Archive for the ‘Yazar : ‘Nedim (Crockett)’’ Category

‘beni izlersen hayallerin neyden yapılmış olduğunu sana gösteririm..’ – GENJI (takashi miike, crows zero -1..)

“sizlere göre kel alaka bir başlık belki fakat bana göre on numara bir başlık.. başka zaman tartışırız başlığı.. içimden geldi öyle attım başlığı.. anlayan anlar..

sıkıntılı günler geçiriyorum.. moraller hep bozuk.. sevdiğimiz insanların yaşadığı ciddi hastalıklar uykusuz, stresli günler geçirmemize yol açıyor, üzüntüden boğuluyoruz.. neyse ki güzel yapımlar, güzel kitaplar, umut veren notaların oluşturduğu besteler güç verirken,  böyle günlerde bir dost gülüşü de sizin moralinizi bir an olsun düzeltiyor, yaşadığınız anı unutturabiliyor.. büyük usta ‘özcan alper’in ‘gelecek uzun sürer’indeyiz günlerdir.. mekanda varsa yoksa ‘gelecek uzun sürer’ var.. arka planda devamlı onun müziği çalıyor.. yüreğe işleyen, umut veren notalar..

elime milliyet sanat dergisinin ben doğmadan önce çıkmış çok eski iki sayısı geçmişti bir ara.. birisi ‘sinemada sansür’ dosyasını diğeri de ‘türkiye sinemasında seks furyası’ dosyasını içeriyordu.. yıllar öncesinden gelen bu iki dergi de son günlerde merakla eğildiğim sansür ve yasaklar konusundaki okumalarıma destek olmuştu.. hele sansür dosyasında zamanında ülkemizde yasaklanan filmlerin listesine bir göz atınca gülmekten yerlere yattım.. ve yasaklanma nedenleri olmadığından dolayı merak da ettim.. mesela ‘truffaut ve godard’ın hemen hemen tüm filmleri yasaklanmış.. akıl sağlığı yerinde olan bir insan mesela ‘truffaut’un ‘400 fırça darbesi’ni neden yasaklamak ister.. nasıl bir psikolojisi vardır bu yasakçı, sansürcü insanların.. behey zalimler bu filmleri yasaklarken ne içiyordunuz, bize söyleyin biz de içelim o yaşadığınız kafaları yaşayalım da, biz de görelim, anlayalım yasaklama nedenlerinizi..

neyse bir gün dergilerdeki bu yasaklanan filmlerle ilgili birkaç yazı yazarım.. yazı çok çıkar bu konudan.. yeter ki insan yazmak istesin kafa yorsun..

bugün burada anlatmak istediğim sansür hikayeleri geçen sene elime geçen, gerçekten özenli ve kapsamlı bir çalışma olan ‘doç dr. şükran kuyucak esen’in hazırlayıp, yazmış olduğu “sinemamızda bir ‘auteur’ ömer kavur” adlı kitabının sonunda yer alan iki resmi belgeyle ilgili.. ‘ömer kavur’ usta eski kuşak yönetmenlerden ‘metin erksan’ ustayla birlikte en çok saygı duyduğum yönetmenlerden birisidir..

işte bu kitabın sonunda ‘ömer kavur’ ustanın yönetmenliğini yapmış olduğu ‘yatık emine’ ve ‘gizli yüz’ adlı filmlerine denetleme kurullarınca hangi şartlarla gösterim izni verildiğine yani nasıl sansürlendiğine dair iki resmi belge var.. filmlerin işletim, yani gösterim belgeleri bunlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmlerden birincisi ‘YATIK EMİNE..’ 15.10.1974 tarihinde denetleme kurulunda izleniyor ve şartlı olarak gösterim izni veriliyor.. karardan önce kurul üyeleri kimler bir ona bakalım.. denetleme kurulunun beş üyesi var.. birisi içişleri bakanlığından, birisi emniyet genel müdürlüğünden, bir diğeri genelkurmaydan, birisi basın yayın genel müdürlüğünden ve sonuncusu da milli eğitim bakanlığından.. sinemayla ne alakalı meslek grupları değil mi.. olur mu canım milletin bekası, geleceği, yeni nesillerin zihinleri söz konusu öyle demeyin.. neyse ana karar şöyle kelimesi noktasına dokunmadan :

‘günaydın film kurumuna ait YATIK EMİNE adlı film 15.10.1974 tarihinde merkez film kontrol komisyonu tarafından görülmüştür.

FİLMİN SONUNDA ATTİLLA ERGUN’UN YENİ GÜVEY İLE BERABER YATIK EMİNE’NİN EVİNE GİTTİĞİNDE, ÖLEN YATIK EMİNE’YE ‘HENÜZ DAHA SICAK’ DEYİP, OMUZLARINI VE ELLERİNİ OKŞAYARAK ÜZERİNE KAPANDIĞI SAHNE İLE, KAPIDAN ÇIKARKEN SÖYLEDİĞİ ‘DAHA HALA SICAK BE’ SÖZÜNÜN ÇIKARILMASI ŞARTLARI İLE HALKA GÖSTERİLMESİNDE VE YURT DIŞINA ÇIKARILMASINDA BİR SAKINCA BULUNMADIĞINA EKSERİYETLE KARAR VERİLMİŞTİR..’

görüyorsunuz değil mi, halka gösterilmesine ve yurt dışına çıkarılmasına sağ olsunlar akla zarar olsa da bazı şartlarla izin veriyorlar. ama ekseriyetle.. yani oybirliği yok.. karara muhalif kalan ve şerh düşen üyelere geçelim şimdi..

‘içişleri bakanlığının üyesi’nin verilen ana karara muhalefeti yok.. yukarıdaki bölümlerin çıkartılması yeterli demiş..

‘basın yayın genel müdürlüğünün üyesi’nin şerhinde bir şartı daha var : ‘AYRICA HAMAM SAHNESİNİN DE ÇIKARILMASI ŞARTI İLE KABULÜ REYİNDEYİM..’ bak bak diğer üyelerin atladığı bir sahnenin de zararlı olduğuna karar vermiş ve hamam sahnesinin de çıkarılmasını istemiş bu koruyucu ve kollayıcımız.. ne kadar teşekkür etsek azdır.. hamam sahnesini izlersek belki aklımıza kötü şeyler gelip azıp mesela devrim, sosyalizm, özgürlük gibi şeyler de düşünebiliriz maazallah..

komisyonumuzun değerli üyelerinden ‘milli eğitim bakanlığının üyesi’ de ‘HAMAM SAHNESİNİN ÇIKARTILMASI ŞARTI İLE KABULÜ REYİNDEYİM’ demiş.. ama bu iki üye beş üyenin arasında azınlıkta kalmış ve neyse ki hamam sahnesi makası yemekten kurtulmuş..

ee doğal olarak emniyetle genelkurmay üyeleri ne demiş, şerh düşmüşler mi diye soracaksınız.. evet tabi ki şerh düşmüşler bu karara.. hem de nasıl.. işin trajik yanı da bu şerhler zaten..

evet bu üyelerin şerhlerini sizlere aynen yazıyorum şimdi :

‘emniyet genel müdürlüğünün üyesi’ : ‘filmin ŞARTSIZ KABULÜ REYİNDEYİM..’

‘genelkurmayın üyesi’ : ‘filmin ŞARTSIZ KABULÜ REYİNDEYİM..’

EVET ŞAKA DEĞİL BU İKİ ÜYE FİLMİN ŞARTSIZ ŞURTSUZ, MAKASLANMADAN, OLDUĞU GİBİ AYNEN GÖSTERİLMESİNİ İSTİYOR AMA KOMİSYONUN SİVİL ÜYELERİNİN ÇOĞUNLUĞUNUN OYLARIYLA FİLM 3’E 2 OYLA MAKASLANIYOR.. inanmayanlar kitaptan aldığım belgelerin fotoğraflarını büyüterek okuyabilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim diğer filme : ‘GİZLİ YÜZ..’ senaryosu ‘orhan pamuk’a ait ‘gizli yüz’ü 1990 yılında çekiyor büyük usta ömer kavur.. başrollerde ‘fikret kuşkan, zuhal olcay, rutkay aziz, sevda ferdağ’ var..

bu film de çekildikten sonra 90’lı yılların sansür otoritesi olan kültür bakanlığı’nın komisyonuna giriyor ve sinema eseri işletme belgesi alıyor.. ‘gizli yüz’e verilen belge tarihi 27.03.1991.. belgenin altında imzası olan o dönemin telif hakları ve sinema müdür olan şahsiyet.. filmin iki kopyası olduğunu belgeden anlıyoruz.. şimdilerde bazı yerli filmlerin 300 kopyayla gösterime girdiğini düşününce ne günler yaşamış, ne zorluklar çekmiş sinemamız diye üzülüyor insan.. neyse konumuza dönelim bu filmin de gösterimi için bir şart konuluyor belgenin sonuna yüce komisyonca, noktasına virgülüne harf yanlışlıklarına dokunmadan aynen yazıyorum :

‘FİLMİN BAŞINDA; KONSAMATRİS KADININ BİR KADIN İÇİN : ‘İNGİLİZ KRALİÇESİ İLE İRAN ŞAHININ PİCİYMİŞ’ SÖZÜNÜN KALDIRILIP ÇIKARTILMASI ŞARTIYLE..’

güler misin ağlar mısın.. inanmayan yine aşağıda okuyabilir belgenin aslını.. işte bu ülkeyi hep böyle uçan kafalar yönetmiş.. halkı halktan çok düşünen, seven insanlar..

değerli hocamız şükran kuyucak esen’in büyük usta ‘ömer kavur’ üzerine kaleme aldığı bu kapsamlı kitabını bence her sinemaseverin okuması ve elinin altında bulundurması gerekir..

ülkemizin neden hep aynı sorunlar ekseni etrafında yüz yıldır dönüp durduğunun cevapları da var bu kitapta.. tabi anlayana..

sansürsüz yarınlar dileğiyle..”

Crockett..

 

“Sinemamızda bir ‘auteur’ ÖMER KAVUR” , Doç. Dr. ŞÜKRAN KUYUCAK ESEN , ALFA Yayınları, Kasım 2002, 468 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘KÖPRÜDEKİLER’e bin selam sinema yazmaya devam..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Köprüdekiler..’ – Aslı Özge 

‘köprüdekiler’ filmini atlamış, izleyememiştim..

üzerine pek çok yazı, eleştiri okudum.. merak ediyordum.. geçenlerde dvdsi çıkmış sonunda, alalım izleyelim dedim..

bir kere filmin kendisinden önce duyduklarımdan, okuduklarımdan dolayı yarattığı hava zaten büyük beklenti içine sokuyordu insanı..

bu film katıldığı ‘adana altın koza’da ‘en iyi film ödülü’nün yanı sıra katıldığı sene sanırım 40 filmin yarıştığı ‘istanbul film festivali’nde de ‘altın lale en iyi film ödülü’nü almıştı.. ben ödüllere hiç bakmam, hatta ödüller çoğunlukla ters etki yaratır, ödüllü filmlere karşı önyargıyla bakarım..

ee bizde bu haleti ruhiye içinde başladık filmi izlemeye..

filmin ana eksenini istanbul boğaz köprüsünde değişik meslek gruplarında çalışan insanlardan üçünün hayatından kesitler sunuyor.. gül satıcısı ‘fikret’, trafik polisi ‘murat’, taksim-bostancı hattında minibüste şoförlük yapan ‘umut..’ bunların üçünün hayatlarının bir şekilde kesişmesi ve günlük yaşam mücadeleleri anlatılıyor..

filmdeki oyuncular aslında kendi hayatlarını oynuyorlar.. oyuncular profesyonel oyuncular değiller.. yönetmen profesyonel oyuncularla çalışmak yerine senaryoda canlandırılacak kişilerin kendilerini oynatmış filmde.. riskli bir tercih fakat oyuncuların çoğu iyi iş çıkarmış.. yanılmıyorsam gül satıcısı ‘fikret’ bir film festivalinde en iyi oyuncu ödülünü almış.. oyuncuların performansında pek sıkıntı yok ama bazen repliklerde aksama ve oyunculuklarda hatalar olduğu da gözden kaçmıyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmimizde ‘fikret’ boğaz köprüsünde her gün karşımıza çıkan seyyar gül satıcılarından birisidir.. duran trafikte gelen geçen arabalara gül satarak hem kendi cep harçlığını çıkarmak hem de evine destek olmak istemektedir.. bir yandan da başka bir iş bulma derdindedir çünkü gül satıcılığı bir yere kadar katlanılabilecek bir iştir.. mazot, benzin atıklarını solurken arabaların arasında bir de cambazlık yapmak zorundadırlar.. ancak hangi iş yerine başvursa okul okumadığından dolayı ve roman olmasından dolayı önyargıyla kendisine yaklaşılır ve iş verilmez..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘umut’ ise yeni evli bir dolmuş şoförüdür.. gece gündüz demeden uykusuz şekilde istanbul’un akmayan trafiğinde yolcularla, trafikle, polisle, diğer araç şoförleriyle cebelleşerek ekmek parası kazanmak peşindedir.. bir yandan karısının daha güzel yaşam şartları istemesi, bir yandan çalıştığı araç sahibinin bitmek tükenmek bilmeyen kaprisleri yorgunluktan, stresten bitme noktasına gelen umut’u daha da umutsuzluğa iter.. karısının da aslında istediği çok fazla bir şey değildir.. daha güzel bir ev istemektedir.. kocası ‘umut’a destek olabilmek için o da çalışmak istemektedir.. ancak bilgisayar açıp kapamayı bile bilmez.. kursa gitmek ister parası yeterli gelmez.. evde bu meselelerden tartışmalar çıkmaya başlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘murat’ ise boğaz köprüsüne atanmış bir trafik polisidir.. vardiyası boyunca boğaz köprüsünde, bağlantı yolarında araçların arasında trafiğin akışını sağlamaya çalışır ekip arkadaşıyla.. kayseri’lidir.. annesiyle arada telefonla görüşür.. tek sosyal faaliyeti akşamları arkadaşıyla kaldığı bekar evinde internet üzerinden kız arkadaş aramaktır.. arada bazılarıyla buluşur ancak sonuç hep hüsran olur.. çünkü gelen bayanlar sevgiye değil doğal olarak olası bir sevgililik veya evlilik durumunda ortaya çıkabilecek sonuçları değerlendirirler.. ‘murat’ hiç kendisini değişik gösterme çabasına girmez, neyse öyle davranır.. kredi kartlarında borca battığını ve doğuya mecburi hizmete gideceğini anlatır bu bayanlara.. bayanlar ise önlerindeki çayı bitirmende kalkar giderler genelde..

film işte bu üç insanın hayatlarının bir şekilde köprü üstünde her gün kesişmelerini ve yaşam mücadelelerini ve umutsuzluklarını anlatıyor..

ha bu arada oyuncular gerçek oyuncular dedik ama filmdeki trafik polisi gerçek polis değilmiş çünkü malum 657 sayılı yasaya göre polisler memur olmalarından dolayı filmlerde oynayamıyorlar..

filmi izledim bitti.. ne hissettim, ne gördüm filmde diye kendi kendime sordum.. cevabım belliydi : hayatı gördüm..

her gün istanbul’da yaşananları anlatıyordu.. olduğu gibi günlük yaşamı anlatıyordu film.. ne bir abartı ne bir eksiklik.. eleştirilecek çok yönü olabilir filmin ama bence izlenmeli ve desteklenmeli bu film.. herkes şunu diyebilir ‘bunu ben de, biz de çekebilirdik..’ hatta ‘aynısını çekebilirdik’ diyebilirsiniz.. ama benim de diyeceğim şu : size zahmet siz de çekin, sizin filmi de izleyelim.. herkes çeksin..’

filmin yönetmeni ‘aslı özge’, serdar akbıyık’la yaptığı bir söyleşi de bu filme nasıl başladığını şöyle anlatıyor : ‘boğaz köprüsü trafiğinde uzun süre beklerken satıcıların fotoğrafını çekiyordum.. bir gün aklıma onlardan birisiyle buradan kalkıp evlerine gitsem nasıl olur dedim.. sonra burada her gün polisin, satıcıların ve şoförlerin birbirlerinden habersiz yolunun kesiştiğini fark ettim ve birbirine teğet geçen paralel hayatlar üzerine bir film yapmak istedim.. 2006’dan itibaren bu projeyi hayata geçirmek için çalıştım.. bana ilginç gelen karakterleri uzun süre takip ettikten sonra senaryoyu yazdım..’

abartıya kaçmadan sabah gün doğumundan ertesi gün doğumuna kadar neler yaşanıyorsa onu anlatmış yönetmen filminde.. gerçek oyuncularla gerçek hayatlara kamerasını çevirmiş..

‘ticari film çekme derdim, ticari başarısızlık korkum yok’ diyen yönetmenin gerçekten cesaret isteyen bu filminde umutsuz hayatların içine hapsedilmiş insanları yani kendimizi izleyelim ve hapsedildiğimiz bu hayatlardan artık yeter diyip kurtulabilmek için neler yapabilmeliyiz düşünelim..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Köprüdekiler..’

 

Yönetmen : Aslı Özge

Senaryo : Aslı Özge

Oyuncular :  Fikret Potakal, Murat Tokgöz, Umut İlker, Cemile İlker

Yapım : Türkiye, 2009

Süre :90 dakika..

‘Drunkboat..’ – Bob Meyer

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yeter, yeter ağladıklarım; artık doymuşum

fecre, aya, güneşe; hepsi acı, boş, dipsiz,

aşkın acılığı dolmuş içime, sarhoşum;

yarılsın artık bu tekne, alsın beni deniz.’

 

ARTHUR RIMBAUD (Sarhoş Gemi’den..)

 

“yönetmen ‘bob meyer’in imzasını taşıyan film ismiyle, hikayesiyle, ‘john malkovich’li kadrosuyla ve filmin girişindeki  ‘arthur rimbaud’nun ‘sarhoş gemisi’nden dizeler başta olmak üzere şiire yakın duruşuyla küçük bütçesine rağmen hayli iddialı bir film..

‘mort’ (john malkovich) insanlardan ve dünyadan kaçarak kendisini alkole vermiştir.. aynı zamanda bir şair olan ‘mort’ alkolün derinliklerine gömüldükten sonra şiirden de uzaklaşmıştır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir gece içip içip kendinden geçtiği bir barda yıllardır görmediği ve evden kaçmış olan yeğeni ‘moo’yla (steve haggard) karşılaşır.. kardeşi ‘abe’ (jacob zachar) ve annesi ‘eileen’le (dana delaney) yaşayan ‘moo’ hayatın monotonluğuna, anlamsızlığına isyan edip kendisini yollara vurmuştur.. yeğeniyle karşılaşması kötü bir olayla kesilen ‘mort’ kendine geldiğinde yeğen ‘moo’nun kullandığı damak protezi elindedir.. aylar sonra ‘mort’un yolu diğer yeğeni ‘abe’ ve annesi ‘eileen’nin yaşadığı şehre düşer.. elinde ‘moo’nun damaklığı vardır ve ‘mort’ içkiyi bıraktığını iddia etmektedir.. buna inanmayan ‘eileen’, ‘mort’un kalacak yer istemesi üzerine ona bir şans daha verir ve eve alır..

amcası ‘mort’ gibi şair olan ‘abe’ ise bu sırada arkadaşıyla birlikte ucuz bir tekne alarak nehir göl bağlantılarını kullanarak okyanusa çıkmayı ve dünyayı gezmeyi planlamaktadır.. ellerindeki az parayla ancak çok eski bir tekne alabileceklerdir.. tekne satın almak için araştırmalar yaparken en kötü satıcıya çatarlar : ‘bay fletcher..’ (john goodman..)

‘fletcher’ kullanılamayacak durumdaki tekneleri uzak kentlerden ya çok ucuza ya da bedavaya alarak atölyesine getirip orada üstünkörü bir tamirat ve boyayla yenileyerek insanlara satmaktadır..  tekne ticareti dışında viski ticareti de yapan ‘fletcher’in tek düşündüğü kazanacağı paradır ve  insanların hayatını tehlikeye atacak kadar pervasızdır.. ‘abe’ ve arkadaşının ‘fletcher’in eline düşmesiyle olaylar gelişir..

monoton bir akışı olan ancak bazı yönlerden ilgi çeken bir film.. bir kere ‘john malkovich’in oyunculuğu yine üst düzeyde.. sırf ‘malkovich’ yüzünden bile izlenmesi gereken bir film.. şiirden bahseden filmlerin azlığı, hatta yokluğu diyelim daha doğru olur, işte bu da filmi izlememiz için bir sebep.. ha filmin şiirsel bir dili yok, baştan aşağı şiirle başlayıp biten bir film değil onu da baştan söyleyeyim de sonra sadece bu kadar mı demesin kimse.. bence tüm eksikliklerine rağmen izlenmesi gereken yapımlardan birisi..

son bir uyarı : film dediğim gibi ‘arthur rimbaud’nun ‘sarhoş gemisi’nden dizelerle başlıyor.. ancak filmdeki çeviri bence çok kötü.. siz bu şiirin ‘sabahattin eyüboğlu’ gibi çevirilerini bulup okuyun filmin başında daha iyi olur bence..

şiirle ve sinemayla kalın..”

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Drunkboat..’

Yönetmen : Bob Meyer

Senaryo : Bob Meyer, Randy Buescher

Oyuncular :

‘Mort’ : John Malkovich

‘Abe’ : Jacob Zachar

‘Moo’ : Steve Haggard

‘Eileen’ : Dana Delaney

‘Fletcher’ : John Goodman..

Yapım : 2010,  ABD..

‘SOKAK MOBİLYALARI..’ – OKTAY GÜZELOĞLU

‘bazı kitaplar vardır yıllar geçse de ayrılamazsınız onlardan.. yanınızda taşırsınız devamlı.. uzun yolculuklara değil kısa yollara gittiğinizde bile çantanızda olurlar.. eski sevgililer, eski yaralar gibidirler.. tam unuttuğunuz anda size kendilerini hatırlatırlar.. ya bir gülümseme yayılır yüzünüze ya da bir hüzün çöker göğsünüze.. hemen onları açar okursunuz, belki derin bir nefes alır belki de kalp atışlarınız hızlanır heyecanlanırsınız.. çünkü o kitaplar hiçbir zaman güncelliklerini yitirmeyecek, hayatın içinden gelen, kanlı canlı, yaşayan, nefes alan kitaplardır..

benim de işte öyle hayatın içinden gelen kitaplarım vardır.. yıllar geçtikçe bir iki derken çoğalıp beni kuşatmaya başladılar.. yanımda taşıyamaz hale geldim hepsini.. aralarında tercihler yapmak ise ne kadar zor oluyor bilemezsiniz.. çok uzun sürecek yolculuklarda çoğunu almaya çalışırım yanıma..

bu tür kitaplarla ilgili mutlaka yapılması gerektiğini düşündüğüm bir önerim de var.. hani çocuklara, gençlere hiçbir şey vermeyen eğitim sistemimizin meşhur 100 temel eser midir nedir tam ismini bilmediğim bir listesi var ya işte o listeye bu kitaplar mutlaka yazılmalı ve eğitim gören gençlere ve çocuklara hayatın içinden gelen bu kitaplar mutlaka okutulmalı..

listeye eklenmesi gereken kitapların başında (az çok beni tanıyan herkes bilir) ‘gaye boralıoğlu’nun ‘meçhul’ü gelir.. güncelliğini sonsuza dek yitirmeyecek bir hayat hikayesi.. kurmaca da olsa bence yüzde yüz hayatın içinden gerçek bir hikaye.. ‘manuel çıtak’ın yine hayatın içinden gelen fotoğrafları kitabın gücünü daha da arttırmıştır.. sanırım bir iki kere ‘aylak adamız’da bu kitabı tanıtmış ve alıntılar yapmıştık.. iletişim yayınlarından çıkan bu kitabı şu aralar sanırım bulmak mucize gibi bir şey.. hâlâ okumadıysanız çok şey kaybetmişsiniz bilesiniz.. bulun ve okuyun mutlaka..

hayatın içinden gelen kitaplarımdan birisi de ‘taner ay’ın yıllar önce ‘çalıntı’ yayınlarından çıkmış olan ‘yeşilçam sokağı fotoğrafları’ kitabı gelir.. o da hayatın bir başka alanına çevirir kalemini, ülkemizin sinema emekçilerinin hayatlarından kesitler sunar.. kitapta ‘yadigar ejder’den zerrin doğan’a, sadri alışık’tan ahmet tarık tekçe’ye, cevat kurtuluş’tan hayati hamzaoğlu’na, neriman köksal’dan aliye rona’ya, yılmaz güney‘den kazım kartal’a toplam 31 sinema emekçisinin hayatlarından hikayeler vardır.. bulununca derhal alınması hemen de okunması gereken kitaplardan bir tanesidir bu.. özellikle sinema eğitimi alan ya da sinemaya meraklı olanların elinin altında mutlaka olması gereken kitaplardandır..

ve sırada bir kitap var ki aylardır çantamdan çıkmıyor, her gün elime alıp değişik yerlerini tekrar tekrar okuyorum : ‘sokak mobilyaları..’

‘oktay güzeloğlu’nun bu muhteşem kitabında beyoğlu’nun arka sokaklarında, tophane’de, tarlabaşın’da, dolapdere’de, kasımpaşa sokaklarında yaşayan kimimizin meczup, evsiz, düşkün, kaldırım mühendisi ve birçok olumsuz kelimeyle nitelendireceğimiz, hayatın sillesini bir şekilde yiyen, ışığın çok uzağında ama yine de umutları olan 28 insanla yapılan röportajlar, hayat hikayeleri var..

çoğu her gün yanından geçtiğimiz, beraber otobüse bindiğimiz, iskele verilmeden beraber vapurdan atladığımız insanlar.. kimisi önümüzü kesip bir şarap parası için sinyal çeken, kimisi ağzımızdaki sigaradan bir fırt isteyen kişiler..

kimler yok ki kitapta.. mesela ‘recep bülbülses..’ kim tanımaz ki onu.. abuk sabuk televizyon programlarında, bir şekilde haber bültenlerinde hep boy göstermiştir kendisi.. bahsedilmesinin nedeni müziğe olan aşkı, sesi değil de onun yarattığı iddia edilen olaylardır.. halbuki recep’in derdi sadece ekmeğini kazanmaktır.. aslı mardin’den gelmedir ama kendisi fatih’te doğmuştur.. ses sanatçılığı yanında birçok filmde figüran olarak ya da küçük rollerde oynamıştır.. kendine müzik aşkını bizzat ‘zeki müren’imizin aşıladığını anlatıyor kitapta.. recep ayrıca cinsel tercihi nedeniyle yaşadıklarını da anlatıyor fakat cinsel özgürlükler konusundaki tutucu yaklaşımını insan aklı almıyor..

başka kimler mi var : 45 sene sinyalcilikle yaşadığını söyleyen çanakkale doğumlu ‘kafa sami’ abimiz var.. ‘kafa sami’ abimiz sinyalcilikle yaşadığını hem de 45 senedir böyle yaşadığını iddia ediyor fakat gönlünün tok olduğunu fazla para, zenginlik filan hiç düşünmediğini söylemekle kalmıyor ‘iki şişe güzel marmarayı, otel parasını buldum mu vehbi koç benim, anadın mı’ diyor.. ‘sen hiç aşık oldun mu.. aşka inanır mısın kafa sami abi..’ diye sorulunca da verdiği cevap ‘bukowski’ ustanın kitaplarından fırlamış gibi suratınızda patlıyor : ‘ben bir şeye inanmam, yoluma bakarım, iki güzel marmara, sigara, otel parasını buldum mu, hani bir yerde kral benim anadın mı..’

tiner ve soba boyası çeken burhan’dan, türkücü hasan’a, dönülmez akşamın ufkundaki şarkıcılar hüseyin, kamil, ahmet adlı arkadaşlardan, lotaryacı şengül’e, akrobat selo’dan pavyoncu rezzan abla’ya, pala dayı’dan doberman mehmet’e, birçok albüm yapan ve dolandırılan ampul ibo’dan avare abdullah’ına kadar niceleri geçit yapıyor bu muhteşem kitapta..

‘doberman mehmet’in tanıklık yaptığı ölü sevicilerin kan donduran hikayelerinden, bir zamanlar paraya para demeyen beyoğlu’nun en güzel kadınlarından birisi olan ‘vivi’nin önlenemez düşüşünün acı hikayesine kadar yüzlerce gerçek hayatın içinden olaylar anlatılıyor kitapta..

kitaptaki en ilginç karakterlerden birisi de  bir dönemin meşhur dolandırıcısı ‘selçuk parsadan’ı yetiştirdiğini söyleyen hem yazar, şair olan hem de ‘aloculuk’ tabir edilen dolandırıcılık işinin de ustalarından olan : ‘kubilay günay..’ anlattıkları bir zamanların türkiye’sine de ışık tutuyor..

yine 1934 istanbul tophane doğumlu ‘sabo ablamız’da kitaptaki önemli şahsiyetlerden birisi.. röportajı okuyup geriye dönüp röportajın başındaki siyah beyaz fotoğrafındaki güzelliğine  tekrar baktığınızda gözleriniz doluyor.. bir zamanların istanbul’unun tanınan sanatçılarından birisi ‘sabriye erkuş..’ tanınmış ses sanatçılığından şimdilerde dizilerde, filmlerde, kliplerde küçük roller, figüranlıklar kaparak ekmek arasını çıkarmaya çalışan bir hayat hikayesi.. düşüşe geçtiği sıralarda 8-10 seneye yakın meyhane işletmeciliği de var ‘sabo abla’nın.. anlattıkları bir derya.. ve düşüşünün nedenlerinden bahsederken bir nedenden de şöyle bahsediyor : ‘gel sabo abla, gel sabo abla.. yedir, içir, ver, avanta, lavanta hepsi bu.. hararete buz mu dayanır..’

işte bazılarımızın gördüğünde kafasını çevirip görmezden gelerek yanından geçip gittiği insanların hikayeleri var bu kitapta.. halbuki her an hayatın bizlere de benzer tokatları atıp aynı durumlara düşebileceğimiz yaşamlar bunlar..

sevdiklerine ‘ben geçmişimi yaktım, sen de geleceğini yak’ diyecek kadar da cesur ve sevgi dolu güzel insanların hikayeleri..

birçok sinema kitabını da bizlere kazandıran‘+1 kitap’ yayınlarından çıkmış ‘oktay güzeloğlu’nun bu kitabı..

kitabındaki röportajlarında filmi yapılacak, romanı yazılacak sayısız hikaye var..

bir yerde bu kitap önünüze çıkarsa şansınıza teşekkür edin ve kitabı edinerek hemen bir köşede bir solukta okuyun.. bir solukta okuyacaksınız çünkü ‘oktay güzeloğlu’nun bu kalın kitabı elinize yapışacak ve bitirene kadar bırakamayacaksınız..

kitabın yazarı ‘oktay güzeloğlu’na, kitabın eşsiz kahramanlarına buradan bir kez daha sonsuz teşekkürlerimi, sevgilerimi sunuyorum..

bu üç kitabın olmadığı kitaplık eksik bir kitaplıktır.. ve son olarak yanlış anlaşılabileceğimi düşünsem de şunu yazacağım : bu üç kitabın üçünü de okumayan bir insan eksik kalmış şansız bir insandır..

kitapla kalın..’

Crockett..

‘SOKAK MOBİLYALARI..’ , OKTAY GÜZELOĞLU , ‘+1 KİTAP’ Yayınları, 384 Sayfa, Şubat 2007..

 

yaşasın sinema..

‘yaşadığımız cinnet ortamında bir gün  bana da sıra gelecek diye beklerken sığınaklarımdan biri olan sinemaya iyice boğdum kendimi.. bu aralar  ‘peter sellers, blake edwards , louis de funes, julio medem, fernando solanas’ üzerine çalışma yaparken bir yandan da deli gibi film izliyorum..

kısa filmler arasında gezinti :

sinema üzerine çalışmalarım sırasında sinema emekçisi bir kardeşim tarafından bana verilen onlarca yeni kısa filme de göz atma fırsatım oldu.. gerçekten çok değişik ve zeka ürünü üretimlere rastladım aralarında.. ama çok kötüleri de vardı.. kamerayı çalıştırıp iki sis, bir ışık ve yürüyen bir insan figürü koyup arka planda da bilinen bir klasik müzik ya da tanınmış film müziği çalınca iyi bir film yapacağını sanan arkadaşlar var.. şevklerini, umutlarını kırmamak için isim vermiyorum.. ama izlediğim kısa filmler arasında bir film var ki onu burada es geçemeyeceğim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu film ‘fırat yavuz’un ‘toros canavarı’ adlı kısa filmi.. gerçekten on numara bir film.. özgün senaryosu, tekniği, kurgusu ile çok çarpıcı bir konuya, çok değişik bir yaklaşım getirmiş fırat yavuz.. benim de bir zamanlar gördüğüm anda irkildiğim ‘toros’ marka otomobillerle ilgili bir film.. camları siyah kaplıysa eğer korkunuza korkular katan arabalar.. 1990’lı yılların adam kaçırma, faili meçhul ve gözaltında kayıplarının büyük çoğunluğunun gerçekleştirildiği araçlar bunlar.. fırat yavuz bu konu üzerinden güzel bir senaryoyla çok özgün bir çalışma yapmış.. kendisini buradan kutlarken aylak adamız olarak teşekkürlerimizi sunuyor ve her zaman takipçisi olarak ürünlerinin arkasında ve destekçisi olduğumuzu belirtiyoruz.. izlediğim kısa filmler arasında anlatmak istediğim başka filmler de var ama onlar başka zamana.. şimdi daha önemli uzun metrajlı filmlere geçelim..

‘press’ :

son süreçte izlediğim filmlerin sayısını hatırlamıyorum ama hepsini isimleriyle, konularıyla hatırladığıma göre hep kaliteli, güzel yapımlar izlemişim..

sinemada izlemeyi kaçırdığım sedat yılmaz’ın ‘press’ini o günleri tekrar yaşayarak izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sedat yılmaz 1990’lı yıllarda ‘özgür gündem’ gazetesini baz alarak muhalif gazeteci olmanın sonuçlarını yaşananlardan, gerçek olaylardan kesitler sunarak çok güzel bir iş çıkarmış bence.. oyuncuları öncelikle tebrik etmek istiyorum.. en ufak rolde bile özenle çalışıldığı görülüyor.. birçoğunu daha önceki kazım öz’ün ‘bahoz’ filminden de hatırlıyoruz.. ‘özgür gündem’ gazetesinin diyarbakır bürosunda çalışan 7 kişinin başından geçenleri anlatan sedat yılmaz o günlerin ortamını sinemanın kullanabildiği tüm imkanlarından faydalanarak anlatmaya çalışmış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kaybedilen, infaz edilen, işkenceler, tehditlerle yıldırılmaya çalışılan, hapislerde çürütülen gazeteciler, gazete dağıtımcıları, gazete bayilerinin hayatlarından kesitler filmin her saniyesinde teker teker kalbinizin ortasına bir kor gibi düşüveriyor.. filmi izledikten bir süre sonra filmle ilgili eleştirileri  okudum.. yine bazıları acımasızca infaz etmiş filmi.. üzüldüm.. oturdukları yerden o kadar kolay harcıyorlar ki harcanan emekleri, alın terini inanamıyorum.. ‘sedat yılmaz’a da buradan teşekkür ediyorum bu cesur ve özgün filmi için.. kendisinin yeni üretimlerini sabırsızlıkla bekliyoruz..

‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ :

onlarca filmin arasından bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim bir film daha var : ‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ bu filme daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğim fakat burada birkaç cümle de olsa değinmek istiyorum çünkü filmin de, ekibin de üzerine o kadar gidiliyor ki bu aralar artık yapılan eleştirileri aklım almıyor.. elbirliğiyle yok etmeye çalışıyorlar ‘behzat ç.’ karakterini.. çünkü türkiye televizyon tarihinde daha önce yaratılamamış, daha doğrusu yaratmaya cesaret edilememiş bir karakter çıkartıldı ortaya.. hele filmin yapımcılarının inisiyatifinde olan ‘van depremine ilk günlük hasılat yardımı vakasından’ yola çıkarak öyle bir yüklendiler ki ‘behzat ç.’ye dedim bu sefer nefesini keserler yapımın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele hele bu eleştiriler arasında sol çevrelerden bazı dergilerde ‘behzat ç’nin neden polat alemdar ve deli yürekten farkı yoktur’ gibi yazıları okuyunca kafayı yiyorum.. ya arkadaş yazılarınızı vaktimi harcayarak okuyorum, sonra dönüp tekrar okuyorum,  tekrar ve tekrar.. inanamıyorum.. dizinin bir iki bölümünü izleyerek ya da yarım yamalak izleyerek eleştiri yapıyorsunuz.. 38 bölüm ve bir sinema filmi çekilen bir yapımı iki bilgi kırıntısı ve kulaktan dolma bilgilerle yerin dibine gömüyorsunuz.. yüzlerce insanın emeğini hiçe sayıyorsunuz.. nasıl bu kadar pervasız olabiliyorsunuz anlamıyorum.. daha önce bunu kendinden menkul özgürlük anlayışları olan bir sol çevrenin yayın organında ‘kaan arslanoğlu’ usta yapmıştı.. ‘behzat ç.’ konulu yazısına karşı yazdığım eleştiri yorumunu nedense yazının altına koyma yürekliliğini ne kendisi ne yayın organı gösteremedi.. ve bu yazısına kadar sayın ‘kaan arslanoğlu’nu o kadar sevip, eserlerini (hem kitaplarını, hem blogundaki, hem de değişik yayınlardaki yazılarını) merakla takip etmeme rağmen bu yazısı ve yorum yazıma karşı verdiği tepkiyle yıkıldım.. sayın kaan arslanoğlu ne farkınız kaldı diğer düdük çalınca hizaya giren medya mensuplarından.. hala bir özür bekliyorum.. ama önce yazısından dolayı ‘behzat ç.’ ekibinden.. kaan arslanoğlu bu yazısında iki, yada üç bölümünü izlediğini beyan ettikten sonra veryansın ediyor diziye..

ya el insaf kardeşim.. türkiye televizyon tarihinde hangi yapım daha önce gözaltında kayıplardan, hrant dink cinayetine, devlet kurumlarındaki değişik illegal derin yapıların örgütlenmesinden, kot işçilerinin yakalandığı silikosiz hastalığına, derin devlet yapılanmalarının işlediği cinayetler, suikastlardan ve daha birçok el yakan, yaşam söndüren, cesaret isteyen konulara kadar işlemiş, deşifre etmiştir söyler misiniz..

eleştirmek çok basit : dizinin birkaç bölümünü izle.. ‘behzat ç.’ iki tokat atıyor, bir iki küfür çakıyor, bir iki bayanı öpüyor diye vay efendim faşist polis tiplemesini halka benimsetiyor, sevdiriyor.. ya arkadaşım ne yapsalardı dövmeyen, sövmeyen, sevmeyen, öpmeyen bir polis tiplemesi koysalardı bu sefer de hiç gerçekçi değil diyecektiniz.. ne yapsınlar yani nasıl bir şey istiyorsunuz anlamıyorum.. ortaya karışık mı.. ‘stockholm sendromu’ tanısı koyan bile oldu ‘behzat ç.’ karakterinin sevilmesine (özellikle de sol düşünceye inanan insanlar arasında) neden olarak..

geçenlerde yine agora yayınevinin çıkardığı ve devamlı takip ettiğim ‘mesele’ dergisinden bir arkadaş yerden yere vurmuş diziyi.. ve yine doğru dürüst izlemeden kıymış, biçmiş bütün yapıma.. ve eklemiş ‘deli yürekten ve polat alemdardan farkı yok..’ yok canım, yok ya bana kalırsa kanuniden de, bihterden de, difteriden de, depremden de farkı yok dizinin.. derhal yayından kaldırılmalı.. cümbür cemaat ‘arka sokaklar’ dizisini izlemeli herkes.. kusuruna bakmayın siz behzat’ın..

ya insaf edin diyorum tekrar.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bu bir edebi eserin ekrana uyarlanmış hali.. sizin keyfinize, politik görüşlerinize göre şekillenecek değil.. ve okuyan, eleştiren (ama öyle bir iki yaprak çevirerek, bir iki bölüm izleyerek değil tüm eseri okuyarak, yapımı görerek, izleyerek  eleştiren) kitleler zaten kitaba da, diziye de, filme de yeterince destek ve yapıcı eleştiri getiriyorlar rahat olun.. sizin yüzlerce insanın emeğini bir iki bölüm izleyerek yok saydığınız ve acımadan yerin dibine batırdığınız dizinin her bölümü 90’lı yılların kayıplarını, yargısız infazlarını dile getirmeye devam edecek ve birilerini rahatsız etmeye devam edecek..

‘behzat ç. seni kalbime gömdüm’ filmine gelince diziden dolayı filmden bayağı bir beklentiye girdi insanlar.. polisiye bir hikayeden bir sinema şaheseri çıkmasını umanlar dizinin uzun ve sinemasal öğelerle desteklenmiş bir halini görünce hayal kırıklığına uğradılar.. ne bekliyordunuz.. bir ‘tarantino’ filmi mi.. ‘behzat ç.’ dizisinden elbette farkı olmayacaktı.. sadece tek bir hikaye ekseninde biçimlenen uzun bir sinema filmi..

hayır filme yapıcı eleştiriler gelse deseler ki filmdeki konuya yedirilmiş ‘araba reklamı’ çok sırıtmış ve rahatsız etmiş dense, sahneler arası geçişlerde kopukluklar var, bazıları çok acemice olmuş dense yanmayacağım ama yok, yapıcı tek bir eleştiri yok..

şimdi de bazıları seyirci sayısından vurmaya çalışıyor filmi.. yok efendim beklenenin çok altında kalmış.. 500 bin kişiye yakın kişi izlemiş şimdilik filmi, belki daha fazla.. daha ne istiyorsunuz.. aylarca reklamı yapılan abuk sabuk komedi filmlerine mi yetişmeliydi rakam.. neymiş ‘anadolu kartalları’ filmine geçilmiş gişede.. tüh be yazık yenildik desenize, nasıl da yendiler bizi tühhhhhhhhhhhh.. gülüyorum be kardeşim bu eleştirilere..

filmi ayrı ayrı zamanlarda iki kere izledim, ‘behzat ç.’ yine aynı.. kaldığı yerden devam ediyor.. bu sefer ‘red kit’ adlı karakterin işlediği cinayetleri çözmeye çalışıyor.. seksenli yıllarda anne babası ve kız kardeşi derin devletçe infaz edilen ‘red kit’ pervasızca intikam peşinde koşuyor, behzat ve ekibi de onu yakalamaya çalışıyor.. film konusuyla zaten ilgi çekici.. oyunculuk üst düzeyde.. ekibin olağan kadrosu yine işlerini çok iyi yapmış.. ama bu filmde ‘kolsuz ahmet- süleyman’ karakterini canlandıran ve birçok dizi ve sinema filminden tanıdığımız (özellikle serdar akar’ın ‘bar’da filminden) ‘hakan boyav’ filme esas itici gücü veren karakter olmuş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim filmin konusunda ‘behzat ç.’den sonraki en önemli karakter olan ‘tardu flordun’un canlandırdığı  ‘red kit’ karakteri ‘kolsuz ahmet-süleyman’ karakterinin çok çok gerisinde kalmış.. ‘hakan boyav’ı tebrik ediyorum performansından ötürü..

filmde rahatsız olduğum, eksik gördüğüm birçok yer var, başka bir yazıda daha ayrıntılı yazacağım.. ama en büyük eksiklik diziye büyük katkı veren ‘cem kısmet-pilli bebek’ müziklerinin filmde pek kullanılmamış olmasıydı.. bence görsel etkiyi daha fazla arttırırdı pilli bebek müzikleri daha fazla kullanılmış olsaydı..

ama yukarıda da yazdım beni en çok rahatsız eden ‘harun’ karakterinin cinayet şubeye verilen yeni arabalarla ilgili çok uzun ‘sponsor reklamı repliğiydi’.. filmin ekibini ve yapımcısını uyarmak istiyorum : filmler, diziler içine yedirilmiş sponsor reklamları bazen çok kötü etki yapıp, yıpratıcı olabiliyor, seyirciye itici geliyor.. filmden çıktık reklamlara geçtik sandım tıpkı filmdeki bu araba reklamında olduğu gibi.. en sevdiğim tiplemelerden olan ‘harun’ karakterine neredeyse gıcık olacaktım.. bitmek bilmedi arabayı övüş sahnesi.. neyse ‘angaralılara’ burada ara vereyim daha anlatacak çok film var.. bir iki cümle dedim sayfa oldu..

‘gelecek uzun sürer’ :

gelelim ‘gelecek uzun sürer’e.. fransız komünist düşünür ‘althusser’in ünlü kitabıyla aynı ismi taşısa da kendine özgü, bir hikayeler bileşkesi olan bir film ‘gelecek uzun sürer’..

türkiye sinemasına ilk uzun metrajlı filmi ‘sonbahar’la çok şey katan genç yönetmen ‘özcan alper’ ikinci uzun metrajlı çalışmasında ülkemizin doğusunda 30 yıldır süren savaşa, kürt sorununa ve ülkemiz genelinde kaybedilmiş, infaz edilmiş 17500 insana kamerasını çevirmiş bu sefer..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yer yer belgesel görüntülerle ve gerçek karakterlerin röportajlarıyla desteklenmiş film bir tren yolculuğu sahnesiyle açılıyor.. baş karakterimiz ‘sumru’ (gaye gürsel) sevgilisi ‘harun’un kendisinden ayrılıp dağa gitmesinin ardından ülkenin değişik yerlerine yöresel ağıtları toplamaya gider.. etnomüzikologdur ‘sumru’.. sıra ülkenin doğusuna gelmiştir.. kendisi karadenizli olan ‘sumru’ annesinin tüm uyarısına rağmen diyarbakır’a doğru yola çıkar.. tren diyarbakır garında durduğu andan itibaren apayrı bir dünyaya adım atar ‘sumru’.. bir nevi ‘acının kalbine’, acının olağanlaşıp, cisimleştiği yere gelmiştir ‘sumru’.. çeşitli kanallar ve tanıdıkları aracılığıyla daha önce tesadüfen diyarbakır  sokaklarında karşılaştığı bir sinema sevdalısı ‘ahmet’ (durukan ordu) ile irtibata geçer.. ‘ahmet’in elinde yıllar önce topladıkları ve çektikleri belgesel görüntüler vardır.. bir yandan bu görüntüler üzerinde çalışıp bir yandan da yakınlarını kaybeden kişilerle birebir görüşmeler yapan ‘sumru’ya, ‘ahmet’ bir yakınlık duymaya başlar ve olaylar gelişir.. ‘sumru’nun yolculuğu aslında bir nevi kendi ağıtına yolculuktur..

‘özcan alper’ ilk filminin büyük başarısının baskısının, ağırlığının altında ‘gelecek uzun sürer’e başlamıştı.. uzun ve yorucu ön çalışmalar, hazırlıklar yapan, özellikle karakteri canlandıracak oyuncular bazında çok titiz çalışan ve karakterleri kimin canlandıracağını seçtikten sonra onları uzun bir eğitim sürecinden geçiren ‘özcan alper’ bu filminde de karakterler üzerine çok çalıştığını açıkça hissettiriyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

edebiyatı ve özellikle de şiiri filmlerinin her saniyesine katıp işleyen ‘özcan alper’ bu filminde de aynı şekilde yola çıkmış, şiirsel dilinden ödün vermemiş.. ilk filminde ‘sergey yesenin’in dizeleri, ‘çehov’un ‘vanya dayı’sı anılırken, ‘gelecek uzun sürer’de ‘andrey voznesenski’nin ‘oza’ kitabı ve şiiri seyirciyi filmin değişik yerlerinde selamlıyor ve sarsıyor.. 

karakterlerden özellikle ‘sumru’ karakteri ilk film ‘sonbahar’ın ‘yusuf’una çok yaklaşmış.. ‘gaye gürsel’i bu ilk sinema deneyimdeki oyunculuğundan dolayı kutlamak istiyorum.. diyalogların pek fazla olmadığı, genelde görüntünün, mimiklerin, duyguların ön plana çıktığı senaryolar oyunculuk açısından çok zordur.. ama özellikle ‘gaye gürsel’ başarıyla vermiş bu sınavı..

‘ahmet’ karakterini canlandıran ‘durukan ordu’ da ilk filminde elinden geleni yapmaya çalışmış.. onun da üstlendiği karakter gerçekten zor bir karakter.. zaman zaman bazı yerlerde takıldığı ve yetersiz kaldığı görülse de sırf ‘fransız yeni dalgası akımının’ unutulmaz filmlerinden ‘godard’ın ‘a bout de souffle’ (serseri aşıklar – breathless) filminde ‘jean-paul belmondo’nun canlandırdığı ‘michel’ tiplemesine gönderme yaptığı sahnelerde döktürdüğü için bile teşekkür etmek gerekir kendisine.. ‘durukan ordu’nun oyunculuğu da gelecek için umut vaat ediyor..

cemaatini sürgünlerle, katliamlarla kaybetmiş ama o toprakların altında yatan kemikleri terk edip gidemeyen diyarbakır ermeni kilisesinin papazını canlandıran ‘sarkis seropyan’ın anlattıkları ve annesinin söylediği ağıt gerçekten yürekleri yakıyor.. hele virane kilisenin bahçesine yağmur yağarken annesinin ağıdını ‘sumru’yla beraber dinledikleri sahne sinemamızın unutulmaz sahnelerinden birisi olacaktır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgili erdal kırık’ın canlandırdığı ‘kuto’ karakteri de on numara.. beki sahneleri daha fazla olsaydı filme daha fazla şey katardı.. ‘erdal kırık’ oynadığı üç sahnede de döktürmüş.. hele büyük usta angelopoulos’un filmini ‘ahmet’le birlikte izlerken söyledikleri böyle yürek yakan bir filmde seyirciye bir an olsun nefes aldırıyor..

filmi üç kere izledim gösterime girdiği andan itibaren.. bu kadar güncel ve can alıcı konusunun olduğu bir filmin gişesinin düşük olmasını insan anlayamıyor.. üstelik ilk filminde türkiye sinemasına bir başyapıt kazandırmış ‘özcan alper’in filmi bu.. hele konusunun yakıcılığı, güncelliği karşısında daha da şaşırıyor insan.. üç izleyişimin birisinde iki kişi, birisinde dört kişiydik sinemada.. neyse ki üçüncü izleyişimde yüze yakın koltuk doluydu..

filmin müzikleri de yine özenli bir çalışmanın ürünü.. hele final sahnesindeki ağıt belli ki yine ince bir çalışma sonucu seçilmiş..

filmdeki çekimler ve görüntüler yine ‘sonbahar’ filmindeki görsel başarıyı aratmıyor.. ‘özcan alper’ burada döktürmüş her zaman ki gibi.. yukarıda da bahsettiğim kilisedeki ağıt dinleme sahnesi, filmin girişindeki ve finalindeki atların sahneleri ve bir kayıp yakınının ‘biz kemiklerimizi istiyoruz’ dediği sahneler sinema tarihinde unutulmayacak sahneler olacak..

bir de ana hikayenin içine yedirilmiş yan hikayeler filmin içeriğini, anlatım gücünü daha da kuvvetlendirmiş..

‘sonbahar’dan beri yakından takip ettiğim ‘özcan alper’ çok birikimli bir insan olduğu kadar son derece de mütevazi birisi.. her filminde kendisinin de bir öğrenim ve keşif sürecinden geçtiğini söyleyen ‘özcan alper’ ülkemiz sinemasında iki filmde kendine has bir sinema dili oluşturan ve kendi sinema dili olan nadir yönetmenlerimizden birisi.. kendisine ve filmin tüm ekibine bu özenli çalışmadan dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarken yüreklerine sağlık diyoruz.. bu filmi sakın dvdsi çıksın diye beklemeyin sinemada izleyin, kaçırmayın derim..

‘bir zamanlar anadolu’da’ :

yazı çok uzadı belki ama son olarak da her zaman çok saygı duyup, filmlerine taptığım ‘nuri bilge ceylan’nın ‘bir zamanlar anadolu’da’ filmine değinmek istiyorum..

ben masalsı anlatıları çok severim.. bir hikayesi olan ve bu hikayenin gerçek hayatla birebir örtüşebileceği kurmacalara bayılırım..

teknik olarak çok büyük aksaklıklarının olduğu ‘nuri bilge’nin bu filmi yine de sinema dünyamıza kazandırılmış başarılı bir çalışma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kurgusunda, sahneler arası geçişlerde ve makyajda büyük problemlerin olmasına rağmen filmde en başta senaryo ve oyunculuk en üst düzeyde.. kamerası da her zaman çok güçlü olan ve muhteşem görüntülerle hikayeyi desteklemiş, güzel bir yapım çıkarmış ‘nuri bilge ceylan’..

özellikle ‘yılmaz erdoğan’ canlandırdığı ‘komiser naci’ karakteri ile oyunculuğun ve kendi oyunculuğunun doruğuna çıkmış..

‘katil kenan’ı canlandıran ‘fırat tanış’ adım adım sinema dünyasının unutulmazları arasına  adını yazdırmaya başlıyor.. özellikle yakın plan çekimlerde ‘fırat tanış’ı izlerken ürperdim.. bir karakter nasıl canlandırılır öğrenmek isteyenler ‘yılmaz erdoğan ve fırat tanış’ı dikkatle izlesin.. sanırsın ‘yılmaz erdoğan’ kırk yıllık komiser..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘savcı nusret’i oynayan ‘taner birsel’ her zaman ki oyunculuğunu konuşturmuş yine.. ancak özellikle ‘savcı nusret’in yüz makyajındaki yüzdeki kalıcı yara ya da hastalık izleri çok kötüydü.. sanki bir günlük zaman dilimi içinde yara bir artıyor, bir azalıyordu.. kaçırdığım veya anlamadığım bir nokta mı diye düşündüm, izleyen arkadaşlarıma sorduğumda onlar da makyajda hatalar olduğunu söylediler..

diğer karakterlerden ‘doktor cemal’i canlandıran ‘muhammet uzuner’, ‘arap ali’yi canlandıran ‘ahmet mümtaz taylan’ ile aslında doktorluk da yapan ve filmde anlatılan hikayenin de sahibi olan ‘köy muhtarı’nı canlandıran tecrübeli oyuncu ‘ercan kesal’ın oyunculuklarını da anmadan geçemeyeceğim burada.. hepsine sonsuz teşekkürler.. çok zorlu bir hikayenin çekimi sürecinde gerçekten muazzam oyunculuklar çıkarmışlar..  filmin en önemli gücü oyunculuk ve karakterlerin bu sert hikayenin içine sizi çekip alması..

anlatılan ise ‘bir zamanlar anadolu’da gerçekleşen ve anadolu’da her gün karşılaşılabilecek adli bir olayın ekseninde yurdumuz insanın derinliklerine doğru bir kazı.. belki de filmin en önemli sahnesinde olduğu gibi yurdumuz insanının detaylı bir otopsisi.. kurgudaki ve makyajdaki aksaklıklar da olmasaydı ne iyi olurdu diyesi geliyor insanın ama filmi düşündükçe unutmaya başlıyor insan o aksaklıkları..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu filmi kaç kere izlediğimi bu kez söylemeyeceğim ama sizlere ‘gelecek uzun sürer’ gibi lütfen gösterimden kalkmadan bu filmi de sinemada izleyin diyeceğim.. kaçırırsanız çok şey kaybetmiş olacaksınız bilesiniz.. son anlattığım iki filmle ilgili çok şeyler yazacağım daha çünkü sürekli bahsedilmeyi hakkeden ve kendilerinden bahsettirecek gücü olan filmler bunlar..

neyse bugünlük yeter sanırım sinema lafazanlığı.. sevgili ‘fran(sı)z’a da buradan selam çakıp yaşasın edebiyat, yaşasın sinema diyorum..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

‘POST MORTEM – MORG GÖREVLİSİ..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kötü günler geçiriyoruz.. insan olanın acıdan, üzüntüden yıkıldığı günler.. felaketler her şeyin üzerini örtüyor.. felaketler karşısında insanlar (iki üç yaratık dışında) birleşiyor, kardeşleşiyor.. kardeş olabilmek, kardeş kalabilmek için illa hep başımıza belli felaketlerin mi gelmesini beklemeliyiz.. felaket gelmeden başımıza birbirimizi yemeye, birbirimizi yok etmeye devam mı edeceğiz.. farklılıklarımıza neden tahammül edemiyoruz.. ve yönetenler neden hep sadece kendi taraflarının tek haklı olduğunu düşünüp ona göre yönetirler.. bu ülke de her dönem böyle olmuştur.. sadece bu iktidarı suçlamıyorum.. neden suçlu insanlar hep cezasız kalır.. neden 1923 yılından beri hatalı olan kamu görevlisi ya da bakan ya da bilmem kim istifa etmez.. neden onu hep korurlar.. batı ülkelerinde ya da japonya’da böyle mi olur bilmiyorum.. neden onur sıkıntımız var bizim.. onurlu insanlar gibi hatalıyım demeyi neden bilmeyiz.. bu ülke neredeyse felaketler cumhuriyeti adını alacak.. darbeler ülkesi, felaketler ülkesi.. bize benzer ülkeler vardır fakat bizim kadar olanı yoktur eminim..

neyse bize benzer ülkelerden birisi olan şili’den bir film epeydir arşivimde beni bekliyordu : ‘post mortem..’ malesef her zaman film adlarında olan kötü çevriler ya da seçimler diyelim burada da başımıza geliyor.. türkçeye ‘ölüm sonrası’, ‘morg’ ya da ‘otopsi’ diye çevrilse daha iyi olacağı halde filmin adı türkçeye ‘morg görevlisi..’ olarak çevrilmiş.. ne yapalım filmlerin ‘kaderi..’

filmimiz ‘post mortem’ tabi benim iran sinemasından başımı kaldırmamı bekliyordu.. geçenlerde mekanda tek başıma otururken onu araya sıkıştırmaya çalıştım.. geceden kaldığım için sıkı bir kahvaltı yapmaya da çalışıyordum.. neyse film bir başladı, kahvaltı mahvaltı da kalmadı.. şimdiden uyarıyorum, reçete gibi olacak belki ama bu filmi yemek öncesi, yemek sonrası ya da özellikle yemek sırasında izlemeyin.. yan etkileri çok fena.. bulantı, kusma, iştahsızlık, baş dönmesi kesinlikle yapar bu film ona göre ayağınızı denk alın, hatta bugünlerin moda ifadesiyle yazayım ‘haddinizi bilin’ filmi izlerken.. yoksa ne o gün yemek yiyebilirsiniz ne de yediklerinizi midenizde tutabilirsiniz..

film bir zırhlı aracın altına yerleştirilen kameranın verdiği görüntüyle başlıyor.. zırhlı araç hızla boş ve uçuşan çöplerle, kağıtlarla dolu yolda ilerliyor.. zırhlı aracın gürültüsü insanı ürkütüyor ve filmin kara havası hakkında sizi uyarıyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

   

 

 

filmimizin kahramanı 55 yaşındaki mario, bir morgda otopsi sekreteri olarak çalışan kendi halinde bekar birisidir.. tek başına yaşayan mario’nun hayatının tek eğlencesi karşı komşusu kabare dansçısı nancy ile ilgili hayaller ve fanteziler kurmaktır.. nancy’nin çalıştığı kabareye sık sık giden mario bir gün yine gittiğinde nancy’nin dansçı kızlar arasında olmadığını fark eder ve hemen kulise iner.. orada kabarenin patronu ile nancy arasında gelişen diyaloga şahit olur.. nancy aşırı zayıflığından dolayı kabareden kovulmuştur.. kabareden birlikte ayrılan mario, nancy’i içinde kaldıkları şilinin o zaman ki özgürlükçü sosyalist başbakanı allende yanlısı bir gösteri arbedesinde kaybeder.. arabadan inen nancy göstericilerin arasına katılır ve kaybolur..

mario hayatına devam eder.. akşamları bir yandan sabahtan akşama kadar katıldığı otopsilerle ilgili el yazısıyla tuttuğu tutanakları daktiloya çekerken bir yandan nancy’nin evini gözlemeye devam eder.. mario’nun hayatı bundan ibarettir.. otopsilerde önünde her gün insan bedenleri kesilirken, soluduğu ölü bedenlerin kokusundan mario’nun ruhu da, rengi de tıpkı ölü bedenler gibi bembeyazdır.. dış dünyaya, politik gelişmelere duvar gibi duyarsız gibi görünmekle beraber aslında çevresini çok iyi gözlemlemektedir.. sabahın başlamasıyla ölü bedenleri kesen personeller öğle yemeklerinde toplu halde iştahla yemeklerini yerken mario, nancy gibi iştahsızlaşır.. güncel politik gelişmelerden, yaklaşan darbenin ayak seslerinden bahseden personel profesörler dahil birden gaza gelip hep bir ağızdan vietnamlı devrimci ho chi minh için yazılmış marşları söylerler.. mario sadece boş, donuk gözlerle iş arkadaşlarını izler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bağıra çağıra geliyorum diyen darbe sonunda 11 eylül günü tüm vahşetiyle gelir.. mario tankların sokaklarda yürüdüğü sıralarda her şeyden habersiz banyosunda kulakları tıkalı halde banyo yapmaktadır.. oysa o sırada nancy’nin evine baskın yapılır.. aynı zamanda solcuların devamlı bir araya gelip toplantı yaptığı ev bombalarla, tüfeklerle yerle bir edilir.. banyodan çıkan mario pencereden nancy’nin evinin halini görür ve hemen nancy’nin evine koşar.. sokaklar bomboş ve ölüm sessizliği vardır.. nancy’nin evinde nancy’nin yaralı köpeği dışında kimse yoktur.. köpeği alan mario hemen evine döner.. kendi arabasını nancy için kabarenin sahibine nancy’nin kabareye dönmesinin diyeti olarak veren mario nancy’nin abisinin arabasıyla köpekle beraber işe gider.. iş yerinin önü bu sefer çok kalabalıktır.. yakınlarından haber almak isteyen bir sürü kadın kapının önünde beklemektedir.. içeriye çantayla köpeği sokan mario içerideki rütbeli, rütbesiz onlarca askerler birlikte koridorların bir sürü cesetle dolu olduğunu görür.. önce gizlice içeriye soktuğu nancy’nin yaralı köpeğini tedavi etmeye çalışır.. yaralarına pansuman yapar. sonra yanında çalıştığı profesörün yanına giderken çalıştıkları kurumun yönetimini devralan asker bozuntusuyla karşılaşır.. donuk bir sesle askerin ağzından ‘bugünlerde çok çalışmanız gerekecek ve bu kurumun bir şekilde çok çalışmasını sağlayacağım’ lafı çıkar yılan tıslaması şeklinde..

ve mario’nun hayatı tam bir kabusa dönüşür.. bir yandan nancy’nin ailesiyle birlikte ortadan kaybolması ve bir yandan da otopsi için getirilen katledilmiş binlerce ölü bedenin otopsisiyle boğuşmaları mario’nun hayatını çekilmez hale getirir.. otopsilerin usulü bile değişmiştir.. cesetlerin sadece isimlerini, yaşlarını ve üzerlerinde kaç kurşun deliği olduğunu küçük kağıtlara yazmaları emredilir.. iş arkadaşları arasında isyan edenler en sert şekilde ölümle korkutularak tehdit edilir postallı şerefsizler tarafından..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir gün eve döndüğünde mario’nun yanındaki köpek birden nancy’nin evine koşar, evin müştemilatına doğru giden köpeğin peşinden giden mario kapıyı açtığında orada saklanan nancy ve nancy’nin kaçamak yaptığı solcu arkadaşını yan yana  görür.. günlerdir ölü bedenler arasında nancy’den bir iz arayan mario hem sevinç hem de hayal kırıklığını bir arada yaşar.. ilk şoku atlatan mario, nancy ve arkadaşına her gün yemek, haber ve istedikleri şeyleri getirir..

bir gün nancy’nin babasını da morga gelen cesetler arasında gören mario şaşkınlığını atlatamadan gizli bir görevle üç kişilik ekip halinde başka bir mekanda özel bir otopsiye askerler tarafından götürüleceklerini öğrenir.. ve esas filmimiz orada başlar..

gittikleri mekanda girdikleri salonda darbeyi yapan  ‘pinoche’ şerefsizi dahil tüm askeri erkan hazırdır.. otopsi grubunun bayan elemanı otopsi aletlerini yavaş yavaş çıkarırken kamera üzeri açılan cesede yönelir ve ekrana darbeyle devrilen özgürlükçü, sosyalist başbakan ‘salvador allende’nin tanınmaz haldeki bedeni gelir.. ülkesinin tam bağımsızlığı ve özgürlüğü için politikalar uygulamaya çalışırken darbeyle devrilen ve akabinde başkanlık sarayında şüpheli bir şekilde ölen salvador allende tüm heybetiyle vicdansız askeri heyetin önünde yatmaktadır.. üç kişilik otopsi ekibi değişik duygular içinde ne yapacaklarını şaşırırlar ve ilk tepkiyi duygusuz, ruhsuz olarak görünen mario verir.. önüne konulan daktiloyla yazamadığını söyler ve yerine bir asker emirle oturtulur.. mario donuk gözlerle otopsiyi izlemeye devam eder..

dediğim gibi sslında film burada başlar.. gırtlağınıza oturan bir yumruk, gözlerinizden akmaya çalışan gözyaşlarıyla boğuşarak izlemeye çalışırsınız filmi..

2010 yapımı bu filmin ilginç bir yanı da darbe günlerinde intihar ettiği öne sürülen ancak kimi kaynaklarca askerler tarafından katledildiği söylenen salvador allende’nin ölümünden 38 sene sonra 2011 mayısında mezarının açılarak tekrar otopsisinin yapılacağı günlere denk gelmesiydi..

binlerce devrimci ve solcunun katledildiği veya kaybedildiği 11  eylül 1973 şili darbesini bir kez daha lanetlemek ve en önemlisi büyük devlet adamı salvador allende’yi anmak için bu filmi mutlaka izleyin..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

Yönetmen: Pablo Larraín

Senaryo : Pablo Larraín

Oyuncular: Alfredo Castro, Antonia Zegers, Jaime Vadell

Yapım : Şili-Meksika-Almanya,

Yılı :2010,

Süresi : 98 dakika..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmden replikler :

 

nancy : ne iş yapıyorsun komşu..
mario : memurum..
nancy : peki beni neden buraya getirdin..
mario : hava atmak için..
nancy :  bana niye hava atmak istiyorsun ki..
mario : kişisel sebepler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nancy : ‘ordu benim babam ve kardeşimden ne istiyor, biz kendi halinde insanlarız..’

 

‘zanan-e bedun-e mardan / erkeksiz kadınlar / women without men..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iran sineması üzerine yaptığım çalışmalarım da ‘shirin neshat’ eserlerine yeni giriş yaptım.. ve pek bir memnun oldum kendisiyle tanışmaktan.. ‘shirin neshat’ın ilk izlediğim eseri de yine arşivimde uzun süredir bekleyen ‘women without men’ adlı yapımı oldu.. filmin afiş ve kapağı bayağı etkileyici olsa da ben onu arşivimde demlenmeye bırakmıştım.. ve sıra ona geldi.. mekanda tek başıma takıldığım, moralimin sıfır olduğu bir anda izlemeye başladım.. daha ilk sahnelerle ‘munis’ adlı karakterin olağanüstü çekimlerle kendini boşluğa bırakmasıyla ben de kendimi boşluğa bıraktım gözlerimden akan yaşlarla.. iran sineması kadar insan ruhunu sinema perdesine bu kadar güzel yansıtan bir sinema yok yeryüzünde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oyunculuklarıyla, yönetmenleriyle, müziğiyle, kurgusuyla her şeyiyle bir sarsılmaz kale iran sineması.. bizim ülkemiz gündeminin de ilk sıralarında yer alan ‘kadın’ın ezilmişliği, yok sayılması üzerine bir destan ‘shirin neshat’ın bu çalışması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(yönetmen : shrin neshat..)

 

hikayemiz 1950’lilerin iran’ında geçiyor.. dört kadının hikayesi var birbiriyle benzeştiği için çakışan.. ha şimdi sadece bu dört kadın mı eziliyor hayır.. hikayemizde bu dört kadın var.. çeşitli sınıflardan gelen dört kadın.. birisi evde zorla evlendirilmeyi bekleyen ve benim oyunculuğuna hayran kaldığım ‘munis’ karakteri.. diğeri kendisini terk eden sanatçı arkadaşından sonra mecburen üst düzey bir generalle evlenen kadın karakterimiz.. bir diğeri ise genelevde çalışan ama yaşadığı hayata bir gün  isyan eden.. bir diğeri ise sevdiği erkeği başkasına kaptırmak üzereyken elinden geleni ardına koymamaya çalışırken başına gelmeyen kalmayan ve bana en itici gelen karakter.. ha neden sadece ‘munis’in ismini verdin diye soracak olursanız ‘munis’ benden torpilli ondan derim..

neyse filmimizin geçtiği 1950’lilerin yaşamsal ve siyasi ortamına bakalım.. o sıralarda iran’ın başbakanı ‘musaddık’tır.. iran petrolünü millileştirmiştir.. bu durumdan rahatsız olan emperyalist ülkeler ‘musaddık’ı devirip eli kanlı şah’ı yine etkin kılmaya çalışmaktadır.. ulusalcılar ve ülkenin solcuları ayaktadır.. her gün ülkenin dört bir yanında başbakan musaddık yanlısı gösteriler yapılmaktadır.. ancak emperyalist ülkelerin gazı verdiği iran ordusu darbe yapmak üzeredir.. eve kapatılmış ve zorla evlendirileceği erkeğini beklemeye zorlanan ‘munis’ evde radyodan gündemi her an takip etmektedir.. bir gün yine heyecanla radyo dinlerken odaya giren abisi radyonun fişini kopartır ve akşam gelecek görücü tayfası için hazır olmasını yoksa bacaklarını kıracağını söyler.. abisiyle sert bir tartışmaya giren ‘munis’ tartışmanın ardından evin çatısına çıkar, kulaklarında çınlayan musaddık yanlısı göstericiklerin sesleri arasında ve gökyüzünde kayan bulutların altında kendini boşluğa bırakır.. ve film burada başlar.. herkesin öldü zannettiği ‘munis’i abisi tam da kendisi evleneceği sırada böyle bir rezaletle düğünü lekelenmesin diye gizlice evinin bahçesine gömer.. üstelik bu duruma şahit olan ve ‘munis’in abisinden hoşlanan munis’in arkadaşı da göz yumar.. ‘munis’in abisi namaz kıldığı yerden kalkar kendisi yüzünden intihar eden kız kardeşini kimse çakmasın diye evlerinin bahçesine gömer.. hepimizin öldü sandığı ‘munis’ kötülere inat en olmayacak zamanda topraktan fışkırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(munis..)

filmdeki dört karakteri buluşturan şey ise uğradıkları zulümlerden sonra şehrin dışındaki duvarlarla çevrili sislerle örtülü bir bahçe içindeki evdir..

film kadınların her devirde her ortamda nasıl ezildiğine dair çarpıcı gözlemler, tespitler sunuyor.. sağcı, solcu, ulusalcı, gerici, dinci, faşist her yapı ve yönetim içinde kadınların ikinci sınıf vatandaş-birey vs olmadığını çok güzel anlatıyor.. kadın sadece bir araç..

‘munis’ten sonra en etkilendiğim karakter genelevde çalışan ‘zarin’ karakteri.. yabancı bir oyuncunun canlandırdığı ‘zarin’ karakteri genelevden kaçıp önce hamam gider.. burada kadınların şaşkın bakışları arasında derisini parçalayarak ve vücudunun  her tarafını kan içinde bırakarak temizlenip, arınmaya çalışır.. insan olan herkes derisinde ‘zarin’in yaşadığı acıları hissederken kalbinde, beyninde yaşadığı fırtınaları da hissetmesi kaçınılmaz oluyor bu sahnelerde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iran doğumlu ‘shirin neshat’ın yine iranlı yazar  ‘shahrnoush parsipour’un aynı adlı romanını okuduktan sonra mutlaka bunu sinemaya aktarmalıyız diye düşünmesi üzerine ortaya çıkan bir film bu.. filmi birkaç defa izledikten sonra üzerine yaptığım çalışmalarda sağda solda film hakkında yazılıp çizilenleri incelediğimde erkek egemen yazar-çizer takımının nasıl insafsızca eleştirip filmi yerin dibine batırdığını görünce güldüm geçtim.. bu filmi bu kadar acımasız infaz edenlerin iran’da aynı adlı romanı ve filmi yasaklayan erkek egemen molla yönetiminden hiçbir farkı yok benim için.. utanmadan çekinmeden ‘soraaya’yı taşlamak’ filmini yerlere göklere sığdıramayan tayfa bu filmi yerin dibine sokmuş.. şaşırdım.. ‘shrin neshat’ın babasının şah yanlısı olduğu iddia edilerek, shrin neshat’ın feminist olduğu ve soruna sınıfsal bakamadığı iddiasıyla (feminist olmak bile suçmuş öğrendik) bile bu film kötülenmeye çalışılmış.. sadece yazıklar olsun demek bile az geliyor bu duruma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir kere konu, çekimler, oyunculuk ve her türlü sinemasal kriter açısından üst düzey bir çalışma olan ‘women without men’ filmi ders olarak her sinemacıya izletilmesi gereken bir film.. ve unuttuğumuz insanlığımızı yüzümüze haykıran bir film..

‘shirin neshat’ın tüm çalışmalarında (fotoğraf, sinema vs) olduğu gibi ‘kadınlar’ gözümüzün içine içine dimdik bakıyor.. o bakışlar hepimize suçlu olduğumuzu, utanmamız gerektiğimizi anlatıyor.. ‘cennet anaların ayakları altında’ymış.. bu cümle bile kadınlar için cenneti düşünmeyen, sadece anasına iyi davranan kişinin cennete girebileceğini ama anaların, kadınların cennete giremeyeceğini dolaylı olarak ifade ediyor.. cennette kadının, anaların yeri yok.. kadınlar sadece acı çekmek, analık yapmak için, üremek için varlar.. gerisi hikaye.. olay bu kadar basit.. yüreğiniz yetiyorsa ‘shrin neshat’ın filmlerindeki karakterlerinin, fotoğraflarındaki kadınların gözlerine bakın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

utanmadan sıkılmadan kalkmışlar bu filmi yerin dibine batırmışlar.. bunuel sinemasından nasiplenmemiş, gerçek-hayal kurgusundan haberleri olmayan kendinden menkul sinemacılar erkek egemen yaşama tarzlarına halel gelmesin diye buyurmuşlar ve infaz etmişler filmi..

‘shrin neshat’ın yaşam hikayesi iran’da başlıyor.. okumak için gittiği amerika’da bulunduğu sıralarda eli kanlı şah devriliyor.. mollalar, stalinist solun her zaman ki basiretsizliğinden yararlanıp iktidara geliyor, iktidara gelir gelmez önce şahı devirirken omuz omuza mücadele verdiği solcuları kesip biçiyorlar.. sonra sıra diğer muhaliflere geliyor.. molla devrimi sırasında yurt dışında bulunan ‘shrin neshat’ ülkesine dönemiyor.. neyse humeyni’nin ölmesinden sonra iran’a dönen ‘shrin neshat’ molla devrimin kadınlar üzerindeki etkisini gözlemleyip, çeşitli araştırma ve çalışmalar yapıyor.. fotoğraf, video, kısa film çalışmalarından yaptığı sergileri iran dışında açan ‘shrin neshat’ 2009 yapımı bu filmiyle zamanın ve mekanın önemli olmadığını, her yerde her zaman kadının ezildiğini ve ezilmeye devam ettiğini bıkmadan usanamadan yine haykırıyor.. anlayana..

insanlığınızla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(ve herkese inat yine filmden aynı kare : MUNİS..)

 

Filmin Künyesi :

Yönetmeni : Shoja Azari, Shirin Neshat

Senaryosu : Shoja Azari, Shirin Neshat, Steven Henry Madoff,

Eser :  Shahrnoush Parsipour

Oyuncular :

Bijan Daneshmand,

Essa Zahir,

Mina Azarian,

Navíd Akhavan,

Orsolya Tóth


Türü : Politik, dram..
Yapım Yılı ve Yapımcı Ülkeler : 2009  Almanya, Avusturya, Fransa

Yapımcısı : Shoja Azari, Peter Hermann
Görüntü Yönetmeni : Martin Gschlacht
Müzikleri : Ryuichi Sakamoto
Süresi : 96 dakika..

gündemden bize ne..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaşadığımız ülke, yaşadığımız dünya o kadar hızlı şekilde değişik süreçlerden, olaylardan geçiyor ki artık yetişebilmek mümkün değil..

‘aylak adamız’da, ‘gündemle ilgili yazılar eskisi gibi sık çıkmıyor’ diye bazen eleştiriler geliyor.. ‘bir sessizlik hakim’ diyorlar bizim için.. dördüncü senemizi doldurmaya çalıştığımız şu günlerde bu tür eleştiriler için şunları söyleyebilirim bizim hiçbir zaman gündemle ilgili bir yayın politikamız olmadı.. herkes kafasına göre yazıyor burada.. sitemizin üzerinde ‘haber sitesi’ ya da ‘gazete’ veya ‘dergi’ künyesi yok.. bizim adımız ‘aylak adamız..’ aylağız biz.. gündemin içindekilerden dilediğimize yazıyoruz, dilediğimize susuyoruz.. gündemle ilgili gerekli tepkileri burada vermiyorsak da gereken yerlerde veriyoruz zaten merak etmesin ‘bazıları..’

‘oblomovluk’ yapmaya gerek yok.. boş laflara herkesin karnı tok, bizim de tok.. ‘insan’ olan gerektiği yerde gerektiği şekilde tepkisini verir, vermeyen zaten insan değildir.. yaşanan süreçlerden çok öfkelendiğimiz, sinirlenip masaya kapıya vurduğumuz,  öfkeden midemizin delindiği anlar oluyor.. damarımıza basılmayan gün yok.. sinirlenmemek elde mi.. biz insanız.. insanlığını unutmamış insanlarız.. insanlığımıza yönelik her türlü söylem, olay ve sürecin karşısında her zaman dimdik durduk ve durmaya da devam edeceğiz.. tweeter, facebook ya da bilmem hangi sanal alemde iki tweet, bir iki mesajla ruhumuzu vicdanımızı rahatlatmıyoruz biz..

dünya ayakta, dünya finans kapitalinin kalbinde on binler eylem yapıyor, dünyanın bütün kentlerinde bu eylemlere ses verilerek aynı şekilde eylemlerle destek veriliyor ama ülkemizde ne mi yapılıyor tweet atılıyor.. üç beş kelam yazan yazarlar dahi süreci tahlil yeteneğinden bile yoksunlar.. dünyanın değişik ülkelerindeki iç çatışmaları arap baharı veya halk ayaklanması diyerek yere göğe sığdıramayanlar yaşanan sürecin ne olduğu ve bu ayaklanmalar sonucunda şu anda durumun ne olduğu konusunda sessizler..

zaten dikkat ederseniz televizyonlarda, gazetelerde konuşup yazanlar hep aynı tipler.. kanal kanal aynı tipler dolaşıyor.. sanki klonlanmış gibiler.. hele bir karı koca var maşallah her konuda uzmanlar.. siyaseti bıraktılar magazinden, spora her konuda söyleyebilecekleri bir şeyler var.. bir de bunların ağa babaları var.. kadının yaşı yüz mü oldu iki yüz mü bilmiyorum.. yetmişlerde seksenlerde solcuların kanını içen darbelerin şakşakçılığını yapan bu kadın şimdilerde darbe karşıtı ve demokrasi havarisi olmuş.. ve her şeyi kendisi biliyor ve tek o biliyor.. her konuda uzman.. atom fiziğinden bahsedin sizi çırak çıkarır uzmanlığıyla.. çevreden bahsedin uzman.. kendisi bir ara verse gençlerin (genç dediğim zaten kendileri gibi düşünmeyenlerin şu anda medyada yeri yok, nasıl olsa kendisi gibi düşünenler gelecek rahat olsun, gözü arkada kalmasın) önünü açsa, bir sussa, bir gidip emekliliğini yaşasa ama yok kurulmuş saat gibi yirmi dört saat ekranda ve gazetelerde.. lan bir git ya bir git, bir sus ya.. tamam kabul ediyoruz her şeyi sen biliyorsun.. ama sen bir sus ya.. geceleyin uyurken bile kendi kendine konuşmuyorsa cezalandıracağım kendimi.. bir ay müzik dinlemeyeceğim, film izlemeyeceğim..

işte böyle şimdi dünya gündemi tweeterdan ve facebooktan yönetiliyor-muş.. iktidarlar, otuz küsür yıllık diktatörler tweeterla, facebookla devriliyor-muş..

ya gidin kocaman kocaman insanlarsınız, artık yemeyin bizi yahu.. bunları yazanların çoğu da eski solcu, örgütçülükten gelen tipler.. toplumsal olayların ve sosyal patlamaların sanal alemdeki örgütlenmeler sayesinde oluştuğuna inanıyorlar ve inandırmaya çalışıyorlar.. ee peki soruyorum onlara mesela bu sanal alemde örgütlenip, iktidarı devrilen mısır’da şimdi yönetimde kim var.. mübarek’in bilmem kaç senelik ordusu değil mi.. nerede oradaki iktidarı deviren kitleler..

yok arkadaş yok.. biz de gündem filan yok.. arada dileyen burada kafasına göre gündemle ilgili vesaire ile ilgili yağar dilediğine.. o kadar.. haber ajansı değiliz.. dileyen yüz bin milyon ya da milyar bilmiyorum tane sanal haber sitesinden olmadı, tweeterdan filan takip edebilir gündemi..

alın bakın her yerden şimdi bangır bangır bağırıyorlar : ‘kaddafi öldürüldü..’ gündem yine değişti-rildi.. dünya anlık yaşıyor artık.. herşey o kadar hızla değişiyor ve gün-cel-le-ni-yor-ki insanlar değil bir şeyler yapabilmek, daha durumu veyahut olayı idrak edemeden, düşünemeden gündem hoop değişiyor.. ‘hop hoop değiş tonton.. hooooooop gündem oldum..’

ama biz gündemin ta içindeyiz, göbeğindeyiz.. kafamız da gönlümüz de vicdanımız da rahat.. vicdansızlar, ruhsuzlar düşünsün..

dünyayı yaşanmaz hale getiren gündemlere rağmen biz yaşıyoruz ve yaşayacağız.. ‘yaşamak gerek vanya dayı..’

isteyen bizi okur isteyen okumaz.. bir iddiamız veya bir amacımız yok burada..

rahatta..

gülüşünüzle ve dilediğiniz ‘gündeminizle’ kalın..’

Crockett..

(1. not : benim gündemim mesela şimdi ‘halo dayı’ bizim mekandan çıkarken litrelik jack’in ‘yanlışlıkla ‘halo dayı’nın çantasına girip mekan dışına çıkması..’ ikinci gündemim robert walser’in can yayınlarından yeni çıkan kitabı ‘tanner kardeşler’.. üçüncü gündemim ‘t’ kapaklarından yaptığım tavşanlara bir çiftlik kurma projesi diyelim.. artık saymayayım.. lanetlenmeyeyim.. gündemim saymakla bitmez.. ama bizim gündemimiz anlık değişmiyor hep bir yerlere not ediyoruz hızla akıp giden dünyayı.. işlenen cinayetler, insanlık suçları, patlayan bombalar, katledilen insanlar hep gündemimizde.. ‘hiçbir şey insan hayatından daha değerli değildir..’ bizim felsefemiz bu.. insana karşı olan, cana kıyan her şey, herkes düşmanımızdır.. ama bilsinler ki dünyayı bizden alamayacaklar, çalamayacaklar.. kazandık dedikleri anda kötülerin sonları suya sabuna dokunmayan kendi sinemaları hollywood filmleri gibi olacak : ‘iyiler kazanacak..’ kötüler kendilerini biliyorlar zaten.. bundan iyi aylak gündemi mi olur..)

(2. not : ha şimdi yukarıdaki yazıda tweeter filan bilmem neyin adını yanlış yazmış olabiliriz, dilediğiniz kadar gülebilirsiniz, biz de gülüyoruz..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

900. Yazı ‘Asghar Farhadi’ ve son filmi ‘Bir Ayrılık..’ için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(asghar farhadi, ‘elly hakkında’nın çekimlerinde..)

 

‘iran sinemasına dalalı epeyi uzun süre oldu.. giren çıkamıyor.. izlemediğim film ve yönetmen kaldı mı diye düşünürken o okyanusun içinde sadece elimin uzanabildiği yerlere ulaşabildiğimi, daha atılacak çok kulaç olduğunu fark ediyorum..

iran sinemasında son yıllarda keşfettiğim yönetmenlerden birisi de ‘asghar farhadi..’ çok geç oldu onunla tanışmamız fakat izlediğim ilk filmi olan ‘elly hakkında’nın ilk sahnelerinden itibaren çarpıp büyülemişti beni..

sağa sola sapmadan, dolambaçlı yollarda izleyiciyi yormadan hayatı olduğu gibi anlatıyor.. küçücük olayların insanların hayatında nasıl büyük olaylara ya da yıkımlara yol açabileceğini işliyor filmlerinde.. ufak bir yalanın, küçük bir ısrarın insanların hayatında geri dönülmez sonuçlara ya da felaketlere neden olduğunu kamerasıyla abartmadan işliyor..

ben açıkçası ‘elly hakkında’yı kaç kere izlediğimi buraya yazsam bazılarınız belki tamam bu adam sıyırmıştı ama artık tam kayışı koparmış diyeceksiniz.. ama bazı filmler vardır insanı kendine bağlar ve her tekrar izlenişinde yeni bir şeyler gösterir ya da sizinle bir gizini daha paylaşır ya işte benim filmlerin bazılarına kafayı takmamın en büyük nedenlerinden birisi de bu..

tabi ‘elly hakkında’yı bu kadar çok izlememin sebeplerinden birisi de ‘golshifteh farahani’nin filmde başrol oynaması ve onun müthiş oyuncuğunun etkisi de var.. herkesin zayıf bir noktası vardır.. benim zayıf noktam da ‘golshifteh farahani’, ne yapayım.. en kötü senaryoyu bile koparıp çok yükseklere çıkarabilecek kadar büyük bir oyuncu kendisi.. güzelliğini konuşmaya bile gerek yok zaten.. bu kadar keskinim ‘golshifteh’ konusunda.. neyse saymadım ama sanırım ‘elly hakkında’yı yirmi seferden fazla izlemişimdir.. belki daha fazla, bilmiyorum.. ve bugün de tekrar izleyebilirim, kim bilir..

ödüller benim için bir anlam ifade etmez ama ifade edenler için yazalım  ‘elly hakkında’ filmiyle berlin film festivalinde en iyi yönetmen ödülünü 2009’da kazanan ‘asghar farhadi’ bu sene de ‘bir ayrılık’ filmiyle berlin film festivalinde altın ayı ödülünü aldı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim filme.. ‘simin’, kocası ‘nadir’ ile birlikte küçük kızları ‘termeh’i de alıp onun eğitimi için yurtdışına gitmeye karar vermişlerdir.. ancak ‘nadir’, babasının alzheimer hastalığı artınca onu bırakıp yurtdışına gidemeyeceğini anlar ve bu nedenle karısı ‘simin’le aralarında başlayan tartışmalar boşanma aşamasına kadar gelir..

filmimiz de zaten mahkemede boşanma davasında tarafların birbirini suçlaması ve kendilerini savunma sahneleriyle başlar..

kamera yargıç konumundadır.. böylelikle  yönetmen filmin başlamasıyla birlikte seyirciyi yargıç konumuna koyar.. seyirci yargıç konumunda iken artık bir soru bombardımanına tutulmaya başlar.. arka arkaya yağan sorular karşısında seyirci yargıç konumunda kim haklı diye karar vermeye çalışır.. çünkü seyirci filmin kahramanlarından daha fazla şey bilmektedir.. ‘simin’ mi haklı ‘nadir’ mi, yoksa ‘nadir’in babasına bakması için işe aldığı bakıcı ‘raziye’ mi.. ya da ‘raziye’ mi yoksa  kocası mı.. ve hepsinin arasında haklı olan kim.. bir açıdan bakıldığında ‘simin’ ve ‘nadir’in kızları ‘termeh’ de bizim açımızdan olaylara bakmaktadır.. kendisi için yurtdışına gitmek isteyen annesi ‘simin’ mi yoksa yurtdışına gitmekten vazgeçen  babası ‘nadir’ mi.. bakıcı ‘raziye’ ile babası ‘nadir’ arasında olan tartışma sonucu ortaya çıkan felakette kim haklı, babası mı yoksa bakıcı ‘raziye’ mi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bizim gibi aynı sorularla karşı karşıya kalan 11 yaşındaki ‘termeh’ çoğu sahnede bizim gibi kitlenip kalmaktadır.. burada bir şeye daha değinmek istiyorum, iran sinemasının itici motor güçlerinden birisi de hemen her filmde ki çocuk oyuncuların müthiş oyunculukları ve başarısıdır.. özellikle majidi, panahi ve kiarostami filmlerinde bu çok açıktır.. çocuk oyuncular filmlere oyunculuklarıyla çok şey katmakta iran sinemasında.. ancak bu filmde ki ‘termeh’ karakterini canlandıran ‘sarina farhadi’ bana biraz tutuk geldi.. onun sahneleri filmin kilit sahnelerinden olmasına rağmen film bazen o sahnelerde sanki takılıp kalıyor, film ağırlaşıyordu.. örneğin yine aynı filmdeki bakıcı ‘raziye’nin küçük kızını oynayan çocuk oyuncu harika bir oyun sergiliyor.. bilmiyorum belki ben yanılıyorum ya da ‘termeh’ karakterini ben çözememişimdir..

‘asghar farhadi’ sineması, yalın anlatımı esnasında olaylara ezilenler yönünden bakması da filmlerine değişik bir boyut katıyor ve anlatımını güçlendiriyor.. ezilenler dememin sebebi şu, sadece sınıfsal açıdan bakmıyor problemlere.. sınıfsal baskılar dışında kadın-erkek eşitliği, baskıcı rejimlerin insanlar üzerindeki dini, ulusal baskıları gibi konulara da çok güzel yaklaşıyor.. ajitatif söylem yerine yalın, net bir şekilde sorunu, eşitsizliği, baskıyı size gösteriyor ve ne yapmalı diye soruyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

örneğin filmin en vurucu sahnelerinden birinde olan bakıcı ‘raziye’nin baktığı ‘nadir’in çok yaşlı  babasının altını kirletmesi üzerine ‘raziye’nin tıpkı bizde olduğu gibi ‘alo fetva’ benzeri bir hattı arayarak mollanın tekinden bu yaşlı adamın altını temizlemesinde dini bir sakınca var mı yok mu diye soruyor.. artık çocuğa dönüşmüş bir ihtiyarın altını temizlemek için ‘raziye’ üzerindeki müthiş dini baskı nedeniyle mollanın tekini arayıp ondan izin almak gereğini duyuyor.. mollanın şu cümlesi insanın kanını beynine sıçratıyor : ‘yaşlı adamın altını değiştirmenin acil bir gerekliliği var mı..’ yani ‘nadir’in babası ihtiyar amcamız saatlerce üzerindeki idrarıyla kirlenmiş elbiseleriyle oğlunun işten gelmesini bekleyemez mi acaba diye soruluyor.. temizlik imandan gelir biliriz biz ama molla efendi, çocuğa dönüşmüş ve çoğu hareket yetisini kaybetmiş ihtiyarın altının temizlenmesinin acil olup olmadığını sorguluyor.. alacaksın o molla ve onun gibi düşünen zatı muhteremleri foseptik çukurunun yanına bağlayacaksın, ayakları o çukurun içinde bir gün değil sadece iki saat oturtacaksın bakalım ne düşünecekler.. ya da ellerini kollarını bağlayarak günlerce kendi pislikleri içinde kalmalarını sağlayacaksın ki belki insanlıklarını hatırlarlar.. en insani olayda bile dini, milliyetçi ya da baskıcı bir unsurun devreye girip insanlığa ket vurmasına neden izin veriyor insanlar hiç anlamıyorum..

‘simin’ ile ‘nadir’in boşanmasında da aynı problemler ortaya çıkıyor.. hakime, kızı ‘termeh’in daha iyi şartlarda, daha iyi bir eğitim alması için yurtdışına gitmek istediğini söyleyen ‘simin’e hemen hakim çıkışır ve ne demek istediğini sorar, yoksa iran kötü bir ülke midir, yaşam şartları kötü müdür, yönetim kötü müdür.. en ufak bir muhalif sese izin yoktur, devleti ilgilendirmeyen bir boşanma davasında bile devlet höt zöt eder, sopayı gösterir hemen..

asghar farhadi’nin ‘elly hakkında’ adlı filminde özelikle kadın-erkek eşitliği bakımından yaşanan problemler nakış gibi işlenerek anlatılmıştı.. ve tipik asghar farhadi filminin özelliği olan olay örgüsünün gelip bir yerde tıkanmasıyla devreye giren şiddet sorunları kendince bastırmaya başlıyordu.. ‘elly hakkında’ adlı filmde başlarda laylaylom eğlenen dört beş çiftimizin bir olay nedeniyle aralarında başlayan gerginlikler erkeğin kadına şiddetiyle hemen sonuçlanmıştır..

yine ‘bir ayrılık’ filminde bakıcı ‘raziye’ evindeki maddi sorunlar nedeniyle kocasından gizlice ‘nadir’in babasına parayla bakmaya başlar.. evinin geçimine katkı sağlamak, kocasının alacaklıları karşısında biraz evini rahatlatmak isteyen ‘raziye’nin kocası bu durumu öğrenir öğrenmez ‘raziye’ye şiddet uygulamaya başlar.. ‘raziye’nin suçu kocasından gizli çalışması değildir, ‘raziye’nin suçu bir erkeğe bakmasıdır.. hem de bu erkek, artık bir çocuktan daha bakıma muhtaç, hareket yetilerini yitirmiş bir insandır.. ama aslında ‘raziye’nin yaşaması, nefes alması suçtur.. filmde ‘raziye’ hem kocasından şiddet gördüğü gibi bir de ‘nadir’in bir anlık öfkesinin sonucu ‘nadir’den de şiddet görür ve hayatında büyük bir kayıp yaşar..

işte hem iran özelinde hem dünya genelinde toplumsal sorunlarımızı sade, yormayan bir dille anlatan ve genellikle filmlerinde müzik öğesinin pek bulunmadığı asghar farhadi yine bize ders niteliğinde bir film sunuyor.. usta yönetmenliğinin yanı sıra başrol oyuncuları   ‘peyman moaadi’ (nadir), ‘leila hatami’ (simin) ve ‘sareh bayat’ın (raziye) oyunculukları da filmi bir başyapıt olma yolunda yukarılara taşıyor.. özelikle ‘nadir’ rolündeki ‘peyman moaadi’nin oyunculuğunu takip ediyorum birkaç filmden beri.. hep yükselen bir grafiği var.. en son ‘elly hakkında’ filminde onu izlemiştim.. burada oyunculuğunu daha da üst seviyelere çıkarmış durumda.. sanırım ‘golshifteh’ gibi onu da vazgeçilmezlerim arasına koyacağım yakında..

123 dakikalık uzun ama su gibi akan bu filmi mutlaka izleyin derim ve bulabiliyorsanız ‘asghar farhadi’nin diğer filmlerini da bulup izleyin.. yoksa çok şeyden mahrum kalacaksınız bilmiş olun..

gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmin Künyesi :

 

Yönetmen : Asghar Farhadi

Senaryo : Asghar Farhadi

Oyuncular :

Peyman Moaadi – Nadir

Leila Hatami – Simin

Sareh Bayat – Raziye

Shahab Hosseini – Hoca

Sarina Farhadi – Termeh

İran – 2011 –  Farsça

123 Dakika..

 

‘hepsini okudun mu..’

benim hayatta en gıcık olduğum sorulardan birisi de kütüphanemi görenlerin verdiği ilk tepki olarak ‘hepsini okudun mu’ sorusudur.. önce bir şok geçiririm ‘yine mi lan’ diyerek, yüzüm düşer, moralim bozulur sonra bir kahkaha patlar.. kimse durduramaz o kahkahayı..

bazen kardeşimle oturur izleriz ilk kez kütüphanemizi görenleri uzaktan.. sessizce bekleriz o müthiş sorunun gelmesini.. inanın bana ilkokul mezunundan üniversite mezununa kadar istisnasız herkes bu soruyu sordu.. tabi kitap kurdu arkadaşlarımız hariç..

kütüphanenin olduğu odalara gelirler, önce sessizce kütüphaneyi süzerler, bazıları cesaret edip birkaç kitabı mıncıklar.. kütüphaneye ve kitaplara uzaydan gelmiş yaratıklar gibi davranırlar.. sanırsın dokundukları kitaplar kendilerini ısıracak ya da elektrik çarpıp zarar verecek..

sonra çat diye o müthiş soru fışkırır bir yerlerden.. ama sorunun geldiği yerin beyin olmadığı kesin.. bu soru beyinden gelmez, o kadar kitap karşısındaki şaşkınlıkla sorulan öylesine bir sorudur.. ‘aman ne kadar çok kitap, bana zarar gelir mi, kitaplar bana bir şey yapar mı acaba’ diyerek korkarlar içlerinden.. çünkü  o kadar kitaba düşman, kitaba yabancı bir ülkeyiz ki.. laf olsun diye, kaçmak için mutlaka sorulacaktır o soru.. kitap gördükleri yerde canavar görmüş gibi ürküyorlar.. akılları fikirleri futbol topunda, sanal alemde, cebindeki telefonda, magazin dünyasında vs.. hayatlarında futbol topuna dokunmamışlar, sol ayakla topa çakıp doksandan çatala topu ağlara sokmamışlar fakat milyon dolarlar kazanan futbolcuların tek tek değil isimlerini bindikleri arabanın markasını, plakasını bilirler.. gözünüz yiyorsa topa vursanıza kardeşim.. belki vücudunuz bir aktivite yapar da bu beyninize yansır.. ama nerede.. yorarlar sonra kendilerini, incileri dökülür.. varsa yoksa çene..

bu soruya verilecek abes ve gıcık cevaplar neler olabilir diye arada kafa yorarım. mesela ‘hiçbirini okumadım’ diyerek daha da dumura uğratabilirim..

sonra bir ara ‘semih poroy’un bir karikatürünü duydum.. yıllar önce kitap eklerinden birinde çıkmış.. üstad ‘semih poroy’ kocaman bir kütüphane çizmiş, ama kütüphane bomboş,  sadece bir kitap duruyor kütüphanenin bir rafında ve önünde de iki insan.. biri diğerine o benim en gıcık olduğumu soruyor ‘bunun hepsini okudunuz mu, vay canına’ diye.. hayal edip koptum gülmekten.. hayal ettikçe karikatürü kahkahalarım durdurulamaz bir hal aldı..

sonra o karikatürü buldum. ben de onu çerçeveletip duvarlarımdan birine asmaya karar verdim.. kütüphanemin yanına asarsam kimse belki o müthiş soruyu sormaz diye düşündüm ve yine güldüm.

bu ‘hepsini okudun mu’ sorusuna kızmamın ya da gıcık olmamın sebebi insanları küçük görmem filan değil.. kitaba yabancılığın bu kadar üst seviyede olması ve binlerce kitabın bir insanın kütüphanesinde bulunmasının insanlara bu kadar acayip gelmesi.. ve bu soruyu sorarken bazılarında bir küçümseme, bir acıma duygusunu mimiklerinde görmem beni esas delirten şey.. ‘şuna bak’ diyorlar içlerinden ‘eşek kadar olmuş birikimini nelere harcıyor..’ çoğunda görüyorum bu tavrı..

yıllar önce bir arkadaşımın öğrenci evinde otuz kırk kitaptan oluşan kütüphanesini gören üniversiteyi yeni kazanmış çömez bir hemşeri arkadaş aynen şunu demişti ‘yazık bu kadar kitabı okudun mu, bu kitaplara harcadığın zamanı derslerine harcasaydın okulunu çoktan bitirir uzatmazdın..’ arkadaşlar arasında bir sessizlik, bir gerginlik oldu önce.. sonra gülümseme yayıldı yüzlerde.. ulan gördüğün topu topu otuz kırk kitap ve sen insanları aşağılıyorsun kitap okuduğu için.. ‘derslerine çalışsaydın ya..’ tepkiye bak.. sonra esas bombayı patlatayım size bu olayın kahramanı olan kitap okumayı küçümseyen şahısla ilgili : bu arkadaş iki sene sonra roman yazmaya başladı.. evet, şaka değil.. toplasan hayatında on kitap okumamış o arkadaş kitap yazmaya başladı.. güler misin ağlar mısın..

bu konu, o kadar anlatmak istediğin konu içinde neden ön plana geçti sorusunun cevabı da şu : bizim müthiş sorumuz ‘hepsini okudun mu’yla ilgili dün büyük usta ‘alberto manguel’in kütüphanemde yıllanmaya başlayan ‘geceleyin kütüphane’ eserini durup dururken alıp okumaya başladığımda içinde çok güzel bir bölüme rastladım.. burada kitabın bazı yerlerini ve semih poroy ustamızın yukarıda anlattığım karikatürünü sizlerle paylaşmak istedim.. ‘alberto manguel’ usta derdimizi güzel anlatmış.. isteyenler kitaba ulaşarak yazının tamamını okuyabilir.. ayrıca kitabın diğer bölümleri de çok güzel, binlerce ilginç olay ve bilgiyle dolu.. edinin alberto manguel’in kitabını baskısı tükenmeden..

kitapla ve gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(karikatür : SEMİH POROY..) 

 

‘kütüphanemin yarısını hatırladığım, yarısını da unuttuğum kitaplar meydana getirmektedir.. artık belleğim eskisi kadar keskin olmadığı için ben gözümün önüne getirmeye çalıştıkça sayfalar silinir.. bazıları aklımdan tümüyle uçup gitmiştir, ne hatırlanırlar ne de görünürler.. diğerleri içlerindeki bir başlık ya da bir görüntü veya kendi bağlamından kopmuş birkaç söz nedeniyle hep aklımı kurcalarlar..

kütüphanemin ziyaretçileri ‘bütün kitaplarımı okuyup okumadığımı’ sorarlar sık sık; çoğu zaman onları ‘her birinin kapağını açmışımdır’ elbette diyerek yanıtlarım..’ oysa hangi boyutta olursa olsun bir kütüphanenin yararlı olması için baştan aşağı okunması gerekmez; her okur bilgiyle bilgisizlik, anımsamayla unutma arasındaki uygun dengeden yararlanır.. robert musil 1930’da viyana’daki imparatorluk kütüphanesinde çalışan kendini işine adamış, o devasa koleksiyondaki her bir başlığı bilen bir kütüphaneci hayal etmişti..

‘bu kitaplardan her biri hakkında nasıl bilgi dinebildiğimi bilmek ister misin’ diye sorar hayretler içinde kalmış bir ziyaretçiye..

‘bunu sana söylemekten beni hiçbir şey alıkoyamaz : birini bile okumayarak..’

sonra da ekler : ‘bütün iyi kütüphanecilerin sırrı başlıklarla içindekiler listesi dışında ona emanet edilen edebiyata ait hiçbir şeyi okumamaktır.. burnunu kitapların içine sokan kütüphaneci kütüphanenin içinde kaybolmuştur.. bütünü görme olanağına asla ulaşamaz..’ musil bize bu sözleri duyunca ziyaretçinin içinden iki şey yapmak geldiğini anlatır; ya göz yaşlarına boğulacaktır ya da bir sigara yakacaktır, fakat kütüphanenin içerisinde iki seçeneğe de izin olmadığını bilir..

okumadığım ve belki de hiç okumayacağım kitaplar için bende herhangi bir suçluluk duygusu uyanmış değil; kitaplarımın sabrının sınırsız olduğunu biliyorum..

ömrümün sonuna dek beni bekleyecekler..

hepsini bilir gibi yapmama gerek duymaz onlar, doymak bilmeksizin kitap toplayan ama ‘flann o’brien’in tasavvur ettiği gibi onları okumayan ve mütevazı bir ücret karşılığında onlara okunmuş havası vererek, sayfa kenarlarına düzmece yorumlar ve yazılar karalayan, hatta el değmemiş sayfaların arasına ayraç olarak tiyatro programları ve eskiden kalma başka belgeler sıkıştırmak suretiyle kitap ‘işleyerek’ geçimlerini kazanabilen ‘profesyonel kitap tüccarlarından’ biri olmamı da istemezler..’

ALBERTO MANGUEL

‘Geceleyin Kütüphane’, Çeviri : DİLEK ŞENDİL, YKY Yayınları, Eylül 2008, 295 Sayfa..