştuk.. vapurdan tünele oradan da istiklale çıktık.. reis döndü bana ‘reis , dostumuzun yanına gitmeden bir şeyler içelim , boğazım kurudu , susadık , terledik’ dedi.. ‘nereye gidelim düşünelim’ dedim.. malum deplasmandaydık.. ben hiç sevmem istiklal ve beyoğlu muhitini.. hazzetmem.. saçma sapan bir kalabalık ve gürültü.. insanlar ne anlarlar oradan bilmiyorum.. dedim ‘gel cumhuriyet’e gidelim ikişer bira sallarız , sonra akarız dostumuzun oraya doğru.. girdik ‘cumhuriyet’in gölgesine sığındık , sığınmaz olaydık.. ‘dört bira’ dedik.. ‘beyefendi yemek yemeyecekseniz bira servisimiz yoktur’ dedi.. ‘yemek servisimiz var sadece’yle bitirince biz dumura uğramış bir şekilde ‘ne zamandır kardeşim’ dedik.. daha önce kaç defa oturup bira içip patates ıvır zıvır yemiştik.. kaldı ki meyhane burası , iki tek atamayacak mıyız adı meyhane olan bir yerde.. içimden tekrar yükselen bir öfke kabalığa dönüşmeden ‘kalk’ dedim reis’e , küfür edip yağa yağa çıktık.. dedim ‘ulan bu ülkeden de bu insanlardan da bazen öyle nefret ediyorum ki.. anlamsız ve saçma sapan uygulamaları ve hareketleriyle öfke seline atıyorlar beni..’ hayır işin ilginç yanı ‘cumhuriyet’e girdiğimiz anda içerisi sinek avlıyordu.. ulan zaten müşterin yok , hem sen bizi tanıyor musun biz o masaya oturduk mu ikişer bira için bil ki yarım saatte beşer bira içer abuk sabuk şeyler yiyip kalkarız ve sana güzel de bir hesap bırakırız.. işletmecilik anlayışı sıfır olunca işte böyle olur.. nasıl müşteriler kaçırdığının farkında değil şef denen işi bilmez kardeşimiz.. ha tipimizi mi beğenmedi diyeceğiz gayet şıktık , cillop gibi de traş olmuştuk.. benim bıyıklarım , reisin top sakalı hariç pamuk gibiydik.. neyse reis ve ben yağa yağa sokağı döndük hah dedim işte burası ya , gel ya gerçek bir müessese işte burası.. ‘boş ver’ dedim ‘içim sıkıldı her şeyden.. çökelim pano’ya vuralım şaraba , biraya..’

dışarıda oturmayı hiç sevmem , dışarıda dediğim sokağa atılan masalardan.. ama o an çöktüm hemen serinliğe.. garson geldi dedim ‘canım ikişer bardak şarap ve iki bira..’ garson ‘efendim altı kişiyseniz bu masaya ek yapamam içeri alalım sizi’ dedi.. ‘canım rahat ol onlar ikimize , bunlar başlangıç siparişi.. sen git getir , bir de peynir tabağı yap getir..’ deyince garson kafa sallayıp hala anlamamış vaziyette gitti.. komi geldi baktım dört servis açıyor.. güldük reisle.. altıyı çözememişler , dörtler demişler herhalde.. uzun uzun güldük.. iki servis açtırdık ve gitti..

sonra garson ikişer bardak şarap getirdi , iki de bira.. ilk şarap kadehlerini ağzımızda çalkalayıp hemen fondip yaptık.. ohhhhhhhhhhh.. soğuk ve enfes bir şarap.. kalkıp inen bardakları gören garson peynir tabağını bıraktı gülümseyerek.. biz de altı çeşidi de birbirinden güzel peynirlere giriştik hemen.. peynir tabağının üzerinden çekirge sürüsü geçmiş gibi olduğunda şaraplar ve biralar bitmişti.. reis , ‘canım’ diyerek garsonu çağırıp ikişer bira daha sipariş etti.. garson yine anlamsız bakarak gitti.. ve biz yarım saatten fazla olmayan bir sürede ikişer bardak şarap ve üçer birayı götürmüştük.. kafamız on numara yumuşamıştı.. böyle müşteri nerede bulunur yahu.. iddia ediyorum bu kadar kısa sürede problemsiz ve böyle çok içen , kalkan müşteri yoktur yeryüzünde.. oysa biz o yarım saatte ne muhabbetler edip gülmüştük.. reis hesaba dokundurtmadı sağolsun..

hemen topukladık sevgili dostumuza doğru.. sitem edip , sevgi ve saygılarımızı sunup hemen kadıköy’e dönecektik çünkü düğüne gidecektik akşama.. ve en önemlisi nazmi’ye kötü bir gecenin ardından güzel bir gece yaşatmak istiyorduk hepimiz..

istiklal’de sevgili dostumuza sürprizimizi yapıp geri döndük hızla.. dostumuz bayağı şaşırdı ve sevindi fakat sitemlerimizi de bildirdik kendisine.. başka bir yazıya..

ama geri dönüş yolunda içerken aldığımız yükten dolayı tuvalet arama maceralarımız filmlikti.. neyse ki kalkan vapura kıl payı yetiştik..

ve kadıköy , yani evimiz.. iskeleye adım atınca derin bir nefes ve işte evindesin , kadıköy’de..

o sırada gürsel’i aradım.. ‘nazmi geldi gemide’de oturuyoruz buradan  alın bizi gidelim’ dedi.. gittik gürselle , nazmi otuyordu fakat ümo kayıptı.. ümo’nun işi çıktı gelecek dediler.. baktık bizim gibi nazmi ve gürsel’de güzelleşmişlerdi.. nazmi’ye sarıldık güzelce.. geçmiş olsun dedik..

sonra aldık onları bizim mekana gittik.. mekan kalabalıktı : ciğerim , eşi gülümser , nehir ablamız ve abidin dayı bekliyordu bizi.. ‘sarı ve ümo’ da aradılar ‘yoldayız geliyoruz’ diye.. saat yediye geliyordu.. mekandan çıktık.. ümo da mekanın önünde bize katıldı.. ikişer taksiye bölünüp düğünün olacağı mekana doğru yola koyulduk.. düğünleri de sevmem ama mecbur katılmak lazım.. hele bu düğünde halo dayımızı hiç yalnız bırakamazdık..

kalamışta , deniz kenarındaki düğünün yapılacağı mekana girdiğimizde güneş yavaş yavaş batma manevralarına başlamıştı.. hepimiz aynı masaya oturduk.. biraz aksilik oldu ama her işte bir hayır vardır diyerek hemen unuttuk aksilikleri..

halomuz düğün sahibi olmasına rağmen bizim masaya konuşlandı ve bizden ayrılmadı düğün boyunca..

tabi bu arada kardeşlerimiz ‘seçkin ve mesut’a buradan da tekrar bir ömür boyu sonsuz mutluklar diliyoruz aylak adamız ailesi olarak..

gelin ve damadın mekana giriş yapmasıyla düğün başladı.. ilk danslarını yaptıktan sonra masaları dolaşmaya başladılar..

biz de tabi grup olarak rakıya ve biraya başladık tam gaz..

nazmi mutlu ve neşeliydi ama o da şaşkındı.. eminim içinden ‘la gece nerdeydik şimdi nerdeyiz’ diyordu..

vur patlasın çal oynasın son hız düğün devam ediyordu.. bir nazmi’ye bir halo’ya sataşıp muhabbet ediyordum.. hele düğünde şarkı söyleyen arkadaşlardan birisi halonun daha önceden tanıdığı arkadaşlarından birisi çıkınca espiriler çoğaldı.. kahkahalar patladı.. ama saatler geçtikçe şarkıcı arkadaşın bir an susmasını istedik.. hem biz hem o helak olmuştuk şarkı bombardımanından.. arka arkaya şarkılarla kafamız şişmişti.. ama nerde , soluk almadan şarkıları patlatıyordu.. sonra biz önemsemedik bağıra çağıra sohbete devam ettik..

nazmi’yle nerelerden nerelere girdik çıktık sohbet sırasında.. yıllar öncesine gittik.. duygulandık , gözlerimiz buğulandı sonra neşelendik..

en çok binevşe berivan’ın ‘phone story’ filminden ve ‘güneşe yolculuk’tan bahsettik.. sonra ‘golshifteh farahani’ ile birlikte oynadıkları yeni filmle ilgili tüyolar aldım.. ve lafın arasında öğrendim ki gelmeden michel haneke’nin öğrencisi olan bir yönetmenin filminde oynamış norveç’te.. nazmi kardeşimiz dur durak bilmeden , yoruldum demeden sinema için emek sarfedip ,  koşturuyordu.. binevşe berivan’la da yine ilginç bir kısa film çekmişler , montaj aşamasındaymış.. ayrıca bana binevşe’nin uzun metrajlı bir film için hazırlıklara başladığını da müjdeledi.. gerçekten uzun zamandır binevşe berivan gibi güçlü bir yeni yönetmen tanımamıştım… kısacık bir süre içinde muhteşem bir hikaye anlatıp , on numara bir film çıkarmıştı.. tabi nazmi’nin mükemmel performansı da unutulmamalı.. sinema dolu bir sohbet sürerken duygusal bir müzik çaldığını fark edip sahneye baktığımızda halo’nun yaptırdığı muhteşem düğün pastası ortaya gelmişti.. ama kardeşimiz seçkin çalan müziği susturdu ve müzikleri çalan arkadaşlara dönerek bir şeyler fısıldadı.. anladık ki pasta kesme töreni istediği bir parçayla olacak.. ve beş on saniye sonra inanamadığımız bir şarkı başladı.. nazmi , ümo ve masadaki on kişi birbirimize baktık.. 

çalan parça ‘çav bella’nın bir versiyonuydu.. hepimiz çok neşelendik bir anda.. iki saattir klasik düğün müziklerinden feleğimiz şaşmış , kafamız allak bullak olmuşken birden çav bela çalıyordu.. sahnede seçkin yumruğunu kaldırmış neşeli bir şekilde tempo tutuyordu.. biz de coşkulu bir şekilde katıldık şarkıya.. bu düğünlerde yaşadığım ikinci bir sürprizdi.. daha önce de kardeşimin düğününde carlos puebla’dan ‘hasta siempre’ çaldığında duygulanıp , şaşırmıştım.. ve pastayı neşeyle kesen çifti alkışlayıp tebrik ettikten sonra tekrar sohbete daldık bizim ekiple..

arada nehir ablamız koşarak geliyor masaya bambaşka neşeler saçıyordu.. gelinin çiçeklerini alıp gelmişti.. babası ‘onu aldıysan seni hemen evlendirmemiz lazım’ diyince çiçeği hemen masaya bırakıp kaçtı küçük nehirimiz.. biz de arkasından güldük..

sonra bir ara geldiğinde yakaladık nehir’i tekrar.. nazmi abisi ona yeni doğan kızı ‘mina helin’ bebeğin fotoğraflarını gösterdi.. nehir resimleri ve videoları uzun uzun inceledi telefondan.. zaman ne çabuk ilerliyordu.. nehir de daha dün bebekti.. şimdi okula gidiyordu.. dün gibiydi yahu.. galiba yaşlanıyoruz..

gecenin ilerleyen saatlerinde kafamızı iyice bitmişken baktım nazmi , ümo ben yorgunluktan da tükenmişiz..

izin istedik halo dayımızdan ve onu öpüp arkadaşlarla vedalaştıktan sonra mekandan ayrıldık..

takside kakari kikiri yaparak evlere tevzi olduk.. eve girdiğimde kravatımı takside unuttuğumu fark ettim.. bir küfür salladım kendime.. en sevdiğim kravatımdı.. halbuki hiç sevmem de kravatı takmayı.. mecburiyetten bazen takılıyor işte.. bazı kravatları çok severim , renginden midir deseninden midir ya da benim takıntımdan mıdır bilmem o kravatlarla yılları deviririm.. ben değişirim ama fotoğraflara bakıldığında kravatlarım pek değişmez..

ağzımda küfür yüzümde güzel bir tebessümle kitaplıktan bir kitap çekip kendimi yatağa attım hemen.. yatakta baktım kitap ‘novembrists’ grubunun gitarist ve solistlerinden ‘joey goebel’in ithaki’den bu ay çıkan ‘vincent spinetti’nin tuhaf kariyeri’ romanı.. ilginç bir kitap.. biraz dalar gibi oldum kitaba sonra  aklıma düğünden ayrılırken halonun kulağına fısıldadıklarım ve onun cevabı geldi.. kitabı bıraktım gözlerimi kapattım. çok duygulandım.. kötü geçen iki günün finali nazmi ile halonun buluştuğu güzel bir geceyle bitmişti işte..

bu iki güzel insanın sevgilerine layık olabilmek için ne yapsak , ne etsek azdır.. sonsuza kadar hep onlarla birlikte olmak dileğiyle , iyi ki varlar..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir artı bir , bir eder mi..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir artı bir , bir eder mi..’

 son zamanlarda izlediğim filmler o kadar iyi filmler oluyorlar ki acaba diyorum sinema sanatı çok mu gelişti ve sadece iyi yönetmenler ve iyi yapıtlar mı fırsat buluyor kendilerine diyorum kendi kendime ya da tesadüf oluyor hep güzel ve sağlam filmlere denk geliyorum.. bilmiyorum artık..

uzun zaman önce ismini duyduğum ancak beş altı gün önce izleyebildiğim ‘incendies – içimdeki yangın’ adlı müthiş ve müthiş olduğu kadar sarsıcı bir filmin etkisindeyim günlerdir.. ilk izlemeye başladığımda yarısında bıraktım , dayanamadım çünkü.. ezildim ağırlığı altında.. ancak kırkıncı dakikalarındaki bir sahnede nefesimin kesildiğini hissettim , kapattım filmi ve dışarı attım kendimi.. geceleyin tekrar başladım izlemeye..

izledim.. izledim.. boğazım kurudu , göğsüm daraldı , kalbim yerinden fırlayacakmış gibi oldu.. hele filmin doruğa ulaştığı sahnelerden birisi var ki orada başrol oyuncusuyla gırtlağımdan çığlık , nefes karışımı bir ses çıktı.. kalbim o anda durdu belki de..

çok hikayeler , yaşanmışlıklar dinledim , okudum , izledim , gördüm , yaşadım.. ama böylesine bir acıya , trajediye rastlamadım.. acı , ızdırap , zulüm , işkence , savaş , ayrılık , aşk , düşmanlık.. bir filmde bu kadar hikaye nasıl anlatılır demeyin ve cesaretinizi toplayıp bu filmle yüzleşin..

fazla bir şey yazmayacağım film hakkında şimdilik.. içimde büyüteceğim bu filmi ve bir gün yazacağım..

‘içimdeki yangın – incendies..’

yönetmen  denis villeneuve , lübnan asıllı quebec’li yazar ‘wajdi mouavad’ın aynı adlı oyunundan uyarlanan bu filmde başrolleri ‘lubna azabal , mélissa désormeaux-poulin , maxim gaudette’ oynuyor..

ortadoğudan bir hikaye.. geçmiş ve şimdiki zamanda bir arayış hikayesi..

‘jeanne ve simon marwan’ kardeşler anneleri ‘nawal marwan’ın ölümünden sonra hem annelerinin son vasiyetlerini yerine getirmek hem de kendi köklerini araştırmak üzere ortadoğu’ya doğru yola çıkarlar..

izlerken insan olduğumdan utandım.. utanıyorum.. ve utanacağım..

geçmeyecek , silinmeyecek , unutulmayacak bir utanç..

insan olma utancı..

‘bir artı bir , bir eder mi..’ – bu replik ve günlerdir içimde kendime ve tüm dünyaya , tüm insanlığa karşı kabaran bir kusma isteği.. bunu bile beceremiyorum içime kusuyorum ve düşünürken diyorum ki insan kökü kurutulması gereken bir canlı..

kendimizi ne güzel avutuyoruz ve ne güzel oynuyoruz rollerimizi..

insanlık yarılmış , çatlamış , insanlık kör bir bıçak gibi  kendisinin üzerine çökmüş kendi kendini boğazlıyor..

aynalara bakamıyorum artık..

kusma hissi başımı döndürüyor..

bir artı bir , bir eder mi..

Crockett..

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmden unutulmaz replikler :

 

‘şemseddin : – nihad yetenekli bir çocuktu.. kısa zamanda müthiş bir savaşçı oldu.. fakat annesini bulmak istedi.. aylarca onu aradı.. sonra nihad ne gördü veya ne ne duydu bilmiyorum.. o sıralar yaşanan deli bir savaştı.. bir süre sonra beni görmeye geldi.. bendne şehitlik için izin istedi.. böylece arayıp da bulamadığı annesi her yerde , ülkenin bütün duvarlarında nihad’ın resmini görebilecekti..’ 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘simon : – bir artı bir iki eder..

jeanne : – ne..

simon : – bir artı bir iki eder , bir etmez..

jeanne : – hey ateşin var..

simon : jeanne.. bir artı bir , bir eder mi..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘terki dünya mekanından sayıklamalar..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

batmış denize

ve yükselmiş göklere bu yeryüzü..’ – ingeborg bachmann

‘1 mayısın üzerinden kaç gün geçti , bir haftadan fazla sanırım.. bayram yorgunluğu ve bitmek tükenmek bilmeyen yolculuklar , iç ve dış kaynaklı yaşadığım çalkantılı süreçler.. saymakla bitmiyor.. hep bu nedenleri sayıyorum belki.. sıkıcı gelebilir.. ama gerçeklerim-iz bunlar.. elimizde vereceğimiz başka gerçeklik yok.. yalan da söyleyip yazmak işimize gelmiyor.. gülüyorum..

ve işte birden tepedeyim yine..

st. simon manastırının tepesinde..

arabadan iniyorum.. girişindeki tanıtım tabelasına bakıyorum , yine birkaç yaratık silahlarıyla delik deşik etmiş tabelayı.. bela okuyorum.. yürüyorum manastırın içine doğru..

st. simon’nun 40 yıl üzerinden hiç inmeyerek yaşadığı kaya parçasının üstüne çıkıyorum , yağ bağlamış kıçımıza , göbeğimize bakmayarak ve ona inat.. nefes nefese kalıyorum üzerine çıktığımda.. baharın serinliği var havada.. güneşin tekrar hafif hafif ısırıp yakmaya başladığı günlerin henüz başındayız.. terleyen sırtıma arkamdan sabah meltemi vuruyor.. rüzgarı önüme alıyorum yüzümü kel dağının bulunduğu tarafa denize çeviriyorum , akdeniz.. puslu bir havada güneşin ışıklarıyla parlıyor uzaktan..

kaç kere geldim buraya.. kaç kere kimleri getirdim görsünler diye burayı.. bilmiyorum..

ilk defa cesaret edip tek başıma çıkıyorum.. korkmuyorum bu sefer.. kimisi 450 kimisi 550 metre kimisi 800 metre diyor bu tepe için.. yüzlerce yıl önce st. simon bizim arabayla çıktığımız bu yolu günlerce süren bir yolculuktan sonra yayan tırmanarak gelmiş ve bu tepedeki manastıra yerleşmiş.. insanlardan ne kadar uzaklaşabilirse o kadar içsel huzura ulaşıp , dünyevi istek , arzu , ihtiras ve kavgalardan uzak kalacağını düşünen st. simon bir süre sonra onun iyileştirici gücü olduğuna inanan insanların akınına uğrar..

kayasını yükseltir.. daha büyük , daha yüksek bir kaya parçasının üzerine tüner..

ama insanlar yeni yerleştiği kaya parçasına da ulaşmaya başarır.. müritleri kendisine daha yüksek bir kaya parçası getirirler.. onun tepesine çıkar bu sefer.. ama insanlar hırslıdır ve bir çaresini bulup bu kayanın da tepesine varmayı başarırılar..

st. simon kızar ve adamalarına daha yüksek bir kaya bulmalarını söyler.. adamları o tepeye daha da yüksek bir kayayı bulup getirirler bin bir zorlukla.. ve  nihayet insanlar o kayanın üzerine çıkıp yaşamaya başlayan st. simon’a bu sefer ulaşamazlar.. tabi bu anlatılanlar hep efsane ve rivayet.. elli çeşit versiyonunu duyar ya da okuyabilirsiniz.. ben inanmak istediğimi anlatırım hep.. benim inandığım da bu.. sizler başkasını beğenip inanabilirsiniz hikayelerden.. ve siz de inandıklarınızı belki bana bir gün anlatır ya da yazarsınız..

ama işte ben ilk defa ‘tek’ başıma geldiğim st. simon manastırı’ndaki bu kayanın üzerine çıkabildim.. belki de bu kaya o en son yüksek olan kaya değildir kim bilir.. gerçi başka bir rivayete göre zaten o yüksek olan kaya st. simon öldükten sonra talan edilmiş , şifa bulmak ve dertlerine çare bulmak isteyen insanlar o kayayı parçalamışlar.. kim bilir.. hepsi bir rivayet.. belki de işte benim zorlukla çıkabildiğim bu kaya parçası sonradan koyulmuş başka bir kaya parçası.. tırmanmak için ayağınızı elinizi geçirebileceğiniz delikler , çıkıntılar mevcut.. ama bu 94 kiloluk cüsseyi oraya çıkarmak zor işti..

daha önceki gelişlerimde hiç teşebbüs etmemiştim üzerine çıkmaya.. belki de insanların önünde düşüp kafamı kırmaktansa tek başımayken düşüp kafamı kırıp ilginç bir yok oluş yaşamak istiyorum.. kaşıntı yani benimkisi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse kayanın üzerine çıktığımda ilk hissettiğim baş dönmesi oldu.. o muhteşem manzaranın etkisi ve kayanın yüksekliği.. inebilecek miyim geriye diye bir an korktum bile.. çünkü yıllar önce habibi neccar dağına çıkarken arkadaşlarla , beni sarp ve zorlu bir uçurumun kenarında tek başıma bırakmışlardı.. nasıl korktuğumu şimdi hatırlıyorum ve kendime gülüyorum.. beni tek başıma orada bir saat bıraktılar.. yardım etmediler.. tek başına geçeceksin o etabı dediler.. ve yukarıdan onlar beni gülerek izlerken ben gözlerimde yaşlarla ve kalbim korku dolu şekilde tırmanmaya çalışıyordum.. sonra aralarından birisi dayanamadı debelenmekten paramparça olmuş ellerimden birini tutarak beni yukarıya çekti.. sonrası mı.. ne mi oldu neredeyse hepsini habibi neccarın tepesinden aşağıya atacaktım ki bana tüm biraları vererek rüşvetle bu işten sıyrıldılar.. işte şimdi ise yaklaşık on metrelik bu kaya parçasının üstüne tünemiş st. simon gibi akdeniz’e bakıyorum sabahın serinliğinde..

st. simon bu kaya parçasının üzerinde 40 yıl boyunca neler düşünmüştür diye hayallere dalmışken rüzgarın sesinin , ıslık çalmalarının artık burada duyulmadığını fark ediyorum üzülerek.. rüzgarın sesi artık kaybolmuş durumda bu tepede.. tıpkı antakya’nın diğer tepelerinde ve dağlarında olduğu gibi pıtrak gibi çoğalan çevre dostu olduğu söylenen binlerce rüzgar tirbünü gibi bu tepeye de onlarcası yerleştirilmiş durumda.. korkunç sesler çıkarıyor bu devasa rüzgar tirbünleri.. insanın sersemletiyor baktığınızda kocaman kanatlarına..

bu devasa kanatların altında rüzgar sesinden umudu kesip küçücük kanatlarıyla bir o yana bir bu yana konup neşeyle sesler çıkaran kuşları duymaya çalışıyorum.. onlar da belli ki ürkmüş durumdalar..

ben de telefonumun tekini çıkarıp kayıtlı müzikleri tarıyorum.. bari kulaklığı takıp akdeniz’e ve kel dağı’na karşı güzel müzikler dinleyeyim diyorum bu eşsiz manzarada.. telefonda kayıtlı ama kaydı çok kötü olan ‘abdel halim hafez’in şarkılarından açıyorum dinlemek için.. elimde sayılı şekilde buluna ‘abdel halim hafez’in şarkıları o kadar değerliydi ki benim için kimse bilemez bunu.. ilk defa onun ismiyle bir fransız menşeli toplam albümde karşılaşmıştım yıllar önce..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sesi gerçekten muhteşem bir ses.. yıllar sonra onun hayat hikayesine ulaşıp okuduğumda ise nasıl hüzünlenip ağladığımı hatırlıyorum onun şarkılarını dinlerken.. mısırlı bir şarkıcı olan ‘abdel halim hafez’ , ‘ümmü gülsüm’ (oum kalthoum) dan sonra arap dünyasının en büyük şarkıcısı olarak gösteriliyor kimi otoritelerce.. ben arap müziğinin özellikle de klasik , eski arap müziğinin hemen hemen her sanatçısını dinlediğimi iddia ediyorum.. geniş bir arşivim var.. çok etkilendiğim sanatçılar oldu.. albümlerini bulabilmek için peşinde koştuğum çok büyük şarkıcılar oldu.. hangi deliklere girip çıktığımı bir gün anlatırım da gülersiniz bu albüm avlanmalarım sırasında.. abdel halim hafez’ın albümlerine ulaşmam mümkün olmadı pek.. elimde on – on beş şarkılık bir karışık şarkı albümü vardı.. (bu arada yıllar sonra elime tüm şarkılarını koyan güzel insan kadim dost ‘reis’e buradan da teşekkür etmeliyim ki az kalır teşekkürlerim.. çocuk gibi sevindim tüm şarkılarına kavuştuğumda..) neyse işte st. simon’un o eşsiz manzarasında abdel halim hafez o yanık sesiyle söylüyordu.. nasıl da etkiledi o sırada beni abdel halim hafez.. hayatında görmediği ortadoğunun tarihi bir tepesinde bir insanın kendisinin ölümünden onlarca yıl sonra şarkılarının dinlediğini bilse ne düşünür ne yapardı acaba.. ne hissederdi.. işte unutulmamak , yok olmamak budur.. st. simon gibi , abdel halim hafez’da yıllara , yüz yıllara meydan okuyacak ve unutulmayacaklar.. biz hep buradayız diyecekler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : abdel halim hafez , ümmü gülsüm’ün elini öperken..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu tepeye kimlerle geldiğimi ve her getirdiğim insan grubunun nasıl da etkilendiğini hatırlamaya çalıştım kulağımda abdel halimle.. hiç kimse buradan ayrılmak istemiyordu.. sessizlik.. sadece rüzgarın ıslığı ve kuş sesleri.. insan birkaç hafta bu sessizlikte yaşasa geri dönebilir miydi o keşmekeş şehirlere ve tek düze yaşamlara.. kesinlikle dönemez , dönse bile akıl sağlığını yitirir yaşadığı şoktan dolayı..

sonra aklıma birden acaba tüm antakyalılar buraya gelip görmüş müdür sorusu geldi.. nerdeeeeeeeeeeeee.. buraya gelip ne yapacaklardı ki.. taşlara mı bakacaklardı.. zaten manastırın yanında yöresinde pek ağaç yoktu , piknik de yapılmazdı.. taşların gölgesinde yapılacak piknikten de hayır çıkmazdı ki.. gerçi buraya gerçekten görmeye gelenler dışında yine de epeyi bir ziyaretçi portföyü var : sevgililer , esrarkeşler , ayyaşlar ve hep güldüğüm defineciler.. ben hangi gruba giriyorum bilmiyorum ama turist olmadığım kesin.. aylağız işte.. huzur bulmaya geliyoruz buraya.. bir de tanıtım amaçlı gelişlerim oluyor , dostları getiriyorum.. gecenin ikisinde zifiri karanlıkta çıktığımız bile oldu bu tepeye.. deli olanın bile yapmayacağı bir şey bu.. farların ışığında çıktığımız tepede yine farların ışığıyla saatlerce ufka bakarak güneşin doğmasını bekledik sessizliği dinleyerek..

işte şimdi ben kayanın tepesinde istanbul’dan ve her şeyden uzakta abdel halim hafez’le akdeniz’i izliyorum.. öğlene doğru cehenneme geri dönüş için tekrar yola koyulacağım.. üç gündür uzak kaldığım cehennemime mecburi dönüşlerden birisi yine.. içimden şeytan kemirip fısıldıyor ‘la kapat telefonları , salla her şeyi , kal bir hafta daha memleketinde..’ hemen kovuyorum bu düşünceyi.. çünkü bu tür düşüncelere kanmam çok çabuk oluyor..

belim ağrıyor kayanın üzerine yayılıyorum güzelce.. soğuk bir bira istiyor canım.. en yakın bira alabileceğim yer tepenin ilk çıkış noktasındaki samandağ antakya karayoluna bağlanan şose yolun başlangıcında.. beş altı kilometre arabayla inip geri dönmem gerekiyor.. üşeniyorum.. çıkarken alamamıştım çünkü henüz kapalıydı bakkal..

gözlerimi kapatıp soğuk bir bira bardağını hayal ediyorum.. oysa henüz kahvaltı bile etmemişim.. abdel halim hafez o sırada ‘awwel marra’dan ‘hobak nar’a geçiyor.. şarkıyı geriye alıyorum. ‘awwel marra’ çalsın istiyorum.. ilk defa.. ilk defa.. ilk defa..

uyuyacağımdan korkup kalkıyorum kayanın üzerinden hızlı bir şekilde iniyorum , yarısından sarkıp atlayarak.. etrafta dolaşıyorum bahar çiçeklerinin üzerinde fink atan kuşları korkutarak.. zindan olarak kullanılan çukurların yanlarından geçerken rüyadan uyanıyorum bir an.. hemen kaçıyorum oralardan.. ‘terki dünya tarikatı’nın merkezi olduğu söylenen bu manastırda ne amaçla kullanıldığını bilmediğim bu zindanlar hep korkutmuştur beni.. göğe bu kadar yakınken toprağın içine doğru kazılmış on belki yirmi metre derinliğindeki zindanlar..

manastırın daha da önüne doğru çıkıp düzgün kesilmiş bir duvar taşının üzerine uzanıyorum.. akdeniz’e doğru dalıyorum yine.. istanbul ne kadar uzak buradan.. ve ne kadar yabancı buraya oralar.. istanbul’u insanlar neden ve nasıl sever hiç anlamamışımdır.. ne yaşadığının farkındasındır orada ne nefes aldığının.. geçmişte eminim güzeldi bu şehir ama şimdi sadece bir cesedin arta kalanları gibi görünüyor bana.. kokmuş bir şehir..

kel dağının tepesindeki bulutlar dağılıyor az ötemde.. elimi uzatsam yakalayacakmışım karları gibi bir tablo olarak duruyor karşımda.. ve on kilometreden daha uzun bir doğal kumdan oluşan dünyanın en uzun ikinci kumsalı olduğu söylenen samandağ sahili.. sağıma dönüyorum , musa dağı’nın üzerinden pamuk gibi bulutlar akar gibi geçiyorlar.. ah musa dağı ah.. ne hikayeler , ne yaşanmışlıklar , ne büyük ve çok acıların tarihi var orada.. bir gün orayı da anlatacağım.. orası da ayrı bir cennet..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse dönelim tekrar st. simon’a.. burada yaşasam tek kaybım ‘aylak adamız’ olacak.. çünkü buraya en yakın değil internetli ortam , elektrik olan yer bile on kilometre aşağıda.. birden içimi bir hüzün kaplıyor.. bebeğimiz o bizim : aylak adamız.. büyütüp bu yaşa getirdik şimdi onu terk etmek koyar insanın kalbine.. sonra birden reis’le aylak adamız üzerine yaptığımız muhabbetler geliyor.. tek başıma tepede kahkahayla gülüyorum.. kuşlarda bana gülüyor deliye bak dercesine cıvıldaşıyorlar.. reis’le en son muhabbetimiz yeni yazarlarımızın nefesinin ne zaman tükeneceği ve ne zaman sıkılacakları üzerineydi.. çünkü biliyorduk yazmak kolay şey değil.. hele devamlı yazmak , üretmek , paylaşmak çok zor ve sancılı bir üretim.. bazen insan ben ne yapıyorum dediği oluyor.. sıkılıyor.. bana ne ya dediği oluyor.. hele ilk kez yazmaya teşebbüs eden bir insansanız bu daha da çabuk oluyor.. neyse aylak adamız’a yazmak isteyen herkese sayfamızı açtık sevinerek.. ama şimdi görüyoruz ki herkes sustu.. sustu diyorum çünkü herkes burada konuşarak yazıyor ve paylaşımlarda bulunuyor.. sesimize ses vermişlerdi.. onlar da bir şeyler diyordu kendi kalplerinden kopan.. ama yavaş yavaş seslerin azalacağını kötü kötü düşünmüştük reis’le.. hele bloglara konan yasağın kalkmasından sonra çözülmenin daha hızlı olacağını da tahmin etmiştik.. ama bu bizi ürkütmüyordu çünkü biz zaten yola çıktığımızda üç dört kişiydik.. ve üç senedir de bebe bu üç dört kişiyle büyüyordu.. herkes de bilir kimseye neden yazmıyorsun ya da niye yazın gecikti ya da unuttun bizi demeyiz.. çünkü birisine zorla bir şey yazdırtmak saçma , saçma olduğu kadar da yabancı ve yalancıdır..

dün bir kez daha reis’le birlikteydik.. kahkahalarla gülerek bu durumu değerlendirdik.. ‘yine yalnız gibiyiz’ dedim.. ‘sonsuza kadar aga’ diyerek cevap verdi reis..

ama biz her zaman buradayız işte.. yazmak isteyen yazar.. yazmak istemeyen de canı istediği zaman yazar.. kapımız yok bizim yani kimseye kapanmaz kapımız.. kapılarla , kilitlerle işimiz olmadı , olmaz.. dileyen girer oturur bu sohbet masasına.. dileyen uzaktan izleyip dinler..

işte st. simon’un önünde akdeniz’e doğru bir taşın üzerinde uzanmışken aylak adamız’da burayı anlatmalıyım dedim.. bir gün geniş bir ekipmanla gelip burada sağlam çekimler yapıp burayı hem aylak adamız da hem başka ortamlarda tanıtmalıyız diye düşünüp karar veriyorum.. güzel bir belgeseli ya da filmi çekilmeli ve fonda da mesela abdel halim hafez’dan ciğer delen , kalp titreten ezgiler çalmalı..

geriye dönmek için yola koyulma zamanı gelip geçiyor ve ben hüzünle uzandığım yerden kalkıyorum.. arabaya dönüyorum , camları sonuna kadar açıp virajlı yoldan hızla iniyorum..

işte yine ‘huzurdan kaçıyorum..’

istikamet dünya , istikamet cehennemim..

terki dünya mekanından , dünyaya yol alıyorum arabanın teybinde abdel halim hafez o muhteşem sesiyle ‘nar  habibi , nar habibi nar , habbek nar’ derken gözlerimden yaşlar boşalıyor..’

Crockett..

(fotoğraflar : crockett..)

 

‘hepimiz çocuğuz.. / bugün 23 nisan neşeyle ölüyor insan..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hepimiz çocuğuz..  / bugün 23 nisan neşeyle ölüyor insan..’

doğarsın..

dünyadan haberin yoktur..

doğduğunda sınırlar her yerde çizilidir..

topraklarda sınırlar çizilidir..

ekonomik şartların çizilidir..

yaşayacağın hayat üç aşağı beş yukarı çizilidir..

haklarının sınırları çizilidir..

doğduğun andan itibaren borçların çizilidir..

sonra sana bir isim verirler.. hayatın boyunca boynunda taşırsın o ismi..

doğar doğmaz bir dinin olur daha ‘a’ demeyi bile bilmezken.. ilerde değiştirecek ya da inanmayı reddedecek olursun hemen seni kafir ilan ederler ya da aforoz ederler.. bir hıristiyan asla müslüman olamaz , bir müslüman asla hıristiyan olamaz.. yahudiysen zaten ezeli ve ebedi tüm günahların sorumlususundur , herkes seni hor görür , suçlar , aşağılar.. budist isen puta tapıyor ya da devleti yıkmaya çalışıyorsun diye gözlerini kırpmadan öldürürler.. hiçbir dine inanmıyorsan da şeytansındır , kafirsindir , her türlü kötülüğün sebebisindir..

oysa doğduğunuzda size sorulmamıştır.. tırnak içinde ‘demokratik’ ülkedeyseniz örneğin 18 yaşına gelince bazı yerlerde de 20 yaşında bazı haklara kavuşursunuz.. mesela seçme hakkı.. bu yaşa kadar bulunduğunuz sınırlardaki toprak parçasını yönetecek insanları seçemezsiniz , fikir beyan edemezsiniz.. fakat daha 1 günlükken sizin bir dininiz olur.. ve siz o inançla büyürsünüz.. içinde büyüdüğünüz inancı asla sorgulayamazsınız..

sonra doğduğunuzda sizin bir milliyetiniz vardır.. türksünüzdür , arapsınızdır , kürtsünüzdür , almansınızdır , hindusunuzdur , romansınızdır vs. vs.. ve belki bir renginiz vardır.. o renge göre de sizin geleceğiniz doğuştan bellidir.. renginize göre ikinci sınıf insan olabilir hatta bazılarınca insan bile sayılmayabilirsiniz..

oysa doğduğunuzda siz etrafınızda ışıyan milyonlarca ışık kümesine gözlerinizi alıştırmaya çalışıyorken , yavaş yavaş görmeyi öğreniyorken ve çevrenizde o ana kadar duymadığınız yükseklikteki seslerin sağır edici gürültüsü altında bir milliyetiniz de olur.. oysa şairin dediği gibi ‘bebeklerin ulusu yoktur..’

ama işte siz daha doğmadan önce asla sorgulayamayacağınız bir sürü ‘kıyafet’ , ‘rol’ kesilip biçilip hazırlanmıştır..

sonra ne mi olur.. yavaş yavaş büyürsünüz..

size çizilen çemberin içinde debelenir durur , siz doğmadan önce zaten üç aşağı beş yukarı çizili olan ve topraklarımızda ‘kader’ başka yerlerde başka isimler verilen doğrultuda yaşarsınız..

mucizeler beklersiniz olmaz..

hayallere dalarsınız ama sizlere izin verildiği ölçüde..

hayallerinizin bile sınırları koyulmuştur..

tıpkı umutlarınız gibi..

hayal ve umutlarınızda o sınırlar dışına çıkarsanız ‘tu kaka’ , ‘günah’ , ‘kötü’ , ‘ayıp’ , ‘hain’ vs sıfatlarla hemen çevrilirsiniz..

sorgulayamazsınız hiçbir şeyi.. izin verilmez..

‘özgürlük’ diye bir şeyden bahsedilir hep etrafınızda..

göremezsiniz bahsedilen özgürlüğü , duyamazsınız ve tutamazsınız da.. garip bir şeydir.. ama sonraları öğrenirsiniz ki devamlı bahsedilen o ‘özgürlüğün’ kullanma kılavuzları vardır.. kimisine ‘yasa’ kimisine ‘anayasa’ denir..

o kullanma kılavuzlarında hep ‘ama’lar , ‘fakat’lar doludur.. ‘özgürlük’ denen şey o ‘ama ve fakat’larla kelepçelenmiştir.. ama sesinizi çıkaramazsınız. yoksa sizi de kelepçelerler..

büyürken sizler an gelir torna tezgahlarından beter okullara başlarsınız.. okumayı yazmayı söker sökmez de bir yarışın içinde bulursunuz kendinizi.. tabi eğer biraz ekonomik koşullarınız yerindeyse..

ailenizin ekonomik koşulları yerinde değilse zaten ‘zorunlu eğitim’ dedikleri yılların ardından ya sanayiye ya bir berber dükkanına ya bir oto yıkamacıya ya tarlaya , bağa , bahçeye ya da inşaat veya maden alanlarına vs doğru marş marş yürürsünüz..

şanslı mısınız.. okula devam mı ediyorsunuz.. o zaman sizleri ülkemizde ‘kader’ dedikleri başka başka değişik senaryolar bekler..

örneğin küçücük bıcır bıcır bir çocuksunuzdur ve zorunlu eğitimin başındaki anaokulu öğrencisinizdir.. çişiniz gelir tuvalete gidersiniz.. size öğretilen gibi tuvalet çıkışında elleriniz yıkamak istersiniz.. fakat lavabo sizden çok yüksektedir.. yanınızda anneniz babanız yoktur ki sizleri koltuk altlarınızdan kaldırıp ellerinizi kolaylıkla yıkamak için yükseltsin..

ama yanınızda kimse yoktur , tek çareniz elleriniz yetişsin diye ayak parmak uçlarında yükselip lavaboya yaslanıp musluğa ulaşmaktır.. böyle debelenirken siz birden lavabo yarım yamalak tutturulduğu duvardan kopar ve tüm ağırlıyla kafanızın üzerine düşer parçalanır ve siz orada kimsenin haberi olmadan kan kaybından ölür gidersiniz.. bu ‘münferit’ bir olaydır.. özürler dilenir , sorumlular cezalandırılacak denir.. fakat sorumlular cezalandırılsa ne olur.. o bıcır bıcır güleç çocuk çoktan sonsuzluğa uğurlanmıştır..

sonra küçücük mini minnacık bir kız çocuğusunuzdur.. bir gecekondu semtinde yaşıyorsunuzdur.. siz arkadaşlarınızla sokakta ya da izin verildiği zaman mahallenin kırık dökük okulunun bahçesinde arkadaşlarınızla oynarsınız.. izin verildiği zaman diyorum çünkü artık okulların bahçeleri artık gelirinin bir kısmı işletenlere , bir kısmı okul yararına kullanıldığı söylenen otopark uygulamaları nedeniyle işgal altındadır.. siz o okul bahçelerinde oynayamazsınız fakat egzozlarından zehirli gazları savura savura onlarca araba o okul bahçelerine girer , çıkar ve oyun alanlarınızı işgal ederler..

işte yine böyle bir gecekondu semtinde yaşayan bir kız çocuğusunuzdur.. adınız mesela ‘sevcan’dır.. arkadaşlarınızla oynarken topunuz okulun bahçesine kaçar , saçlarınız uçuşa uçuşa topun peşinde bahçeye koşarsınız ama siz koşarken okulun bahçesinde sotelenen tonlarca ağırlığındaki panzer sizin semtte anlamadığınız , anlayamayacağınız olaylara müdahale etmek için ya da herhangi bir manevra yapmak için hareket eder.. ve topun peşindeki siz o tonlarca ağırlığındaki o panzerin altında kaybolur gidersiniz..

yoksunuzdur artık..

sonra arkanızdan ağıtlar yakılır , şiirler yazılır , şarkılar , türküler bestelenir.. ve o türkülerin birinde denildiği gibi olur sonunuz : ‘panzer yürümüş çocuk yedi yaşında kalmış’..

‘yağ satarım bal satarım’ diye oynarken arkadaşlarınızla , sizin de kaderiniz buymuş denilerek ‘yedi yaşında’ bırakılırsınız..

sonra ne mi olur.. açıklamalar yapılır.. soruşturma açıldı denir.. sorumlular cezalandırılacak denir.. davalar açılır.. ‘taksirle ölüme sebebiyet’ diye bir maddeden sorumlular hakkında cezalar verilir , o cezalar zaten ya para cezasıdır ya da para cezasına çevrilir.. o da fazla bulunursa ertelenir ceza beş seneliğine.. eğer beş sene içinde bir daha suç işlemezse siz öldüğünüzle kalacaksınızdır.. zaten o cezalar verilirken de akla zarar bilirkişi raporlarında sizin de bir miktar ‘kusurunuz’ olduğu da ‘uzmanlarca’ tespit edilir.. oradan da biraz ceza indirimi yapılır..

aslında siz suçlusunuzdur kardeşim , okulun bahçesine girerken önce sağa sonra sola sonra öne sonra arkaya bakıp öyle gireceksiniz , sonuçta orası okuldur fakat sizin değil de panzerlerin okuludur.. sağa sola öne arkaya bakmadan topa bakarak koşarsanız kalırsınız işte öyle ‘yedi yaşında’..

sonra aileniz uğradığı maddi manevi zararları tazmin için dava açar sorumlulara ve sorumları çalıştıran kurumlara.. orada da akla zarar bilirkişi raporları girer devreye.. denir ki o raporlarda ‘zaten ‘sevcan’ fakir bir ailenin çocuğudur.. okusa okusa ancak zorunlu eğitimi bitirir sonra ya bir merdiven altı  tekstil atölyesine işçi olarak girer ya da bir fabrikaya girer.. orada da asgari ücret maaş alır ya da daha altında bir ücretle sigortasız kayıt dışı çalıştırılır..’

en iyimser tahminle budur ‘uzman bilirkişilerce’ tespit edilen sizin geleceğiniz.. bundan başka bir geleceğiniz olmaz – olamaz demektedirler..

örneğin eğer yaşasaydınız , babanız anneniz çalışıp çabalayıp sizleri her yıl milyarlarca para dökerek dershanelerde yarış atı gibi koşturup güzel güzel özel ya da devlet üniversitelerine yollayamaz.. ha mucize oldu siz kazandınız mı.. o da milyonda bir ihtimaldir bilirkişilere göre.. o yüzden bilirkişiler bir kazanç tablosu çıkarır ve size ortalama genelde 60 yıl yaşama süresi biçerler.. o tabloya göre ailenizin mahrum olacağı zarar bembeyaz kağıtlara dökülerek ailenize üç kuruş tazminatlar bin dereden su getirilerek ödenir..

o süreçte de aileniz hakkında abuk sabuk haberler çıkar ‘rıza üretim araçları’ olan gazete ve televizyonlarda..  aileniz sizin ölünüzün üzerinden para kazanmaya çalışmakla suçlanır.. sizler sonsuzluk denilen uzak diyarlardan görerek yaşananları belki dayanamayıp ağlarsınız ama gözyaşlarınızı kimse fark edemez..

ya da doğuda köyde yaşayan bir ailenin çocuğusunuzdur.. anneniz size iki baş koyunu al da biraz otlat getir der.. neşeyle elinizde küçük bir çalıyla o koyunları ağıldan çıkarırken annenize seslenirsiniz ‘anne bugün makarna yapsana.. canım makarna istedi’ dersiniz.. sonra neşeyle koyunları bir sağa sola güderek ilerlerken kırlarda , birden kafanızın üstünden ıslık çalarak bir cisim yaklaşır.. daha kafanızı kaldırıp bakamadan o sese , aklınızdaki  makarna tenceresinin imgesi son düşlediğiniz şey olarak kalır.. önünüzde uzanan yeşil kırlar ve koyunların beyazlığı son görüntü olarak kalır.. ve siz artık sonsuzluğa koşan güzel gözlü ‘ceylan’lardan birisi olarak tarih olursunuz..

ve yine aynı nakaratlı açıklamalar yapılır.. ve en çok da siz suçlanırsınız.. orası askeri bölgedir.. ya da yüksek güvenlikli yasak bölgedir.. ne işiniz vardır o bölgede..

oysa düşünemezler ki ya da düşünmek istemezler ki  küçücük bir çocuk olduğunuzu.. ne bilirsiniz askeri veya yüksek güvenlikli bölgeyi.. ne anlarsınız.. evinizin dibindeki bir yerdir orası.. ne zaman yüksek güvenlikli bölge olmuştur ki orası bilemezsiniz.. belki de havan mermisi kafanıza indiği anda orası yasak bölge olmuştur birden..

hem kafanızın ne işi var havan mermisinin altında.. ne dolaşıyorsun orada kızım..

ya da örneğin dünyadaki herhangi bir diktatörün zulmü altında bir ülkede yaşayan bir çocuksunuzdur.. ve o ülkenin sevilmeyen halklarından birisi olarak dünyaya gelmişsinizdir.. yani doğuştan suçlusunuzdur..

henüz ülkenizin ‘demokratikleştirilmesi’ için zaman vardır.. çünkü dünya petrol rezervleri henüz azalmamıştır.. beş on sene sonra ortam ve şartlar hazırlandığında ülkeniz zaten ileri ‘demokratik koalisyon güçleri’ tarafından ‘özgürleştirilecek’ ve ‘demokratikleştirilecektir..’ ne var bunda canım sıkın dişinizi biraz..

diktatörün binlerce ölüm kuşundan attırdığı kimyasal bombalar ne yapar ki size.. ölmeyin.. niye ölüyorsunuz ki utanmadan beş bin , on bin kişi..

ağzınızı kapatın , nefes almayın o zaman bir şey yapmaz kimyasallar sizlere..

ama çığlıklarınızı kimse duymaz.. diktatör ölüm kuşlarını yollar ve gökyüzünden atılan kimyasal bombalarla binlerce çoluk çocuk sokaklarda , evlerinde , kundaklarında ölür gider.. sonra ‘demokratik koalisyon güçleri’ sanki olacakları bilmiyormuşçasına çok üzülürler ve yavaş yavaş planlarını uygulamaya başlarlar..

ha bence siz ölümlerden güzelini seçmişsinizdir.. bu   ‘demokratik koalisyon güçleri’ bir beş on yıl sonra kendi ölüm kuşlarıyla , ölüm gemileriyle , ölüm arabalarıyla sizleri kurtarmaya gelirken sizin yaşlarınızdaki çocuklar bu sefer daha etkili , daha güçlü misket bombalarıyla , tonlarca ağırlıktaki bilmem kaç nükleer başlığa eşit güçteki bombalarla toprağa gömülmektedir..

yine ölenler en fazla çocuklardır..

ha bir de ‘dost ateşi’ diye bir terim kazandırıldı insanlığın diline bu ‘insani’ operasyonlar sırasında.. adamlar sizin için gelmişlerdir , dostturlar ama sizleri yanlışlıkla bazen vururlar , öldürürler.. bunun da adı yanlışlıkla açılan ‘dost ateşidir..’

siz de dayansaydınız işte kimyasallara karşı belki şansınıza ‘milyonda bir yanılır’ denen son teknoloji harikası elektronik silahların yanlışlıkla açılan ‘dost ateşi’ sonucu yok olurdunuz.. ama dayanamadınız işte..

ya da ‘ileri demokrasi’ye sahip bir ülkede dört yaşında bir çocuksunuzdur.. koştura koştura arkadaşlarınızla evinizin yanındaki okulun bahçesine girerken raylı demir okul kapısı üzerinize düşer ve siz orada komaya girerdiniz.. açıklamalar yine aynı olurdu arkanızdan.. sorumlu biraz büyük amcalar ,  teyzelerdir fakat en çok da sizsinizdir.. ne işiniz vardır canım dört yaşındayken okulun bahçesinde.. anneniz , babanız sorumludur yaşanan ‘kazadan’ , sizi neden sokaklara salmıştır bir başınıza ebeveynleriniz.. hep onlar sebep olmuştur bu kazaya..

ve de ah siz yok musunuz siz küçük haşarı yaramaz veletler..

ne işin var çocuğum demir kapının altında.. kaçsana görmedin mi kocaman kapıyı düşerken..

ya da biraz daha büyük ortaokul öğrencisisinizdir.. trafikten dolayı geç kaldığınız okulunuza koştura koştura girmektesinizdir.. ama o ne.. sizin okul biraz daha kalitelidir.. okulun dış kapısı elektronik raylı kapıdır.. birden kapının devresi bozulur ya da insani bir hata soncu siz tam  geçerken kapı aniden kapanır ve kafanız iki demir kapı parçasının arasında sıkışıp kalır ve oracıkta ‘yanlışlıkla’ ölürsünüz.. ne kadar dikkatsizsiniz kardeşim.. kör müsün kapıyı görmüyor musun.. ve de ne çabuk ölürsünüz hep kardeşim biraz dayansanıza ambulans gelecektir bir iki saat içinde.. kanamasın yaranız , sahip çıkın biraz kanayan yaralarınıza.. ve sonra yine açıklamalar yapılır ve yine aynı nakaratlar..

belki bir anadolu kentinde üç arkadaşsınızdır.. bayramdır.. el ele tutuşup sizlere anlatılan ve öğretilen şekilde ev ev dolaşıp büyüklerin ellerini öpüp sizlere verilecek şekerleri , mendilleri , harçlıkları toplamak için neşeyle koşturup durmaktasınızdır.. cepleriniz şeker ve hediyelerle dolmakta , gitgide neşeniz artmakta , kahkahalarınız sokaklarda yankılanmaktadır..

ama birazdan bir kapı açılır ve siz içeri girdikten sonra arkanızdan bir daha açılmamak üzere o kapı hayatın üzerine kapanır.. o kapının arkasında yaşananları kimse bilemez , bilmek istemez.. psikopatın , bir ruh hastasının kurbanı olursunuz.. senelerce sizden haber alınamaz.. umutla beklenir.. her kapı vuruluşu , telefon çalışı kalpleri titretir.. bir umutla , bir heyecan , bir korkuyla kapılar , telefonlar açılır.. ama hep ama acılar gelir o kapılardan , telefonlardan..

mesela okula giden bir öğrencisinizdir.. ailenizin gücü yoktur size servis tutmaya.. kilometrelerce ötedeki okulunuza gitmek için beş saatte bir geçen tıklım tıkış belediye otobüsleri yerine fizik kanunlara aykırı denilen ama nedense ülkemizde hala kullanılan minibüslerin tekine atlarsınız.. ayakta sarsıla sarsıla , bir o yana bir bu yana çarpa çarpa giderken birden belki eğitimsiz kör cahil , belki de ehliyeti bile olmayan bir minibüs şoförünün dikkatsizliği sonucu ya da bile bile kırmızı ışıkta geçmesiyle karşıdan gelen kamyonla minibüsünüzün çarpışması sonucu yanınızdaki on yedi kişiyle birlikte ölürsünüz.. ağıtlar yakılır arkanızdan.. ama neye yarar ağıtlar..

kameralar , objektifler parçalanan çantanızdan fırlayan yaprakları uçuşan defter ve kitaplarınıza zum yaparak fonda da hüzünlü bir müzik verilir.. altına da ‘bir daha olmasın’ gibi inanılmayacak bir temenni belirten cümle yazılarak haberleştirilirsiniz gazete sayfalarında ya da televizyon kanallarında..

oysa yaşananlar hep yaşanacaktır.. aynı kavşakta yüzlerce kaza daha olacaktır..

siz sadece haber öğesi olarak vesikalık fotoğraflarınız ve cansız bedeninizle sadece konu mankeni olarak birkaç gün kullanılacaksınız..

bu kadar..

başka bir şey beklemeyin sakın..

sonra belki yine doğuda bir yerde yaşayan üç sevimli çocuksunuzdur.. belki evinizde televizyon filan yoktur bu yüzden daha birkaç sene önceki ‘ceylan’ın akıbetinden haberiniz de yoktur muhtemelen.. ve kimse sizi uyarmamıştır..

almışsınızdır ailenize ait birkaç baş hayvanı , her zaman yaptığınız gibi önünüze katıp onları otlatmaya götürüyorsunuzdur üç arkadaş..

ilerlerken garip garip metal cisimler görürsünüz yürüdüğünüz yolda..

hiç oyuncağınız olmamıştır..

belki oynayabilirsiniz bu parlak cisimlerle diye eğilerek cisimlere doğru üç arkadaş düşünürsünüz..

belki aklınızdan oyun bile geçmemektedir..

o metal yığınlarını taşıyıp bir eskiciye , hırdavatçıya satıp belki bir bebek , belki oyuncak bir araba ya da bir çikolata ya da bir dondurma alabileceğiniz hayaliyle , ‘kimin tarafından oraya bırakıldığı her zaman ki gibi bilinmeyen’ o metal cisimleri incelerken birden patlar o cisimlerden birisi..

siz üç arkadaş savrulursunuz etrafa çiçek yaprakları gibi.. aranızdan şanslı olanlar ağır yaralanır bazılarınız ise sonsuzluğa uçarsınız..

ve yine siz suçlusunuzdur..

eşek kadarsınızdır..

ne elliyorsunuz o metal cisimleri.. vazife midir size.. sorumluluğun büyüğü sizde ve sizi eğitmeyen ailenizdedir..

belki özgürlük nedir bilmeyen insanların yaşadığı adı bile olmayan bir ortadoğu ülkesindesindir..

babanızın elini tutmuş tedirgin adımlarla çarşıya doğru yürürken birden hiçbir uyarı duymadığınız , görmediğiniz halde etrafınızda kurşunlar vızıldamaya başlar..

babanız kendisini siper yapar size.. bir kaldırım kenarındaki beton parçasının arkasına sığınırsınız.. dakikalar ilerlemekte ama kurşun vızıltıları azalacağına çoğalmaktadır.. babanız bir beyaz mendil parçası çıkarıp sallamaya çalışırken vurulur.. önünüze yığılır kalır.. sanki öldüğünden emin olmaya çalışılırcasına babanızın taşın arkasından görünen kısmına kurşunlar yağmaya devam eder..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

siz ölümün gözlerinin içine bakarken gözlerinizden akan yaşlarla babanızın cansız bedenine sarılıp ‘ne olur ölmesin’ diye dualar ederken bu sefer ölüm kusan şerefsiz namluların hedefi siz olursunuz.. sizi vurmak için yarışmaya başlarlar.. ama sizin bedeniniz küçük olduğundan vurmak güçtür sizi.. fakat yılmazlar , cephaneleri sonsuzdur..

ve sizin için de gelir o kaçınılmaz an..

ve vurulursunuz..

ve hayattaki tek suçunuz filistinli bir çocuk olmanızdır..

ve tüm bu yaşananlar kameraların önünde gerçekleşmiştir..

dünyanın çoğu yerindeki insanlar ya aynı gün ya aynı gece ya da canlı şekilde dakikalarca arka arkaya gösterilen bu infaz görüntülerinde sizin katledilişinizi cips yiyip kola içerek izlerler.. hemen hüküm verirler suçlu sizsinizdir..

suçunuz filistinli ve müslüman olmaktır..

doğuştan adınızdan önce ‘terörist’ ibaresi konulmuştur zaten..

kafa kağıdınız bile yokken sıfatınız vardır ‘pis terörist arap..’

oysa küçücük yüreğe sahip bir çocuksunuzdur , çocuk..

tek suçunuz bu topraklarda doğmuş olmaktır..

oysa israilli yahudi yaşıtlarınla el ele neşeyle gülüp oynamak ve sadece onlarla aynı eşit şartlarda yaşamak isterdin..

bebeklerin ve çocukların ulusu , dini yoktur ki.. kardeştirler.. ama büyük kocaman kocaman amcalar teyzeler onun geleceğini o doğmadan on yıllarca önce kararı vermişlerdir ‘kaderi’ ve sonu için..

oysa bilseydi tüm bunları doğar mıydı ki..

ya da mesela annenizin sımsıcak ellerinden tutup hafta sonu yapılacak okuldaki okuma yarışmasının balosu için kıyafet almaya tel aviv çarşısına doğru gitmek isteyen şirin bir yahudi israilli kızsınızdır..

yaşınız saçlarınızın örgü sayısının iki katı kadar belki dört belki biraz daha fazladır.. yanaşan otobüsün merdivenlerinden neşeyle oyun oynayarak çıkarsınız.. anneniz sizi kucağına oturtur yanınıza yaşlı bir nene oturabilsin diye..

bir sonra ki durakta yaşça sizden büyük abi ya da abla diyebileceğiniz sizin gibi esmer sizin gibi kıvırcık saçlı birisi tedirgin , korku dolu bakışlarla biner otobüse..

ona gülümsersiniz yanınızdan geçerken.. fakat size gülümseyerek cevap vermez o.. üzülürsünüz.. arkanızdaki boş koltuğa oturur.. ‘belki arkaya dönüp ona bir daha gülümsersem bana gülümser’ diye düşünürken siz , kulaklarınızı sağır edecek bir patlama olur otobüsün içinde tam da sizin arka koltuğunuzda..

sizin , annenizin ve o gülümsemeyen kişiyle birlikte onlarca kişinin kanıyla yıkanır otobüsün içi.. bir duman yükselir boğuk çığlıklarla birlikte.. o dumanla birlikte sizde sonsuzluğa gidersiniz.. dünyadan bihaber küçücük bir çocukken tek suçunuz yahudi bir ailenin çocuğu olmaktır..

savaşlardan , yaşananlardan , filistinlilere yapılan katliamlardan , zulümden haberiniz bile yoktur ki..

ama kanı kanla yıkayarak çözüme ulaşılacağını sanan beyinsizler tarafından sizin de ‘kaderiniz’ çizilmiştir.. okul balosu , tel aviv meydanı çok uzaklarda kalmıştır artık..

ya da ülkemizin topraklarında güzel bir güne uyanmışsınızdır.. evin içinde akşam yapılacak düğünden bahsedilmektedir.. annenize yalvarmaya başlarsınız.. ‘anneciğim ne olur beni de götürün düğüne’ diye.. anneniz ve babanız ‘olmaz kızım , yaşın daha çok küçük hemen yorulur uyursun sen orada , sen ninenlerde kalırsın’ derler.. ama ağlamaya başlayıp ısrarlarınıza devam edince siz , kıyamazlar size tamam derler hadi hazırlan akşama.. anneniz size en güzel kıyafetlerinizi giydirip belki saçlarınıza güzel bir şekil verip pembe tokalarınızdan birini takar..

babanızla annenizin ortasında ellerinden tutarak düğün salonuna girersiniz.. orada olan onlarca çocukla koşturup oynamaya başlarsınız kulaklarınızı sağır edecek yükseklikteki müzikte..

ama birden salonun içinde müzik sesi kesilir , çığlıklar yankılanır ve içeriyi bir duman bulutu sarar..

annenizi , babanızı ararken korkuyla gözleriniz , biran gelinle damat geliyor zannedersiniz.. tam kapıya doğru onlar mı geliyor diye bakmaya çalışırken birden kafanızın arkasında patlayan bir sesle müthiş bir acıyla yere yuvarlanırsınız..

efendim düğün salonun dışında bir grup genç olay çıkarıp polise taş atmıştır ve salona kaçmışlardır.. o suçluları yakalamak için tek çare sanki sorgusuz sualsiz düğün salonuna gaz bombası atmaktır..

onlarca gaz bombası son hızla namlulardan fırlatılıp atılır salonun içine..

ve birisi sizin ense kökünüzde patlar.. kafatasınız paramparça olmuştur..

anneniz nerdedir.. keşke sizin elinizden tutup çıkarsa sizi bu keşmekeşten ve keşke ninenizin yanına götürüp bıraksa sizi.. ne güzel ninenizin pamuk elleri saçlarınızı okşarken mışıl mışıl dizlerinde uyurdunuz ve kafanız böyle acımazdı..

ama işte siz aranmışsınızdır , tutup çocuklar için çok tehlikeli bir düğüne gidip kafanızı gaz bombasının önüne uzatmışsınızdır.. ne işiniz vardı orada.. suçlu kesin , suçlu malum.. suçlu sensin be güzel çocuğum..

bu tür olaylardan yırtıp birazcık büyüyebildiniz mi.. yarış atı gibi öğrenci mi kaldınız.. sınavlar vardır önünüzde.. sırat köprüleri gibidir.. size öyle gösterilirler.. kazanamazsanız hayatınız kararacak , bir geleceğiniz olmayacak denir.. halbuki pembe bir yalandır bu.. okul bitince işi bulup bulmayacağınız meçhuldür.. aldığınız diplomaları manav tezgahına ya da kuaför dükkanına asma olasılığınız çok yüksektir..

ama durun durun hemen de kazandınız da diplomaları astınız duvarlara..

nerde kolay mı hemen kazanmak..

geceler gündüzler size yetmedi çalışırken.. okunmuş pirinçler yiyip , okunmuş sulardan içip türbelere gidip dualar ettiniz , camilere , kiliselere gidip ibadet ettiniz ve o saçma sapan sınava girdiniz..

kazanacağım ümidiyle sevinirken gazetelere , televizyonlara bomba gibi bir haber düşer.. sorular ya çalınmıştır , ya şifrelenmiştir..

bir değil , iki değil üç değil artık memleketin rutini haline gelir bu sınav fiyaskoları..

bazı sınavlar tekrarlanır..

bazıları içinse hemen yukarılardan ‘tatmin olundu’ açıklamaları yapılır..

sizin üzerinizden sağdan soldan ortadan siyasi olaylar tezgahlar , planlar yapılıp kavgalar edilir..

siz sokaklara dökülürsünüz alın terinizin , emeklerinizin hesabını sormak için.. hakkınızı aramak için yürürsünüz.. hemen sizi yaftalarlar sonra bir de küçümserler..

illegal örgütler sizi provoke etmiştir.. ve sayınızda o kadar azdır ki..

binler on binler olur..

il il tepkiler büyür..

sonra o saçma sınavları yapan kurumun başındaki muhterem açıklama yapar , evet bir hata vardır , evet bir şifre vardır ama ‘sehven’ olmuştur..

bakın bu ‘sehven’ kelimesi tıpkı ‘münferit’ kelimesi gibi memleketimizin devlet büyükleri ve yetkilileri tarafından en çok kullanılan kelimelerden birisidir..

e hani ‘tatmin olunmuştu..’

ne olacak şimdi..

ama bir şey olmaz..

çıkarlar derler ki o yürüyen ‘bin’ kişinin karşısına ‘on bin hazır kıta insanı biz de çıkartır yürütürüz.. ne var bunda’ denir.. birisi çıkar ‘ben de bin adamımı çıkartırım , seni kovalarım’ der..

hoop ama beyler neler oluyor..

niye kavga ediyorsunuz..

siyasetle filan alakası yok ki bunun , bir emek hırsızlığı olmuştur ve milyonların emeği çalınmıştır.. tepki verenler ve yürüyenler sınava giren çocuklar ve aileleridir..

siz niye yürüyorsunuz ki.. siz gidin sorumluları bulup yakalarına yapışın..

ama bunu yapmazlar , atışmaya devam ederler ve akıllara zarar bir açıklama daha gelir yukarılardan : ‘bu kadar gürültüye , tepkiye ne gerek var.. var mı bu sınavdan zarara uğradığını iddia eden , var mı başkasının bu sınavdan artı bir kazanç sağladığını ispat edebilen..’ ya düşünün bu cümle söylendi bu memlekette.. inanamadım defalarca dinledim.. evet söylendi bu cümle..

pes doğrusu , ne denebilir.. pes..

kurumun başındaki adam kalkıp kabul ediyor bir şifreleme olduğunu , matematik uzmanları bangır bangır bağırıyor fakat hala inkar eden , çarpıtan açıklamalar yapılıyor..

üstüne üstlük ‘illegal eylemler’ diye de yürüyen , hak arayan öğrenciler hakkında hüküm veriliyor..

hakimde mi oldunuz artık.. karar verip , ceza da mı kesmeye başladınız.. helal olsun size , helal..

çıldırmamak elde değil kardeşim bu memlekette..

bu topraklarda hiçbir zaman bir yetkili , bir sorumlu çıkıp bir skandalın ardından niye istifa etmez kardeşim..

‘soruları çaldırdım ya da şifrelemişler , çok sonra haberimiz oldu , özür dileriz ve bu yüzden kurum olarak istifa ediyoruz’ niye demez kimse.. niye böyle bir medeni davranış bu ülkenin vatandaşlarına çok görülür.. ve sorumlular niye böyle bir cesaret gösteremezler.. neyimiz eksik avrupalıdan , amerikalıdan , japondan.. neden yapmazlar neden..

neyse oldu da soruları çalınmış bir sınava rağmen bir yeri kazandınız mı..

ama ekonomik koşullar mı zorluyor bu sefer sizi..

gider kaydınızı yaptırıp okuldaki ilk senenizi dondurursunuz..

çekip memleketin turistik bölgelerinden birinde akrabalarınızla birlikte bir inşaatta çalışarak okul masraflarınızı ve harçlığınızı biriktirmeye çalışırsınız.. yemezsiniz , içmezsiniz , hep okul hayaliyle yanıp tutuşur çalışırsınız.. günler geçer inşaatta.. bir gün sıva yaptığınız iskelede hareket ederken ya açlıktan başınız döner ya da bir yere takılırsınız.. onlarca metre yüksekten çığlık bile atamadan düşersiniz..

öldünüz işte yine..

okul hayali , güzel bir gelecek hayali yok oldu..

işte bu kadarmış sizin için hayat..

ne zormuş değil mi çocuk olmak..

biz de geçtik bu safhalardan bin bir zorlukla..

biz şanslı olanlardık belki de..

şu ana kadar ‘şansımız’ yaver gitmişti..

ama işte yurdumuzda , dünyada yaşanan olaylardı yukarıdakiler..

ve bugün işte dünyada tek ülkemizde kutlandığı söylenen çocuk bayramıydı..

ne şanslıydık..

dünyada tek bizim ülkemizde çocukların bayramı vardı..

vay vay vay..

sabah uyandığımda baktım binlerce çocuk 23 nisan şarkısı söylüyor.. şarkıyı dinlerken aklımdan tüm bu yaşanmış olaylar geçti..

şarkıda denildiğinin aksine 37 yaşında koca bir çocuk olmama rağmen ‘neşe’ yerine nedense hüzünle doldum ve kimi ‘her şeyi çok ve tek  bilenlerce’ , ‘popülist’ denecek bu uzun yazıyı yazdım..

ama benim ne siyasi kariyerde gözüm var , ne bu yazıyı yazarak bir kazanç sağlıyorum , ne de umurumda değil kendi aralarındaki ‘danışıklı’ siyasi kavgaları..

zaten kapılar kapandığında hepsi unutulur o kavgaların.. ortak çıkarlarda uzlaşırlar..

bu yüzden dileyen dilediği kadar ‘popülist’ diyebilir bu yazıya..

‘oy ve maddi menfaat kaygım’ yok..

ve de bu hayata ve acımasız dünyaya katlanabilmemi sağlayan tek şey olan içkimi , biramı kimse bana vermiyor.. kendim kazanıp kendim içiyorum.. hiçbirisi umurumda değil , vız gelir tırıs giderler..

lütfen çocuklarımıza kıymayalım , onlara sahip çıkalım..

çocuklarınızın gülüşüyle kalın..

Crockett..