Archive for the ‘Yazar : ‘Nedim (Crockett)’’ Category

ACİL !

‘HASTANEDE YATMAKTA OLAN İLİK NAKLİ

 OLACAK  6 YAŞINDAKİ HASTAMIZ

 ‘HÜSEYİN SOĞUKSU’ ADLI KÜÇÜK

KARDEŞİMİZ İÇİN ACİL A RH (+) POZİTİF

 KANA VE TROMBOSİTE İHTİYACIMIZ

 VARDIR..

 

ÖZELLİKLE ANADOLU YAKASINDA OTURAN KAN

VEREBİLECEK ARKADAŞLARIMIZIN LÜTFEN

AŞAĞIDAKİ TELEFON NUMARASIYLA İRTİBATA

GEÇMESİNİ RİCA EDİYORUZ :

 

TELEFON : 0 – 532 383 03 92 , BABASI :

HASAN SOĞUKSU’YA AİT TELEFON..

 

YER : MEDİCAL PARK HASTANESİ, GÖZTEPE,

İSTANBUL..

SON GÜN : 29.09.2011

LÜTFEN KAN VE TROMBOSİT VEREBİLECEK ,

KÜÇÜK BİR YAŞAM KURTARMAYA DESTEK

OLMAK İSTEYEN KARDEŞLERİMİZ

NUMARAYI HEMEN ARASIN..

 

HERKESE ŞİMDİDEN TEŞEKKÜR EDERİZ..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir+bir’in 13. sayısı bayilerde !

‘roll’ yayın hayatına son verdiğinde epeyi bir boşlukta sallanmıştım..

‘virgül’le arka arkaya olunca da tam koymuştu..

gazete bayilerindeki dergi avlarım tatsızlaşmıştı..

türkiye’de dergicilik gerçekten zor iş.. hele arkanı bir sermaye grubuna dayamamışsan, arkanda bir cemaat, parti vs de yoksa işiniz çok çok zor.. ‘virgül, roll, express’ vs dergiler yıllarca direndiler tekellere karşı.. tekellerin birinci sınıf hamur kağıda basılı sudan ucuz dörtte ikisi reklamla dolu cafcaflı dergilerine karşı ayakta durdular.. sonra bazıları yayın hayatlarını tamamen sona erdirdiler, bazıları da başka adlarla bir süre sonra tekrar yayın hayatına döndüler..

işte ‘roll’ dergisinin bizi terk etmesinden sonra ‘bir+bir’ doğuverdi hayatımıza.. ilk başta biraz yadırgasam da sonra hastalık haline geldi bir+bir de.. bayilerde onu göremediğim zaman ürker oldum.. gecikme var, acaba yine mi diyordum.. çünkü bağımsız dergicilikte çıkan her bir sayı kazanılmış bir savaş edasıyla kutlanır.. bu sayı da ‘çıktık’ denir.. kadehler kaldırılır bunun için.. verilen emek, özverinin sonunda çıkan dergilerin arkasından yeni sayı için korkular doldurur kafayı : acaba gelecek sayıyı çıkarabilecek miyiz diye..

içerik yönünden, duruşları yönünden gerçekten yıllardır takdir ettiğim ‘express, roll’ ve ardılı ‘bir+bir’ dergilerini mutlaka alıp okumamız ve destek olmamız lazım.. okuyalım, okutalım.. hediye alacağınız zaman birilerine birer dergi alın ya da az derseniz hediyenize birer dergi ekleyin mutlaka.. gecelerini gündüzlerine katarak özveriyle çalışan bu bağımsız dergicilere destek olalım en azından bu şekilde.. abone olabiliyorsak da olalım lütfen..

neyse son 50 gündeki dünyayı devirip dolaşıp durduğum sıralarda istanbul’a her uğrayışımda kitapçı ve dergilerdeki turlarımda gözlerim bir+bir aradı.. göremedim.. korktum.. ama geçenlerde ‘terk-i dünya yolculuğu’ndan dönüşümde bir+bir’i görünce mutlu oldum.. kaptım bir tane baktım canımız ciğerimiz ‘turgut uyar’ kapak hem de çok güzel bir resimle..

fazla gevezelik yapmayayım bir+bir dergisinin bu sayısının içeriği de yine eskileri gibi dopdolu.. sırf kapağı için bile kaçırılmayacak bir ağustos-eylül sayısı sizleri bekliyor.. tükenmeden gidin alın.. ve imkanınız varsa da abone olun, oldurun derim..

‘hoop değiş tonton gülücük oldum..’ sizler de gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

BİR+BİR  Ağustuos – Eylül 2011, 13. Sayı

İçindekiler :

 

A’DAN X’E, Sayfa 4

ARSLAN EROĞLU RÖPORTAJI, ‘O nehirde yüzmek’, Sayfa 6

MURAT MOROVA RÖPORTAJI, ‘Hibrid Yolcu’, Sayfa 13

KINAY OLCAYTU’ ‘SANATSAL GERİDÖNÜŞÜM’, Sayfa 18

FİLMAMED, ‘Belleğin açığa çıkması’, Sayfa 20

ORHAN KOÇAK’LA A’DAN Z’YE TURGUT UYAR, ‘En kızıl saçlı levend’, Sayfa 23

SES DUVARI, Sayfa 33

MABEL MATİZ, ‘Aysel gel başıma, sen bana göresin’, Sayfa 34

TOM MORELLO, Nam-ı diğer the watchmen’, Sayfa 36

ELECTRELANE, ‘Bütün kızlar toplandık’, Sayfa 39

GNAOUA FESTİVALİ, ‘Minimal duyu direnişi’, Sayfa 40

BOB DYLAN 70 YAŞINDA, ‘I ching aşısı’, Sayfa 43

OKUMA GÖZLÜĞÜ, Sayfa 49

MUHSİN KIZILKAYA İLE ‘AÇLIĞIN SOFRASINDA’, Sayfa 50

SAİT FAİK ÖDÜLLÜ ÖYKÜCÜ AHMET BÜKE, Sayfa 53

DİL TARİH COĞRAFYA BÖLÜMÜ, Sayfa 60..

 

BİR+BİR E-posta ve Abonelik İçin : yekyekk@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

geniş açı.. dar açı.. ve de parke taşı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yukarıda aynı coğrafyada yarım saat arayla çekilmiş iki fotoğraf görüyorsunuz..

 ‘terk-i dünya yolculuğu’nun ilk kilometrelerinde dibinde dinlendiğim bolu’daki ‘gölcük’ gölünden çekilmiş iki fotoğraf..

birisi geniş açıdan, uzak plandan.. tıpkı günümüz medyasının her boku geniş açıdan yansıtıp, damara narkozu verdiği fotoğraflar gibi.. gerçekleri tam olarak göstermeyen, aldatan bir fotoğraf.. cennet bir dünya.. her şey yolunda ve tıkırında bu dünyada..

diğeri ise dar açıdan, yakın plandan.. o cennet gölün yakın plandan çekilen bir fotoğrafı..

o gölün ani ve sarsıcı bir şekilde tecavüze uğradığının delaleti..

yani acı gerçekler..

her sene en az beş altı kere gittiğim bir göl..

sadece çeşit çeşit kuş, rüzgar, ağaç, su sesi ve lanet olası ‘insan sesi’ duyabileceğiniz bir yer..

binlerce kilometrelik yolculuğumuzun başlangıcında yolumuzdan saparak tekrar çıktım o gölün yanına.. on saniye sonra tekrar büyülendim.. gölün hemen kenarına koştum.. her gidişimde fotoğraf aldığım, tahta banka oturduğum gölün o kenarı işte ikinci fotoğraftaki gibi çöp doluydu..

her bok vardı affedersiniz..

ben ‘titus tüneli’ndeki antik mezarlıkların içinde yüzlerce prezervatif görüp toplayıp çöpe atmış birisiyim.. yani alışkınım bu tür tecavüzlere..

fakat burada yıkıldım..

buraya kadar insanlık canavarı gelemez demiştim..

burayı da beceremezler demiştim..

fakat hayır, işte uzaktan kepçe sesi geliyordu..

buraya da ulaşmıştı : ‘PARKE TAŞI HASTALIĞI..’

benim teorimdir : ‘parke taşı hastalığı..’

evet buraya ulaşıp bulaşmıştı ‘parke taşı hastalığı..’

teorim şu : parke taşının, asfaltın girdiği yerler bir sene içinde dejenere olup, iki sene içinde kirlenmesini tamamlayıp, üçüncü senesinde son nefeslerini yaşayıp, dördüncü senesinde ruhunu müteahhit ideolojisine vermesidir..

gölün etrafına parke taşı döşüyorlardı..

insanlarına gölün etrafında yürüyüş yaparken kırmızı toprakla kirlenmesin diye pabuçları, toz olmasın diye çorapları, kirlenmesin diye elbiseleri tane tane ve de müthiş özenle parke taşını DÖŞÜYORLARDI gölün kenarına..

hiç tanımadığımız kuş türleri ve de gölün sözcüleri ‘kurbağalar’ ile reis ‘helikopter’ çığlık çığlığa bize anlatmaya çalıştı durumu ve yardım için yalvardılar..

sustuk, küfrettik..

ve ağladık belli etmeden..

huzuru, cennette katlediyorlardı..

‘tanrılar’, plan – proje – istihkaklarını paylaştırıp katledilmesine izin vermişlerdi bu sessiz cennetin..

ağladık..

ağladık..

ağladık..

birbirimize belli etmeden ağladık..

ben aslında acizliğime ağladım..

düşündüm..

ne kadar zamanda bu parke taşlarını söker yok ederim diye.. 

tek başıma sanırım yüz insan hayatı süresi lazım olurdu..

ama benim bir hayatım olsa da, bir parke taşı bile yok etsem o ‘helikopterin’ çığlığına kulak vermiş olacağım..

ve işte çalışıyordu kepçe, parke taşı için gerekli yabancı kumu taşıyıp yaymada..

yaşasın ayaklarımız kırmızı kum olmayacak artık..

yaşasın parke taşı ideolojisi..

ama bence parke taşlarının rengi güzel değildi..

gelecek sene göle uygun bir renkte değiştirilsin, mavi ya da yeşil olsun ve yeni müteahhitler palazlansın..

yorgun, bitik ve yılgınım..

yorum yapmayacaktım iki fotoğrafa fakat ‘terk-i dünya yolculuğu’nda çektiğim fotoğrafların, videoların içinde bu iki fotoğraf ruhumun, hayatımın her an, her yerde ……………. göstergesi olduğundan, suratıma sağlı sollu şamarı çaktığından yazdım bu abuk sabuk yazıyı..

dayanamadım yazdım..

bazılarını, özelikle ‘medeniyet timsallerini’ incittiysem hiç kusura bakmasınlar, hayatım onları incitmekle ve parke taşlarını söküp fırlatıp atmakla geçecek..

kahrolsun parke taşları..

parke taşsız fakat gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

‘SOUND OF NOISE : music for one city and six drummers..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘günlerdir canım sıkkın, nefes almak istemiyorum.. saçma sapan gündemlerin içinde saçma sapan problemlerle uğraşıyorum senin yalnızlığında, yok sayışlarında, bir görünüp bir kaybolmalarında ve terk etmişliğinde ‘ikizim..’

siteye yazmak istiyorum ama yazamıyorum.. içimdeki kabaran öfke, stres, kırılmışlığım, yok sayılmışlığım artık son safhasına gelmiş durumda..

şu tatil gelse de bir iki hafta dinlenmeye teşebbüs etsem diye artık saat dakika sayıyorum..

işte bu süreçte geçen gün zorla elime tutuşturulan bir filmle karşılaştım ve bir süre nefes alıp, kafamı dağıttım : ‘sound of noise..’

gece yarısı yine kafam on milyon şekilde eve gittiğimde izlemek istemedim önce filmi.. bir an önce sızmak istiyordum çünkü biliyordum ki iki saat sonra kalkacağım ve bir daha hiç uyuyamayacağım sabaha kadar.. iki saatlik uykuma yatarken filmi de çalıştırdım yanı başımda oynasın, mırıldansın diye.. gözlüklerimi çıkarmadan ilk beş dakikayı izleyeyim dedim uykum belki daha çabuk gelir diye.. ama uykum geleceğine koşa koşa kaçtı.. film aldı esir etti beni.. iskandinav sinemasına son yıllarda fena şekilde tutulmuştum zaten.. bu film doruk noktası oldu benim için.. içinde müzik olan, müzikle ilgili filmleri çok severim.. hele biraz da hayatla iç içe olursa bayılırım bu filmlere.. işte bu film hem hayatla iç içe ve hem de düzene başkaldırı niteliğinde bir film..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

müzisyen bir aileden gelen terörle mücadele biriminde çalışan polis memuru ‘amadeus warnebring’ bir ‘tahta kulaktır..’ yani müzik kulağı yoktur, hiçbir müzik aleti çalamadığı gibi aynı zamanda müzikten nefret de etmektedir.. dedesi, babası, annesi değişik aletler çalan ya da orkestra şefliği yapan bir ailedir.. şimdi de küçük kardeşi büyük bir orkestra şefi olmuştur.. ama polis memuru warnebring bu aileden hiç nasiplenmemiştir..

işin ilginç yanı şimdi müzikal bir soruşturmayla karşı karşıyadır.. filmin geçtiği şehri ve insanları adeta bir orkestra gibi kullanan altı kişilik bir eylemci grubu vardır.. onlar için hayatın her öğesi bir müzik aletidir.. en akıl almaz şeylerle bile müzik yapmaya çalışırlar.. hayata, düzene karşı tepkilerini ‘bir kent ve altı davulcu için müzik’ şeklindeki bir eylem programıyla gerçekleştireceklerdir..

birinci eylem ses getirecek birisini kaçırarak onun üzerinde müzik yapmaktır.. evet bir insan bedeni.. bunu bir hastanede gerçekleştirmeye karar verirler..

ikinci eylem ise paraya karşı tepkilerini ortaya koymak için bir bankada içeridekileri rehin alarak bankanın içindeki aletlerle müzik yapmaktır..

üçüncüsü ise polis warnebring’in kardeşinin vereceği konser sırasında konser salonunun önünde akla hayale gelmeyecek aletlerle müzik yapmaktır..

ve sonuncu eylem ise sürpriz olsun sizlere.. her eylemde şaşkınlığım arttıkça ağzım, gözlerim açık kalıyordu kocaman kocaman hayretler içinde.. son eylemi yaparlarken artık koptum, çüşş dedim yuh dedim, sonra saygı duydum, taptım bu altı kişilik gruba.. bu eylem listesini filmdeki ingilizce versiyonuyla da yazayım içimde kalmasın..

music for one city and six drummers : 

1- doctor, doctor, gimme gas (in my ass)..

2- money 4 u honey..

3- fuck the music.. kill! kill!

4- electric love..

filmdeki müzikler, özelikle bateri soloları dehşetti.. kendimden geçtim filmi izlerken.. sonra bir daha, sonra bir daha.. sanırım onu bulduk.. uzun bir film de değil.. 98 dakikada sıkmadan kasmadan anlatacağını güzelce anlatıyor.. oyunculuklar da harika.. yönetmen ve senaristlerin de önünde saygıyla eğiliyorum.. çok özgün bir film ortaya çıkarmışlar..

film sanırım 29 temmuz’da gösterime girecek tekrar.. kaçırmayın derim izleyin ve ve ve sevdiklerinize, çevrenizdekilere izlettirin iyilik, güzellik yapmış olursunuz insanlığa..  pişman olmayacaksınız ve kendinizin de tahta kulak olup olmadığınızı sorgulayacaksınız..

müzikle ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Sound of Noise.. – Yaşamın Ritmi..’ 

Yönetmen: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson

Senaryo: Ola Simonsson, Johannes Stjärne Nilsson, Jim Birmant

Oyuncular: Sanna Persson, Magnus Börjeson, Bengt Nilsson, Marcus Boij, Fredrik Myhr, Anders Vestergard, Johannes Björk, Sven Ahlström, Ralph Carlsson, Paula McManus

Müzik: Magnus Börjeson, Fred Avril, Six Drummers

Görüntü Yönetmeni: Charlotta Tengroth

Ülke: Fransa, İsveç

Yıl: 2011

Aldığı Ödüller :

2010 Cannes Altın Ray–Genç Eleştirmenler Ödülü
2010 Austin Fantastic Fest. En İyi Film (Fantastik)
2010 Sitges Mansiyon
2010 Varşova Özgür Ruh Ödülü

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eski Koltuklar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sabah beş gibiydi sanırım uyandığımda.. uykusuzluğa mahkumum.. ortalama üç, üç bucuk saat bölük pörçük uyurum herkes bilir..

uyandım.. açık olan televizyonu kapadım.. bilgisayarı açtım, gittim mide hapımı içtim.. maillere bakayım dedim.. onlarca mail arasında okuduğum ilk mail ‘tanju berk’ adlı kardeşimizin oldu.. kısa filmlerinden birini izlememizi, yorum yapmamızı istiyordu : eski koltuklar..

okur okumaz diğer mailleri okumadan ‘eski koltuklar’ filmini açtım..

izledim..

dann diye bir kaya düştü üzerime, daha da derine gömüldüm..

uzandığım yerden bir kez daha basla tuşuna bastım..

izledim..

tekrar izledim..

filmin esinlenildiği sevgili ersin karabulut’un çizgi öyküsünü hatırlamaya çalıştım.. sonra tekrar döndüm filmi izledim..

her izleyişimde on iki kusur dakikalık filme daha da bağlandım.. oyunculuklar çok başarılıydı.. kurgu çok güzeldi.. tek takıldığım filmin başlangıç jeneriğiydi.. daha iyi olabilirdi diye düşündüm.. onun dışında on numara bir film çıkarmış tanju kardeşimiz ve ekibi..

filmin konusundan sadece biraz kesit vereyim.. dünyada hayat zor koşullarda yaşanmaktadır.. devletler nüfus planlaması kapsamında ya da belki de ekonomik nedenlerle (zaten ikisi birbirini direk etkiler) artık ailelerden doğuracakları her çocuk ve öngörecekleri yaşam biçimi ve süresi için yaşam vergisi almaktadır.. işte filmdeki çiftimiz ellerindeki kısıtlı imkanlarla bir çocuk sahibi olmaya karar verirler.. küçük erhan’ımız doğar ve film akar..

ben hiçbir zaman roman, çizgi öykü filanın aslıyla çekilen filmi ya da çizgi filmi, animeyi vs karşılaştırmam , karşılaştırma zevzekliğinde bulunmam.. çünkü roman, hikaye veya çizgi öykü ayrı anlatım tarzları olan ayrı ayrı sanat dalları.. ayrıca her insanin düşünme, hayal etme tarzı farklıdır.. kaldı ki herhangi bir filmi çekenle, izleyen her kişinin bazen anladıkları da farklı olabiliyor izlediklerinde.. örneğin edebiyattan benim ecinnilere bakış açımla sizlerinki veya bir başkasının ki bambaşka olur değil mi.. bu yüzden ‘germinal’in filmine küfür edenlerle aşağılayanlara, ‘anayurt oteli’ için ‘ııhıh olmamış’, ‘gölgesizler’ için ‘çok yavan kalmış’ diyenlere sadece gülümsüyorum..

tanju kardeşimizin ellerine, beynine, yüreğine sağlık bize bu filmi kazandırdığı için.. bence bu sene izlediğim en güzel yapımlardan birisi.. tüm ekibinin yüreklerine sağlık.. ‘erhan’ adlı küçük çocuğu oynayan ‘bertan demet ceylan’ gerçekten müthiş bir oyunculuk çıkarmış.. sanki ‘truffaut’ ustamın filmlerinden çıkmış gelmiş gibiydi.. diğer oyunculuklar da iyiydi.. anne ve nüfus memurunu oynayan arkadaşlarımız da gerçekten yaşayarak oynamışlar rollerini.. memur rolündeki ‘beyti engin’ büyük oyuncudur benim gözümde her zaman..  anne rolündeki ‘gökcan gökmen’ de etkileyici bir oyun çıkarmış her şeyiyle hissetmiş ve hissettirmiş rolünü.. baba rolündeki ‘hakan ka’ ise her zamanki gibi oyunculuğunu döktürmüş.. ama anne karakteri daha baskın çıkmış filmin havasını yansıtmada..

kısa film yürek, cesaret isteyen bir alan.. tanju kardeşimiz ekibiyle birlikte çok iyi bir iş çıkarmış.. bize bu filmi haber verdiği için de kendisine teşekkür ederiz.. inanın nereye yetişeceğimizi bilmiyoruz.. bazen bazı yerlere ulaşmamız mümkün olmuyor fakat böyle güzel insanlar bize haber verince nokta atışı yapıp güzel keşiflerde bulunup değerlendirmelerde bulunuyoruz..

ersin karabulut’un öyküsünün de tabii ki ayrı bir etkileyiciliği, özgünlüğü var.. öyküye ve filme abartı ya da fantezi diyenlere sadece dünyaya bakmalarını istiyorum.. cinnet bir dünyada yaşıyoruz.. dünya top yekun bir cinnet hali yaşıyor.. ne ersin’in öyküsü ne de tanju’nun filmi abartıdır..

‘çocuğunuzun son kullanma tarihini kendinizin belirlediği bir dünya’ tasviri abartı mı sizce.. hayır.. bu film dünyaya güzel bir ayna tutuyor..

sadece size birkaç örnek vereyim, kusarak kendinize gelin ve tanju’nun filmini tekrar izleyin..

sadece üç dört haberden örneklerim.. yakın zamanlara ait.. birincisi adana’nın bir ilçesinden.. daha geçen hafta gazete ve televizyon haberlerine konu olan bir olay.. sulama yapan bazı tarım işçileri bir borudan su gelmediğini fark edince yaklaşık on santim çapındaki boruyu tıkandıklarına inandıkları yerden kesiyorlar..

ve ne mi görüyorlar : yeni doğmuş bir bebek cesedi..

kustunuz mu..

ben yazarken de kustum..

gün içinde her aklıma gelişinde de içimde kabaran bir öfkeyle kusuyorum.. nasıl bir şeyler yiyebilecek misiniz uzun bir süre.. bu olayı unutabilecek misiniz.. dileyene haberin linklerini gönderebilirim gerçekliğiyle yüzleşmek isteyen varsa..

evet bu yeni doğmuş bebeyi o sulama borusuna atanlar aramızda yaşayan yaratıklar.. tüylerim diken diken oluyor olay ve gazetedeki fotoğraf aklıma geldikçe..

sarı bir boru..

küçücük..

ah bebem seni oraya nasıl atarlar..

nasıl yürekleri var bu yaratıkların.. hiç mi sızlamaz.. hiç mi yanmaz..

insanlığın iflas ettiğinin en büyük delili oldun sen bebem..

seni oraya atanların yatacak toprağı olmaz umarım..

ikinci olay ise hatırladığım kadarıyla istanbul’da meydana geliyor.. hani eskiden insanlar bebeklerini cami avlusuna bırakırlardı ya.. ya da evlerin kapılarına bırakıp zile basıp kaçarlardı.. ama istanbul’da bazı mahluklar yeni doğmuş bir bebeyi bir çantanın içine koyup bir arabanın altına koymuşlar.. arabanın gariban sahibi gelmiş ters taraftan kapısını açmış, çalıştırmış ve hareket edince bir şeyin üzerinden geçtiğini fark etmiş.. inmiş, durmuş, çantayı açıp bakmış ve yığılıp kalmış açtığı çantanın içindekini görünce..

ölün be insanlık ölün..

gözlerinizden fışkırmıyor mu yaşlar bunları okuyunca ya da duyunca..

ölün ve terk edin bu dünyayı ey ruhsuz vicdansız insanlık..

geberin..

son ses ‘andrea bauer’ çalıyor.. çellonun telleri titrerken ruhum tepeden tırnağa korkuyor.. kendim için değil korkum, gözlerimden yaşlar fışkırırken tüm bebekler ve çocuklar için korkuyorum..

ey insanlar uzak durun çocuklardan..

uzak durun..

uzak..

daha fazla anlatacaktım ama ben de hal kalmadı yazarken..

yazarken yıkıldım tekrar tekrar..

nasıl vicdansızlıktır bu kardeşim.. bana kim anlatmak ister.. faşizmin her türlüsüyle yeniden cirit atmaya başladığı bugünlerde tanju berk’in kısa filmi bizlere ayna tutuyor.. kafalarınızı sabitleyip ekrandan gözünüzü kaçırmadan ve gözlerinizi kapatmadan izleyin ‘eski koltuklar’ filmini.. yüreğiniz yetiyorsa.. ha sakın yanlış anlamayın filmde kan vahşet bir şey yok.. ilginç bir öykü.. güzel bir kurgu.. güzel oyunculuklar ve işte ‘eski koltuklar..’

filmi youtube’dan izleyebilirsiniz, youtube’un arama motoruna ‘eski koltuklar’ ve ‘tanju berk’ yazarsanız filme ulaşabilirsiniz.. ayrıca aynı yerden tanju berk’in diğer kısa filmi ‘inside the door’ filmini de izledim.. bence güzel bir korku gerilim filminin öncülü olmuş film.. vaktiniz varsa bu kısa filmi de izleyin.. tanju berk’in ilerde çekeceği güzel filmlerin sinyallerini veriyor bu filmler.. tekrar kendisine ve ekibine teşekkür ediyoruz.. yüreklerine sağlık..

aynanızla kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ESKİ KOLTUKLAR.. 

 

Eser : ERSİN KARABULUT

 

Yönetmen : TANJU BERK

 

Uyarlama Senaryo : TANJU BERK

 

Yapımcı : TANJU BERK , İSMET ÇAYLI

 

Görüntü Yönetmeni : SERDAR ÜNLÜTÜRK

 

Uygulayıcı Yapımcı :  NAFİZ ÇAYLI, ASLI BERK

 

Oyuncular :

 

Küçük Çocuk Erhan : BERTAN DEMET CEYLAN

 

Anne : GÖKCAN GÖKMEN

 

Baba : HAKAN KA

 

Memur : BEYTİ ENGİN

 

Öğretmen : MEHMET ÇAYLI

 

Sanat Yönetmeni : HÜLYA KELEŞ

 

Ses : BAYCAN AKÇAYÜZ

 

Işık : KUBİLAY ÖZOĞLU, NEJAT UĞURLU

 

Müzik : YİĞİT DENİZCİ

 

Kurgu : ŞENNUR BAYKUT

 

Prodüksiyon : ÇAĞKAN ÇAYLI ,  MUSTAFA ACAR

 

Afiş Tasarım : ÖZKAN ALGÜL

 

Makyöz : AZNİV SIRMA  VARJABEFYAN

 

Kamera Asistanı : FIRAT ÖZBİR, CUMHUR AKSU

 

Set Fotoğrafları : ÖZKAN ALGÜL

 

Çeviri : EDA ÇAYLI

 

Işık Kamyonu : İSMAİL SÜRMELİ

 

Jeneratör :  ATİLLA ŞENGÜL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bir zamanlar adamın biri bana dedi ki : köşeyi dönüp de sıcağı hissettiğinde tastamam 30 saniyede bırakıp gitmek istemeyeceğin hiçbir şeye bağlanma..’ – neil mccauley (büyük hesaplaşma..)

gece, saat 11 30.. iç mekan..

eve varış.. en son öğlen saat 12 civarında tek başına bir öğlen yemeği.. günlerdir öğünler teke düşmüş durumda.. gecenin bu saatinde evde yemek yenir mi.. yenir ama sonra pert şekilde yatağa atınca kendini gecenin bir saatinde nefes kesilmesi ve çarpıntıyla uyanırsın.. yemedim.. kaç bira içmiştim bilmiyorum.. halbuki yaş otuz yediyi bulunca bazı şeylere insan dikkat ediyordu.. saymadığın şeyleri bile sayıyordun.. ama sıkıldın saymaktan yine.. tüm gün o sahaf bu sahaf dolandıktan sonra keyifle heybeme yüklediğim kitaplara bira içerek bakma keyfinde en güzeli neydi : ‘sombahar’ın bulduğun eski sayılarında kaybolmak.. hadi itiraf et hep ‘nilgün marmara’ ile ilgili yazılar bulmak istediğini.. ama bugün boş geçtin..

kitaplara bakarken gelen gidenlerden bölünmeniz.. sonra gelen gidenlere kendinizi teslim etmeniz.. o gelenler gidenler arasında sana kafayı yedirtenler.. hayata ‘top kafayla’ bakanlar.. bir yanında da hayata şiirle bakanlar.. oysa ne sevinçliydin dün..

sonra kalktım sahaf dolaştım.. bir sürü kitap dergi yüklendim geldim.. ne güzel gidiyordu gün işte.. sonra içme faslı..

bir, two, leti, erbaa, hamsi, six, seven, acht, dokuz, on.. saymakla bitmiyor ki.. sıkılıyorsun.. zaman akıyor..

‘delirmek’imin gülümseyişinde , ‘reis’in ve ‘yüco’mun muhabbetinde..

sonra birden onu hatırlayıp eline ‘t’un kapaklarını alıp tavşan yapmaya başlıyorsun.. hiçbir alet kullanmadan ‘t’un kapaklarından tavşan yapmak.. nerden aklına geldi ‘n’.. kafayı yemişsin oğlum ‘n’.. bir kapak, nen kapak, three kapak, erbaa kapak vs vs vs devam ediyor..

bir ara bu tavşanları çekmecende biriktiriyordun değil mi..

bazen ‘t’un kapakları direniyor parmakların kesiliyor.. alkolden sulanan kanın pıhtılaşmıyor, sıkılmadan kanıyor parmakların.. kağıt kesiği gibi ‘t’un kapaklarının kesikleri..

eve bazen tişörtünde, gömleğinde kan lekeleriyle gidiyorsun farkında olmadan.. canım annem görünce ürküyor ve soruyor : ‘kavga mı ettin..’ cevap verecek gücün yok annene.. ne kadar kötü bir evlat oldum ben hep böyle.. hep korkuttum, hep üzdüm onları.. değil mi la.. ‘yok anne’ diyorsun ‘yok bir şey..’ tabi sen de o sırada bu kan nedir diye düşünüyorsun.. sonra parmaklarında bir acı.. hatırlayıp gülümsüyorsun.. annen hemen vazgeçmiyor, seni tepeden tırnağa süzüyor.. inanmazlar hemen.. inandırana kadar o haldeyken bitersin zaten..

gece, saat 11 50.. iç mekan..

ve yatak..

uzanıyorsun..

gece, saat 00.40.. iç mekan..

yatak cehennemi başlıyor.. dönüp duruyorsun..

televizyon karşında açık..

binlerce kitabın arasında yatağında dönüp duruyorsun.. uyku yok..

oysa on saniye önce bayılmak üzereydin.. ama uyumak istediğin anda uyku koşa koşa kaçıyor sanki..

küfür..

gözlüğü takıyorsun televizyona bakıyorsun..

kalkıp bir ‘family guy’ atıyorsun zorlukla.. ‘stevie’ye biraz takılıyorsun.. ‘güneş’ yüreğini yakıyor.. kaç gün oldu görmedin.. sen kötü bir amcasın.. ‘güneş’, ‘enigma’dan parçalar söylüyor artık ve sen onu görmüyorsun..

‘güneşim..’

her şeyin senin ‘güneş’..

fakat onu görecek gücün bile yok.. gözlerinden yaşlar damlıyor.. ‘family guy’u kapatıyorsun.. binlerce film arasına dalıyorsun bu sefer.. gecelerinin rutinlerinden izlemek istemiyorsun.. ‘believer’ diye bir film.. onu makineye koyuyorsun.. şok.. sarsıcı bir film.. uykun artık kaf dağının ardında..

gece, saat 02. 35.. iç mekan..

uyku kaçınca bir yerli yapım bu sefer : ‘gişe memuru..’ olumlu eleştiriler alamasa da çok beğeniyorsun ‘gişe memuru’nu.. zaten kel alaka ne alaka ‘david lynch’ filmlerinden başlayarak ‘gişe memuru’nu eleştiren yazılar yazarsan derginde, senin dergini iki bin kişi bile okumaz bu ülkede.. yusuf atılgan’ın ‘anayurt oteli’nden uyarlanan filmden sonra yapılmış en iyi psikolojik gerilim filmi.. kim ne derse desin.. üç beş film izleyen sinema eleştirisi yapıyor bu ülkede, bu dünyada.. ‘truffaut‘ ve ‘godard’ın kemikleri sızlıyor.. günde üç, dört bazen beş yeni film izleyen bir manyak olarak bile cesaret edemem öyle yazılar yazmaya.. yüz film bile izlemeyen oturuyor film eleştirmeni oluyor bu dünyada… gerçi niye kızıyorsun ki safsalak ‘n’, çevren de bile yok muydu on roman okumayıp roman yazmaya başlayanlar..

gece, saat 04.55.. iç mekan..

‘gişe memuru’yla birlikte saati sabahın beşi ediyorsun.. uyuman lazım sabah  sekiz buçukta ‘ciğerim’i alıp istanbul içi ankara yolu kadar yol yapıp on tane adliye dolaşacaksınız.. uyuyamıyorsun.. bazen ara ara dalıyorsun.. ama yine işkence gibi bir gece..

gündüz, saat 07.30.. iç ve dış mekan..

üç kuruşluk kısa uykundan kalkıyorsun fakat dakikalar geçtikçe hala yataktasın.. mide hapın.. el yüz yıkama faslın.. giyindin.. garajdasın.. yine illa birileri saçma sapan şekilde park ettiğinden garajda bir sabah cinnetiyle kendinden geçme faslı..

gündüz, saat 08.55.. dış mekan..

arabayla ‘ciğerim’i alıyorsun.. ve yollar ve yollar.. koşturmaca başlıyor.. zaman akmaya başlıyor..

gündüz, saat 11.30.. dış mekan..

‘halo’ sizi bir adliye çıkışında yakalıyor.. onu da paket yapıp arabaya atıyorsunuz.. artık yollar onunla daha neşeli..

gündüz, saat 14.05.. dış mekan..

fark ediyorsun ki sen dün öğlenden beri yemek yememişsin.. midene bıçak saplanmaları.. işler bitmeden ‘ciğerim’e dönüp yemek yiyelim artık yoksa bir tırın altına gireceğim diyorsun.. ‘abidin dayı’yı gidip alıyorsun mekandan..

nereye gidelim derken teklifi kendin yapıp kendin karar veriyorsun.. sen de az faşo değilsin ‘n’..

çamlıca..

yirmi dört saattir aç olan adam et yemeye gidiyor.. bir çorba bile olmayan yerde rakıya çorbalık yaptıracaksın aferin sana ‘n’..

ve çamlıca.. önden gelen aperatif ve peynirle kahvaltı faslı.. hele sıcak sıcak gelen ekmeklerle bir ayin..

ve sonra yemek.. manzaraya kaç kere baktın be ‘n’.. hiç.. senin için o manzaranın hiçbir anlam ifade etmediğinin farkında değil kimse..

‘halo’ çakırkeyif oluyor.. muhabbet ve komedi bir arada..

gündüz, saat 15.30.. dış mekan..

yemekten ağır ağır kalkılıyor.. bir ufak tur daha.. yaklaşık 60 kilometrelik.. sonra kadıköy’e, mekana geri dönüş.. yorgunsun. ama neden.. uykusuzluktan mı yoksa koşturmaktan mı.. bilmek istemiyorsun..

gündüz, saat 16.55.. iç mekan..

mekanda tek başına bira açıyorsun.. ön odadan pencereden dışarı bakıyorsun.. dışarıda yüzlerce insan hemen yirmi metre ilerde saçma sapan nedenlerle yedi kişinin bıçaklanarak yaralandığı olaya inat alkolü vücutlarına enjekte ediyorlar.. muhabbet gırla.. hiç sevmedin böyle mekanlarda içmeyi.. hep kendi inlerinde takılıyorsun.. oysa bak hayat dedikleri orasıymış la.. yürüyün la anca gidersiniz.. kendi dediğini bile duyamadığın yerlerde zırıltı içinde edilecek muhabbet de, içilecek alkol de uzak dursun benden.. o kaddddddaaaaarrrrrrrr..

tek başına içmeye devam ediyorsun mekanın arka bölümünde..

yine saymayı unutuyorsun şişeleri..

‘yael naim’ çalmaya başlıyor..

fondipler başlıyor..

tek başına şişeleri havaya kaldırıp sağlığına diyorsun boş şişelere vurarak..

gülümsüyorsun..

‘yael naim’den, ‘she was a boy’ sahne alıyor birden..

gözlerinden yaşlar akarken ayağa kalkıp ‘yael’e bağıra bağıra eşlik ediyorsun..

yukarıda uduyla sana müzik ziyafetleri çeken güzel komşun neye uğradığını şaşırıyor.. notaları karıştırıyor ve udu bir kenara bırakıp seni ve senden fırsat kalırsa ‘yael naim’i dinliyor saygıyla ya da dehşetle..

gözünden akan yaşlar döşemeye, masaya her yere salakça damlıyor..

‘yael’ kalbinin üzerinde tepiniyor o yumuşacık sesiyle..

gece, saat 21.16.. iç mekan..

tebrik ediyorsun kendini çünkü sayıp bakıyorsun masaya, tam tamına 12 tavşanın var..

eline ‘bavulunu’ alıp kümesine doğru yola çıkıyorsun kulağında ‘amy ray’ın ‘birds of a feather’.. ‘hey brother’ diyor..’ it’s hard to be close, hey brother it’s hard to be touched’..

sonra tekrar ‘yael naim’ alıyor sözü..

ve ‘she was a boy’ diyor sıkılmadan..

ve sen gözlerini yarıştırıyorsun hangi şarkıda hanginiz daha çok ağlayacak diye..

sokaktasın..

‘abu abdalla’nın her zaman ki gülümseyişini suratına gömüp, ona sessizce kafanla selam verip kayboluyorsun sokaklarda..’

bu sefer ‘yael naim’ noktayı koyuyor yeni başlayan şarkısıyla :

‘game is over’..

Crockett..

(gecenin bir yarısı dönüp yazıyı okuduğumda gördüm ki hadi truffaut doğru da, godard’ı da gömmüşüm yazıda, onun için de kemikleri sızlar demişim.. kendisinden özür diliyorum.. on dakika içinde naylon kafayla yazılan yazılar ancak bu kadar oluyor ne edek la.. ‘mutsuzluk taviz vermektir’ demişsin ustam godard.. ben hep taviz veriyorum usta ne edeceğiz, çare nedir.. bak seni bile gömmüşüm kemiklerini sızlatmışım.. güldüm sabahın dördünde.. kusuruma bakma emi..) 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

800. yazı tüm aylaklara..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

üç yıl geçti ‘aylak adamız’ bebesini ‘reis’le (blackhawk) doğurduğumuzdan bu yana.. ben annesi olmayı kabul ettim, reis de babası.. sakın gülmeyin aynen doğrudur.. ben gülüyorum şimdi.. sonra amcaları, teyzeleri ortaya çıktı.. aile büyüdükçe büyüdü..

beş altı kişilerde gezinirken yazar kadromuz şimdilerde yirmi beşi buldu.. karşılıksız bir şey beklemeden yüreklerini ortaya koydular.. bunlar isimli yazanlar.. bir de isimsiz dışarıdan destek verip yazı, şiir, fikir veren aylaklar var..

bebe büyürken ailesi de büyüyor..

istanbul’da ki aylakların sayısı da oldukça çoğaldı.. hele bazı günlerde biraya gelmelerimiz ve beraber aylaklık yapıp, demlenmelerimiz, sohbetlerimiz kaçırılmayacak şenlikler..

en son geçen cumaydı sanırım.. üç beş aylak mekanda toplanmışken birden nüfus patlaması yaşandı ve sanırım 15’i bulduk.. istanbul rekoru kırdık demlenirken..

kimler yoktu ki.. ‘gürselim’le, ‘delirmek’ ve ben vardık ilk başta.. rutin bir cuma buluşması olacaktı..

ding dong kapı çaldı.. bir baktık ‘papyrus’ ve ‘duygu’ kardeşlerimiz gelmiş..

daha onlara merhaba diyemeden tekrar ding dong.. gelenler ‘alki’ ve ‘yüco’ydu.. sonra gelen ise ‘aytaç’ kardeşimizdi..

‘aytaç’tan sonra gecenin bombaları geldiler : ‘mari’ ve ‘nazmi..’ rutin giden bir cuma akşamının seyri o andan itibaren değişti birden.. ‘mari’nin anlattıkları geceye damgasını vurdu.. gülmekten yerlere serdi bizi.. onu ilk kez tanıyanlar şok olmuştu ‘mari’yi o gece dinleyince.. cem yılmaz ve diğerleri falan hikaye, eline su dökemezlerdi.. gerçekten yüreğine sağlık ‘mari’ kardeşimizin.. neşe saçtı bize.. ve bu yaptığı sürprizi devamlı yapmasını istiyoruz.. işyerini ve misafirlerini yalnız bırakıp kaçarak gelmişti.. sırf bizi görmek için.. çok duygulandırdı bu ziyaretiyle beni.. hele hele ‘mari’yle ‘nazmi’nin yaptıkları tangolar ve sonrasında ‘papyrus’ ve ‘duygu’nun onlara eşlik etmesi gerçekten de muhteşemdi.. sonradan ise ‘papyrus’ ‘yüco’ ve tabiî ki  ‘nazmi’ sahne aldılar.. urfa ve mardin yöresinden halaylarla coştular, coşturdular.. ‘nazmi’nin halay çekmesine bayılıyorum.. hem güldürüyor hem coşturuyor bizleri.. ilk defa ‘nazmi’yi izleyenler gülmekten yerlere yıkılabiliyor..

böyle bir geceyi ‘reis-blackhawk’ kaçırdı.. artık şansına küssün.. imkanı vardı, gelebilirdi gelmedi.. uzakta bir yerlerdeydi ama yine de gelebilirdi..

neyse işte o akşam beş şişe jacki ve 26 birayı devirmişiz.. tekelci ‘suat abimiz’ kafayı yedi.. ‘alkolle yıkanıyor musunuz, ne yapıyorsunuz’ demiş en son kendisine giden arkadaşlarımızdan birisine.. biz ‘yıkanmak istemeyen çocuklarız (ünsal oskay) suat abi, yıkanmadık ağzımızla içtik, hem de aksırıncaya tıksırıncaya kadar..’

gecede bulunup da hatırlamadıklarım kusura bakmasınlar.. o kadar gelen giden oldu ve o kadar güldük ki bazı şeyleri silmiş olabilir beyinsiz kafam..

bu tür bir buluşmayı tüm yazarlarımızla istanbul’da yapmayı ‘reis’, ‘papyrus’ ve ‘delirmek’le beraber planlıyoruz.. sanırım eylül ayı gibi yaz dönüşü organize edeceğiz bu tanışma ve buluşma faslını.. şimdiden tüm yazarımızın haberi olsun.. dileyen aylaklar da dört bir yandan gelebilir.. ayrıntılar daha sonradan duyurulacaktır merak etmeyin..

‘aylak adamız’ bebeğimizi doğurduktan sonra aramıza birçok arkadaş katıldı..

yaşam kaynağım ‘fran(sı)z büyük fedakarlıklar yapıp aramıza katıldı, katkı sağlamaya çalıştı.. kendisi benim en büyük öğretmenim ve ilham kaynağım olmuştur her zaman.. ben ona layık olamasam da o beni hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır.. yakında bomba gibi yazılarıyla dönüş yapacak, çünkü başındaki problemleri savuşturmaya başladı.. bize ‘güneşli’ günlerden bahsedecek, ‘güneşin’ sıcaklığıyla kalplerimizi harlayıp ısıtacak..

sonra aramıza ‘herdem’ katıldı.. yürekli bir şekilde ‘ben de yazacağım’ dedi.. çok mutlu olduk.. ‘herdem’ özelikle sinema ve müzik alanında epeyi katkı sağladı aylak adamıza..

‘herdem’le aynı süreçte ‘ibn-i zerabi’ kocaman yüreğiyle aramıza katıldı.. kısa sürede kendine has üslubu ve diliyle müthiş bir takipçi grubu yakaladı.. varlığıyla bizi onurlandırıyor kendisi ve yazılarını sabırsızlıkla bekliyoruz.. 

ve ‘bulut’ açık kapıdan içeriye girdi ve sanki hep aramızdaydı da biz fark etmemiştik.. kendine has tarzıyla iyi bir takipçi kitlesi yakaladı.. ‘bulut’un yazıları güneşin sabah doğması gibi mail kutularımızda sabahları yer aldığında günümüze neşe katıyor..

‘lucy in the sky’a hepimiz küstük.. ama onu ne kadar sevdiğimizi kendisi de biliyor.. fakat biz de ısrar yok, arama sorma yok bunu herkes bilir.. neden yazmadın, yazmıyorsun asla demeyiz.. ‘sarı’ hariç.. çünkü ‘sarı’ mecbur bu sorulara muhatap olmaya.. ona hep soracağız ve sinirlendireceğiz.. kendi bilir çünkü aramıza  ‘papyrus’ ve ‘delirmek’ katıldı.. onlara havale ederim kendisini alkolde boğarlar ‘sarı’yı.. ikisini de ‘sarı’ çok iyi tanır.. benden uyarması.. ‘papyrus’ ve ‘delirmek’ gerçekten de neşe, hareket ve bereket kattılar aylak adamıza.. ve de en önemlisi umut kattılar.. onlarla bir gece üçümüz içerken şiir ortamı oluştu.. arka arkaya hem doğaçlama hem de diğer şairlerden şiir okudular.. sonra onlara sarılıp öptüm.. ne güzel dedim öldüğümde mezarımın başında şiir okuyacak aylakdaşlarım var artık.. ‘delirmek’ ve ‘papyrus’u dikkatle izleyin ve sürprizlerine hazırlıklı olun derim..

‘kevok’ ise bir göründü bir kayboldu.. uçtu gitti sandık fakat artık mutluyuz çünkü istanbul’a geliyor.. sevgili ‘sarı’mızla güzel bir çift oldular.. güzel yazılarını sabırsızlıkla bekliyoruz..

ilham kaynaklarım sevgili ‘ciğerim’ ve ‘gürselim’ de her zaman yanımızda oldular.. fikir verdiler, uyardılar..

‘alki’ ise hep çok konuşan fakat icraata dökmeyen bir aylakdaşımız.. oysa ondan muhteşem yazılar gelecek inanıyorum buna ve sabırsızlıkla bekliyorum..    

sonra sevgili ‘bici’ aramıza katıldı.. ‘bici’ kendi yazılarını göndermese de kitap tanıtımı ve alıntıları yolladı.. sonra bir gün  sürpriz yapıp bizi mekanımızda ziyaret etti.. çok sevindik.. kendisi de meslektaşımız olduğundan daha çabuk kaynaştık.. yazıları gümbür gümbür gelecek onun da, bekleyin ve görün..

‘bici’den sonra sevgili ‘hasibe’ ve sevgili ‘öteki’ kardeşlerimiz aramıza katıldı.. hem kendi üretimlerini hem de paylaşmak istediği eselerden yazılar gönderdiler bizlere..

onlardan sonra ise sevgili ‘mavinin çığlığı’ ve de sevgili ‘taflan’ yüreklerini yüreklerimizin yanına koyup bizimle birlikte olup paylaşımlarımıza ortak olup, destek vermek istediklerini söylediler.. onlar da tüm enerjileriyle katkı sağlamaya başladılar, umut verdiler bize.. ikisi de muhteşem yazılar gönderdiler yüreklerinin sıcaklığını taşıyan..

sessizliğe bürünmüş yazarlarımızda var.. ‘ters’, lucy in the sky’, ‘sarı’, ‘kevok’ bir şey demiyoruz onlara, her zaman burada olduğumuzu onlar biliyor ve biz de onların her zaman yanımızda olduklarını biliyoruz.. diledikleri zaman yazarlar diledikleri zaman yazmazlar.. herkes biliyor ve yukarda da dedim ki biz de asla ısrar yok.. paylaşmak isteyenlere kapımız açık..

fazla uzatıyorum.. işte üç yıl bilmem kaç ay sonra gelen bu 800. yazıyı emek veren tüm aylaklara ithaf ediyorum ve yeni gelenlerin hepsine buradan teşekkür ediyorum bizimle birlikte paylaşmayı hatırlamak ve paylaşmak istedikleri için..

aylakların hepsinin kocaman kocaman, sımsıcak yürekleri var.. her gece birisinin yüreğinde gizlice saklanıp uyuyorum.. affetsinler beni gizlice kendilerine yük olduğum için..

ve siz sevgili ailemiz, her gün gelen maillerinizle bizlere verdiğiniz enerji, moral ve umut için ne desek azdır.. sizlere de teşekkür ediyoruz hep bizimle olduğunuz için.. bizler bir gün  topuklasak da buralardan hiç kimse merak etmesin ‘aylak adamız’ sonsuza kadar aylaklığa aynı şekilde devam edecek..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett.. 

(lüzumsuz not : lütfen sayfa tarayıcılarınızın ayarıyla oynamayın.. bu yazı ayık kafayla yazılmış ama yıkılmak üzere olan nal gibi bir kafayla yayınlanmıştır.. kusurumuz olduysa yazıda affedin..)

 

Milliyet Çocuk..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yetmişli yıllarda doğup seksenlerde onlu yaşları geçenlerin çocukluklarında bilgisayar, cep telefonu, play station vs yoktu.. televizyon tek kanallıydı.. sınırlı yayın yapıyor ve şimdiki kadar etkin değildi..

çocuklar okul dışında vakitlerini sokaklarda değişik oyunlar oynayarak geçirirdi.. telden yapılma oyuncak arabalar, mahalledeki marangozda yapılan bilyeli tekerleri ve direksiyonu olan kızaklar, tahtadan yapılma tabanca tüfekler, cep telefonunun öncülü olan ip ve kibrit kutularından yapılma telefonlar vs..

az biraz okumayı sevenler ise rıfat ılgaz’ın bacaksız serisi, sempe – goscinny ikilisinin pıtırcık serisi kitapları, denizler altında yirmibin fersah, tom sawyer’in maceraları gibi klasiklerin yanı sıra başta ‘şimdiki çocuklar harika’ olmak üzere aziz nesin kitaplarıyla okuma aşklarını yenileyip, geleceğe taşırlardı..

bunlar dışında bir de süreli yayınlar vardı.. bunların öncülü ve her zaman en iyisi olan ‘milliyet çocuk’ dergisiydi..

kasabanın ya da şehrin en yakın gazete bayisinde sabahın köründe çocuklar onun gelmesini beklerdi.. ama bazen gecikir , günleri sarkardı.. sabırsızlık artar gazete kamyonunun uzaktan görünmesiyle bir heyecan dalgası yayılırdı.. bu heyecanın esas nedeni ise derginin bir önceki sayısında en heyecanlı yerinde kalan çizgi romanların akıbetinin merak edilmesiydi.. hele kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde oturuyorsanız bu beklemeler bazen daha uzun sürerdi.. zaten böyle yerlere abone olmazsanız dergi de gelmezdi.. abonelikte de problemler olur bazen iki üç ay dergi gelmez topluca gelirdi.. iki üç dergi birden gelse bile dergiler kısa süre içinde nefes nefese okunur ve sonra yine beklenmeye başlanırdı..

yanlış anlaşılmak istemem, günümüzde doğru dürüst üç beş kelime konuşabilen ve okuma-kitap aşkıyla yanıp tutuşan insanların çoğunda bu derginin katkısı vardır… aksini iddia eden de olabilir, bu benim görüşüm..

hatırladığım kadarıyla yalvaç ural ve ülkü tamer’in yönetiminde çıkarılıyordu dergi.. yazar çizer kadrosu da yerli yabancı yazar çizerlerden oluşan çok sağlam bir kadroydu..

cimcime, ince memed, mırnav, uzay çocukları, şimşek santrfor , red kit, asterix ve tarzan şu anda aklıma gelen çizgi bölümleriydi milliyet çocuğun..

bu dergileri atmaya kıyamazdınız, itinayla saklar ve sararan dergileri yıllar geçtikçe tekrar tekrar okurdunuz.. imkanı olanlar güzelce ciltletirlerdi.. becerebilenler kendisi ciltlerdi dergileri..

uzun süredir unuttuğum milliyet çocuk dergisini geçenlerde moda’da aylak aylak dolaşırken hatırladım.. o günleri hatırlayıp duygulandım.. uzun uzun dergiyi düşündüm.. ilk aklıma gelen ince memed, sonra da –sakın gülmeyin- cimcime’ydi.. neden bilmiyorum cimcimeydi işte.. ama en sevdiklerim asterix, red kit ve şimşek santrfordu..

milliyet çocuk dergisinin bu başarısından sonra onun taklidi bir sürü dergi çıktı ama tutunamadılar.. bankalar bile çocuk dergisi çıkarmaya başladı.. bazı gazetelerin çıkardıkları ise milliyet çocuk dergisinin aksine, ağaç yaşken eğilir felsefesinden hareketle çocukları yontma amaçlı ve belli sağ siyasi görüşler doğrultusunda yetiştirme amacına hizmet ediyordu.. ama tutunamadılar bu taklit dergiler, aynen tarihin çöplüğüne gittiler..

işte bir moda gezintisinde tekrar hatırlanan ve okuma aşkımın en büyük nedenlerinden olan ve onun alevini de devamlı körükleyen dergi : milliyet çocuk..

şimdi ki çocuklar ne kadar şansızlar bilmiyorlar ve bu eksikliklerinin, şansızlıklarının farkında değiller.. sobalı evleri bilmiyorlar.. soba ne onu bilmiyorlar.. sobanın üstünde demlenen çayın yanında patlatılan mısırlar veya nar gibi kızarıp açılan kabuklarından yayılan kokuyla yemek için sabırsızlanılan ve elin yanması pahasına dokunulan kestaneli geceleri ya da günleri yaşamadılar şimdiki çocuklar..

aptal kutusu televizyonların başında oturup saçma sapan çizgi dizilere hipnotize edilmiş gibi saatlerce bakan, kendini unutan ve ve ve en önemlisi hayal kurmayı bilmeyen bir çocukluk.. yağmur yağdığında çıkan toprağın kokusunu bilmeyen bir çocukluk yetişiyor beton kentlerde.. adına modern kentler deniyor , modernlik, ilerleme deniyor.. hadi canım yemeyin bizi.. kümeslere tıkılan bir insanlık.. duygusuz, merhametsiz bir insanlık geldi ve daha da kötüsüne doğru gidiyor..

çocukluğumuzun çizgi filmlerinin kahramanlarının en sevilenlerinden birisi olan ‘atom karınca’ keşke şimdi uçarak gelse de bir dur diyip şu insanlığa, düzeltse şu dünyayı..

hiç büyümeyen çocuklar olarak kalın ve de tabii ki  gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YUSUF ATILGAN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bugün büyük ustamız ilham kaynağımız ‘yusuf atılgan’ın doğum günü..

27 haziran 1921’de manisa’da hayata merhaba diyen yusuf atılgan , liseyi bitirdikten sonra istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi türk dili ve edebiyatı bölümü’nü bitirir.. akşehir’de askeri lisede bir sene öğretmenlik yapar..

ancak ustamız üniversite öğrenciliği sırasında yasadışı türkiye komünist partisi’ne üye olmak ve bu parti için yasadışı faaliyetlerde bulunmak suçlamasıyla ve türk ceza kanununun meşhur 141. maddesi nedeniyle tutuklandı.. sansaryan han’da ve tophane cezaevinde yaklaşık bir sene tutuklu kaldı.. salıverildikten sonra öğretmenlik hakkı elinden alınan yusuf atılgan manisa’nın ‘hacırahmanlı’ köyüne geri dönerek yıllarca köyde çiftçilikle uğraştı..

yusuf atılgan 1976’da istanbul’a dönerek kadıköy’ün moda semtinde bir süre oturdu.. bu dönemde çevirmenlik , redaktörlük vs işler yaptı.. ‘canistan’ romanı üzerinde çalışırken geçirdiği kalp krizi nedeniyle 1989’da aramızdan ayrıldı..

romanları ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’nin yanı sıra hikaye ve masallarını topladığı kitabı ve bitmemiş ‘canistan’ romanı edebiyatımıza kazandırdığı dört eseridir..

az sayıda eseri olmasına rağmen özellikle ‘aylak adam’ ve ‘anayurt oteli’yle türkiye edebiyatına damgasını vurmuştur büyük usta.. çoğu kişi oğuz atay ustayla kıyaslar , karşılaştırır yusuf ustamızı.. ben kıyaslama yapmayı sevmem her ikisinin de kendine has üslupları ve yaratımlarıyla gönüllerimizde ayrı ayrı yerleri var.. ama ‘bir adaya düşersen’ diye saçma sapan geyik soruyu buraya uyarlasalar ya da cezaevine düşsek ve orada ‘bir kitap seçme hakkın var’ deseler tek kitap ismi söylerim : aylak adam..

başkasını bilmem ama benim hayatımın dönüm noktasıdır ‘aylak adam’ı okumak.. çok şeyi bende yerle bir etti ve birçok açıdan yeniledi beni.. hediye almayı ve seçmeyi bilmem , hep kitap alırım sevdiklerime , en çok hediye ettiğim kitaptır ‘aylak adam’.. küçücük çocuklara bile hediye ederim ‘sakla günü gelecek okuyacaksın ve beni hatırlayacaksın’ derim..

romanları dışında öykülerinden ‘eylemci’ adlı öyküsü ilk okuduğumda pek gülünecek şeyler olmamasına rağmen nedense beni çok eğlendirmiş ve gülmekten yerlere yıkmıştır.. canım sıkıldığında çevirir çevirir okurum bu öyküsünü..

masalları da ayrı bir güzelliktedir.. bence çocuğu olan herkesin hemen okutması gerekir bu masalları.. gerçi bazıları biraz sert öğeler içeriyor masallar ama okutun bir şey olmaz.. televizyonlarda izlediklerinden daha yumuşaktır.. okutun okutun la.. 

aylak adam’ın ana kahramanı ‘c’ ve anayurt oteli’nin ‘zebercet’i edebiyat tarihimizin en bilinen karakterleri arasına girmiştir.. aylak adam için çok şey yazmak gerekir buraya ama bugün yusuf atılgan’ın doğum günü.. edebi tahliller filan yapmak ve eserleri hakkındaki kıymetsiz saplantılarımı , düşüncelerimi yazmak istemiyorum buraya.. saçma sapan , abuk sabuk şeyler yazmak istiyorum..

hem bugün ustanın doğum gününü yine az kalsın ıskalıyordum ki aylak aylak dolaşırken , ‘delirmek’in attığı mesajla irkilip , hatırlayıp hemen koştum mekana bir iki satır bir şey  karalamak için.. ‘delirmek’ kardeşime buradan çok teşekkür ediyorum bu yüzden..

 doğum günün kutlu olsun sevgili ustamız yusuf atılgan !

keşke aramızda olsaydın da seninle modada denize karşı tüm aylaklarla birlikte rakı içerek kutlasaydık..

keşke ‘aylak adam’ı nasıl beyaz perdeye uyarlarız diye seninle sohbet edebilseydik..

beni yakından tanıyanlar bilir , benden önce belki yapılacak filmi ‘aylak adam’ın ama bir gün ben de çekeceğim ‘aylak adam’ı.. saçma sapan hayatımın en büyük , en önemli amacı bu.. zaten kaç amacım , kaç isteğim var ki artık..

haydi bugün kadehler yusuf atılgan , ‘c’ , bıyıksız – bıyıksız tüm zebercetler  ve tüm eserleri için kalksın havaya..’

 ‘Crockett’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘..ben çoğu geceler içiyorum , dedi.. şakağımdaki ağrıyı duymamak için iştah açmak için falan diyorum ama değil , biliyorum.. bir çeşit umutsuzluktan kurtulmak için içiyorum.. belki kendi kendimden.. iki çeşit içen vardır.. biri, benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer.. bir de şu çevrendekilere bak.. bunlar neden içiyorlar ? toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için.. çekinmeden bağırmak , yüksek sesle gülmek için.. dışarda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır.. sokakta hiç gülmemek için burada gülerler.. böylesi az içer.. ya ben ? içiyorum da kurtulabiliyor muyum ? belki yalnız baş ağrısından..

– ya içmediğin zamanlar ?

– o zaman ararım..

– hep arayacaksın sen. ya resim , ya kitap..

– tutamak sorunu.. insanın bir tutamağı olmalı..

– anlamadım..

– tutamak sorunu dedim.. dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde gider gibiyiz.. tutunacak bir şey olmadı mı insanlar yuvarlanır.. tramvaylardaki tutamaklar gibi.. uzanır tutunurlar.. kimi zenginliğine tutunur ; kimi müdürlüğüne ; kimi işine , sanatına.. çocuklarına tutunanlar vardır.. herkes kendi tutamağının en iyi , en yüksek olduğuna inanır.. gülünçlüğünü fark etmez.. kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.. öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı.. herkesin, ‘veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi.. daha gülünçleri de vardır.. ben toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü , sahteliğini , gülünçlüğünü göreli beri , gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum : gerçek sevgiyi! bir kadın.. birbirimize yeteceğimiz , benimle birlik düşünen, duyan , seven bir kadın!..’

‘AYLAK ADAM’ , YUSUF ATILGAN.. Ekim 2009 , Yapı Kredi Yayınları , sayfa : 152’den..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘nagat al saghira’yla kendimi ararken..

‘yıllar öncesinden koşarak gelip durduğum o son engeli de aşıp kendimi boşluğa bıraktığımda havada ‘onlar’ tuttular.. havada görünmez iplerle tutturulmuş gibiyim boşluğa.. görünmez ellerin tuttuğu görünmez ipler..

işte bugün yine kurtulmak istiyorum iplerden ve yol alıyorum boşlukta..

sesler uzaklaşıyor..

renkler soluklaşıyor..

kulağımda 1950’lerden bir ses ‘nagat al saghira’.. beni boşlukta sıkıca tutanlardan..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kulağımdaki ses boğazıma çöküyor..

sıkıyor sıkıyor..

her şey uzaklaşıyor , ses daha da çoğalıyor..

tüm ruhumu , benliğimi işgal ediyor yumuşacık adımlarla yavaş yavaş..

birden nagat’ın yüzü beliriyor karşımda..

yumuşacık kadife gibi sesiyle dokunuyor kalbimin en acıyan yerlerine..

teker teker dokunuyor..

kalbimin en acıyan yerlerine dokundukça nagat , yaşamak ne kadar ağır bir ceza diye haykırıyorum.. ama haykırışım içimde yankılanıyor.. ‘kimse duyamaz benden başka seni’ diyor..

‘neresi en çok acıyor’ diye soruyor nagat..

kalbime bakıyorum..

ağlıyorum..

eliyle gözyaşlarımı silmeye çalışıyor..

ama durduramıyor..

kim seni bu kadar yaraladı diyor ve kalbime dokunuyor..

ah nagat el saghira..

sen biliyorsun..

biliyorsun ki hala ısrarla aynı yaranın üzerine şarkını bastırıyorsun durmaksızın..

acıyor..

bastırdıkça daha da acıyor..

nereye gidiyorum diyorum kendi kendime..

beyaz..

sadece beyaz..

anna kavan’ın yanından geçiyorum..

ya da geçtiğimi sanıyorum..

elimi yakalamak için uzatıyorum tutamıyorum..

sanki ‘gitme , buz geliyor oradan’ diyor..

nagat ‘devam et’ diyor bana..

ve kendisi de devam ediyor şarkısına..

beyaz gözlerimi kör ediyor sanki..

sadece nagat..

sadece nagat’ın sesi..

sadece nagat’ın kalbime yumuşak dokunuşları..

kaç kişi dinledi seni nagat al saghira bu yeryüzünde..

kaç kişi seni bildi..

bilemeyenlerin dinleyemeyenlerin suçu neydi..

dinleyenlerin ayrıcalığı neydi..

seni dinlemek ‘onu’ dinlemek kadar güzeldi..

seni senin dilinde anlayabilmek de ne büyük şanstı benim adıma..

beraber yol alıyoruz sessizliğin içinde , sadece senin sesinle..

beyazlığın sonunda bir yeşillik görünüyor ufukta..

yorulmuyoruz hiç..

etraf yavaş yavaş yeşilleniyor..

cennet burası mı yoksa diye kendi kendime soruyorum ama bir yerlerden de tanıdık geliyor..

musa..

musa dağı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

burası musa dağı..

diyecek oluyorum parmaklarını dudaklarıma götürüyorsun..

susuyorum..

ama ikimizde çok iyi biliyoruz ki burası musa dağı.. nur dağlarının sonuna doğru yeşillikler içinde bir dağ..

birden serdar karşımda beliriyor arkasından ipek..

bize doğru koşuyorlar..

kalbimdeki tüm yaralardan daha güçlü bir acı duyuyorum..

tüm yaralarım , doğduğumdan beri açılan tüm yaralarımı hep onarmaya çalıştığın halde kabuk bağlayanlarla birlikte hepsi birden kanamaya başlıyor..

serdarın gülüşüne sarılıyorum..

tutamıyorum..

ipeğin saçlarından yakalamak istiyorum elim kayıyor senle birlikte düşüyoruz bir çamın dibine nagat..

ayağa kalkmak istedikçe kanıyor kalbim..

sense kanayan tüm yaralarıma yetişmek istercesine yorulmadan söylemeye devam ediyorsun şarkını..

haykırıyorum ipek’le serdar’a.. ya da haykırdığımı sanıyorum..

çamların arasında kayboluyorlar..

onlar kaybolunca ‘yol bizim , üzülme buluruz onları tekrar’ diyerek elini uzatıp beni kaldırıyorsun..

sırtımı bir ağaca yaslayıp önümde uzayıp giden vadiye bakıyorum..

‘biz onları hiçbir zaman bulamayız , yakalamayız’ diyorum nagat’a..

acı acı gülümsüyor..

hatırla diyor ‘moda’da ipek’le denize bakarak konuştuğunuz günleri..’

senden ne kadar ufaktı ve ne kadar öfkeliydi değil mi..

o küçücük yüreğinde ne kadar büyük bir yürek taşıyormuş değil mi..

şaşıyorsun..

değil mi..

ipek..

yokluğu ne kadar büyük ve acımasız değil mi..

neden dayanamıyorsun onun yokluğuna..

ya serdar..

ne çok gülümserdiniz beraber dayak yerken çetin hocadan..

dayak yedikçe gülümserdiniz..

gülümsedikçe dayak yerdiniz..

ne çok yürürdünüz konuşmadan sadece gülümseyerek değil mi..

gülmeyi , gülümsemeyi ondan öğrendiğini neden itiraf etmiyorsun kendine..

gülmeyi ve gülümsemeyi bilenler kimler..

sahte gülüşlerde sen kendini kaybederken onlar senden çok uzaktaydılar artık..

ve sen onlara şimdi yetişmek istiyorsun..

neden..’

‘neden’ kelimesi kulaklarımda şarkıyla birlikte yankılanıyor..

nagat’ın elini çekip fırlatıyorum kalbimden..

nagat’ın eliyle birlikte kalbim de fırlıyor vadiye doğru..

kalbimi tutan hiçbir şeyim yokmuş..

benim içimde bir ur gibi büyüyüp durmuş..

göğüs kafesinde boşlukta asılı duruyormuş tıpkı benim hayatta boşlukta duruşum gibi.. beni tutan görünmez ipler varken kalbimi tutan görünür ya da görünmez hiçbir ip yokmuş..

donup kalıyorum..

kalbim yuvarlanıyor vadiye doğru..

uzaklaşıyor..

çamların dikenlerine sivri uçlu taşlara çarpa çarpa acıyor belki de..

koşmuyorum kalbimin peşinden..

ayaklarımı uzatıyorum vadinin kenarındaki uçurumdan boşluğa..

zaten hep boşlukta değil miydim..

nagat susuyor birden..

müzik kesiliyor..

ses yavaş yavaş kayboluyor..

nefesim kesiliyor yavaş yavaş..

nagat gitme diyemiyorum bağıramıyorum..

meğer o şarkı..

meğer nagat’ın sesiymiş ayakta tutan beni..

arkasına dönüyor uzaklardan , ‘kalbinin peşinden koşmayan serdarla ipeği gerçekten aramıyor demektir’ diyor yumuşacık sesiyle nagat..

sıçrıyorum yerimden..

sadece bir hamle gerekiyor yetişebilmek için kalbimin arkasından..

kendimi boşluğa bırakıyorum..

ve müzik ve şarkı başlıyor..

nagat tekrar söylüyor..

kalbimi vadinin dibinde bir su kenarında buluyorum..

ve yanında nagat..

nagat’ın yanında bağdaş kurup oturmuş ipekle serdarı görüyorum..

ipek yine kitap okuyor..

serdar’sa nakış işler gibi gülümsüyor bana doğru..

oturuyorum yanlarına..

herkes susuyor..

sonra aboş geliyor..

abooşşşşşşşşşşşşşşşş sen de mi buradasın..

gülümseyip küfür ediyor..

nagat söylemeye devam ediyor..

susuyoruz.. onlara bakıyorum..

sarılmak geçiyor içimden.. ipeğin saçlarına dokunmak , yakalamak ve hiç gitmesin diye bileğime dolamak istiyorum o uzun saçlarından.. tutamıyorum yakalayamıyorum..

serdarın dudağının kenarına uzanmak istiyorum.. uzanıyorum.. gülümsüyor.. düşüyorum..

aboşumun elinden tutmaya çalışıyorum küfrederek beni itiyor tıpkı ortaokuldaki gibi.. hala inatçı..

nagata dönüyorum..

gülümsüyor..

vadinin dibinden yukarıya doğru bakıyorum..

elini uzatıyor nagat..

tutuyorum elinden ve beni çekiyor yukarıya doğru.. hayır diyorum geriye dönüp 20 yıl öncesinde kalan yüzlere bakıyorum..

el sallıyorlar ve arkalarını dönüp vadinin karanlık yerlerine doğru sessizce yürüyüp kayboluyorlar..

gözlerimden yaşlar akarken kalbim kanamaya başlıyor tekrar..

musa dağı’nın tepesindeki yola vardığımızda ellerimi kurtarıp göğüs boşluğumda duran kalbimi tutup vadiye doğru fırlatıyorum..

nagat dönüyor..

bu kez o ağlamaya başlıyor..

şarkıyı söyleyen sesine gözyaşları damlıyor..

onun ağlamasına dayanamıyorum.. kanıyorum.. onu teselli etmeye çalışıyorum , ‘bu kadar anlamsızca yaşanan bir hayatta ne ihtiyacım var bu kalbe’ diyorum..

nagat kayboluyor..

peşinden koşmaya çalışıyorum..

tökezleyip düşüyorum..

düşmemle beraber bir çamın dibinde uyanıyorum..

gözlerimi açıyorum..

adnan abi karşımda yeşil gözleriyle gülümsüyor..

kıyamadım uyandırmaya seni diyor..

kaç saattir uyuduğumu öğrenmek istiyorum..

‘sar hams saa’ diyor gülüyor..

her zaman ki gibi mi diyor evet diyorum..

koşuyor ‘pilot’un yeri’ yazan tabelanın altında kayboluyor..

çam kokusunu içime çekiyorum..

göğsümü yokluyorum..

atan bir şeyler  var..

ve evet kalbim orada..

yine mahkumum kalbime..

gülümsüyorum..

acı çekmeye var mısın diyorum kendime..

arkadan bir ses bence varsın diyor..

dönüp bakıyorum nagat..

gülümsüyor..

ve sana kurban olayım adnan abi..

dünyanın en güzel hummusunu ve buğannüçünü yapan sen o güzel yeşil gözlerinle nasıl da anlıyorsun bu zavallının ilacını : çam ağaçlarına iliştirilmiş hoparlörlerden nagat’ın sesi musa dağından aşağılara doğru yayılıyor..

ve vadinin dibinden nadir başkan’ın sesi çınlıyor : ‘ehlennnnnnnnnnnnnnnnnnn..’

koşarak bana doğru geliyor..

‘bensiz buralara gelip oturmak ha.. haberim olmayacağını mı sanıyordun’ diyor..

özür dileyerek onun gülümseyişinde çaktırmadan serdarı arıyorum..

görür gibi oluyorum..

sarılıyorum nadir’e.. buram buram defne kokuyor.. kokluyorum gar sabunundan gelen defneyi.. içime çekiyorum nadiri..

hala var diyorum karşılıksız sevenler..

hala var umudu yeşertenler..

hala var güzeli arayanlar..

hala var iyiliğe koşanlar..

hala var inadına gülümseyip korkusuzca ağlayanlar..

çam ağacının altındaki her zamanki masamıza çöküyoruz..

yapmacıksız bir insan tüm doğallığıyla karşınızda..

nadir..

ismi gibi nadir..

eskilerden konuşmaya başlıyoruz..

adnan abi yeşil gözlerindeki gülümseyişle geliyor uzaktan..

nadir ona bir küfür savuruyor..

nadir’e ‘ayb ule’ diyorum..

adnan abi gülerek dalga geçiyor benimle tepsiyi masaya koyarken : ‘vay ne zaman öğrendin konuşmayı’ diyor..

hüzünlenerek gülümsemeye çalışıyorum..

kolundan tutup oturtmaya çalışıyorum masaya..

‘habibi buğannüç için patlıcan biber domates attım ateşe yanmasınlar.. yapayım geleyim’ diyor..

hiçbir zaman dolaptan çıkarıp bir şey vermedi bana adnan abim..

1300 kilometreyi sırf onun bu cennetinde oturmak için geldiğimi bilmiyor..

kalkıp ocağa gidiyor..

nadir’le kadehleri dolduruyoruz..

‘neye içelim’ diyor..

‘serdarın gülümseyişine , ipeğin kocaman yüreğine , aboşun çelik bileğine , adnan abinin yeşil gözlerine , acılarıma , acılarına , musa dağına , yaylıcaya , batıayaza , samandağa antakyaya , st simona , kel dağına , denizlere , gökyüzüne , ‘ikizim’e , nagat el saghira’ya ve ve ve güneş’e içelim diyorum..

kadehler havada çarpıp gidiyor dudaklara doğru..

ilk kadehler inmez bitmende masaya..

boş olarak inerken kadehler adnan abi küfrederek geliyor ‘ya şabep , eri……………….’ kahkahaya boğuluyoruz.. onsuz başlayışımıza içleniyor.. susuz bir duble doldurup ‘neye içtiniz hainler’ diyor.. nadir tüm saydıklarımı eksiksiz tekrarlıyor ve ‘halas’ diyince ‘ala ruhek’ diyerek adnan abi çekiyor susuz rakıyı.. dudaklarından damlarken rakının damlaları midesinde beyazlatıyor rakıyı kavrulan boğazından çıkan hoh sesiyle..

gülüyoruz yine..

ve işte alkolün ilk güzelliği..

sessizce müziğe bırakıyoruz kendimizi..

nagat al saghira’nın sesi sarıyor tüm dünyayı..

sadece o..

nagat al saghira..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ben denize aşığım senin gibi sevgilim,

sevgi dolu ve bazen senin gibi deli dolu göçmen,

misafir bazen,

senin gibi gizemli bazen,

senin gibi üzgün

ve bazen sepsessiz denize aşığım

ben semaya aşığım senin gibi,

bağışlayıcı yıldızlarla ve mutlulukla örülmüş

bir sevgili, bir yabancı

çünkü senin gibi çok uzak

ve bazen senin gibi çok yakın..

şarkı dolu gözlerle semaya aşığım

ben yola aşığım çünkü üstünde tanıştık

mutluluğumuz ve sefaletimiz

dostlarımız ve gençliğimiz

gözyaşlarımızın güldüğü yerde

ve mumlarımızın ağladığı yerde

dostumuzu kaybettiğimiz yola aşığım

ben denize aşığım

ve ben semaya aşığım

ve ben yola aşığım

çünkü bunlar hayat

ve sen sevgilim,

sen hayattaki her şeysin..’