Archive for the ‘Yazar : ‘Nedim (Crockett)’’ Category

‘AŞK ve İSYAN..’ – KENNETH REXROTH

PARİS KOMÜNÜ’NDEN KRONSTAD AYAKLANMASI’NA

 

Hatırla bundan önce başkalarının da olduğunu:

Şimdi istenmeyen saatler dikelirken

Ve güneş yükselirken kıpkırmızı bilinmeyen köşelerde

Ve burçlar yer değiştirirken,

Ve bulutsuz gök gürültüsü silerken sabahın izlerini

Ve ay ışığı lekelenince ve kızınca yıldızlar.

Kokuşmuş olsa da hava, askere alınan babalar,

Ölü yüzlerinizin kara kabartılarıyla;

İnsanlar fabrikalardan çıkıp işsiz güçsüz dolanıyorsa,

Hem türbinler hem eller donmuşsa;

Ve hava açıyorsa sonunda bacaların üstünde;

Şilteler perde niyetine gerilmişse pencerelere

Ve her saat hırlaması duyuluyorsa infilakların;

Gene de kalkar biri tek başına, seslenir:

‘o pek çok olandan biriyim, duydum

Buyruklar savuran seslerin yükseldiği havada;

Parlayıp meşalelere döndüğünü gördüm gövdelerin;

Gördüm öldü hayvan ve genç kız hava baskınında;

Duydum parolaların söylendiğini kör geçitlerde;

Kanın akışını hızlandırdığını duydum nefretin ve

Korkunun çöreklendiğini sinir uçlarına.

Tanıyorum o son ağır leş kurdunu;

Ve tuza düşürülmüş kısırlık baş dönmesini.

Yol aldım başım öne eğik ve isteksiz

Sarsılan yollar boyunca sıkışık yürüyüş kollarında.

Böyle asılı kalmaya devam edecek miyiz gergin göbek bağlarında

Bozuk sonlara, kokuşuncaya değin;

Karga ve kerkenez kırana dek kafataslarımızı

Ve karıncalar üşüşünceye dek organlarımıza,

Saksağanlar toplayana dek dişlerimizi?’

Bir kahraman olarak ayaklanacaklar, sayısız olacaklar,

Sonunda kimse üstün gelemeyecek onlara.

 

‘Ben pek çoktan biriyim’ diyecekler giderlerken

Ellerinde bir şey olmayacak tarihten başka.

Köprülerde ölecekler, köprü kapılarında, açılan köprülerde.

Hatırla daha önce başkalarının da olduğunu,

Sığlıklar ve köprü başları mezarlıklarla dolu.

Çiçekli çocuklar olacak orada,

Ve kuzular ve altın gözlü aslanlar olacak,

Ve gelecekte hatırlayacak insanlar olacak orada.

 

KENNETH REXROTH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAN VE KUM

 

Şımartılmış bir sevgili varsa,

O da sendin, Garcia Lorca.

Üç kıtanın heyecanı,

Sendin o, Garcia Lorca.

Her yere yemeğe davet ediliyordun.

Bir harikaydın, Federico.

Neler geçiyordu içinden, Federico,

Dwight Fiske yerini mi alıyordu Orestes’in?

Herkes boca ediyordu sevgisini tepeden aşağı,

O hasta sevgiler, Federico,

Çelenklerinde delik deşik eden bir kurt barındıran.

Kızgın İspanya sana çıplak göbeğini gösterdi.

Sense kapkara karın boşluğunu gördün

Çökük, ıvır ıvır kurt kaynayan. Orada aşk yoktu.

Aşk yok. Bir konser programı hazırladın

Acının anlamdaşlarıyla,

Lut’un karısının sevgililerinin

Korkunç paralayıcı acısıyla

Sen kendi sezaryenli çocuğunu doğuruyordun

Her gün ve kara taşlar.

Seni hep gebe bıraktılar, Federico,

Tutkusuzluklarının kimyalarıyla,

Çirkin, yiyip yutan spermleriyle

Cerahatli, eriten kanlarıyla.

Sen canavarı gözledin, Federico,

Yeats’in çölde sürünür gördüğü hani.

Hiç gözünü ayırmadın ondan.

O da senden ayırmadı gözünü, Garcia Lorca.

Sonra bir gün kalkıp yürüdü. Bir daha

Sana hiç aldırmadı Federico.

 

KENNETH REXROTH

 

‘AŞK ve İSYAN..’, KENNETH REXROTH, Çeviri : GÜVEN TURAN, İYİ ŞEYLER YAYINCILIK, Aralık 1991, 24 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KENNETH REXROTH (1905-1982)  kimdir :

 

‘çağdaş amerikan şiirinin her zaman gündeş kalmayı sürdürmüş şairidir.. adı, öncüler arasında anılmasa da 20’li yıllardan başlayarak amerikan şiirinin geçirdiği ingiliz yazınına bağımlılıktan çıkıp çok kültürlü bir derinlik kazanmasında etkin olmuştur. şiirleriyle olduğu kadar çin, japon, eski yunan, latin, fransız ozanlarından yaptığı çeviriler ile de tanınmaktadır..

rexroth, sözcüğün en felsefi tanımıyla ‘politik’ bir şairdir.. bir partinin, bir ideolojinin bağımlısı olmaksızın ‘partizan’ bir şairdir.. önceleri belirgin olan ‘felsefi anarşistliği’ giderek yerini daha öznel bir dünya görüşüne bırakmıştır.. güncelliği yakalayışındaki yalınlığın estetiği rexroth’un şiirinin en belirgin özelliğidir.. özellikle 50’li yıllardan başlayarak, amerika’daki bütün öncü akımların ‘gurusu’ olan rexroth henüz ne amerika’da, ne dünyada hak ettiği yeri alabilmiştir.. bunda kuşkusuz rexroth’un yaşlılığında bile başkaldıran, bağımsız, kurumlaşmaya olan kişiliğinin etkisi vardır..’ (kitaptan alınmıştır..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(kitaplığımdaki binlerce kitabın arasında öyle ilginç dizayn edilmiş kitaplar vardır ki ne kadar ilginç olurlarsa olsun gördüğüm hiçbir kitap şaşırtmazdı beni.. hatta bir gün kitapçının birinde ön kapağında sadece ‘ayna’ olan bir kitap görmüştüm, içimden ‘ne etkileyici bre’ deyip dalga geçerek elime bile almadan geçip gitmiştim yanından.. oysa o kitabı gören herkes uzun bir ‘aaaaaaaaaa!’ çekip kitabı alıp mıncıklıyordu.. satışa yönelik bu tür dizaynlar hep etkili olur zaten.. kitabı alıp okumasalar bile karşısına geçip saçlarını tarayıp, makyajlarını, ya da sakal tıraşlarını yapabilirler örneğin.. komik mi, dalga mı geçiyorum.. yok, kesinlikle öyle bir niyetim yok.. nasıl olsa okumayacakları ya da birkaç sayfasını çevirip atacakları o kitap bari o işe yarayabilir.. bu aynalı kapak gibi işte yıllar önce mesela ant yayıncılıktan çıkmış kapağında üç tane kurşun deliği olan bir kitap görmüştüm.. o da gayet etkileyici kapağı olan bir kitaptı bence..

geçenlerde ‘zaferimin’ bir sahaftan aldığı kitapları beraber incelerken, bir zamanlar güzel şiir kitaplarının çıktığı ve genel yayın yönetmenliğini cevat çapan’ın yaptığı ‘iyi şeyler yayıncılık’ tarafından yayınlanmış olan ‘kenneth rexroth’un ‘aşk ve isyan’ (çeviri : güven turan..) adlı şiir kitabını elime aldım.. daha önce birkaç yerde şiirlerini okuduğum ‘kenneth rexroth’un bu kitabı beni oldukça heyecanlandırmıştı.. şiirlerine daldım hemen.. çok ufak harflerle basılmış olduğundan bir süre sonra gözlerim yoruldu ve kitabı kapattım.. kapatır kapatmaz da ön kapakta şairin isminin ve kitabın isminin bir yara bandına yazıldığını fark ettim.. evet evet bir yara bandı.. üzerinde delikleri olan gerçek bir yara bandı.. elinizle sökebilirsiniz isterseniz.. esas sürpriz ise yara bandının nereye yapıştığıydı.. kitabı tam olarak açıp kapak tarafını incelediğinizde görüyordunuz ki kitap kapağı insan derisi olarak tasarlanmış ve insan vücudunun göğüs kısmı kapağın tamamına alınmış.. bu göğüs kısmı sanki jiletle ya da kesici bir aletle defalarca kesilmiş gibi dizayn edilmiş.. arka planda alt kapağın kırmızılığı sanki kan gibi görünürken bu yaralardan birinin üzerine gerçek yara bandı yapıştırılmış ve yazar ile kitabın ismi oraya basılmış.. bu etkileyici tasarımı sanırım ‘tibet sanlıman’ yapmış, kapaktaki fotoğraf ise ‘azmi dölen’e ait.. ikisini buradan tebrik edip, teşekkürlerimi sunuyorum.. bu etkileyici tasarımla birlikte kitabın tek handikabı çok ufak puntolarla basılmış olması.. rahat bir okuma olanağı sağlamadığı gibi gözleri de hemen yoruyor.. ama yine de gerçekten hayatım boyunca gördüğüm en etkileyici kapaktı bu.. her elime alışımda sanki ilk defa görüyormuşçasına yine inceliyorum kapağı..

ha bu arada sakın bu da ticari bir düşünceyle hazırlanmış bir kitap deyip içindeki muhteşem şiirleri es geçmeyin.. ‘kenneth rexroth’ gerçekten etkileyici ve politik bir şair.. kitabın adı gibi ‘aşk ve isyan’ın yanı sıra her bir dizeden ‘paris komününden, kronştad’a, ‘ispanya’daki yaşanan acılardan, dünyanın dört bir yanındaki ayaklanmalara kadar izler bulunuyor.. acı, sevinç, ihanet, direniş ruhu, aşk gibi birçok insani ve bazen de kötü, duygu ve olayların anlatıldığı ‘rexroth’un şiirlerinin her birini tekrar tekrar okuyacağınıza eminim.. tabi bu kitabı bulabilirseniz çünkü yeniden basımının yapılıp yapılmadığını bilmiyorum.. bulursanız eğer çok şanslı birisi olduğunuza inanın.. gülüşlünüzle kalın.. Crockett..)

‘ELENA..’ – Andrei Zvyagintsev

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dönüş (2003), sürgün (2007)’ filmlerinden tanıdığım ‘andrei zvyagintsev’in en son filminden yine dört sene sonra çektiği ‘elena’yı (2011) izleme şansına sonunda sahip oldum..

‘dönüş’ü ilk izlediğimde müthiş etkilenmiştim.. eski rus yönetmenleri andıran tarzıyla ‘tarkovski’ye bile benzetilen ‘andrei zvyagintsev’in bence kendine özgü bir sinema dili vardı ve her yeni filmiyle bu dili geliştiriyordu..

benim gibi muhakkak aranızda sevdiğiniz yönetmenlerin yeni filmlerini sabırsızlıkla bekleyenler vardır.. benimkilerin arasında  ‘andrei zvyagintsev’ en başlarda gelir.. üstelik ‘andrei zvyagintsev’in uzun aralıklarla film çekmesi nedeniyle de bu sabırsızlık ve bekleyiş bazen umutsuzluğa da dönüşür..

‘dönüş’ ve ‘sürgün’ filmleriyle doğaya ve taşraya kamerasını çevirmişken insanlar arasındaki iletişimsizliğin vardığı boyutları, yabancılaşmanın, umutsuzluğun ulaştığı boyutları da irdeleyip anlatan ve ayrıca sevgi, fedakarlık, yalnızlık, ihtiras gibi insani duygu ve tepkiler ile aile kurumunun çürümüşlüğüne değinen, ancak bunlarla ilgili çözümleri cevapsız bırakarak seyirciyi kafasında sorularla salondan çıkaran ‘andrei zvyagintsev’ son filmi ‘elena’da da yine aynı yolu izleyerek aynı problemler çerçevesinde bu kez kamerasını şehir yaşamına çevirmiş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : andrei zvyagintsev)

 

filmin konusuna gelince, ‘elena’ emekli bir hemşiredir.. on yıl önce zengin ‘vladamir’ ile çalıştığı hastanede tanışan ‘elena’ bir süre sonra onun evinde çalışmaya başlar.. on yıllık ilişkilerinin son iki yılında da resmi olarak evlenmişlerdir.. ancak bu evlilik duygusallıktan uzak ve her anı tamamen planlı, programlı bir ilişkidir.. bu durum da arada duyguya dayanmayan tamamen karşılıklı çıkarlar üzerine kurulu satranç tahtasındaki hamlelere benzer bir evlilik ortaya çıkarır..

zengin ‘vladamir’in daha önceki evliliğinden olan kızı ‘katherine’ hayattaki tek yakınıdır.. ‘elena’nın ise evli bir oğlu vardır.. bu oğlu işsizdir ancak geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi ve iki çocuğu vardır.. çocuklardan birisi askerlik çağına gelmiş lise öğrencisidir.. askere gitmemesi için üniversiteye kayıt yaptırması ve bunun için de yüklü bir para gerekmektedir.. bu para bulunmazsa askere gidecektir.. ancak ‘elena’nın ve diğerlerinin tek korkusu o sırada süren osetya savaşında cepheye gönderilmesidir.. ‘elena’ bu kadar duyarlı olmasına rağmen ne torunu ne de oğlu ‘elena’yı hiç düşünmemektedir.. oğlunu ve ailesini hep arayıp soran ve onların yanına giden hep ‘elena’dır.. yanlarına her gidişinde bir miktar para ve marketten  alışveriş yapıp yiyecek içecek götürür..

‘elena’ torununun üniversite sorununu çözmek için zengin kocası ‘vladamir’den yardım ister ancak ‘vladamir’ kabul etmez, ‘elena’nın oğlunun eskiden aldığı borçları bile ödemediğini, bir asalak gibi yaşadığını, derhal bir iş bulup çalışması gerektiğini ve oğlunun eğitim sorununu kendisinin çözmesi gerektiğini söyler.. umutsuzluğa kapılan ‘elena’ ne yapacağını şaşırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘vladamir’ sahip olduğu zenginlikle günlük yaşantısını tek düze ve asosyal bir varlık olarak kimseye bulaşmadan sürdürmeye devam eder.. kızı bile kendisini görmeye gelmez.. sabah kahvaltısını ettikten sonra sporunu yapmaya lüks arabasıyla gider, sonra eve gelir televizyon karşısına oturup göbeğini kaşımaya başlar.. hayat böyle devam eder gider..

ancak bir gün yüzerken kalp kriz geçiren ‘vladamir’ sonunun yaklaştığını düşünüp bir vasiyet yazmaya karar verir.. bu vasiyette ‘elena’ya sadece aylık olarak ödenecek bir maaş bırakacağını, geri kalan tüm mirasını kızına bırakacağını evde sadece ‘elena’ varken söyler ve kendisinden kağıt kalem ister.. o sırada sadece oğlunun ve ailesinin geleceğini düşünen ‘elena’ bu vasiyete karşı bir çözüm düşünür.. çünkü yasal olarak hakkı olan eşinin mirasının yarısını almak varken sadece bir maaşa talim edecek ve oğlunun maddi problemlerini de  çözemeyecektir.. ‘elena’ tecrübelerini kullanarak tüm sorunlara kesin bir çözüm bulmaya karar verir.. bu karar hayatının en önemli kararıdır.. tereddüt etse de ve üzülse de planı uygulamaya başlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin bu kırılış anından sonra olaylar arka arkaya gelişir..

‘andrei zvyagintsev’ tüm filmlerinde olduğu gibi bu filminde de seyircinin gözüne gözüne soktuğu insanların arasındaki yabancılaşmayı ve aile kurumunun çürümüşlüğünü bu filmde seyirciyi rahatsız edecek şekilde işler..

filmde ayrıca sosyal adalet ve siyasal gidişat hakkında da değinmeler var.. ‘vladamir’in lüks arabasıyla giderken tulumlu ve baretli bir işçi grubunun yolu geçişi sırasında mecburen durup beklediği sahne, yine ‘vladamir’in karısıyla tartışırken ‘siz fakirlerin inandığı incil’ diye karısı ‘elena’yla dalga geçtiği sahne ve ‘vladimir’in devamlı televizyondan maç ya da eğlence programları izlerken ‘elena’nın kendi odasında sosyal içerikli programlar ya da haber bültenlerini izlediği sahneler gibi özenle filme yedirilmiş sahneler de ‘andrei zvyagintsev’in ince mesajları olarak algılanabilir..

yabancılaşmanın sebeplerinden en önemlisinin anlamlı bir şekilde anlatıldığı ve filmde devamlı tekrar edilen sahne ise evdeki ‘televizyonların’ karşısında insanların hipnotize olmuş şekilde oturdukları sahneler.. öyle ki hem ‘elena’nın hem de oğlunun yaşadığı evlerde herkesin odasında bir televizyon, mutfaklarda da ayrı bir televizyon bulunmaktadır.. neredeyse banyo ve tuvalette bile televizyon izleyecek bir toplum tasviri yapılıyor filmde.. hoş bu pek de ütopik ya da imkansız değil, kaldı ki ülkemizde örneklerini artık görüyoruz.. istanbul-ankara arası yol yapanlar bilirler, devasa büyüklükte yeni bir dinlenme tesisinin erkekler tuvaletindeki elliye yakın pisuvarın her birinde istediğiniz haber ya da müzik kanalını izleyebileceğiniz lcd ekranlar dizilmiş durumda.. yani artık tuvalette bile beyin yıkamadan kaçış yok kimseye.. beyninizi 24 saat etki altında bırakmak ve yönetmek için çaba sarf ediyor kapitalizm..

neyse filme geri dönecek olursak son olarak şunu söyleyeyim son yıllarda izlediğim en şiirsel filmlerden birisi olan ‘torino atı’na abuk sabuk eleştiride bulunup saçmalayan arkadaşlarıma önerim şu : ‘torino atı’ adlı  filme katlanamadıysanız bu filme sakın gitmeyin ya da izlemeyin çünkü sakince ama suratımıza şamar ata ata bizlere yaşadığımız hayatı gösteriyor bu film..

ilk iki filminden tek farkı ‘andrei zvyagintsev’in güvendiği ve devamlı başrolde oynattığı ‘konstantin lavronenko’nun bu filmde olmayışı.. ‘konstantin lavronenko’ 2007’de cannes film festivalinde ‘sürgün’ filmindeki performansıyla en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görülmüştü.. 

artık 2015’i bekleyelim çünkü sanrım usta bir sonra ki filmini yine dört yıllık periyodunu tamamladıktan sonra çeker.. ne yapalım üç başyapıtıyla idare edeceğiz dört sene..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ELENA..’

‘Yönetmen: Andrei Zvyagintsev

Senaryo : Oleg Negin

Oyuncular: Yelena Lyadova,

Nadezhda Markina,

Aleksev Rozin,

Andrey Smirnov

Rusya, 2011

35 mm, Renkli, 109 dakika..’

‘Topaç nasıl döner? İpi sağdan sararsanız sağa döner topaç; soldan sağa doğru sararsanız bu kez sola döner küçük oyuncak. Türkiye’de inançsız politikacılar da topaçlara benzerler. İhtirasın ipi ne yöne sarılmışsa oraya doğru dönerler. Bir süre sağa, bir süre sola…’ – Uğur Mumcu (3 Mayıs 1974..)

‘gazeteciyi nasıl tanımlarsınız? kimdir gazeteci, ne yapar? işlevi nedir? gazeteci, her konuda fikir ileri süren, her şeyi bilen insan demek midir? hayır. nereden bilecek gazeteci her şeyi?

ben kendime göre bir tanım yapayım:

– gazeteci, haber ve bilgi kaynağına en çabuk ulaşan ve bu kaynaklardan edindiği bilgi ve haberleri okurlara sunan insan demektir.

gazetecinin bu görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur. sır saklayan, haber ve bilgi kaynağını gizlemesini bilen, gerektiğinde hükümetlere ve güç odaklarına karşı savaşmayı göze alan insan, gazetecidir.’

uğur mumcu (milliyet, 3 mayıs 1992)

 

“yazın dünyası, gazeteler, dergiler, televizyon  ne kadar boş değil mi.. ne kadar sığ insanlar arzı endam edip boş boş konuşup, yorum yapıp havanda su öğütüyorlar.. yüz kelimeyi geçmeyen kelime dağarcıklarıyla ülkenin kanayan sorunlarıyla ilgili ahkam kesiyorlar, çözüm diye kendi faşist zihniyetlerinin izlerini taşıyan öncü emellerinin ürünlerini sunuyorlar.. kendileri gibi düşünmeyen herkes bilgisiz ya da ‘faşist’ ya da gizli örgüt bağlantılı vs vs vs.. onu bırakın televizyondan ya da gazeteden açıkça tehditler savurup yarın seni de götürecekler diye başka yazarlara göz dağı veriyorlar mahalle kabadayıları gibi..

oysa eskiden böyle miydi.. birbirleriyle en kavgalı olan yazarlar, sanatçılar bile bel altından vurmaz, tehdidi geçin nezaket kurallarını aşmadan en acımasız şekilde tartışır, eleştirir ama birbirlerini gördüklerinde el sıkışır, hal hatır sorarlardı..

şimdi ise bakıyorsunuz en önemsiz konuda bile birbirlerine bağırarak yüksek sesle konuşmalar, hakaretler, tehditler, söz kesmeler, sataşmalar, birbirlerinin üzerine yürümeler, hatta eline geçirdiği nesneleri fırlatmalar oluyor.. zamane ‘aydınları’ böyle tartışıyor işte..

geçenlerde ‘schopenhauer’in sel yayınlarından ‘ülkü hıncal’ çevirisiyle çıkmış ‘eristik diyalektik- haklı çıkma sanatı’ diye bir kitabından alıntılar yapmıştık ‘aylak adamız’da.. sanki bu adamların hepsi daha önceden bulmuşlar bu kitabı, onu iyice hatmetmişler ona göre bilenmiş ve piyasaya çıkmışlar.. en ince ayrıntısına kadar öyle güzel uyguluyorlar ki orada anlatılanları.. hatta bazen o kitap yaya kalıyor onların icrasının yanında..

peki neden böyle oldu.. beğenirsiniz beğenmezsiniz en başta cumhuriyet aydınlanmasıyla yetişmiş bütün aydınlarımızı ya ecelleriyle, ya da kimin yaptığı apaçık ortada iken bir türlü faillerinin bulunamadığı suikastlar, katliamlar sonucu kaybettik.. onların yerine yetmiş ve seksen darbelerinin dayattığı eğitim sistemlerinin eğitip, klonlanmış şekilde piyasaya sürdüğü insanlar doldurdu..

iki kelimeyi yan yana koyduğunda bokunda boncuk bulmuş gibi yaygarayı koparan insanlar yedi gün yirmi dört saat gazetelerde, televizyondalar.. bazıları neredeyse aynı ada üç, dört televizyon kanalında birden boy gösteriyorlar.. bazen bakıyorum aynı zaman diliminde farklı kanallarda aynı nakaratı sürdürüyorlar.. yuh yani diyorum.. kalmadı mı bunlardan başka kimse..

her konuda uzmanlar.. bilmedikleri bir konu yok.. güneşte patlamalar oluyor onlara soruyorlar, dolar alıp başını gidiyor onlara soruyorlar, futbol konuşuluyor yine onlar, suriye’ye saldıralım mı yine onlarla konuşuluyor, deprem oluyor bakıyorsun profesör olmuş bilim adamlarına televizyonda kafa tutuyorlar.. vır vır vır.. ne bitmez enerji.. ne ses teli varmış mübarek adamlarda..

hele bir tanesi var yüzünde malum sebeplerle tek mimik olmadan tüm televizyon kanallarında.. zamanın tüm askeri darbelerine selam durmuş emir eri, askeri darbe yaltakçısı, faşisti, şimdinin ise en demokratı.. o da yetmezmiş gibi bir tane genç versiyonunu bulmuşlar şimdi onun yanında onu yetiştiriyorlar.. tıpkı ikizi, burnundan düşmüş.. kendilerine doğru dürüst cevap veren yok, zaten cevap verebilecek ortam da yok..  dilediklerini konuşturup, yazdırıyorlar..

iki aydır yeni bir operasyon yaptılar medyada zaten.. iki üç kelime yazan kim varsa hepsini ya işten çıkardılar ya da içeri tıktılar.. muhalefete zerre tahammül yok.. ama ortada dolaşan kocaman kocaman demokrasi balonları var..

ama hemen güncel bir örnek vereyim ultra süper sonik falan filan  demokrasimizle ilgili : yıllar önce jitem ve kontrgerilla tarafından katledilen ape ‘musa anter’in on yıllardır piyasada olan kitapları birden toplatıldı.. sanırım 12 eylül referandum süreciyle gelişen demokrasi sürecimizin açılımlarından birisiydi bu.. ne güzel değil mi.. jitemin cirit attığı, hizbulkontranın katliamlar işlediği dönemlerde bile piyasada satılan kitapların şimdi ‘suçlu’ olduğu tespit edilmiş ve toplatılmasına karar verilmiş.. vay vay vay..  yüz yıllarca fetvaları uygulanmış ve hep hoşgörünün timsali olarak adlandırılmış osmanlı yönetiminin büyük şeyhülislamı  ‘ebussuud efendi’ hazretlerinin hep fetvalarının sonunda buyurduğu gibi bu ‘sakıncalı’ kitapların hepsi ‘tiz toplatıla, tiz yakıla, yazanın da katli vaciptir tiz boynu vurula..’

herkesin malumu zaten şimdilerde yeni yargı paketi geliyor, koştura koştura yargımızı hızlandırıyorlar bu sıralar.. neler yok ki içinde.. ‘çek mağduru’ diye bir saçma sapan terim uydurdular, bu ‘çek mağduru’ denilen tayfanın cezaevinden çıkmalarını da sağlayacak bu yargı paketi.. peki ellerinde patlayan çekleri tahsil edemeyen dürüst tüccar, esnaf ne yapacak.. mağdur esas onlar değil mi.. yok efendim insanları hapse tıkarsan borçlarını nasıl ödeyecekler.. lan zaten bu adamların yargılamaları beş seneden fazla sürüyor, bunlar bu kadar süre dışarda dolanıyorlar ama hiçbir şey yapmıyorlar borçlarını ödemek için.. çünkü gerçekten yüzde sekseni tokatçı.. pırasa doğrar gibi çek yapraklarını doğrayıp piyasaya dağıtmışlar.. karşılığında aldıkları mallardan gelir elde edip tüymüşler.. e ne olacak şimdi alacaklarını alamayan vatandaşlar.. içerdeki sekiz bin küsür insanı düşünüyorsun da alacaklarını alamayan bir milyona yakın kişiyi neden düşünmüyorsun.. öde bakalım o zaman sorumlu bir hukuk devleti olarak sen de onların alacaklarını.. ya da önüne gelen adama çek karnesi dağıtan bankalara ödet bu alacakları.. yok nerde o ince düşünce..

hani yargı hızlanıyor diyorlar ya, size hemen kısaca komedi bir olay anlatayım.. ekim ayında ortağım ‘ciğerim’ müşteki vekili olarak bir karşılıksız çek duruşmasına girdi.. yani 2011’in ekim ayında.. sanık gelmemişti.. sanığın ifadesinin alınması ve başka bir takım eksikliklerin giderilmesi için duruşma başka bir güne ertelendi.. verilen yeni duruşma günü neydi biliyor musunuz : 2013’ün ocak ayıydı.. inanmayana hemen fakslarım duruşma zaptını.. şaka değil gerçek.. iki seneye gün veren hızlanan yargı mekanizması.. bu durumdan dolayı ne hakimin ne savcının ne memurun suçu ya da ihmali var.. suçlu belli problemli sistem.. işte bu yargı paketiyle altı kaplumbağa gücünden sekiz kaplumbağa gücüne çıkıyorlar.. yargının hızını nasıl arttırıyorlar şimdi, var olan davaları ortadan kaldırarak.. neyle afla.. ama kime af.. sadece çek tokatçısına.. çıkarsana genel bir af.. rahatlatsana yargının yükünü.. yok, işine gelene af var..

şimdi bizim mesleğe göz dikmişler bir de.. arabuluculuk yasasını da araya sıkıştırılıyor.. şeyhülislam ‘ebusuud efendi’nin fetvalarını uygulamak üzere bir nevi ‘kadılık’ sistemini getiriyorlar.. neymiş herkes adliyelere gidiyormuş.. artık bir takım meseleler arabulucular sayesinde çözüme hemen ulaşabilecekmiş.. hangi konular mı.. neler yok ki.. en başta kadınların bir sürü hakları biçiliyor, yok ediliyor.. aile mahkemelerinde çözüm üretilmesi gereken konular arabuluculuk adı altında çözüme gönderiliyor..

bırakın bu ayakları kardeşim.. eskiden on saniyede yatırdığımız üç liralık vekalet suret harcını ‘uyap’ denilen zamazingo çalışmadığı için bazen beş altı saatte yatıramıyoruz, bazen bugün git yarın gel oluyor.. şaka değil gerçek.. kar yağıyor ‘uyap’ çalışmıyor, tren geçti ‘uyap’ gitti, köpek havladı ‘uyap’ kesildi, yağmur yağdı şimşek çaktı ‘uyap’ gitti, pazartesileri zaten ‘uyap’ı gören olmaz, sene başlarında güncelleme yapılır bir hafta on gün ‘uyap’ iptal.. ne çağdaş sistemmiş be yahu.. alt yapıyı oluşturmadan sistem oluşturursan olacağı budur işte.. bu konular gündeme geliyor mu hiç.. gelmez..  

neyse kendi dertlerimizden konuyu  saptırdık nerelere geldik..

işte bu yukarıda anlattığım akıllara zarar günümüz ortamında en büyük eksikliğimiz aşağıdaki fotoğraftaki güzel aydınlarımızın artık olmaması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘uğur mumcu, aziz nesin, ilhan selçuk..’ fikirlerini, eserlerini beğenirsiniz beğenmezsiniz daha onlar gibi kimlerin eksikliğini hissetmiyoruz ki : ‘turan dursun, musa anter, server tanilli, turhan selçuk, ahmet taner kışlalı, doğan öz, hrant dink, can yücel, cavit orhan tütengil, rıfat ılgaz, cemal süreya, ece ayhan..’ saymakla bitmez..

kimisi gazeteci, yazar olarak, kimisi sanatçı, şair olarak her alanda doldurulamaz boşluklar bırakarak sonsuzluğa gittiler..

bugün işte onlardan güzel ve yiğit insan ‘uğur mumcu’ ustanın katledilişinin yıl dönümü.. işte ‘şu kadarıncı yıl dönümü’ demiyorum artık.. sayı vermek istemiyorum.. tarihimiz ağıt yakma yıldönümlerine döndü artık.. bir iki damla gözyaşı, bir iki slogan, bir iki konuşma ve hadi bakalım seneye görüşürüz.. ayın 19’unda hrant abimizin katledildiği gündü, bugün de uğur mumcu ustamızın katledildiği gün.. acımasızca, kahpece katledildiler ikisi de.. arkadan sinsice tezgahlanan cinayetler.. sanki her yılın başında insanların ayağını denk alması seçilen kurbanlar gibiydiler..

peki ‘uğur mumcu’ kimdi..

gazetecilik okullarında ders olarak okutulması gereken ilkelerinden ve gazetecilik meslek kurallarından hayatı pahasına ödün vermeyen, derin devletin çözümleyicisi, silah tüccarlarının belalısı, hayali ihracatçıların korkulu rüyası ve  hep dimdik durmuş bir gazeteci, anti emperyalist, laik, aydınlanmacı ve devrimci bir insan..

“bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.” şiarıyla yazan ve düşüncelerini savunan örnek bir insan..

yazarken eğilip bükülmeden dimdik duran uğur mumcu usta 4 şubat 1981 günlü yazısında da başına neler gelebileceğini bildiğini göstererek adeta karanlık köşelerdeki  derin güçlere ve onların pislik tetikçilerine meydan okumuştur : ‘isterler ki susalım; isterler ki yazdıklarımızın hiçbiri, hele bu dönemde yazılmasın. bunun içindir ki, bizleri susturmak için türlü yollara başvururlar. bizleri susturmak için başvurdukları ve ellerine yüzlerine bulaştırdıkları sinsi girişimleri ile ilgili ipuçları ellerimizdedir! bunu da bilir, bunların açığa çıkmaması için köşelerinde kıvranıp dururlar. evet yazacağız, susmayacağız. bütün yolsuzlukları, kaçakçılıkları, pislikleri, cinayetleri tek tek sergileyeceğiz.’

işte böyle inançlı ve kararlı aydınlanmanın savunucusu bir insandı uğur mumcu..

onun katledildiğini çok geç bir vakitte gece eve geldiğimde öğrenmiştim.. annem, babam ağlıyordu, kardeşim gözleri dolu dolu ekrana bakıyordu.. ne oldu dedim.. hiçbirinden ses çıkmadı.. ekrana doğru yaklaştım.. ankara’dan canlı bağlantı.. insanalar haykırıyor : ‘uğurlar ölmez..’ dizlerimin bağı çözüldü, yığıldım kaldım.. kim nasıl yapmış, kafamdan bunlar anlamsızca uçuşuyordu.. sonra gittim odamda onun kitaplarına sarıldım sabaha kadar okudum, ağladım durdum..

çevremde kaç kişi okumuştur onun kitaplarını bilmem.. ama çoğu insan bilgi sahibi olmadan ahkam kesip dururlar onun hakkında, acımasızca atıp tutarlar.. ne faşistliği, ne ulusalcılığı kalmaz.. oysa tek bir satır yazısını okumamışlardır.. boş beleş kulaktan dolma bilgilerle konuşurlar..

ben de birçok görüşüne katılmam uğur mumcu’nun ama ortak noktalarımız da çoktur.. beşlik simit gibi her türlü şekle girebilen, zamanın iktidarına göre pozisyon değiştirip cep dolduranlardan olmadığı için, aydınlanmacı, yurtsever, laik, antiemperyalist olduğu için, örnek bir gazeteci olduğu için severim kendisini..

uğur mumcu’nun tüm yazdıkları her dönem mutlaka okunması gereken ve önümüzü görebilmemiz için bizlere sönmeden ışık tutan, tecrübe aktaran, ufuk açan ve eskimeyen yapıtlardır..

şimdi o kadar yırtınıp duruyorlar derin devleti deşifre edeceğiz diye ama onun derin devleti deşifre edip 1970’lerden beri yazdığı yazılarının yanına bile yaklaşamadılar.. onun gibi korkusuzca çomak sokup karıştıramadılar derin tezgahlara..

anlamsız bir koşturmacanın içerisindeyim günlerdir, bu sıkışıklık içinde bugün ‘uğur mumcu’yla ilgili bir yazı yazmasam, anmasam çok üzülecektim büyük ustayı.. hele ‘reis’in bu yukarıdaki fotoğrafı bugün bana yollamasından sonra öyle bir hüzün çöktü ki içime.. yıkıldım.. üç güzel insan güzel günler için kadeh kaldırmışlar..

bu fotoğraf karşısında konuşmanın, yazmanın ne anlamı var artık onlar gibi gülümseyerek kadeh kaldırmaktan başka..

selam olsun aydınlık gülüşlerinize..”

Crockett..

‘düşünen her kişi sabah kalkar kalkmaz kusmaktan alıkoyamaz kendisini..’ – thomas bernhard

“neredeyse beş yıl süren bir yargılama sonunda ‘hrant dink’ abimizle ilgili davada karar verildi.. kararın verilmesiyle birlikte tartışmalar, protestolar, kararı haklı bulmalar, karşı çıkmalar birbirine karıştı.. demeç veren verene..

bu süreçte şu da bir kez daha su yüzüne çıktı : yaklaşık on yıldır onlarca ‘ünlü davayı’ takip eden medyada hukuktan zerre kadar anlayan bir insan yok ve varsa da var olan hukuk danışmanları da zerre kadar yorumlama yeteneğinden yoksunlar..

laf kalabalığı yapıp duruyorlar, yok tck bilmem kaçıncı madde, yok cmk bilmem kaçıncı madde..

‘ne diyorsun adamım sen ya..’

‘ne vızıldayıp sayıklıyorsunuz günlerdir..’

hele geçen anlı şanlı bir haber kanalındaki tartışmaya gözüm takıldı, programın sunucusu ‘ağır abilerden erhan tuncel’in avukatı meslektaşıma ‘kararı temyiz edip etmeyeceklerini’ soruyor :

‘………….. edecek misiniz..’

‘evet edeceğim..’ diyor..

dediği anda da lafı ağzına tıkıyor programın sunucusu ve bangır bangır bağırmaya başlıyor:

‘evet, evet sayın seyirciler erhan tuncel’in avukatı bile kararı temyiz edecek..’

ekranın alt köşesine hemen ‘son dakika’ yazısı giriliyor ‘flaş flaş flaş : ‘erhan tuncel’in avukatı bile kararı temyiz edecek..’

lan bir dur, adamı dinle, sözünü bitirsin, ayıp yahu, adam kararın neresini temyiz edecek bir dinle..

müvekkili cinayetten, örgütten beraat etti diye temyiz eder mi kararı.. bu kadar zekadan yoksun musun sen ey cahil spiker bozuntusu..

müvekkili başka bir olaydan, yıllar önceki hamburgerci bombalamasından on yıl yemiş, tabi ki onu temyiz edecek..

müvekkilinin yararına olan bir kararı temyiz etmek hangi akla mantığa sığar.. meslektaşımız gülümseyerek bekliyor, dakikalar sonra konuşma fırsatı verilince ‘ben beraati temyiz etmeyeceğim ki’ diyor..

spiker bozuluyor hemen çünkü az önce yarattığı heyecan dalgasının balonu suratında patlıyor beş dakika geçmeden..

işte böyle bir ortam var ülkemizde.. bu cinnet ortamında da akıl sağlığımızı korumalıyız öncelikle..    

neyse davaya gelelim yine.. o kadar tartışmaya, gürültü yapmaya ne gerek var ki.. her şey ayan beyan ortada değil mi..

devletin sevmediği vatandaşlarından birisi katledilmiş, katledenlere göstermelik cezalar ödül gibi dağıtılmış.. e daha ne istiyoruz ki.. adalet sağlanmış işte, allah razı olsun yüce devletimizden deyip susmamız gerekiyor..

parkta oturup çekirdek çitleyen gençlerden örgüt yaratan, aynı minibüste tesadüf yolculuk eden insanlardan örgüt yaratan, parasız eğitim istiyoruz diyen öğrencilerden örgüt yaratan, tutuklu ziyaretine giden arkadaş grubundan örgüt yaratan, aynı fabrikada çalışıp da birbirini tanımayan ve hatta sendika üyesi bile olmayan ama hak aramak için bir araya gelen işçilerden örgüt yaratan, 4-c yasasına karşı eylem yapan işçilerden örgüt yaratan, henüz yayınlanmamış kitaptan örgüt yayını, yazarından da örgüt üyesi yaratan, okulda saldırıya uğrayıp güvenlikleri için okulun kapısından beş kişi ya da on kişi topluca çıkmak isteyen öğrencilerden örgüt yaratan bu devlet değil mi.. on sekiz yaşındaki çocuğa küçüklüğünden beri takılan lakabı ‘kod adı’ yapan ve organize çeteden acımasızca tutuklayıp aylarca cezaevinde yatırıp okulundan edip sonra sırıtarak beraat veren bu devlet değil mi.. üç kişi kaldırımda yan yana yürü seni örgüt yaparlar.. ağzını açamazsın.. üç kişi akşama bira içelim diye sözleşin ‘hop değiş tonton’ sabaha varmadan örgüt olursun.. ha bira içmek için değil de adaçayı içelim akşama diye sözleşin devletin işine gelmezse yine örgüt yaparlar.. alkol olup olmamasında sıkıntı yok, sakın yanlış anlamayın.. sadece alkol kullananlar örgüt olmuyor, kullanmayanlar da aynen yaratılabilecek bir örgüte konu olabiliyorlar..

neyse gırgır yapmayı bırakayım diyeceğim fakat bu ortamda gırgır da yapılmadan akıl sağlığı korunmuyor ki..

kısacası örgüt bulmak ya da örgüt üyesi yapmak o kadar kolay ki bu ülkede.. ama nedense işte ‘hrant dink’ cinayetine gelince örgüt mörgüt ‘hayal’ oluyor..

bu olayda bir başka noktaya daha dikkatle bakmak gerekiyor : herkesin malumu son yılardaki meşhur politik davaların hepsinde herkesin bildiği bir ‘örgüt’ tespit edildi ve ülkemizin kanayan yarası onlarca siyasi faili meçhul cinayet dosyası tekrar açılarak bu örgüt davalarının dosyalarına eklendi..

ama ama ama sadece bir dava dosyası bu meşhur derin devlet örgütünün davasının dosyasına eklenmedi  : ‘hrant dink davası..’

daha hrant dink abimiz katledildiği ilk gün koşa koşa basına demeç vermeye giden görevli, görevsiz, emekli, faal onlarca siyasinin ve yetkilinin verdiği demeçlerde ortak nokta şuydu : ‘kesinlikle örgütlü bir iş değil, kahve köşelerinde pişpirik oynarken bir iki cahil gencin gaza gelip milliyetçi duygularının kabarmasıyla işlediği ferdi bir cinayet..’

hadi canım deme..  adamlar utanmadan sıkılmadan çıkıp günlerce bunu dikte ettiler insanların beynine..

bir yandan da ‘hrant dink’in yazdığı yazılardan cümleler yazının özünden koparılarak medyaya da servis edildi ki insanlar ‘ama o da tahrik etmiş canım’ desinler diye çalışmalar yapıp, dezenformasyon yürüttüler..

neredeyse hrant dink abimiz suçlu çıkarılmak üzereydi ki hala insan kalabilmiş yüzbinler hrant dink’in cenazesinde son kez ona eşlik edip yürüyünce, derin tezgahı çeviren pislikler ellerine yüzlerine bulaştırdıkları bu tezgahta biraz geri adım atıp seslerini bir süre kestiler..

yüzbinlerin yürüdüğü o yürüyüşten sonra dava süreci başladı, hrant’ın sevenleri yine her duruşmayı takipteydi..

ancak onlarca politik, siyasi veya örgütsel davayla ilgili haberler arasında basında hep geri plana atıldı hrant dink davası..

ve yukarıda da dediğim gibi onlarca siyasi cinayet, suikast davası derin devletin yapılanması olduğu iddia edilen davanın dosyasıyla birleştirilirken bu dava dosyası inatla ayrı tutuldu..

önce tetikçinin dosyası ayrılıp, çocuk mahkemesine gönderildi.. ona oradan şeker gibi, bir ceza çıktı..

sonra ‘büyük abilerine’ şeker gibi cezalar, tahliyeler çıktı..

ve dava bitirildi..

bayrak önünde çektirilen sırıtık salyalı pozlar da bile ayan beyan ortada olan örgüt ve örgüt desteği nedense yargılamada bulunamadı..

sonra ülke tarihinde olmayan şeyler olmaya başladı.. kararı veren mahkemenin üyeleri arasında medyada tartışmalar, sataşmalar, yorumlar başladı.. kararı veren mahkemenin başkanı bile verdiği kararı beğenmezken kamuoyundan bu kararı beğenmesini isteyen beyinsizler de yine ortaya çıkıp hönkürmeye başladılar..  ‘işte verdiler en yüksek cezaları, daha ne istiyorsunuz, örgüt olsa ne olur olmasa ne olur’ diyorlar günlerdir.. saklandıkları inlerinden birden fırlayıp konuşmaya başladılar aldıkları talimatları, tıpkı kurulmuş makineler gibi..  

öyle mi peki canım 5237 sayılı türk ceza kanunu ne diyor en az üç kişi kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla bir yapılanmaya giderse örgüt sayılırlar diyor.. e peki burada nasıl örgüt yok.. şimdi iki tane beyinsiz kahvede kağıt oynarken ‘lan bu hrant çok konuşuyor, bunu sen bir koşu gidip indirip gelsen kağıt oynamaya sen gelince devam etsek’ demiş ve bunlardan birisi kalkıp istanbul’a gitmiş, yerini yurdunu bilmediği adamı bulmuş, takip etmiş ve kahpece arkasından yaklaşıp ensesinden vurarak öldürmüş öyle mi.. ülke tarihinin en büyük siyasi cinayetlerinden birisi işleniyor ve bu kadar basit öyle mi.. hiçbir istihbari ve lojistik çalışma yapmamışlar öyle mi.. sonra vuran pislik tetikçi saklanmış, yakalanmamış, elini kolunu sallaya sallaya ta samsun’a kadar gitmiş ve orada sırtı sıvazlanarak yakalanmış..

öyle mi..

bu kadar basit..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ha bir de olayın öncesi var : cinayet bağıra bağıra geliyorum demiş..

istihbarat raporları akmış durmuş devlete, fakat ortalarda dolanıp dolanıp, imzadan imzaya giden evraklardaki ihbarı hiç kimse görmemiş, duymamış.. derin bir sessizlikte kaybolmuş bu ihbarlar..

önce hrant dink abimiz, yaşadığı ilin valiliğine çağrılıp en üst yetkililerce ayağını denk alması konusunda uyarılmış, hukuk diliyle söylersek ‘tehdit’ edilmiş..

sonra da ayağını denk almayan hrant dink abimiz kahpece katledilmiş.. ama ama ama bu işi örgütlü bir yapı yapmamış.. ‘bireysel , münferit bir menfur saldırı..’ bu kadar basit işte.. zaten hepimiz biliyoruz ki ‘bireysel , münferit bir menfur saldırı..’ cümlesi bu ülkenin yazgısı.. ‘abdi ipekçiler, uğur mumcular, mehmet sincarlar, ahmet taner kışlalılar, musa anterler, doğan özler, turan dursunlar, cavit orhan tütengiller ve onlar gibi yüzlerce aydın, milletvekili, savcı, sanatçı katledilir ama hep aynı cümle hazırdır : ‘bireysel , münferit bir menfur saldırı..’     

devlete karşı en ufak bir hak arama amacıyla insanlar ses çıkarınca örgüt isimleri havada uçuşurken nedense bu devletin kimliğini ve pasaportunu taşıyan ermeni vatandaşı istanbul’un göbeğinde katledildiğinde örgüt bulunamıyor işte..

ülkemizde uygulamada ve öğretide benimsenen ve ilgili türk ceza kanununda tanımı yapılan yasadışı örgüt oluşturmak suçu ve yasadışı örgüt üyesi olma suçu eyleme geçmeden de hazırlık hareketlerinin de cezalandırıldığı bir ‘tehlike suçu’dur.. bu kapsama alınmasındaki amaç gelecekte işlenebilecek suçların önlenmesidir.. basit bir birleşme için bir araya gelme değil de toplum için tehlike yaratacak bir birleşmeyi cezalandırmak amaçlanır.. bu tip suçları basit bir birleşmeden ayıran unsurlar devamlılık, birden fazla suç için bir araya gelmektir.. ortada ortak bir niyet ve sayısı belirsiz sayıda eylem yapmaya yönelik ortak bir karar ve birlikte hareket etme kararlılığı olmalıdır.. bu kadar basit tariflerden sonra hukuk okumayan, bilmeyen bir insan bile ‘birlikte sayısız eylem yapan ve sürekli bir arada bulunup, ortak hareket eden hrant dink davası sanıklarının yapılanmasında örgütü açık seçik görür ve söyler..  ama beş yıllık bir yargılama sonucunda bu cinayette örgütsel yapılanma bulunamaması çok ilginç ve acı değil midir..

bu adamlar yaşadıkları ilde birçok olaya karışmış, hamburgerci bombalamış, adam dövmüş, tehdit etmiş, devletin ajanı olduğu söylenen ‘abilerden’ en jantisi sayısız rapor yollamış çalıştığı birimlere bu cinayet işlenecek diye ama raporları okuyup arşive atan herkes derin derin susmuş..

bu susuşta, görmezden gelme de bile ortak bir amaç, bir örgüt yok mu.. burada bile bir yapılanma yok mu..

var..

var..

var..

bayrak önünde sırt sıvazlanarak çekilen fotoğraflarda örgüt yok mu..

var..

var..

var..

ama hayır yokmuş be, ne yaparsın ey ‘bireysel , münferit bir menfur saldırı kurban adayı’ vatandaş..

insanlığınızla kalın..”

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘siz inanmayın bir gün değişir elbet güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü..’ – Arkadaş Z. Özger

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“seversiniz sevmezsiniz türk sanat müziği sanatçısı ‘bülent ersoy’ geçenlerde bir şeyler anlattı çocukluğuyla ilgili.. anlattıklarının arasından güzel ve yiğit insan ‘deniz gezmiş’le ilgili söyledikleri şeyleri yağlı boya medya sanki çok acayip bir durummuş gibi cımbızla çekip manşetlere taşıdılar..  ‘deniz bana üç gazoz aldı, ben ona şarkı söyledim, sesimi çok beğendi, ben onların toplantılarına katıldım vs..’

iki üç gün boyunca gazetelerde bolca yer aldı bu haber.. arkasından ‘bülent ersoy’a sağlı sollu salvolar başladı.. içlerindeki erkek egemen, cinsiyetçi, faşist pislik düşünceleri kusmaya başlayan ve çoğunluğu kendisine ‘solcu’ diyen güruh saldırılarını tehdit derecesine vardırdı.. yazıklar olsun hepsine..

ar damarı kopmuş çağımızın insanlığında böyle insanların kendilerine ‘solcu’ demesi de gayet normal gelmeli bizlere ama hala insan ‘kalabildiğimizden’ yine de öfkeleniyoruz.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ‘bülent ersoy’un açıklamalarını, ‘doğru değil, yalan söylüyor, reklam yapıyor, şu nedenlerle mümkün değil’ diyerek yalanlayabilir, karşı argümanlarınızı sunabilirsiniz.. fakat bastırılmış cinsel duygularınızı, içinizdeki faşist düşünceleri kusarak insanların cinsel tercihlerine, kişiliğine saldıramazsınız..

‘bülent ersoy’a yapılan bu çirkin saldırılara katledilmeseydi eğer en önce özgürlük için yaşamını hiç duraksamadan feda eden ‘deniz gezmiş’ isyan ederdi.. önce onun kemiklerini sızlattınız beyler, bayanlar..

kimler yoktu ki bu faşist güruh arasında ‘deniz gezmiş’in arkadaşı olduğunu söyleyen ama onu hiç tanıyamamış, anlayamamış insanlar, 68’li olduğunu söyleyip 2000’lerde faşistlerin avukatlığını yapanlar, eski maocu yeni liboş tayfa, demokrasi için mücadele ettiğini söyleyen demokrasiyle alakası olmayan ‘ne sağcıyım ne solcuyum paranın en has kuluyum tayfası..’ ne ararsınız var aralarında..

1980’lerde ‘bülent ersoy’un sahneye ve televizyona çıkmasını yasaklayan faşist diktatörlerden hiçbir farkları yok ve hatta onlardan daha faşistler..

dostlarımızla konuştuğumuzda hep deriz zaten ulan bu tip ‘solcular’  hiç iktidara gelmesinler, bir gelseler önce bizi içeri tıkıp, kökümüzü kurutacaklar.. çünkü şöyle bir ‘solculuk’ anlayışları var : yaşama hakkına, farklılıklara, tercihlere saygı duymayan ve yok etmek isteyen bir ‘solculuk..’

bu ‘solcuların’ zihniyetlerinin ‘hitler’in üstün ırk teorisi ve katliamlarından, keza ‘mussolini’ ve ‘franco’ gibi faşistlerin yaptıklarından, ‘stalin’in sosyalizmden anladığı ‘tek ülkede sosyalizm, kutsal anavatan savunusu’ adına yaptığı katliamlardan, sürgünlerden, cinayetlerden, itaat eden koyun sürüsü olacak tek tip insan modelini oluşturmaya çalışan 12 mart, 12 eylül diktatörlerinin katliamlarının temelinde yatan düşüncelerden hiçbir farkı yoktur.. 

bir insan arap ya da türk ya da kürt ya da ermeni doğabilir.. nasıl bu durumun seçiminde engeller koyamazsanız insanların doğuştan gelen ya da sonradan cinsel tercihlerine de engeller koyamazsınız.. bu kadar basit ve doğal bir olayı hala içselleştirememiş ve kabullenememiş aciz insanlar güruhu var işte dünyada..

yıllar önce ülkemizde ‘zeki müren’le, bülent ersoy’a’ yapılmayan kalmamıştı.. otuz kırk sene geçti dünya değişti ama bizdeki beton kafalar hala değişmedi..

ben ‘zeki müren’i çok severim ve onun sesini duymadığım gün yoktur hemen hemen, ‘bülent ersoy’u onun kadar olmasa da severim ve dinlerim.. hiçbir zaman cinsel tercihleriyle, özel yaşamlarıyla ilgili düşünmedim, konuşmadım, espri yapmadım çünkü aklıma bile gelmedi onların bu tercihleri.. beni ilgilendirmiyordu ki.. beni ilgilendirmeyen bir konuyu neden düşünüp, konuşayım, tartışayım ki.. cinsel tercihleri veya özel yaşamlarından yola çıkarak onların siyasal düşüncelerini, sanatlarını, hayat hikayelerini, anılarını nasıl yargılayabilirsiniz, nasıl ilişkilendirebilirsiniz.. ve nasıl bu kadar acımasız olabilirsiniz anlamıyorum.. acınacak zavallılarsınız.. zerre kadar insanlık yok içinizde..

özgürlük, devrim gibi idealler uğruna kendilerini feda eden yiğit insanları tanrılaştırıp, putlaştıranlar ve onları sömürenler de bu zihniyetlerdeki insanlardır.. bunların halka ulaşamamasının, politik mağlubiyetlerinin nedeni de zaten bu özgürlük düşmanı yapılarıdır.. onlar  ‘solcuysa’ da biz değiliz, onların olsun ‘solculuk’ da, devrimcilik’ de, 68’lilik de..

‘bülent ersoy’u tehdit edecek kadar zavallılar ama bizler onları sadece büyük hocam ‘ünsal oskay’, sevgili  ‘arkadaş zekai özger’in yazdıklarına havale ediyoruz..

onlara inat hepimiz ‘zeki müren’iz, ‘bülent ersoy’uz..

bu sefer gülüşünüzle kalın demeyeceğim.. bu tip ‘solcular’dan uzakta kalın..”

Crockett..

Doğan Ergül’ün ‘UNUTU’ şiiri ve Majid Majidi’nin ‘BARAN’ filmi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

UNUTU

 

unuttum seni

senden dönen işaretini aşkın

 

adını duyduğumda seğiren ellerimle kaldım

 

kaldım ve unuttum

ormanları, çıplak dağlarını, ezilmiş yeşili, kokunu

yamaçlarında hayvanların saklandığı vadini…

 

bana vaat-edilen yaşamı usul usul unuttum

 

unut dedin unuttum adımı

yılları saydım unuttum

artık bir ölüm biçimidir adımız…

 

hiç görüşmemiş olmak nasıldır unuttum

 

köprülerde

köprülerden akan incelmiş sularda

akşamda yoksul bir telaş

 

suskun

deniz fenerini, balıkçı kayıklarını

rıhtımlarının usta kedilerini unuttum

hiç öpmemiş gibiyim çürümüş bir bankta dudakları mor bir

kadını

 

bana uzanan ellerini, yaşamı telaşı gibi bitmeyen yollar,

otobüsleri

bir koltukta geçirdiğim uzun geceleri unuttum

unuttum neresiydi gece geçtiğim dünya

eteğini rüzgara dolayan kadınımın yüzünü küçücük ellerini

 

dünyanın beni unuttuğunu unuttum

 

yağmurlu bir günde bir patikayı yürüdüğümüzü..

 

omuzlarında taşıdığın karaları, su yollarını

ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu

oradan baktığım dünyayı unutmadan unuttum..

 

DOĞAN ERGÜL

 

‘UYKULU YAĞMUR..’ , DOĞAN ERGÜL, Yitik Ülke Yayınları, Haziran 2007, 56 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“doğan ergül 20 mart 1968’de kars’ın arpaçay ilçesinde dünyaya gelmiş.. yıldız üniversitesi, mimarlık fakültesi şehir ve bölge planlama bölümünden 1992 yılında mezun olan doğan ergül’ün şiirleri çeşitli dergilerde yayınlanmıştır.. ilk şiir kitabı olan ‘aşkın ve suların öğleni’ adlı kitabı 2005 yılında babil yayınları’ndan çıkmıştır.. genç bir yaşta yakalandığı kanser hastalığı sonucu 2 haziran 2007’de istanbul’da vefat etmiştir.. ikinci şiir kitabı olan ‘uykulu yağmur’ kitabı vefat ettiği haziran ayında yitik ülke yayınlarından çıkmıştır..

geçenlerde mekanda demlenirken masanın üzerinde duran kitapların arasından ‘uykulu yağmur’ kitabını çekip ‘unutu’ şiirini okumaya başlayınca şirin sonuna doğru birden kafamda şimşekler çaktı.. ‘doğan ergül’ün bu güzel şiirinin ‘ayaklarının bıraktığı çukurlara dolduğumu’ dizesi birden aklıma büyük usta ‘majid majidi’nin 2001 yılı yapımı ‘baran’ adlı başyapıtının final sahnesini getirdi.. bu filmi izleyenler bilir filmin son sahnesi veda anıdır.. ‘lateef’, sevdiği ‘baran’ı bir bilinmeze doğru uğurlarken yağmur yağmaya başlar.. sevdiği ‘baran’ın lastik ayakkabısı çamurlu yolda derin izler bırakır ve o izlere yağmur suları dolmaya başlar.. işte ben o sahneyi hiç unutamam.. ‘ankaralı cevo’yla kaç kere o sahneyi oturup konuştuk hatırlamıyorum.. ‘majidi’nin sinema dehasının farkına vardığım birçok sahneden birisidir o.. sinemada şiirin izidir işte bu sahne.. ve bu sahneye yıllar sonra ben ‘doğan ergül’ün 2007 basımı ‘uykulu yağmur’ kitabında rastlamış oldum.. ‘doğan ergül’ün büyülü şiir dünyasında ‘majid majidi’nin izine rastlamak beni daha da duygulandırdı ve şiirlerini başka gözle okumaya başladım.. ‘doğan ergül’ün sinemayla çok  ilgilendiğini sonradan öğrendim. ve belli ki ‘majidi’nin bu filmi ‘doğan ergül’ü de çok etkilemişti.. çok erken yaşta kaybettiğimiz bu değerli şairimizi saygıyla bu vesileyle anıyoruz burada..

şiirle ve sinemayla kalın..”

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(majid majidi’nin ‘baran’ filmindeki yazıya konu sahne..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yaşasın sinema..

“son zamanlarda pek yazmaya fırsatım olmuyor..  okunanlar, izlenenler, dinlenenler, yaşananlar o kadar çoğaldı ki.. fakat yazmak için fırsat olmuyor.. özellikle yılın son iki ayı sevdiğimiz insanların rahatsızlıkları bizi çok üzdü.. sevgili üstadımız dursun ali abimizin rahatsızlığı özellikle çok üzdü bizi.. bir anda ortaya çıkan o lanet hastalık moralimizi çok bozdu.. ama eminiz ki dursun abimiz bu hastalığı da kolayca yenecek ve göl keşfi gezilerimize devam edeceğiz onunla.. bir yandan işler bir yandan da hastalıklar nedeniyle ancak uykusuz gecelerde film izleyerek, okuyarak, yeni sesler dinleyerek birazcık da olsa insan huzur buluyor.. özellikle izlediğim film sayısı bayağı arttı sabahlara kadar oturmalarımda.. ayrıca gece matinelerinde sinemada izlediğim filmler de var.. eski yeni toplam kaç film izledim son bir ayda sayısını bile hatırlamıyorum.. bir de eski bir sevgiliye döner gibi tekrar izlemelerim oluyor sevdiğim filmleri..

neyse hepsinden bu yazıda bahsedemem fakat aklıma ilk gelenlerden bahsedeyim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ilk olarak aklıma gelen ‘ümit ünal’ın daha önce izlemeyip atladığım ‘kaptan feza’ filmi oluyor.. ben bu filmi nasıl atlamışım onu da anlamadım bir türlü.. ve neden bu filme hiç önem verilmemiş o da ayrı bir acı.. abuk sabuk filmlere saatler, sayfalar ayıran borazanlar bu filmde susmuş.. halbuki hem öyküsü, hem oyunculukları hem de müzikleriyle on numara bir film..

senaryosunu yine ‘ümit ünal’ın yazdığı, yapımcılığını ‘candan erçetin’ ve ‘hakan karahan’ın yaptığı filmin  başrollerinde  ‘hakan karahan , ahmet mümtaz taylan, umut karadağ, mine tugay ve meral okay’ var.. ‘hakan karahan’ işadamlığını bırakıp sinema ve edebiyat dünyasına giren birisi.. artık yeter demiş ve iş adamlığını bırakmış, kendisini sinemaya ve edebiyata vermiş.. mektepli, alaylı birçok ünlü oyuncuyu cebinden çıkaracak bir oyunculuk yeteneği olmasına rağmen ‘ben oyuncu’ değilim diyecek kadar da tevazu sahibi..

filme gelince : eski bir yeşilçam aktörü olan babasına çok benzeyen mafya tetikçisi ömer (hakan karahan) ile annesi ile babasını bebekken ölüm oruçlarında kaybeden, ama onların amerika’da olduğunu bilen ve nenesiyle birlikte yaşayan  altı yaşındaki asu’nun hayatlarının kesiştiği bir günlük zaman diliminde gelişen olayları anlatıyor film.. ömer, babasının canlandırdığı ‘kaptan feza’ karakterine çok benzemekte olduğundan asu onu çok sevdiği ‘kaptan feza’ zanneder.. eski patronundan kaçan ömer ise çok zor durumda olmasına rağmen asu’nun hayallerini yıkmaz ve uzay kahramanı ‘kaptan feza’ gibi davranır.. eski patronunun tetikçilerinden kurtulmak için sığındığı gece kondu semtindeki asu’ların evinde ömer kendi iç hesaplaşmalarını da yaşarken, evin yanında oturan hemşire elif’le de duygusal bir yakınlaşma yaşar.. özellikle aksiyon sahneleriyle ve masalsı tadıyla da on numara bir film.. masalsı yanının dışında gerçek hayatla da iç içe olması filmin inandırıcılığını, samimiyetini arttırıyor.. geçim zorluğu, insanlığın bitmesi, yardımseverliğin tükenmesi, ölüm oruçları gibi sosyal konular da filmde yer buluyor..  ‘candan erçetin’ imzalı müziklerine de diyecek yok zaten.. bulursanız mutlaka alıp izleyin 2009 yapımı bir ‘ümit ünal’ klasiği olan ‘kaptan feza’ filmini yoksa sinema dünyanız eksik kalmış olur.. son filmi ‘nar’ı da şiddetle tavsiye ederim.. onunla ilgili ayrı bir yazı yazacağım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘john gray’in 2010 yapımı ‘white irish drinkers’ filmine gelince en başta biraz hayal kırıklığı yaşadığımı söyleyeyim.. beklediğim gibi çıkmadı.. senaryosu çok sağlam olan bir film olmasına rağmen film izleyiciyi bir türlü saramıyordu.. sıcaklığı azdı filmin.. oysa biraz daha çalışılsaymış bir sinema klasiği olabilirdi.. ‘nick thurston ve geoffrey wigdor’un başrollerini paylaştığı filmin senaryosu da ‘john gray’e ait.. ‘brian’ ve abisi ‘danny’, ‘broklyn’de alkolik liman emekçisi babaları ve üç tane erkeğin kahrını çeken anneleriyle birlikte yaşamaktadır.. iyi bir ressam olan ‘brian’ topu atmak üzere olan, gırtlağına kadar borca batmış bir sinemada part time çalışmaktadır.. sinemadan fırsat bulduğunda evlerinin bodrumunda herkesten gizli resim çalışmalarına bıkmadan usanmadan devam eder.. abisi ‘danny’ ise ufak tefek suçlardan sabıkalı birisidir.. kolay yoldan köşeyi dönmenin çarelerini aramaktadır.. kardeşi ‘brian’ı da bazı soygun olaylarında yardımcı olarak kullanmaktadır.. ancak bir gece yaptıkları soygun sırasında abisi ‘brian’ı itaat etmediği için kovar ve araları bozulur.. kendisini sinemadaki işine ve resimlerine veren ‘brian’ yeni tanıştığı ‘shauna’yla da fırtınalı bir aşk yaşar.. çalıştığı sinemada hep bir ‘rolling stones’ konseri hayal eden ve sinemanın sahibine sinemanın mali kurtuluşu için hep böyle bir konser yapılması gerektiğini anlatan ‘brian’ın hayali bir gün gerçek olur ve ‘rolling stones’ bir saatlik bir konser vermeyi kabul eder.. ancak  alkolik babasıyla abisi arasındaki kavgaların arasında da kalan
‘brian’ yaşadığı şehirden ve ailesinin yanından bir an önce çekip gitmek istemektedir.. bir arkadaşının önerisi üzerine gizlice güzel sanatlar akademisine resimlerinin fotoğraflarını gönderen ‘brian’ okuldan hiç beklemediği bir davet alır ve olaylar gelişir.. gerek konusu gerek kadrosuyla daha çok beklentim olan bu film istenilen düzeye maalesef ulaşamamış.. emekçi semtlerindeki hayat mücadelesini anlatan nadir amerikan filmlerinden birisi olan bu filmde ‘brian’ ve sevgilisi ‘shauna’nın mezarlıktaki özgür koşuları ile özellikle ‘brian’ın babasını canlandıran ‘stephen lang’ın oyunculuğu unutulmayacak cinsten.. bence izleyin kararınızı siz verin derim.. resim, sinema ve müzik dünyasının yanı sıra emekçi mahallelerindeki yaşam mücadelesini anlatan bu film yukarıda da dediğim gibi sırf mezarlıktaki koşu için bile izlenebilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

üçüncü filmimiz ise tesadüf eseri elime geçen ‘kevin smith’in hem senaryosunu yazıp hem de yönettiği ‘red state’ filmi.. düşünsel, dini veya ideolojik bağnazlığın nerelere varabileceğini gösteren iyi bir gerilim filmi çıktı bu yapım.. ayrıca devletin iç güvenlik teşkilatlarının ne kadar acımasız olabileceğini de teşhir eden bir amerikan yapımı film bu.. aslında bir korku filmi olduğu hissi uyandırıyor başlarda ama film geliştikçe bambaşka bir yöne doğru kayıyor.. bir hristiyan tarikatının yaşantılarını, düşüncelerini beğenmedikleri insanları değişik yollarla kaçırıp sadece kendi üyelerinin girdiği kilisede türlü işkencelerle öldürdükleri olaylar filmin temelini oluşturuyor.. faşist tarikatın yaptığı akıl almaz eylemler, işkenceler yanında devletin istihbarat ve güvenlik teşkilatlarının insan hayatını hiçe sayan yaklaşımlarını da çok güzel deşifre edip anlatıyor hikayenin içinde.. 88 dakika olmasına rağmen aksiyonu bol ve olay örgüsü yoğun bir film.. filmde ön plana çıkan bir oyuncu yok.. faşist tarikatın rahibi ile gizli servisin operasyon şefi belki daha çok ön planda görülebilir fakat filmin başrol sayılabilecek bir oyuncusu bence yok.. tarikatın iç işleyişindeki itaat zinciri ve tarikatın liderinin emirlerinin hiç sorgulanmadan yerine getirilişi, tarikatın üyelerinin şehrin polis şefinin eşcinsel ilişkilerinin görüntülerini ele geçirerek baskı ve şantajla yaptıkları katliamlara sesini çıkarmamasını sağlamaları yobazlığın, bağnazlığın hangi ülkede olursa olsun aynı sistemle işlediklerini gösteriyor.. bence izlenmesi gereken filmlerden birisi, elinize geçerse izleyin derim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

gelelim son zamanlarda beni en çok etkileyen filmlerden olan ‘hodejegerne – kafa avcıları’na.. son yılların yükselen sinemalarından birisi de iskandinav ülkeleri sineması.. bunlardan başı çeken ülke de norveç sineması.. bu film de norveç yapımı, senaryosu ‘jo nesbo’ya ait  bir ‘morten tyldum’ filmi.. başroldeki yine son yılların yükselen yıldızı 1975 oslo doğumlu ‘aksel  hennie’ bu filmde oyunculuğunun doruğuna çıkmış durumda.. ‘aksel  hennie’nin filmlerini onu ilk keşfettiğimden beri tereddüt etmeden alıyorum ve büyük bir merakla hemen izliyorum.. filmde ‘aksel’in canlandırdığı ‘roger brown’ adlı karakter zengin bir işadamı kılığındaki usta bir tablo hırsızıdır.. herkes onu ülkenin tanınmış şirketlerinin sahibi saygın bir işadamı sanırken o aynı zamanda usta bir tablo hırsızıdır.. istihbaratını aldığı değerli tabloları polis teşkilatındaki adamının da yardımıyla çalıp, yüksek paralara satan ‘roger brown’ sonunda baltayı taşa vurur.. eski bir asker ve istihbarat uzmanı olan ‘clas greve’in ailesinden kalma tabloyu çalan ‘roger’in tüm hayatı alt üst olmaya başlar.. bu arada filmin en büyük güzelliği ise ‘güzel’ kelimesini tam anlamıyla ifade eden ‘roger’in karısı ressam ve galeri sahibi ‘diana’yı canlandıran ‘synnove macody lund’un kendisi.. sadece onun için bile izlenebilir film dediğimde benim hakkımda ne düşünürseniz düşünün umurumda değil.. sanırım kendisinin ilk filmi olan ‘kafa avcıları’nın bu güzel yıldızı 1981 doğumlu uzun boylu sarışın, sinemaya son yıllarda kazandırılmış en güzel yüz.. uzun boyu ve güzel fiziğiyle daha çok filmde rol alacağına eminim.. tekrar dönelim filme.. ‘roger’ ve karısı ‘diana’ mutlu bir hayat sürmektedirler.. aralarındaki tek problem karısının çocuk isteğine kendisinin hep karşı çıkmasıdır.. bunun nedeni de karısının doğacak çocuğunu kendisinden daha çok sevme ihtimali ve çocuktan dahi karısını bile kıskanmasıdır.. karısı ‘diana’ya işte böyle deli gibi aşık olan ‘roger’ sırf karısı kendisini terk etmesin  diye devamlı ona pahalı hediyeler almaktadır.. ancak çocuk isteği karşısında takındığı olumsuz tavır nedeniyle aralarında başlayan soğukluk karısının onu ‘clas greve’ ile aldatmasıyla doruğa ulaşır.. ancak ‘clas greve’in derdi ne ‘roger’in kendisinden çaldığı tablo ne dünyalar güzeli ‘roger’in karısı ‘diana’dır.. onun tek derdi ‘roger’in sahibi olduğu şirketlerin yönetimini ele geçirmektir..

çok sürükleyici bir yapısı olan filmin nasıl yol alacağını ve olay örgüsünü bir türlü çözemiyorsunuz.. bir sonraki sahneyi tahmin etmeniz kesinlikle mümkün değil.. son yıllarda heyecanla  izlediğim en sıkı filmlerden birisiydi, ‘aksel heine’nin oyunculuğunun doruğuna nasıl ulaştığını görmek için izlemenizi öneririm..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

beni geçen senenin sonunda en çok hayal kırıklığına uğratan filme gelelim : ‘aşk ve devrim..’ senaryosunu ‘serkan turhan’ın yazdığı yönetmenliğini ‘serkan acar’ın yaptığı bu filmi merakla bekliyordum.. ‘serkan acar’ın, ‘özcan alper’in unutulmaz filmi ‘sonbahar’ın yapımcısı olmasından dolayı daha da bir umutlanmıştım film için.. film gösterime girdiği gün her şeyi  bırakıp filme koştum.. yüz kişilik salonda yine bir avuç kişiydik : altı kişi.. film akmaya başladı ve bahariye caddesindeki sinemaların kalitesiz salonlarının klasik hale gelmiş arızalarından birisi zaten filmin başında tüm şevkimizi kaçırdı.. sanki ilerleyen dakikaları haber veriyordu bu arıza.. görüntü ve ışık gitti sadece oyuncuların sesleri geliyordu.. neyse makinist arızayı giderdikten sonra film akmaya başladı yeniden.. büyük umutlarla gidilen film hayal kırıklığı yaratarak ilerlemeye başladı.. sakın kimse yanlış anlaşılmasın filmden devrim üzerine övgü dolu sözler, heyecanın, devrimci coşkunun ve duygunun doruğa ulaştığı sahneler beklemiyordum.. gerçek neyse onu bekliyordum.. iyi bir düşünceyle başlanan proje bir fiyaskoya dönüşmüş.. film buz gibi.. ama hayatın sertliğini, devrimci duyguların bozguna uğrayışını, örgütsel ve duygusal ihanetleri anlatan bir buz hali değil bu.. film sarmıyor izleyeni.. bir sıcaklık yaymıyor.. lise müsamerelerindeki duygusuz, buz gibi soğuk konuşmaların yapıldığı bir film.. filmin duygusal yoğunluğun en yüksek olduğu sahne ölen devrimcinin ailesinin evindeki taziye ziyaretinde arka planda çalan bir ‘ahmet kaya’ şarkısının duyulduğu sahne.. o sahnenin etkileyiciliğinin nedeni de zaten ‘ahmet kaya’nın şarkısı.. büyük bir figürasyonun kullanıldığı filmde ne mezarlık sahnesinde, ne grev çadırındaki sahnelerde, ne örgüt içi toplantıların olduğu sahnelerde, ne işkence sahnelerinde ne de sevgililerin seviştiği sahnelerde bir estetik,  anlam ve duygu yoğunluğu var.. ‘gün koper ve deniz denker’in başrollerini paylaştığı filmdeki oyunculuklara gelince onlarda istenilen düzeyde değil maalesef.. yetenekli oyuncular olmasına rağmen filmdeki performansları hiç iyi değil..   eldeki senaryo bence çok kötü heba edilmiş.. verilmek istenen mesajların hiçbirisini de izleyiciye ulaştıramayan bir film.. yönetmen ‘serkan acar’ın ve senarist ‘serkan turhan’ın tüm röportajlarını okudum.. ne yapmak istediklerini çok güzel anladım ama maalesef ortaya çıkan iş kötü bir yapım.. yine de yüreklerine ve emeklerine sağlık diyorum emeği geçen tüm film ekibine.. açık söyleyeyim hiçbir filmi yarıda bırakıp kalkmak istemem.. hele sinema salonunda izlerken asla böyle bir saygısızlığı yapmam.. ama inanın filmin bitişini sabırsızlıkla bekledim, gözüm hep saatimdeydi.. ve filmi altı kişiyle izlemeye başlamışken filmin sonunda fark ettim ki filmin ikinci yarısında sadece ben kalmışım salonda.. benim dışımda herkes filmin sonunu beklemeden tüymüş.. bu da filmin izleyiciye ulaşamadığının en büyük göstergesiydi bence.. ama yine de emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz aylak adamız ailesi olarak ve yeni filmlerinde güzel şeyler söyleyip, yazabilmek umuduyla onları selamlıyoruz..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aksel heine’nin başrolünde oynadığı ‘hodejegerne’ filmi gibi son zamanlarda beni en çok vuran filmlerden birisi de yönetmen  ‘kim je-woon’un 2010 yapımı son filmi ‘i saw the devil – şeytanı gördüm’ filmiydi.. 2009 yılında ‘a bitter sweet life’ adlı filmiyle tanımıştım ilk kez ‘kim je-woon’u.. güney kore sinemasının dünya sinemasına kazandırdığı en sağlam yönetmenlerden birisi olduğunu bu filmiyle bile gösteriyordu.. epeydir son filmi olan ‘i saw the devil’ ile ilgili methiyeleri dinleyip, okuyordum.. uzun süredir de filmi izleme imkanım vardı ama hep erteliyordum.. sonunda bir hafta sonunda mekanda filmi izleme kararlığına vardım.. dehşet bir sahneyle başlıyordu.. zaten gergin olan sinirlerim birden kopma noktasına geldi ve filmi dondurup izleyip izlememem konusunda düşünmeye başladım.. baştan yazayım iyi bir sinir yapısına, sağlam bir kalbe ve mideye sahipseniz filmi izleyin derim.. yoksa filmin bir yerinde ya yığılıp kalırsınız ya da kusarsınız.. hele ani reaksiyonlar ve görsel olarak sertlik içeren sahnelerde güçlü bir yapınız yoksa bayılıp kalabilirsiniz korkudan benden söylemesi.. insanları zevk için ve genellikle işkence içeren yöntemlerle katleden, tecavüz eden kötülük manyağı bir seri katil olan ‘kyung-chul’ ile gizli bir polis olan ‘dae-hoon’ arasındaki acımasız kovalamacayı anlatan 144 dakikalık bu uzun filmde tıpkı ‘hodejegerne’ adlı norveç yapımı film gibi sürprizlerle dolu bir film.. bir sahnede yaşadığınız şoku atlatamadan arkasından gelen sahnede bambaşka bir sürprizle karşılaşıyorsunuz.. tam film burada bitti derken sil baştan başa dönüyorsunuz.. sıkılmadan aksiyonun ve gerilimin doruğa ulaştığı bu filmi izliyorsunuz.. özellikle psikopat katil ‘kyung-chul’u  canlandıran ‘min-sik choi’nin oyunculuğu ders verir nitelikte.. rolüne kendisini öyle kaptırmış ki bir an sanki gerçek hayatında da bir psikopat olduğunu ve bu yüzden rolünü bu kadar iyi canlandırdığını aklınızdan geçiriyorsunuz.. acımasızca cinayetlerine devam eden ‘kyung-chul’ bir gün emekli bir komiserin kızı olan ve aynı zamanda gizli polis ‘dae-hoon’un çocuğunu karnında taşıyan sevgilisi ‘joo-yeon’u kaçırıp acımasızca katleder.. büyük bir çöküntü yaşayan ‘dae-hoon’ işinden izin alarak psikopat katilin peşine düşer.. onu yakalayana kadar kendisine rahat yoktur.. ama tek amacı onu yakalamak değildir.. onu kendi yöntemleriyle acı çekmesini sağlayarak öldürmektir.. çok zekice işlenen senaryonun filme aktarılması da çok başarılı olmuş.. çok uzun bir film olmasına rağmen tek bir sahnesinin bile fazlalık olduğunu hissetmiyorsunuz.. ‘kim je-woon’un bu şaheserini benim gibi zaman kaybetmeden hemen izleyin derim.. yoksa gerçekten eksik kalırsınız.. tabi filmin içerdiği aşırı şiddet dolu sahneler için tekrar uyarayım hepinizi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

şimdi de gelelim ailesine katkı olsun diyerek kar kış demeden ayran satmaya çalışan ‘hasan’ın hikayesinin anlatıldığı bir ‘selim güneş’ filmi ‘kar beyaz’a.. ‘kar beyaz’, ‘sabahattin ali’nin ‘ayran’ adlı öyküsünden uyarlanan bir film.. ‘selim güneş’in sanırım ilk yönetmenlik denemesi.. artvin’de zorlu kış koşullarında çektiği bu filmle sinema dünyasına iyi bir başlangıç yapmış yönetmen ‘selim güneş..’ tanınmamış amatör oyuncularla çok zor bir hikayeden mükemmel  bir film çıkarmış.. ben bu filmi de nasıl atlamışım diye hayıflandım izlediğimde.. özellikle karlı orman sahneleri büyüleyiciydi.. ‘hasan’ın babası siyasi bir olaya karışmasından dolayı kendi komşusunun ihbarıyla tutuklanır.. annesi ise ilçede bir kamu görevlisinin evinde hafta içi ev işlerini yapmaktadır.. hafta boyunca evde iki kardeşine bakan ‘hasan’ eve katkı olsun diye karlı havada bile biraz uzaktaki ilçe yolunun üzerindeki mola yerinde yolculara ayran satmaktadır.. her sabah dondurucu havada zorlu bir yolda elinde ayran güğümüyle mola yerine kadar giden ‘hasan’ hafta sonu annesinin eve gelişini iple çeker.. ancak annesine olan özlemi hafta sonunun gelişiyle bitmez.. babasının yokluğuyla zaten büyük acılar çeken ‘hasan’ annesinin özlemiyle de yanar tutuşur.. bu filmi de mutlaka izlemenizi öneririm.. filmde emeği geçen herkese teşekkürlerimizi de unutmadan buradan sunalım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bayağı uzun bir yazı oldu, bu yüzden son olarak büyük usta ‘julio medem’in 2010 yapımı bir başyapıt olan filmi ‘room in rome’ ile bitireyim yazımı.. ‘julio medem’in bende çok özel bir yeri vardır.. ispanyol sinemasının vahşi amerikan yapımlarına karşı sapasağlam ayakta duran yönetmenlerinden birisidir.. ben masalları çok severim.. masal anlatan ya da masalsı bir tadı olan filmlere bayılırım.. ‘julio medem’in her filmi de müthiş masalsı öğeler içerir.. klişe hikayeler anlatmayı sevmez.. çetrefil politik bir konuyu işlerken bile müthiş hikayeleri kurgulayarak sonucu öyle bir bağlar ki apışıp kalırsınız.. ‘medem’le ilk olarak hemen herkesin izlemiş olduğunu tahmin ettiğim ‘kutup çizgisi aşıkları’yla tanıdım.. bu film aldı beni çok uzaklara, çok eksi zamanlara götürdü.. aşkın, sevginin gücünü müthiş anlatmıştı bu filmde.. sonra diğer filmlerine dalmaya başladım.. en çok sevdiğim ‘caotica ana’ ise bence sinema tarihinin hiçbir zaman unutulmayacak filmlerinden birisidir.. fakat ‘julio medem’in tüm filmlerine bazen ulaşmak mümkün olmuyordu.. uzun bir süre ‘vacas’ı aradım.. ‘vacas’ı izlediğimde bu adamın bütün filmlerini bulmalıyım dedim ve yavaş yavaş hepsini arşivime kattım.. ama kötü huylarımdan birisi de burada hemen devreye girdi : filmleri hemen tüketmemek için uzun aralarla izlemeye karar verdim.. çünkü ‘medem’in filmlerini bitirdiğimde ‘medem’in bana anlatacağı bir masalı kalmamış olacaktı ve ben çok uzun süre ‘medem’in yeni masallarını bekleyerek üzülecektim.. uzun bir ara vermemden sonra son yapımlarından birisi olan ‘room in rome’u geçen gün izledim.. başrollerinde birbirinden güzel iki kadın ‘elena anaya ile natasha yarovenko’ var.. ve filmin hemen hemen tamamı bir otel odasında geçiyor.. ‘roma’nın tarihsel dokusu içinde sıkışıp kalmış bir otel odasında yeni tanışmış iki kadının geçmişleriyle hesaplaşmaları, birbirlerine kendilerini anlatmaları, birbirlerine duydukları aşkın sonucunda kendilerinden geçip defalarca sevişmeleri anlatılıyor filmde.. tek mekanda ve iki oyuncu arasında geçen bir film olmasına rağmen ‘julio medem’in müthiş bir iş çıkarıp tarih, sanat, resimle ördüğü masal tadında bir film.. filmi izledikten sonra filmle ilgili eleştirileri okudum, çoğunluk yine acımasızca erotik bir film olarak görüp eleştirmişler filmi.. zerre kadar filmin içine girememişler ve anlayamamışlar.. iki lezbiyenin hayatı demiş çıkmışlar.. yuh diyorum sadece.. filmin final sahnesi bile yüzlerce filme bedel.. özellikle kadınların mutlaka izlemesi gereken bir film ‘room in rome..’  hele filmin müziklerine gelecek olursak tek kelimeyle muhteşem.. tango ezgilerinden, ‘natacha atlas’ın şarkılarına kadar on numara bir müzik eşlik ediyor filme.. ne diyeyim artık kaçırmayın, bulup izleyin bu muhteşem filmi diyorum..

2012’de de hepinize sinemayla dolu günler diliyorum..

gülüşünüzle kalın..”

Crockett..

‘haysiyetsizlere’ , ‘midesizlere’ inat 2012’de biz yine buradayız..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“zaman su gibi akıyor, nasıl geçip gittiğini anlayamıyorsun bile.. hayat dönüp arkana bakmana bile fırsat vermiyor koşturmacası içinde.. 2011’i de devirdik cumartesi günü.. 2012’nin gelişi 2011’den belli zaten.. ama umarım 2011 kadar zalim ve acımasız olmaz..

2011 ‘aylak adamız’ ailesinin en çok büyüdüğü yıl oldu.. yazarlarımızın sayısı 40’ı geçerken, dışarıdan alıntılarıyla, önerileriyle destek verenlerin sayısı yüzü buldu sanırım.. ‘rating’ gibi bir derdimiz olmadığından tıklanma ve okunmamıza dair kimsenin inanamayacağı rakamları buradan verip kıskançlıktan bazılarının çatlamasını istemiyorum.. sitemizde reklam olmadığı gibi görüleceği üzere   hiçbir yerinde sayaç da bulunmuyor diğer bazı siteler, bloglar gibi.. 2011’de onlarca profesyonel yazarı olan ‘caf caflı’ ve yanarlı dönerli reklamlı siteler tozumuzu yutmakla meşguldüler ve bu meşguliyetlerine tabii ki devam edecekler..

2011’de birçok yeni aylak katıldı aramıza.. kimisi her zaman açık olan kapımızdan çok hızlı girdi ve her zaman açık olan arka kapımızdan o hızla çıkıp kayboldular.. kimisi ‘atlama tahtası’ olarak kullandı bizim siteyi.. kimisi ismimizin ateşine, cazibesine tav olup “ben de ‘aylak adamız’da yazıyorum” demek için bir iki yazdılar.. sonra sıkılıp sessizliğe büründüler.. hele blogların komple yasaklandığı zamanlarda gelip yazan, sonra yasak kalkınca hiçbir açıklama yapmadan çekip gidenler var ya.. ne diyelim ki.. ‘reis’i bilmem ama ben en çok ‘atlama tahtası’ olarak yazıp çekip gidenlere tutuldum.. kardeşim gelip yazmak istediniz kimse sizi burada zorla yazdırmadı.. siz istediniz yazmayı..  gelip geçici hevese göre bir şey yok bizim aylak adamız ailesinde.. yazdılar, işleri bitince de çekip  başka yerlere gittiler.. canları sağ olsun ne diyelim.. kimisi de girdiği hızla yazmaya ve paylaşmaya devam ediyor burada.. ama herkese hep aynı cümleyi söylerim : yazmak, yaşamaktan zordur.. ha deyip oturunca yazı çıkmıyor ortaya.. yorar insanı.. ama bitirdiğinizde hissedilen duygular bambaşkadır.. yazmak yaşamaktan zordur evet ve yazmak aynı zamanda cesaret ister..

neyse işte büyüyen aylak adamız ailesinin kadıköy tayfasının çoğu cumartesi günü spontane bir şekilde ’aylak adamız’ın doğduğu bizim mekanda toplanmaya karar vermişler, davet olmadan bulunmaları gereken yere gelmişler.. öğleden sonra kapının her zili çalışında yeni bir aylak elinde dolu dolu poşetlerle geliyordu..

biz zaten öğlen vakti mekana gelecekleri öngörerek yeterince stok yapmıştık.. tekelcimiz suat abimize ‘abi şimdilik 30 tavşanlı bira istiyoruz.. ilerleyen saatlerde seni biraz daha yoracağız..’ tuttu ‘kasayla vereyim’ dedi.. kasayı bir daha göremezsin deyince vazgeçti kasayla vermekten.. neyse bira, çerez dolu poşetlerle sallana sallana mekana doğru yola koyulduk..

mekanda ‘ciğerim ve kuzeni ‘gülen adam’ hasanım vardı.. en küçük aylak ‘nehirimiz’ yeni yılımızı kutlayıp annesiyle eve gitmişti.. sabah bana yeni yıl hediyesi olarak nenesinin ördüğü bereyi verdiğinde duygulandırmıştı beni.. ama akabinde  benim ona aldığım pembe renkli elektronik günlüğü gördüğünde ise çığlıklarıyla mekanı birbirine kattı.. daha sonra bize bir yeni yıl şiiri de armağan ederek mekandan ayrıldı.. büyük üstadlarımız  ‘abidin dayımız’ ve ‘halo dayımız’ gelmediler o gün, ektiler bizi.. ikisine de sitemlerimizi bildirdik daha sonra..

getirdiğimiz biraları yaş olarak en küçük aylak ‘hasan’ buzdolabına özenle yerleştirdi.. rakımız ve viskimiz mevcuttu zaten..

sonra zil çaldı ‘ümo, gürsoş ve alki’ damladı.. ‘ümo’yla güreşirken zil çaldı tekrar, sürprizzzzzzzzzzzzzzzz.. ‘ismail abe’ gelmiş.. dedik şenlik büyüyor.. ‘ismail abe’ bizim kutlamamızdan habersiz, ‘ciğerim’le  iş görüşmek için gelmiş ama kutlamanın ortasına düştü.. morali bozuktu, onun için iyi oldu bu tesadüf.. yüzü gülümsemeye, klasik kahkahalarını atmaya başladı.. onun için müziğin açılışını urfa havalarından yaptım mekanın ‘dj’yi olarak.. tabi urfa havalarına alışkın olmayan bazı arkadaşlarımız bir şaşkınlık yaşadı önce.. hele ‘şahap akagün’ün ‘buldun bir urfalı eğlen bakalım’ türküsüyle ‘ismail abe’ koptu.. daha önce de bu türküyü beraber dinleyip söylemiştik bizim mekanda.. sonra cümbür cemaat başladık hep beraber bu türküyü söylemeye.. zil çalmış duymamışız, ön odada olan ‘ciğerim’ duyup kapıyı açmış.. gelen ‘aylak adamız’ın babası, yaratıcısı büyük  ‘reis’ ‘blackhawk’tı.. ‘vay sen hoş gelmişsen’ deyip onunla öpüştük, koklaştık.. daha sarılmamız bitmemişti ki zil susmuyordu ‘yücel’im geldi..

sağ olsunlar gelenler viski, bira doldurup getirmişler poşetlerle, dolap artık almıyordu.. viski su gibi akıyor, tavşanlı biranın tavşanları her yeri dolduruyordu.. tamam film koptu bugün dedim kendi kendime..  günlerdir süren moral bozukluklarına, kötü haberlere, hastalıklara ve sinir harbine karşı ilaç gibi geldi o günkü buluşmamız.. hep beraber umuda dair türküler söyledik, halaylar çektik, ‘faithless’la coştuk.. ‘faithless’ çalmaya başladığında ‘alki’yle, beni ilk defa ‘faithless’la coşarken görenlerin gözleri kocaman kocaman açıldı.. biz ‘faithless’la coşarken yeni aylak ‘ece’ geldi.. doğal olarak ‘alki’yle ben biraz normale döndük..

zaman hızla akarken insanlar akşam sekize doğru yavaş yavaş evlerine doğru tevzi olmaya başladı çünkü kimisi anası babasıyla, kimisi eşi ve çocuğuyla, kimisi de sevgilisiyle kutlamaya devam edecekti yılbaşını.. ancak su gibi tüketilen alkolden sonra kafalar milyon olmuştu ve bu nedenle ayrılmak zor oluyordu bu güzel ortamdan.. en zor ayrıldığımız da ‘ismail abe’ oldu.. o da gitmek istemiyordu ancak onun da bir programı vardı.. gerçi bana güzel bir teklif yapmıştı ama benim de yeğenime ve annemlere sözüm vardı.. teklifini başka zamana erteledik.. ‘ismail abe’yle, ‘reis’in vedalaşması ise tam anlamıyla komediydi.. en son ‘ismail abe’ ‘reis’i alnından öperek kaçtı..

tüketilen boş şişeleri dört tane siyah battal boy çöp poşetine doldurduk.. en ağırını günün yıldızı ve neşe saçanı ‘hasanım’ aldı.. herhalde o poşet otuz kilo vardı.. delinmesin diye iki poşete geçirmiştik..

herkes kaçtıktan sonra mekanı gözden geçirip evde beni bekleyen yeğenime koştum.. evin kapısını açtığımda salonda tıpır tıpır koşturuyordu.. hemen parmağını uzattı öpmem için.. öpüp sımsıkı sarıldım ona.. sonra annemin hazırladığı birbirinden güzel ve sadece kuş sütünün eksik olduğu memleket sofrasına beraberce oturduk.. ‘güneşim’e içli köfte yedirmeye çalıştım yemedi, yaprak sarma yemedi.. meğer ben gelmeden önce yemeğini yedirmişler ona.. ama masada her şeyi eline alıp tadına bakmaya, ısırmaya çalışıyordu.. ne istediyse verdim.. her şeyin tadına bakıp yüzünü ekşitiyordu.. e ne yapsın bu yaşta onca acılı baharatlı mezeyi, yemeği.. hele yanında bir duble rakı içemedikten sonra.. işte ben de yeğenimle girdim yeni yıla.. büroda çakırkeyif olan kafam evde bir milyon oldu.. evin o gün tek alkol alanı olarak yüzdüm alkolün içinde sabaha kadar.. ‘güneşim’e, canım kardeşime, anneme, babama sarılarak girdim yeni yıla..

bol bol içerek girdiğimiz bir yılı umarım yine içerek bitirebiliriz..

o gün mekana gelip neşeye ortak olan herkese buradan teşekkürlerimizi sunuyoruz.. gel-e-meyenlere de canları sağ olsun diyoruz.. ‘niye çağırmadınız’ diye hiç kimse sitem etmesin çünkü her 31 aralık’ta herkes gelinmesi gereken yeri bilir ve o gün kimse özel olarak aranıp çağrılmadı..

kalbimizdeki tüm acılar ve hüzünlerle beraber ülkemizdeki ve dünyadaki tüm ‘haysiyetsizlere’ ve ‘midesizlere’ inat biz aylaklar yeni yıla umutla girdik..  2012’nin tüm aylaklara ve insanlığa barış ve huzur getirmesini istiyoruz..

gülüşünüzle kalın..”

Crockett..

‘sosyal demokrat belediyecilik’ örneği..

“istanbul’un yaşanabilir en güzel ilçelerinden birisidir kadıköy..

ama yıllar geçtikçe kadıköy de çarpık yapılaşmadan ve yaşanan göçlerden etkilenir.. yavaş yavaş eski dinginliği yok olmaya başlar.. boş kalmış araziler yavaş yavaş dolmaya başlar..  son ağaçlar rant uğruna kesilir, yeşil alanlar yok edilir.. yerlerine plazalar, siteler, kocaman kocaman apartmanlar yapılır.. ‘parke taşı teorimi’ beni tanıyan az çok bilir.. parke taşı öldürücü bir virüs gibidir.. parke taşının girdiği yer katledilmeye başlanmış demektir.. parke taşının olduğu yerde tırnak içinde uygarlık vardır ama yeşillik ve doğa yoktur.. 

işte bizim kadıköyümüz de zaman içinde rantın en çok döndüğü ve para babalarının ve siyasetçilerin uğruna çok kavga ettikleri bir yer oldu..

kadıköy’ün seçimlerde rengi hep bellidir.. belediyesi yıllardır ‘sosyal demokrat’ olduğunu iddia eden partilerin elinde olmuştur.. sağ bir partinin belediye seçimlerini en son ne zaman kazandığını kimse hatırlamaz bile.. sağ partilerin en güçlülerinin bile burada seçimi kazanması mucize bile değildir, imkansızdır.. zaten bu tırnak içindeki sosyal demokrat partilerin seçimlerdeki propagandası hep ‘ya onlar gelirse’ paranoyasıdır.. yahu siz varsınız yıllardır da ne oldu.. millete temcit pilavı gibi sunulur seçim propagandalarında bu paranoya.. vaatler vaatler.. hep seçim broşürlerinde kalır vaatler.. ‘sosyal demokrat parti’ zaten emindir kadıköy’ü ezici çoğunlukla açık ara alacağından, o yüzden sadece vaatte bulunurlar o da laf olsun diye.. ne yaparlar dört beş senede bir kaldırımlarınızı yenilerler, çöpünüzü kerhen toplarlar, sene de bir iki milli bayramda belediye başkanı en öne geçip fener alay düzenlerler.. budur işte o gelmesinden korkulan ‘diğerlerinden’ farkı.. yoksa özünde belediyecilik anlayışları aynıdır.. yeşil mi gördün kes biç, beton dik, parke taşı döşe.. başka bir hikayeleri, icraatları yoktur…

bu yazıyı yazmamın sebebine geleyim girizgahı kısa keserek.. bu arada yukarıda anlattığım partinin adaylarına doğruyu söyleyeyim ben de belediye seçimlerinde birkaç defa oyumu vermişimdir..

neyse ben yaklaşık 22 yıldır kadıköy’ün sahrayıcedid mahallesinde oturuyorum.. benim ‘kümes tarzı’ yaşam tarzı dediğim bir site içinde 22 yıldır yaşıyorum.. o mahalleye ilk taşındığımızda iki ana caddesinin yolları kırmızı topraklı yoldu.. ve yol boyunca uzun yeşil ağaçlar vardı.. şimdi gidip bakarsanız bağdat caddesi ile yarışan iki cadde görürsünüz.. her yer beton olmuştur ve insanlar ne de güzel ‘kırımızı toprağın’ ayakkabılarını, çoraplarını kirletmesinden kurtulmuştur..

işte bizim sitenin olduğu sokakta kadıköy’ün en geniş boş arazilerinden birisi mevcuttu.. bu arazi yıllarca halka açık spor kompleksi olarak kullanıldı.. arazinin bir bölümünde amatör kulüplerin ya da mahalleli gençlerin futbol oynadığı ışıklandırılmış toprak bir futbol sahası mevcuttu.. mahallemizin yaklaşık 20 yıl muhtarlığını yapan rahmetli ‘şadan batok’ amcamız çok emek vermişti o sahanın mahalleli tarafından ücretsiz olarak kullanılması için.. ama bir gün o tesisin kapısı demir zincirler ve asma kilitlerle kapatıldı.. hayırdır dedik ne oluyor.. efendim sevgili belediyemiz oranın bir para babasına ihale dilerek halı saha ve sosyal tesis olarak kullanılmasına karar vermiş.. böylece belediyemiz sevgili mahalle gençlerine çok güzel bir halı saha kazandıracakmış.. toprak sahadan kurtaracakmış pehh.. ha bana ya da başka birine soracak olsalardı alacakları cevap belliydi : toprak saha, halı sahadan milyon kere daha sağlıklıdır.. suni plastikten yapılmış yeşil halı saha birçok tehlike arz ediyorken toprak sahanın doğallığı dışında bir zararı yoktu.. ama rahmetli muhtarımızın ve mahallelinin mücadelesine rağmen belediye halka rağmen toprak sahayı bir güzel kepçelerle kazdırıp, beton döküp, suni mi suni bir halı döşetti.. ve tabelayı astılar kapıya : ‘saati şu kadar halı sahada maç keyfi..’ he ya maç keyfi.. ne keyif ne keyif..  ha mahallelinin direnişi sırasında direnişi kırmak için söylenen şuydu ‘mahalle gençlerine halı saha ücretsiz..’ yok ya yemezler kimi kandırıyorsunuz.. yalan ilk gün meydana çıktı hemen.. içeriye girip top oynamak isteyen gençlere bir kaba kuvvet gösterisi ve denilen şu gece 2 ile 5 arası mahalle gençlerine ücretsiz halı saha.. çok komik değil mi.. sabaha karşı maç keyfi.. neyse halı saha açıldıktan sonra halı sahanın yanındaki boşluğa bir et lokantası konduruldu, yıllardır mahalleli tarafından ücretsiz olarak araçlarını park ettikleri bölüm ise paralı otopark ve oto yıkamacı oldu.. işte size ‘sosyal demokrat belediyecilik’ anlayışından birinci perde.. nasıl güzel mi.. ‘aman ha diğerleri gelmesin’ diye verilen oyların neticesi..

neyse yıllarca bu arazi halı saha, lokanta, otopark ve oto yıkama olarak birileri tarafından kar amaçlı kullanıldı.. halk sokakta park yeri bulamayınca paşa paşa gidip oraya aracını koyuyor ve park parasını kuzu gibi ödüyordu..

sonra bir gün bir baktık bir arbede var bu arazide.. zabıtalarla tesislerin içindekiler arasında bir tartışma.. öğrendik ki belediye tahliye ediyor adamları.. bize ne yarın başkaları gelecektir bu tesisi işletmeye dedik.. uzaktan izledik.. adamları tahliye ettiler.. ama öyle olmadı işte.. ertesi gün belediyenin dozerleri girdi araziye.. halı sahayı, halı sahanın bin kişilik tribünlerini, içindeki binaları yıktı, yüzden fazla ağacı kökleriyle birlikte koparıp katlettiler.. hayırdır dedik koştuk.. merak etmeyin dediler eskisinden güzel bir tesis yapacak belediyemiz ‘sizler’ için.. iyi de o kadar ağacın günahı neydi be katiller.. ağaçları niye yok ettiniz.. arazi kapısında kilitlerle aylarca katledilmiş ağaçlar ve molozlarla dolu durdu.. biz bekliyoruz hep.. ama bir kıpırtı yok..

sonra öğrendik, meğer belediye ihaleye çıkarmış araziyi.. bir şirkete ‘yap işlet devret’ modeli bilmem kaç yıllığına kiraya veriyor araziyi.. ha ne mi yapacak şirket o araziye.. yok canım korkmayın suni halı saha, spor kompleksi filan değil : katlı otopark.. evet yanlış okumadınız.. yerin yedi kat dibine girecek şekilde bir katlı otopark.. neyse ülkemizin tanınan bir şirketi ihaleyi kazandı ve işe giriştiler.. inşaat sırasında mahalleli olarak çektiklerimizi fazla anlatmayacağım.. gürültü, çevre kirliliği filan hikaye.. kazılan dev inşaat çukuru nedeniyle bir sabah göçen yol nedeniyle oturduğumuz apartmanların çökme tehlikesini de anlatamayacağım.. hepsini sineye çektik bir şekilde.. çünkü senin tek başına koyduğun direnişin, tepkinin hiçbir anlamı yok.. üç beş kişi bağırır çağırırsın sonra kalkarlar utanmadan seni ‘onların, diğerlerinin adamları’ olarak gösterirler.. hoş  beni öyle gösteremeyeceklerini bilirler..

bizim sokaktaki o boş arazide iki yıla yakın süren katlı otopark inşaatı ve üstündeki lokanta mı market mi olacak bilemediğimiz dev yapının inşaatı geçenlerde bitme aşamasına geldi.. bir baktık sevgili belediyemiz bizim sokaklarda hummalı bir kaldırım çalışmasına girişti.. on yıldan fazla süredir değiştirilmeyen kaldırımlarımız sökülmeye başlandı.. iyi bizi hatırladılar kaldırımlarımızı yenileyecekler diye sevindik, gözlerimiz doldu.. ama ertesi gün bir baktık ki o da ne kaldırımlarımız eskisine göre otuz kırk santim daha geniş ve on santim kadar da yüksek yapılmaya başlanmış.. hayırdır dedik.. efendim ihtiyaç nedeniyle kaldırımlar genişletilmiş.. niye kardeşim niye.. dalga mı geçiyorsunuz siz insanlarla, ne ihtiyacı.. bu sokaktan günde geçen insan sayısı dört yüzü bulmaz ve aynı anda yürüyen insan sayısı beşi geçmez bu sokakta.. taksim meydanı ya da kadıköy rıhtımı değil ki burası aynı anda yüz kişinin yürüyebileceği kaldırımlar yapıyorsunuz.. biz bilmeyiz belediyedeki yetkililere sorun.. soralım dedik.. tabi o anda hala biz safça düşünüyoruz.. sonra bir gün jeton düştü, oynanan oyunu anladım.. sevgili belediyemiz bizi hatırladığı için değil yakında faaliyete girecek katlı otoparka rant yaratmak için kaldırımları yenilemeye başlamış.. insanlar gelip sokakta ya da kendi site otoparklarında araçlarını park edecek yer bulamayınca hop gel bakalım kucağımıza der gibi katlı otoparka gidip kuzu gibi geceliği on beş, yirmi liralardan arabalarını oraya park edecek.. bizim sokakta eskiden sağlı sollu iki araç park ettiği halde karşılıklı olarak iki araç rahatça geçebilirken şimdi insanlar yolun ancak sadece bir tarafına park edebiliyor ve sadece bir araç yoldan geçebiliyor.. işte anlı şanlı sosyal demokrat belediyecilik başarısı.. ayrıca söylenti şu ki sokağa tamamına park yasağı gelecekmiş.. araç park edenlerin araçları çekilecekmiş.. güler misin ağlar mısın.. otuz yıldır araç park edilen evinizin sokağı araç park edilemez hale gelecek.. sosyal demokrat belediyecilik anlayışının nadide örneklerinden birisi.. daha önce de defalarca böyle ‘güzellikler’ yapmışlardı pek sevdikleri ‘halkımız’ için.. mesela ne mi : kadıköy’ün bağrına bir hançer gibi saplanan otel inşaatı izni gibi.. iktidar partili büyükşehir belediyesi ile anlaşarak kadıköy’ün güzelim moda sahiline devasa iğrençlik abidesi otel inşaatına izin vermişlerdi.. bunlar milletin önünde birbirlerine atıp tutarlar.. ama kapılar kapandığında çıkarlar ortaktır.. yok birbirlerinden zerre kadar farkları..

neyse hemen bir şikayet yazısı döşenip belediyeye yolladım.. yakışmıyor size dedim.. ‘ispark rantçılarından’ ne farkınız kalıyor dedim.. o upuzun şikayet dilekçeme verilen yanıt ise tam bir komediydi.. efendim ‘biz ihtiyaç ve halkın talebi üzerine öyle bir çalışma yaptık..’ tek bir kelime yok otopark inşaatı vs hakkındaki iddialarım ile ilgili.. sessizlik.. başlarım sizin solculuğunuza da sosyal demokratlığınıza da.. ne farkınız var sizin diğerlerinden.. aynı kafasınız işte.. türkiye’deki belediyecilik anlayışı budur işte : rant yaratma, birilerini palazlandırma.. o birileri de hep ya yandaş ya da yakının olur..

biz öfke içinde kaldırım çalışmalarını izlerken bir baktık belediyemizin asfalt ekipleri geldi.. sokağın tüm asfaltını derince kazdılar.. tabi artık jeton hemen düşüyor bizde : derin kazıyorlar ki asfalt yol kaldırımlardan daha aşağıda kalsın.. bazı yüksek araçlar kaldırımların kenarına çıkıp park edemesinler.. oh ne güzel ya.. o sırada bir de bazı tehdit mektupları ortaya çıktı.. birileri geceleri yeni yapılan kaldırımların kenarına çıkıp park eden araçların sileceklerine bu tehdit mektuplarını yazıp bırakıyordu.. ‘aracını kaldırımın üstüne park etme sonra aracını çizerler..’ , ‘bu kaldırımlar araç park etmek için yapılmadı, yaya geçsin diye yapıldı.. aracını bir daha park ettiğini görmeyeyim..’ ama zerre kadar delikanlılık yok bu tehdit mektuplarında.. yiyorsa isim yazsana o mektupların sonuna.. isim yaz ki o mektupları fitirjin misali sana bir zerk edelim.. ama nerde o yürek.. canım rahat olun o yaptığınız kaldırımlara iki araç yan yana park ettiği gibi aynı anda dört beş yaya geçer.. otoban gibi kaldırım yaptınız rahat olun yahu..

ben ne mi yaptım.. belediyeye süre vermiştim.. gelin efendi efendi eski haline getirin bu kaldırımları diye, yoksa süre sonunda başta savcılık olmak üzere tüm yasal haklarımı kullanacağım dedim.. ortada açıkça bir hukuksuzluk ve birilerine rant yaratma çabası var.. üstüne üstlük o tehdit mektupları işi açıkça ortaya çıkarıyordu.. şimdi artık söz bitti.. hem teşhir edeceğim kendilerini her platformda hem de hukuksal olarak mücadele edeceğim sonuna kadar bu ‘sosyal demokrat’ belediyecilik anlayışıyla..  

öyle öfkeliyim ki haftalardır, arkadaşlarım bazen anlam veremiyorlar.. kendi oy verdiğin belediyeyi mi şikayet edeceksin diyerek dalga geçenler de var.. ne yani oy verdik diye sineye mi çekeceğiz..

kalkıp bana şunu da diyemezler ‘oturduğunuz apartmanların otoparklarının yetersizliğinden biz sorumlu değiliz..’ sonuna kadar kendileri sorumlular çünkü o apartmanların inşaat ruhsatlarını, izinlerini hep onlar vermiş.. geleceği düşünüp otoparkların yeterli olmasını sağlasalardı..

belediyecilik sadece fener alayı düzenlemek, fenerbahçe mitingine sarı lacivert atkı takıp katılmak değildir.. son gülen iyi güler..”

Crockett..

‘Torino Atı’ filminden..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“hiç ‘palinkam’ kalmadı da.. bir şişe verebilir misiniz.. fırtına her tarafı darmaduman etti.. mahvoldu diyorum.. çünkü her şey yıkık dökük hale getirildi.. her şey bozulmuş durumda.. ama her şeyin yıkık dökük ve bozulmuş hale getirildiğini söyleyebilirim.. çünkü bu sözde ‘masum insan yardımı’ denilen şeyden meydana gelen alelade bir afet değil.. tam aksine tüm bunlar insanın kendi hükmünü kendi benliğinden önde tutması ile alakalı.. tabii bu işte tanrının da bir parmağı yok değil.. biraz cüretkar olmak gerekirse bu işte bizzat yer alıyor ve bizzat rol aldığı şeyse hayal edebileceğin en korkunç oluşumlardan birisi..

çünkü anlayacağın dünyanın çivisi çıkmış durumda.. bu sebeple söylediklerimin pek de ehemmiyeti yok çünkü her şeyin yozlaşması onların bunları elde etmesi ile alakalı..

her şeyi sinsice ve gizli kapaklı bir mücadele neticesinde elde ettiklerinden  her şeyin ayarını bozmuş durumdalar..

çünkü neye dokunurlarsa, ki her şeye dokunuyorlar, anında kurutuyorlar..

son zafere kadar işler bu şekildeydi.. muzaffer bitişe kadar..

elde etme, yozlaştırma.. yozlaştırma, ele geçirme..

ya da eğer istersen farklı bir şekilde ifade edebilirim : dokunma, yozlaştırma ve akabinde de ele geçirme ya da dokunma, elde etme ve neticesinde de yozlaştırma..

asırlardır bu şekilde devam ediyor..

sürer, sürer ve sürer..

sadece bu, bazen gizli gizli, bazen kaba bir şekilde, arada sırada usul usul, arada da vahşice.. tek değişmeyen şey bunun durmadan devam ettiği..

lakin sadece tek bir şekilde pusuda bekleyip saldıran bir sıçan gibi çünkü bu mükemmel zafer için önemli olan başka bir şey de diğer tarafın  her şey mükemmel, yer yer harika ve soyluca olsa da başka türden bir kavga içine bulaşmaması.. başka türden bir mücadele olmamalı.. bir tarafın aniden ortadan kaybolması yani o mükemmelliğin, harikalığın ve soyluluğun ortadan kaybolması..

böylece şimdiye dek hep pusu kurarak saldıran bu kazananlar dünyaya hükmeder.. ve insanların onlardan saklayabilecekleri şeyler için en ufak köşe bucak kalmaz.. çünkü ellerini uzattıkları şeyi bir şekilde elde ederler.. ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile –ama ulaşırlar- en sonunda onların olur.. çünkü gökyüzü ve tüm hayallerimiz zaten halihazırda onlarındır.. o kısır döngü, doğa, bitmez sessizlik, ölümsüzlük bile onların elinde anlıyor musun..  her şey ama her şey sonsuza dek uçup gitmiş durumda.. o birçok soylu, harika ve mükemmel şey sadece durdular tabii böyle açıklamak doğruysa.. bu noktada duruverdiler.. ve tanrı ya da tanrılar olmadığını anlamak ve kabul etmek durumunda kaldılar.. bu mükemmel, harika ve soylu kişiler bu doğruyu daha en başından anlayıp kabul etmek durumunda kaldılar.. tabii bunu anlama yönünde yetersiz kaldılar.. buna inandılar, kabul ettiler ama hiç anlamadılar..

öylece şaşkın şaşkın ama bıkmadan durdular ta ki beyinden kopup gelen bir kıvılcım onları en sonunda aydınlatana kadar.. böylece birden bire tanrı ya da tanrılar olmadığının farkına vardılar.. birden bire iyi ya da kötü diye bir şey olmadığının farkına vardılar..

neticesinde de durum böyleyse kendilerinin de aslında var olmadıklarını görüp anladılar.. sanırım bu anın onların sönüp yok oldukları anlamına geldiğini söyleyebiliriz..

sönüp yok oldular aynı çayırlık bir alanda için için yanan bir alev gibi..

bir tanesi daimi kaybeden diğeri de daimi kazanandı..

yenilgi, zafer..

yenilgi zafer..

ve bir gün – bu civarda- yanıldığımı anlamak zorunda kaldım ve bunu yaptım..  bu dünyada herhangi bir türden bir değişim olmadığını, bir değişim olmadığını ve olmayacağını düşünürken tamamıyla yanılıyordum.. çünkü inan bana bu değişimin artık gerçekten meydan geldiğini artık biliyorum..” 

‘The Turin Horse – Torino Atı..’ , BÉLA TARR

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(bu filmi izleyip eleştiren, festivallerde filmi izlerken sıkılıp filmi terk eden, hatta ‘kumpir esprisi’ yapan tanıdık, tanımadık herkese yuhlar olsun diyorum.. nasıl filmler istiyorsunuz bilmiyorum fakat zorla izletmiyorlar sizlere bu filmleri.. sabun köpüğü filmler bolca var piyasada, onlara özgürce takılabilirsiniz ‘özgür ve demokratik’ ülkemizde.. bu filmleri biz izleriz merak etmeyin.. ‘béla tarr’a ve filmde emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.. yakında bir béla tarr yazısı şart oldu.. gerçek sinemayla ve gerçek hayatla kalın.. Crockett..)