Archive for the ‘Yazar : ‘Nedim (Crockett)’’ Category

‘ÖTEKİ’NİN SİNEMALARI..’ / Gönül Dönmez-Colin

“filmlerimde geçmiş ile gelecek arasında bir köprü kurmaya çalışırım.. geçmişimde beni etkileyen ve beni eğiten deneyimlerimin arasından geçerek hayatın özündeki hakikati arıyorum.. en saf hisleri, nezaket gibi en güzel erdemleri arıyorum bıkıp usanmadan.. meseleye böyle bakınca hiçbir dünyanın bir çocuğun dünyası kadar yalın, saf ve muhteşem olmadığını görüyorum.. ben çocukların dünyasını çok ciddiye alıyorum çünkü onların dünyası hakikate çok daha yakın.. ‘cennet çocukları’ ve ‘cennetin rengi’ filmlerinde çocukların yanı sıra anne babalar da var.. ‘baran’ ergenlerle ilgili bir hikâye.. ne hakkında film yapacağımı daha önceden kararlaştırmamıştım, konu kendiliğinden gelişti.. hikâye aşk hakkında; tam da bu sebeple filmin merkezinde ergenler yer alıyor.. ayrıca, çocuklar ve ergenler profesyonel olmayan diğer oyuncular gibi kamera karşısında nasıl rol yapacaklarına dair daha önceden tasarlanmış fikre sahip değiller.. dolayısıyla sonuç gerçeğe çok daha yakın.. iran’da her yıl altmış-yetmiş kadar film yapılıyor ancak yalnızca dört beş tanesi çocuklarla ilgili.. film festivallerine onlar gittikleri için batı bizim filmlerimizin çoğunun çocuklarla ilgili olduğunu düşünüyor..

‘baran’ın senaryosunu yazarken ‘latif’ vardı kafamda.. diğer oyuncularsa senaryo yazıldıktan sonra bulundu.. özellikle ‘baran’ı bulmak çok zaman aldı.. ‘mashad’ yakınlarındaki bir kampta on beş yıldır yaşayan, oradaki okulda sekizinci sınıfa giden bir kız oynadı ‘baran’ı.. mülteci kampından ilk defa film için çıktı.. aile, filmden aldıkları parayla bir ev satın aldı.. ‘latif’ benimle daha önce ‘baba’da çalışmıştı.. bir manavda çalışmak için okulu bırakan on iki yaşında bir çocuktu o zamanlar.. ‘baba’daki başarısından sonra onu okula devam etmeye teşvik ettim.. şimdi onuncu sınıfta ancak hâlâ manavda çalışıyor.. aklıma bir şey geldi, paylaşayım.. ‘latif’, ‘baba’ filminin başarısına çok sevinmişti.. onu ünlü yaptığı için değil, ünlü olduktan sonra insanlar gelip ondan karpuz aldıkları için! ‘baran’da profesyonel olmayan oyuncularla, özellikle de sinema ya da oyunculuğa pek aşina olmayan afganlar’la çalışmak oldukça zor oldu.. istediğimizi almak için onlarla üç ay çalıştık; film toplam sekiz-dokuz ayda bitti..

profesyonel olmayan oyuncularla ilgili görüşlerimi anlatmak diğer bütün görüşler gibi epey zaman alır.. ancak profesyonel olmayan oyuncuların başkalarının hayatlarını oynamayı öğrenmek yerine, kendi gerçek hayatlarını oynayabildiklerini hissediyorum.. benim arzuladığım da bu sahicilik..”

‘MAJID MAJIDI ile röportajdan, GÖNÜL DÖNMEZ-COLİN, Montreal, Eylül 2001..

“ÖTEKİ’NİN SİNEMALARI.. Ortadoğu ve Orta Asya Sinemalarında Kişisel Bir Yolculuk..”, GÖNÜL DÖNMEZ-COLİN, Çeviri : MARAL JEFROUDİ, AGORA Kitaplığı Yayınevi, Mart 2012, 452 Sayfa..

 

İÇİNDEKİLER :

1.BÖLÜM : ORTADOĞU

İRAN SİNEMASI

– Rakhsan Bani-Etemad

– Bahram Beyzai

– Abolfazl Jalili

– Mahmud Kalari

– Abbas Kiarostami

– Majid Majidi

– Mohsen Makhmalbaf

– Dariush Mehrjui

– Tahmineh Milani

– Jafar Panahi

2. BÖLÜM : TÜRKİYE

– Erden Kral

– Ali Özgentürk

– Tayfun Pirselimoğlu

– Yeşim Ustaoğlu

– Atıf Yılmaz

3.BÖLÜM: ORTA ASYA

KAZAKİSTAN

– Ermek Shinarbaev ve Ardak – Amirkulov

– Serik Aprimov

– Rachid Nugmanov

KIRGIZİSTAN

– Cengiz Aytmatov

– Aktan Abdikalikov

– Ernest Abdizhaparov

– Gennadi Bazarov

– Tolomush Okeev

TACİKİSTAN

-Tachir Mukharovich Sabirov

TÜRKMENİSTAN

-Halhammet Kakabaev

ÖZBEKİSTAN

– Zulfikar Mussakov

– Yusuf Razikov

Filmografi..

Seçilmiş Kaynakça..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(edebiyat, sinema ve politika alanında oldukça özgün eserleri sayelerinde okuduğumuz ‘agora kitaplığının yöneticilerine bu sefer de ‘gönül dönmez-colin’in 452 sayfalık bu kapsamlı eserini bize kazandırdıkları için teşekkür ediyoruz.. özellikle sinema kitaplığı olarak çok özgün eserleri bize sunan agora kitaplığı büyük bir eksikliği dolduruyor bu konuda..

ancak küçük bir not olarak yine bir konuda uyarmak istiyorum, daha önce de birkaç kitabında (mesela ‘jutta ditfurth’un kapsamlı ve kalın kitabı  ‘ulrike meinhof’da da benzer hatalar olmuştu..)  aynı sorunlar göze çarpmıştı ve uyarmıştık buradan en sadık okuyucuları olarak.. ‘gönül dönmez-colin’in bu kitabının içindekiler bölümünde birçok yanlışlık var.. bazı yönetmenlerin isimleri diğer bölümlerde de alt başlık olarak tekrar yer almış.. ayrıca kitabın ayrıldığı ana bölümlerde de yine yanlışlık var.. örneğin ortadoğu sineması birinci ana bölümken, türkiye ikinci bölüm fakat orta asya sineması da yine ikinci bölüm olarak yer almış kitapta.. ufak hatalar ya da küçük gözden kaçmalar olarak değerlendirilebilir bunlar için fakat böyle kapsamlı bir eserin yayımında ve genel olarak yayıncılıkta affedilemez böyle hataların olması çünkü büyük bir emek sarf edilmiş kitabın yazımında, çevirisinde ve yayımlanmasında.. bence kitap basılmadan önce daha dikkatli bir inceleme olursa, biraz özen gösterilirse bunlar aşılacaktır.. böyle ciddi bir yayınevinin bu kadar güzel kitaplarında bu yanlışlıkların olmaması lazım diye düşünüyorum.. ve kendilerine tekrar teşekkür ederek bitiriyorum.. Crockett..)

‘2666..’ – ROBERTO BOLAÑO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İŞE YARAMAK.. herkesin bildiği gibi güneşin pek çok yararı vardır, dedi seaman.. yakınına gittiğinizde cehennem olabilir ama uzaktan bakıldığında onun ne kadar yararlı, ne kadar güzel olduğunu görmemek için vampir olmak gerekir.. bu sözlerin ardından, gülümsemeler gibi eskiden yararlı olan ve herkesin takdir ettiği ama artık insanda güvensizlik yaratan şeylerden bahsetmeye başladı.. örneğin 50’lerde, bir gülümseme insana pek çok kapıyı açabilirdi, dedi.. bir yerlere gelmesini sağlar mıydı bilmiyorum ama kapıları açardı.. artık kimse gülümsemelere güvenmiyor.. eskiden satıcıların gülümsemyi bilmesi gerekirdi, iyi iş yapmanın sırrı gülümsemekti.. garson, iş adamı, sekreter, doktor, senarist veya bahçıvan olmanız fark etmezdi.. sadece polisler ve gardiyanlar gülümsemezdi.. işin o kısmı değişmedi, ama geri kalan her şey değişti.. 50’li yıllar, amerikalı diş doktorlarının altın çağıydı.. siyahlar elbette her zaman gülümsüyordu, beyazlar gülümsüyordu, uzak doğulular gülümsüyordu, güney amerikalılar gülümsüyordu..  oysa bugünlerde, yüzümüze gülümseyen bir insan, içten içe en büyük düşmanımız olabilir.. başka türlü ifade edecek olursam, artık hiç kimseye, özellikle de gülümseyen insanlara, güvenmiyoruz çünkü bizden bir şey isteyeceklerini biliyoruz.. amerikan televizyonu gülümsemeler ve gün geçtikçe daha mükemmel görünen dişlerle dolu.. onlara güvenmemiz bekleniyor mu? hayır.. televizyondaki gülümseyen insanların iyi insanlar olduklarını, sineği dahi incitmeyeceklerini düşünmemiz bekleniyor mu? yine hayır.. gerçek şu ki, bizden hiçbir şey beklenmiyor.. televizyondaki o insanlar bizden hiçbir şey istemiyor.. tek istedikleri bize dişlerini, gülümsemelerini göstermek ve bunun karşılığında onlara hayran olmamızı bekliyorlar.. hayranlık.. onlara bakmamızı istiyorlar, hepsi bu.. mükemmel dişlerine, mükemmel vücutlarına, mükemmel tavırlarına tapmamızı bekliyorlar, hepsi de güneş’ten kopmuş birer ateş parçası, tapılmak için sıradan gezegenimize düşmüşler.. çocukluğumda diş teli olan çocuklar gördüğümü hatırlamıyorum, dedi seaman.. bugün diş teli takmayan çocuğa rastlamak zor.. bizi yararsız şeyleri kullanmaya zorluyorlar ve bu nesnelerin amaçları hayat standardımızı yükseltmek değil, insanlar onları moda veya statü sembolü oldukları için kullanıyor.. elbette moda geçicidir, bir şeyin modası bir yıl, en fazla dört yıl sürer, sonra çürümenin aşamalarından geçerek kaybolup gider.. ama statü sembolleri farklıdır.. onlar, ancak bir zamanlar onlara sahip olmuş cesetler çürüdüğünde çürürler.. seaman, vücudun ihtiyaç duyduğu yararlı şeylerden bahsetmeye başladı.. ilki dengeli beslenmeydi.. bu kilisede pek çok şişman var, dedi.. çok azınızın sebze yediğine eminim.. belki yeni bir yemek tarifinin sırası gelmiştir.. bu seferki tarifin adı limonlu brüksel lahanası.. lütfen not alın.. dört kişilik yemeğin malzemeleri: 800 gram brüksel lahanası, limon suyu, soğan, maydanoz, 40 gram tereyağı, karabiber ve tuz… şöyle hazırlanıyor: 1. brüksel lahanalarını iyice yıkayıp dış yapraklarını ayıkladıktan sonra soğan ve maydanozu ince ince doğrayın.. 2. kaynar suya attığınız lahanaları 20 dakika boyunca veya yumuşayana kadar kaynatın.. ardından sularını süzüp bir kenara koyun.. 3. tereyağını tavada eritip soğanları kavurun, limon suyunu, tuzu ve biberi ilave edin.. 4. brüksel lahanalarını ekleyip sosla karıştırın ve bir iki dakika ısıtıp üstüne maydanoz serpin.. o kadar güzel olacak ki parmaklarınızı yalayacaksınız, dedi seaman.. içinde hiç kolesterol yok, karaciğer ve kan basıncı için iyi, çok sağlıklı.. ardından karides salatası ve brokoli salatası hazırlamayı tarif etti ama cümlesini insanın sadece sağlıklı yiyecekler yiyerek yaşayamayacağını söyleyerek tamamladı.. kitap okumalısınız, dedi.. bu kadar televizyon izlemeyin.. uzmanlar, televizyonun göze zararı olmadığını söylüyor.. onlara inanmıyorum.. televizyonun göze iyi gelmediği kesin ve cep telefonları hâlâ gizemini koruyor.. belki bazı bilim adamlarının dediği gibi kansere yol açıyorlar.. kansere yol açıp açmadıklarını söylemek bana düşmez ama soru işareti hepimizin kafasında.. söylemeye çalıştığım şu, kitap okumak gerek.. rahip, doğruyu söylediğimi biliyor.. zenci yazarların yazdığı kitapları okuyun ama sadece bununla yetinmeyin.. işte, bu gece size vereceğim en değerli bilgi: okumak, asla zaman kaybı değildir.. hapisteyken kitap okurdum.. okumaya orada başladım.. biri sürü kitap okudum.. bir yemek gibi kitapları sindirdim.. hapishanede ışıkları erkenden kapatırlar.. yatağa yatarsınız ve sesler duyulur.. ayak sesleri.. bağrışan insanların sesleri.. hapishane sanki kaliforniya’da değil de güneş’e en yakın gezegen olan merkür gezegenindedir.. aynı anda hem soğuk hem sıcaktır, hem üşür hem terlersiniz ki bu da yalnız veya hasta olduğunuzun işaretidir.. başka şeyler, güzel şeyler düşünmeye çalışırsınız elbette ama bazen elinizden gelmez.. bazen biri masasındaki ışığı açar ve o lambadan yayılan ışık hücrenize ulaşır.. pek çok kez bunu yaşadım.. yanlış bir yere yerleştirilmiş lambanın veya koridordaki floresanların ışığı gecenin bir vakti hücremi aydınlattı.. o zaman kitabımı çıkarıp ışığın altına yerleştirdim ve okumaya devam ettim.. kolay değildi çünkü harfler ve paragraflar, yeraltı dünyasının ne yapacağı kestirilemez ışığından ürküyormuş gibiydi.. ama okumayı sürdürdüm, anlamasam da okudum.. bazen kendimi şaşırtacak kadar hızlı, bazense çok yavaş okuyordum, her cümle veya kelime sadece beynimi değil vücudumu da besliyordu.. yorgunluğa veya hapishanede olduğum gerçeğine aldırmaksızın saatlerce kitap okuyabilirdim, hapishanede olmamın yegâne nedeni kardeşlerim adına savaşmış olmamdı, oysa hapishanede çürüyüp gitmem çoğunun umurunda bile değildi.. ölsem, ruhlar bile duymazdı.. ama kitap okurken, yararlı bir şey yaptığımı biliyordum.. önemli olan buydu.. gardiyanlar ileri geri turlar ve kulağıma küfür gibi gelen arkadaşça sözler eşliğinde nöbet değiştirirken okumayı sürdürüyordum… şimdi düşünmüyorum da gerçekten kaba saba şeyler söylüyor olabilirler.. yararlı bir şey yapıyordum.. neresinden bakarsanız bakın yaralıydı… okumak, düşünmeye, dua etmeye, bir arkadaşla konuşmaya, düşünceleri ifade etmeye, başkalarının düşüncelerini dinlemeye, müziğe kulak vermeye, hoş bir manzaraya bakmaya veya sahilde yürümeye benzer..’

ROBERTO BOLAÑO..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kitap kapağından :

“kuzey meksika’dan nazi almanyası’na, stalin’in moskovası’na, drakula’nın kalesine ve denizlerin derinliklerine uzanan çarpıcı bir edebi labirent…

bolaño, ölümle yarışarak yazdığı 2666’da, kötülüğün en yalın halinin günümüz meksika’sından bir gazete haberiyle başlayan hikâyesini anlatıyor. hikâyenin geçtiği santa teresa sadece cehennem olmakla kalmıyor, aynı zamanda da bir ayna; “sürekli işe yaramaz bir değişim içinde olan zengin ve yoksul amerika’nın” hüzünlü bir aynası.”

kitap hakkında yazılıp söylenenlerden :

“kitaplar pek çok işe yarar, sizi bazen çalışmaya bazen eğlenmeye ve bazen de yazmaya teşvik eder. bolaño’yu okumak bana yazma konusunda ilham veriyor. tam bir dâhi.” – patti smith

“bu yılki okumalarıma çoğunlukla roberto bolaño hâkimdi. bolaño, 2666’da güney amerika, abd ve avrupa geleneklerini; modernizmin vahşi gerçekçiliği ile suç romanlarını pürüzsüz bir şekilde bir araya getiriyor. bolaño’nun romanları, yazarı modern edebiyat tarihinde önemli bir yere oturtuyor.” – kazuo ıshiguro

“bu doğaüstü roman tasvir edilemez; bütün ihtişamıyla yaşanması gerekir. gelmiş geçmiş en korkunç gerçek cinayet furyasıyla, juarez (meksika) ve çevresinde öldürülen 400’den fazla kadınla ilgili olduğunu söylemek belki de yeterli.” – stephen king

“garcia marquez’in yüz yıllık yalnızlık’la yarattığı depremden kırk yıl sonra, bolaño yeri göğü yerinden oynattı. 2666, en yalın ifadeyle, yirmi birinci yüzyılın ilk gerçek başyapıtıdır.” – the complete review

“tıpkı cervantes, melville, proust, musil ve pynchon gibi bolaño da totaliter dünyayı romanda yeniden kuruyor.” – neue zürcher zeitung

“bolaño’nun mirası olağanüstü. kafka, borges ve cortázar’ın izinden giderek anlatıların sınırlarını muğlaklaştırıyor. 2666 bunun en güzel örneği.bir roman bundan daha heyecanlı olamaz.” – frankfurter rundschau

(kitap kapağı yazıları kitaptan alınmıştır..)

‘2666..’ , ROBERTO BOLAÑO, İspanyolcadan Çeviren: ZEYNEP HEYZEN ATEŞ, PEGASUS Yayınları, Şubat 2012, 992 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dünya yaşayan bir şeydir ve yaşayan hiçbir şeyin çaresi yoktur.. bu da bizim talihimizdir..’ – ‘roberto bolaño’

 

şili’li yazar ‘roberto bolaño’yu ilk olarak bir edebiyat dergisinde keşfetmiştim.. ölümünden hemen önce kendisiyle yapılan bir röportajdan alıntılar vardı.. 50 yaşında sirozdan kaybettiğimiz latin amerikalı bu büyük yazarın hemen kitaplarını almaya koşmuştum kitapçıya.. üç kitabını buldum : ‘katil orospular’, ‘uzak yıldız’ ve ‘vahşi hafiyeler’i alıp hemen ‘katil orospular’ kitabından okumaya başladım.. bu öykü kitabı müthiş etkiledi beni.. keskin zekası, kurgusu, kendi yaşamından esintiler taşıyan otobiyografik olaylar, yer yer çok derin gizemli anlatımlar okuyanı büyülüyordu.. sonra ‘vahşi hafiyeler’e geçtim.. tuğla gibi olan bu kitabı da bir solukta bitirdim.. sonra ise ‘uzak yıldız’a geçtim.. 1973 şili darbesi sonrası yıldızı parlayıp yükselen bir şairi anlatır bu kitabında.. bu darbe şairinin vahşiliklerini, sınır tanımayan faşistliklerini okurken sanki 1980 darbesi sonrası edebiyat dünyamıza giren bu tip yazar ve şair bozuntusu sağcı faşistleri görmüş gibi olursunuz.. anlatılan aslında bizim ülkemizin de hikayesidir.. ‘uzak yıldız’ı bitirdiğimde artık ‘roberto bolaño’ ile çok eski arkadaşlar gibi olmuştuk.. kendisi çoktan dünyayı terk etmiş olsa da kitaplarıyla her gün karşımda capcanlı duruyordu.. 9 haziran 2010 da ‘aylak adamız’a ‘katil orospular’dan uzun bir alıntı koydum.. rastlantının ne büyük bir aktör olduğunu anlatan bir cümleyi başlık olarak koyarak :  ‘şimdi arkanda bıraktıklarını , neler bırakabileceğini , neler bırakman gerektiğini düşün ; rastlantının yeryüzüne gelmiş gelecek en büyük katil olduğunu da düşün..’ – roberto bolaño

aynı zamanda şair olan  ‘roberto bolaño’ uzun yıllar meksika’da yaşadıktan sonra ‘allende’nin iktidara gelmesiyle ülkesi şili’ye dönmüş fakat kanlı darbe sonrası o da tutuklanmıştır.. hapishaneden çıktıktan sonra meksika’ya döner ve orada şair arkadaşlarıyla birlikte ‘infrarealist şiir hareketi’ni başlatır.. fransız sürrealizmiyle, dadaizmden izler taşır bu akım..

işte şili’de doğup genel olarak meksika’da yaşamış bu büyük yazarın ölümle yarışarak yazdığı son kitabı ‘2666’yı ‘pegasus’ yayınları ‘zeynep heyzen ateş’in çok özenli bir çevrisi ile ve yine çok güzel bir kapak ve basımla bizlere sundu geçen ay..

okumasını yeni tamamladım 992 sayfalık bu dev kitabın.. gerçekten edebiyat çevrelerinde denildiği gibi ‘roberto bolaño’nun başyapıtı olmasının yanında bu yüzyılın edebiyat tarihine adını yazdıran başyapıtlarından ilki ‘2666..’

boyutu ve ağırlığıyla insanı korkutsa da bir solukta okunan bir kitap.. belki de sizin ‘roberto bolaño’yu keşfetmeniz için bir fırsat bu kitap.. ama diğer kitaplarını da atlamayın derim.. bilhassa ‘katil orospular’ı..

kitaplarla ve gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘MAHİR BERZAN..’

‘en küçük aylak ‘MAHİR BERZAN’ bebek aramıza hoş geldin..

aylak bebeler çoğalıyor..

‘NEHİR’den, ‘GÜNEŞ’imden, ‘ROZA’dan sonra bu sabah geldi aramıza katıldı ‘MAHİR BERZAN’ bebek..

ailemiz büyüyor..

‘MAHİR BERZAN’a  annesi ‘kevok’ (dilşad) ve babası ‘altın çocuk’ ya da ‘sarı’ (taner) efendiyle sağlık , mutluluk dolu bir hayat diliyoruz ‘aylak adamız’ ailesi olarak..

bugün ‘kevok’ anne, ‘sarı’ baba oldu.. heyecanlı bekleyiş sonra erdi sonunda..

ee uzun süredir ‘aylak adamız’a yazmayan ‘kevok’ ile ‘sarı’dan annelik, babalık hakkında ve ‘MAHİR BERZAN’la ilgili birer yazı bekliyoruz artık..

öğleden sonra ‘ciğerim’le birlikte, ‘MAHİR BERZAN’ bebeği görmeye gittik, ilk merhabamızı kendisine dedik ve tanıştık..

şirin mi şirin, tatlı mı tatlı..

iki yumruğu da havadaydı uykuda.. bu konuda hemen bir polemik yaptık ve güldük.. sonra bize kızdı sanırım çünkü ağlamaya başladı.. biz de sesimizi kestik ve ikiledik hemen daha fazla rahatsız etmemek için ‘MAHİR BERZAN’ımızı..

bize kime benziyor diye sordular ama bizden yorum çıkmadı.. hele birkaç hafta geçsin ondan sonra yorumumuzu yaparız..

‘kevok’un ve ‘sarı’nın gözleri parlıyordu.. mutlulukları daim olsun , gözleri hep böyle parlasın kardeşlerimizin..

artık ‘kevok’ ve ‘sarı’yla umarım bir gün ‘mahir berzan’ın gelişi onuruna bir ‘mahir berzan’ gecesi yaparız mekanda.. 

tekrar hoş geldin ‘mahir berzan’ bebek, seninle daha güçlüyüz , daha umutluyuz artık..

 

Crockett..

bir tony kaye filmi ‘detachment..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“uzun zamandır sinema yazmıyordum.. her zamanki gibi çok film izliyorum fakat yazma fırsatım olmuyor bir türlü.. ama bu sefer yazmak zorunda hissediyorum atlanmaması gereken ‘detachment’ filminin herkesçe izlenmesi için..

son günlerde ülkemizde eğitim sistemiyle ilgili yapılmak istenen değişikliklerle ilgili tartışmaların, kavgaların sıcağında da mutlaka izlenmesi gereken bir film ‘detachment..’

futbol taktiklerinden beter (1+8+4, 4+4+4 vs.) eğitim sistemi tartışmaları zaten yaz boz tahtasına dönmüş eğitim sistemini belirsiz ufuklara doğru götürüyorken ‘american history x’ filminden tanıdığımız yönetmen ‘tony kaye’nin son uzun metrajlı filmiyle daha anlamlı hale geliyor bu abuk sabuk değişiklikler ve tartışmalar..

‘aile kurumu’ ile ‘mecburi eğitim sistemine’ olan nefretim ve karşı duruşumu tasdik eder eleştirel bir film ‘detachment..’

‘american history x’ filminden sonra çektiği filmlerde aynı başarıyı yakalayamayan ‘tony kaye’ bu filmiyle muhteşem bir dönüş yapıyor sinema dünyasına..

ülkemizde gösterime girmesi pek mümkün görünmeyen bu filmi ne yapın edin bence izleyin.. ‘pek sevgili’ festival programlarında yer alıyor mu onu bilmiyorum fakat festival programında varsa biletleri hemen kapın derim..

film albert camus’nun ‘ve aynı anda hiç bu kadar şeyi bir arada ve derinden hissetmemiştim.. kendimi gelecekten ve dünyadan alıkoydum’ sözüyle açılıyor..

‘detachment’ eğitim sistemlerine genel bir bakış açısı sunmuyor, en derin ayrıntılarına girerek eğitimi, öğrencileri, öğretmenleri, velileri ve sistemleri sorguluyor acımasızca..

filmin karamsar ve karanlık havası dışında, ‘tony kaye’nin siyah beyaz görüntüleri yer yer kullanması, yer yer de amatör el kamerası çekimleriyle belgesel bir hava ve bir çürümüşlük hissiyatı katıyor filmine..

oyuncular filmde çok başarılıydı.. en başta ‘piyanist’ten tanıdığımız usta oyuncu ‘adrien broody’nun muhteşem performansı olmak üzere tüm oyuncular döktürmüştü filmde.. ‘adrien brody’den sonra ‘sami gayle’ ve ‘betyy kaye’yi çok beğendim filmde.. onlar dışındaki herkes de muhteşem oynamışlardı. ama ‘adrien’ ve ‘sami’yi ayrı bir yere koyuyorum, hayran kaldım onlara.. yaşayarak oynamak denir bunlara.. bu oyunculukların muhteşem olmasında tabi ki usta yönetmen ‘tony kaye’nin katkısı en üst düzeyde..

filmin kurgusu da mükemmel.. geçmiş zaman görüntüleri ile şimdiki zaman görüntülerinin üstü üste bindirilmeleri hayran kalınan bir çalışma ortaya çıkarmış.. tabi bu arada senaryonun kusursuzluğunu ve filmin tamamı boyunca arkadan gelen müzikleri de unutmamak lazım.. ‘the newton brothers’ imzalı filmin müzikleri filmin etkileyiciliğini daha da yukarılara çıkarıyor.. filmin başında ve içinde yer yer kullanılan animasyonlar da filmin görselliğine ayrı bir renk katmış..

filmin konusuna gelince, ‘henry barthes’ (adrien brody) bir vekil öğretmendir.. ihtiyaç olan okullara geçici görevlerle gider.. idealist bir öğretmendir.. eğitim sistemini kendince değiştirmeye çalışır.. son gittiği okul ise kapatılması düşünülen bir okuldur.. okul müdüresi bunun olmaması için çabalamaktadır.. ‘henry barthes’ geldiği yeni okulda da öğrencileri eğitip dönüştürmeye çalışır..

öğrencileriyle birebir ilgilenir, sıkılmaz, çekinmez bundan.. hatta başka öğretmenlerce bazen yanlış anlaşılır..

okul dışında sokaktaki zor durumdaki insanlara da elini uzatır, yardım etmeye çalışır.. acı çeken insanları görünce hiç çekinmeden ulu orta yerde onlar için ağlar ve yardım etmeye çalışır..

amerikan yaşam biçiminin insanları getirdiği noktaları, kapitalist sistemin açmazlarını çok iyi gören ‘henry barthes’ korkusuzca bu konuların üzerine gider..

geçim derdindeki insanların kişilikleri dışında kendilerini, etlerini dahi satmalarını insanlığına yediremez ‘henry..’

adeta bir peygamber gibidir film boyunca..

sistemle ve sorunlarla boğuşurken kendi özel hayatında yaşadığı sorunlarla da hesaplaşır.. özellikle kendisi küçük bir çocukken ölen annesinin ölümünü devamlı hatırlayarak geçmişe döner ve bir bakımevinde kalan dedesiyle bu ölüm nedeniyle hesaplaşmalara girer..

hayatında bir kadın olmayan ‘henry’ duygusal birlikteliklere adeta kendisini kapamıştır.. ancak yeni geldiği okulda öğretmen ‘sarah’a karşı bir ilgi duyar, karşılıksız da kalmaz.. fakat bu arada sokaklarda fahişelik yaparak geçimini yapan ‘erica’yı (sami gayle) bu hayattan kurtarmak için geçici süre evine alan ‘henry’e ‘erica’ da ilgi duymaya başlar, bir süre sonra bu ilgi karşılıksız bir aşka dönüşür.. lise çağındaki ‘erica’ın aşkına karşılık vermez ‘henry..’ okulda da ilgi gösterdiği ve sorunlarıyla ilgilendiği ‘meredith’ ‘henry’e ilgi duymaya başlar.. bu ilgi de karşılıksız bir aşka dönüşmekle beraber ‘henry’ ne yapacağını şaşırır.. olaylar değişik yönlerde gelişmeye devam eder..

yukarıda da dediğim gibi ‘tony kaye’ ‘american history x’ten sonra pek ses getiremediği filmlerinin ardından muhteşem bir dönüş yapıyor sinema dünyasına.. gittiği festivallerden de bol ödülle dönen ‘detachment’ 2012’de epey ses getireceğe benzer..

bu filmi kaçırmayın mutlaka izleyin derim..”

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘detachment..’

 

yönetmen : tony kaye

senaryo :  carl lund

süre: 97 dakika

müzik : ‘the newton brothers’

oyuncular :

 

adrien brody – henry barthes

marcia gay harden – carol dearden

james caan – charles seaboldt

christina hendricks – sarah madison

lucy liu – dr. doris parker

blythe danner  – perkins

tim blake nelson – wiatt

william petersen -sarge kepler

bryan cranston  – dearden

sami gayle  – erica

betty kaye  –  meredith

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(tony kaye..)

‘çünkü herkes kurbandır.. ve herkes suçludur da..’ – pier paolo pasolini

“gündemden yine uzak kalmışız.. öyle diyorlar..

biz gündemin içindeyiz..

göbeğindeyiz..

yazmamız gerekmiyor.. biz zaten yaşıyoruz..

gerektiğinde de gerekeni kıvırtmadan yazıyoruz.. herkes rahat olsun..

neyse ülkenin gündemi yine karışık.. ‘suriye’ye ne zaman gireriz, nasıl gireriz diye sözde aydınıyla, politikacısıyla, medyasıyla bombardımana devam ediyorlar.. sağa sola kudurmuş köpekler gibi saldıran emperyalist devletler nedense ‘suriye’ye atlamakta tereddütteler ve maşa olarak kullanacak birkaç ülke aramaktalar..

bu hengame içinde ülkenin iç gündemi de karışık.. yaz boz tahtasına dönen eğitim sisteminde yapılmak istenen değişiklikler, tutuklu gazetecilerin bir kısmının tahliyesi, ‘sivas’ katliamının zamanaşımına uğratılması ve daha birçok mesele..

‘demokrasi eşittir faşizm’ düşüncemi her yerde her zaman dile getirdim ve sonuna kadar da bu düşüncemi savunuyorum.. ‘demokrasi balonu’ ya da ‘demokrasi yalanı’ ne derseniz deyin, yeryüzüne bakıldığı zaman ayan beyan ortadadır.. tartışmaya bile gerek yok.. demokrasi, saçma sapan seçim sistemleriyle iktidara gelen ‘x partisinin’ veya bilmem ‘p partisinin’ kendi düşüncesi dışındaki insanları  kendine benzetmek için değiştirmeye, dönüştürmeye çalıştığı ve kendi faşizmini ve fiziki yada manevi şiddet mekanizmalarını   kurduğu bir sistemdir.. bu kadar basit..

ülkemizi baz alacak olursak mecliste ülkenin tüm insanlarının temsil oranı nedir diye inceleyin.. kaç emekçi, kaç işçi, kaç köylü, kaç memur, kaç asgari ücretli var mecliste.. sendika ağalarını, paşalarını saymayın tabi.. ağırlıklı olarak müteahhitlerin olduğu bir meclis.. zaten ülke şantiye alanı.. buna da müteahhitler meclisi yakışır.. a, b, c fark etmiyor parti olarak.. hepsi aynı nitelikte..

neyse siyasi yapı ve sistem böyle olunca bütün ona bağlı sistemlerdeki insana dönük sonuçlar da benzer sonuçlar doğuruyor.. iki haftadır ‘sivas katliamıyla’ yatıp kalkıyoruz.. ‘sivas  zamanaşımına uğramasın’ diye bağırıp çağırıyoruz.. kaç sene geçmiş: 19 sene..

e peki bağıran bizler neredeydik 19 senedir.. 2 temmuz anmaları dışında, yani her senenin 1,2,3,4 temmuzlarında hadi 5 temmuzu da yazalım.. peki 6 temmuzda ne oluyordu diyelim.. UNUTUYORDUK.. ertesi seneye kadar unutuyorduk.. şu birkaç gündür gösterilen tepkiler çok önceden verilmeye başlansaydı bu sonuç ortaya çıkacak mıydı.. bir ihtimal yine de çıkabilirdi ama bu kadar kolay olmazdı.. bir iki hafta kala bağırıp çağırmanın pek bir anlamı yok..

zaten hukuksal olarak ortaya koyulan argümanlar da bir hukukçu olarak naçizane düşüncem çok saçma ve gülünç.. insanlık suçu sayılsın, soykırım sayılsın vs.. hukuksal olarak ve  içi boş söylemler.. yok hemen bir kanun çıkaralım zamanaşımından çıkaralım diyen hukukçular bile gördüm.. e peki hukukun en temel kaidesi olan ‘kanunların geriye yürüyemeyeceği’ hususunu nasıl atlıyor bu hukukçu kardeşlerim çok merak ediyorum.. geçenlerde bir abimizle bu meseleyi konuşurken fikrimizi sorduğunda ben gülünç bulduğumu söyledim kanun çıkaralım önerisini.. yanımdaki arkadaş da aynı şeyi söyledi.. abimiz ‘hayret ki sizin gibi objektif düşünen yok şu sıralar’ dedi.. gerçek budur, ne yani yüreğimiz yanıyor diye saçma sapan önerilerin arkasında mı durmamız gerekir..

sivas katliamı bir insanlık suçudur.. soykırım demek ise komiktir.. soykırımın kıstasları bambaşkadır.. belli bir güruh tarafından işlenen bir insanlık suçudur sivas.. katliamın nasıl meydana geldiği herkesin hafızalarında.. devletin belli güçlerinin denetim ve güdümünde işlenen şeriatçı ve faşist bir katliamdır sivas katliamı.. belli bir kesimdeki sivas katliamını tamamen derin devlete bağlayan görüşlere asla katılmıyorum.. ne yapmıştı derin devlet 20 bin tane psikopatı sivas’a toplayıp mı yaktırmıştı onlarca aydını, sanatçıyı.. zaten şu sıralar gökten yağan kardan, yolların buz tutmasından, hatta ve hatta depremlerden bile derin devlet sorumlu sayılıyor bazı aklı evvellerce.. hay maşallah bu derin görüşlere ne diyelim.. o zaman ki devlet yapısının ve iktidardaki koalisyon partilerinin tamamı sorumludur bu katliamdan.. en başta da iktidar ortağı ‘shp’ sorumludur bu katliamı engelleyememekle.. sen iktidar ortağı olacaksın başbakan yardımcısı olan parti başkanın olacak ve hiçbir bok yapamayacaksın.. iktidarın başındaki sağcı partinin başındaki hanımefendi katliamdan sonra çıkıp ‘otel dışındakilere bir şey olmamıştır’ diye akıllara zarar açıklamalar yapacak ve sen hala iktidar ortağı olup sosyal demokrasiden filan edebiyat yapacaksın.. bazıları yok hükümet yeni kurulmuştu filan diye savunmaya girişir.. hadi oradan.. ne olması gerekiyor hükümette bir yıl ya da iki yıl antrenmanlı mı olmak gerekir böyle bir katliamı engellemek için..

hepsi fasa fiso bu savunmaların.. sizin gücünüz vardı bu katliamı engellemeye ama siz engel olmadınız beyler bayanlar.. şimdi bakıyorum o dönemde hükümette ya da mecliste olan insanlar çıkmış timsah gözyaşları dökerek yavaş işleyen yargıyı vs suçluyorlar.. kendileri hiç suçlu değiller.. hiç iktidara gelmemişler sanki.. hükümetleriniz döneminde hemen failleri bulup yargılayıp iş bitirseydiniz ağalar paşalar.. hiçbir sorumluluğunuz olmadığı anda dışarıdan ahkam kesmek kolaydır..

19 senedir neredeydiniz ey insanlar, neyi bekliyordunuz.. bu ülkeden bu sistemden ne bekliyorsunuz çok merak ediyorum.. bu ülkede ‘çorumlar’, ‘maraşlar’ yaşanmadı mı.. bu ülke de aydınlar insanların gözleri önünde sokaklarda birer birer katledilmedi mi ve katledilmeye devam edilmiyor mu.. siyasi katliamları ve cinayetleri geçelim hepimiz gibi sade vatandaşlara ne demeli..  bu ülkede bir fabrikanın sekiz bayan işçisi kapalı kasa kamyonetin içinde sel sularında boğdurulup öldürülmedi mi daha iki sene önce.. beş tane mahkum daha bir sene önce cezaevi aracı içinde bilmem hangi  osuruktan sebepten  çıkan yangın sonucu yanan cezaevi aracında kameralar önünde ölüme terkedilmedi mi, neden o yangında sadece mahkumlar öldü de araçta bulunan diğer görevlilerin kılına bile ZARAR GELMEDİ! bu olaydan ne kadar vicdanınız sızladı, yüreğiniz yandı ey insanlık..  daha iki gün önce 11 sigortasız, karın tokluğuna çalıştırılan işçi çadırlarda beş dakika içinde göz göre göre yanmadı mı.. 2009 yılında yedi üniversite öğrencisi doğalgaz kaçağı vs denerek zehirlenerek ölmedi mi ankara’nın göbeğinde.. çıktı mı sorumlu birisi delikanlı gibi ‘benim yüzümden öldüler, vicdanım kanıyor’ dedi mi.. yok nerde! Ölenler suçlu sayıldı.. şerefsizce yapılan isnatlarla ölenler suçlandı.. yedi tane hayatının baharında genç ankara’nın göbeğinde katledildi..   yine 2009 yılında bir kan davası filan denilerek mardin’in bilge köyünde 44 insan katledilmedi mi kendi yakınları, köylüleri tarafından..  hayata döndüreceğiz diye 19 aralık 2000’de 30’u aşkın siyasi tutuklu ya da hükümlü katledilmedi mi bu ülkede.. koyunlarını otlatan küçük ceylan’ın kafasına havan topu mermisi inmedi mi bu ülkede.. van depremi sonrasında kurtarma çalışması yapılan alana gaz bombaları atılmış bir ülke burası. Gazeteci metin göktepelerin öldürüldüğü, hasan ocakların kaybedildiği bir vahşet ülkesi.. gazi katliamında sokak ortasında onlarca insanın avlanarak öldürüldüğü bir ülke burası..

hepinizin bildiği bu olayları hatırlamaktan tekrar kanınız dondu mu.. saymak gerekir mi daha.. henüz 1 mayıs katliamlarından, 16 mart katliamlarından ve onlarcasından bahsetmedim bile.. insan öğütme makinesi gibi çalışan bir ülke.. kendi insanına kıymaktan çekinmeyen bir anlayış.. 

yukarıda sayılan olayların kaçında gerçek suçlular cezalandırıldı.. kaçıyla ilgili verilen kararlar insanlığın vicdanını tatmin etti, yanan yüreklerin acısını bir nebze olsun dindirdi.. HİÇBİRİSİNİN..

aksine katliamlarda rolleri olanlar en iyi görevlere, makamlara getirildi.. kimisi milletvekili bile yapıldı.. kimisi geberip gittikten sonra arkasından şiirler, methiyeler bile düzülüp ağlamaklı programlar yapılmadı mı bu ülkede.. yapıldı.. e daha ne konuşup, bağırıp çağırıyorsunuz be kardeşim ‘sivas katliamı’ için.. boğazınıza, ses tellerinize yazık.. zamanaşımıysa zamanaşımı..

önemli olan bizim vicdanlarımızdaki, yüreklerimizdeki, beyinlerimizdeki zamanaşımı..

var mı böyle bir endişeniz..

yoksa problem yok demektir..

‘SİVAS’ VE DİĞER ONLARCA KATLİAMIN BİZİM İÇİN ZAMANAŞIMI YOK!

MESELE BU KADAR BASİT..

NE KATLEDENLERİ, NE GÖZ YUMANLARI ASLA UNUTMAYACAĞIZ..”

 

Crockett..

‘ÖZCAN ALPER’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘GELECEK UZUN SÜRER’in dvd’si çıktı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aleyhinde yapılan tüm karalamalara, küçümsemelere rağmen ve sağda solda kendi küçük dünyalarında üç kuruşluk sinema bilgileriyle yapılan haksız eleştirilere, kafalarındaki faşist tohumların etkisiyle arka planda filmi yok saymaya yönelik yapılan gizli kulislere rağmen türkiye sinema tarihinin başyapıtlarından birisi olan büyük usta ‘özcan alper’in ikinci uzun metrajlı filmi ‘gelecek uzun sürer’in dvd’si nihayet çıktı!

sinemada izlenmesi gereken filmlerden olmasına rağmen hem izlemeyenler için hem de tekrar izleyip arşivlerine koymak isteyenler için çok iyi bir fırsat.. ayrıca tüm aylakların desteklemesi gereken bir yapım bu..

büyük ustanın yeni filmlerini sabırsızlıkla beklerken ‘sonbahar’ ve ‘gelecek uzun sürer’le bir süre idare edeceğiz artık.. ayrıca bu eşsiz filmin müziklerini de sabırsızlıkla beklediğimizi yineleyelim..

neyse sizi daha fazla engellemeyelim filmi almaya gitmeniz için.. son olarak tüm film ekibine buradan tekrar teşekkür ediyorum aylak adamız ailesi adına, yüreğinize sağlık, iyi ki varsınız..

yazıyı okuyanlar, haydi şimdi filmi almaya gidelim hep beraber..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sinopsis :

İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru (28), ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için birkaç aylığına ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Kısa süreliğine çıktığı bu yolculuk, hayatının en uzun yolculuğuna dönüşür. Bu yolculukta Sumru’nun yolu Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet, Diyarbakır’da tek başına kalmış yıkık dökük kilisenin bekçisi olan Antranik amca ve bölgede sürmekte olan ‘adı konulmamış savaşa’ tanıklık eden pek çok karakterle kesişir.

Sumru, üç ay boyunca kaldığı Diyarbakır’da peşinde olduğu ağıtların hikayelerini ararken kendi ertelediği acısıyla da yüzleşir. Diyarbakır’dan Hakkari’de bulunan boşaltılmış bir dağ köyüne doğru yola çıkarken bu tehlikeli yolculuğa anlam veremeyen Ahmet’in “Neden bu köy, orada ne var?” sorularını yanıtsız bırakır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazan ve Yöneten : Özcan Alper

1975’te Artvin’de doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde 1992-1996 arasında Fizik, 1996-2003 arasında Bilim Tarihi okudu. 1996-1999 arasında MKM Sinema Atölyesi’ne, 1999-2001 arasında Nazım Kültür Evi sinema seminerlerine katıldı.

2008’de yönettiği ilk uzun metrajlı filmi “Sonbahar” Türkiye ve dünyada 60’tan fazla festivalde gösterildi, 33 ödül kazandı. 2009’da Avrupa Film Akademisi Avrupa Keşfi ödülüne aday gösterildi. “Gelecek Uzun Sürer” Özcan Alper’in ikinci uzun metrajlı filmi.

Oyuncular :

Gaye Gürsel  : Sumru

1980’de İzmir’de doğdu. 2002 yılında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun olduktan sonra Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde oyunculuk eğitimi aldı. Birçok reklam ve dizide rol aldı. “Gelecek Uzun Sürer” başrollerini oynadığı ilk sinema filmidir.

Durukan Ordu : Ahmet

1973’te Akşehir’de doğdu. Hacettepe üniversitesi Ankara Devlet Tiyatrosu’nda eğitim aldıktan sonra Trabzon Devlet Tiyatrosu ve Ankara Devlet Tiyatrosunda bir çok oyunda başroller de oynayan Durukan Ordu, 2005-2009 yılları arasında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde “Temel Oyunculuk” dersleri verdi. Halen Ankara devlet tiyatrosunda oyunculuğuna devam eden Ordu’nun, “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Sarkis Seropyan : Anto Dayı

1935’te İstanbul’da doğdu. 90’lı yılların sonunda gazeteciliğe başlayan Seropyan , Agos gazetesinin kurucularından ve yazarlarından. Halen Agos gazetesinde yazarlık yapıyor. Daha önce oyunculuk yapmadı. Bir çok kitap yazdı ve çeviriler yaptır. “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

Osman Karakoç : Harun

1983 yılında Eskişehir’de doğdu. Bilkent Üniversitesi Kimya bölümü öğrencisiyken üniversitenin tiyatro topluluğuna katılması ile tiyatro hayatı başladı ve buadaki öğrenimine son vererek Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro bölümünü kazandı. Bir çok oyunda rol alan Karakoç, Tv dizilerinde rol alan ve halen eğitimini sürdürmekte olan Osman Karakoç’un “Gelecek Uzun Sürer” rol aldığı ilk sinema filmidir.

 

Senaryo ve Yönetmen : Özcan Alper

Yapımcılar : Ersin Çelik, Soner Alper

Uygulayıcı Yapımcı : Cihan Aslı Filiz

Ortak Yapımcılar : Guillaume de Seille, Titus Kreyenberg

Görüntü Yönetmeni : Feza Çaldıran

Ses : Mohammed Mokhtary

Özgün Müzik : Mustafa Biber

Sanat Yönetmeni  : Tolunay Türköz

Kurgu : Ayhan Ergürsel, Thomas Balkenhol, Özcan Alper, Umut

Sakallıoğlu

Işık Şefi : Engin Altıntaş

Yardımcı Yönetmen : Lusin Dink

Cast

Sumru – Gaye Gürsel

Ahmet – Durukan Ordu

Antranik – Sarkis Seropyan

Harun – Osman Karakoç

Leyla – Güllü Özalp Ulusoy

Kuto – Erdal Kırık

Senaryo Danışmanı : Thomas Balkenhol

Senaryoya Katkıda Bulunanlar : Hüseyin Kuzu, Orhan Eskiköy,

Murat Boyacıoğlu

Prodüksiyon Amiri : Yusuf Deniz Çinibulak

Set Amiri : Altan Çakmak

Yönetmen Yardımcıları : Hamdi Akyol , Özgür Doğan

Prodüksiyon ve Laboratuar Koordinasyon : Selim Güntürkün

Van ve Diyarbakır Yapım Yardımcıları : Reşat Ayaz,  Cengiz Toprak

1. Kamera Asistanı : Mansour Zohouri

2. Kamera Asistanı : Uğur Şapaloğlu

3. Kamera Asistanı : Kerem Arıca

Işık Asistanları : Yavuz Ustabaş, Şafak Kibar, Kenan Seçkin

Boom Operatörü : Ali Reza Karimi

Sanat Yönetmeni Yardımcıları : Arif Seletli, Racia Kaya, Aziz İnce

Set Asistanı : Emre Selçik

Panter Operatörü : Rasim Kurtulan

Panter Asistanı : İsmail Ay, Hamza Şahin

Stedicam Operatörü : Hakan Tezer

Runners : Hasan İnce,  Sezai Bulut

Ulaştırma : Fethi Gümüş, Musa Dağlı, Selahattin Aksoy, Cebrail

Dağlı, Abdullah Akyıldız

Set Fotoğrafçısı : Hüsamettin Bahçe, Ziynet Özen

Cast Ajansı : Renda Güner Casting

Cast Sorumlusu : Hülya Çelen

Cast Asistanı : Demet Koç

Radyo Haberleri Kayıt : Açık Radyo – Didem Gençtürk

Radyo Anonsu : Murat Utku

Grafik Tasarım : Sera Dink

Çeviriler : Caroline Riera-Darsalia, Lucy Wood, Lidya Bulte,  Uwe

Fiedeldei,  Berkcan Navarro

 

Katıldığı Festivaller ve Ödüller :

Festivaller :

2012,22-30 Mart] 19. Uluslararası Febiofest Film Festivali Prag(Çek Cumhuriyeti) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 9-18-25 Mart] 16. Sofya Uluslararası Film Festivali (Bulgaristan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012, 24 Şubat-4 Mart] 40.Uluslararası Belgrad Film Festivali (Sırbistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,14-21 Şubat] 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2012,  41. Rotterdam Uluslararası Film Festivali (Hollanda): Parlak Gelecek Seçkisi

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan) : Uluslararası Yarışma Bölümü

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 18. ,Adana  Altın Koza Film Festivali, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması

2011, 36. Toronto Uluslararası Film Festivali, Çağdaş Dünya Sineması Seçkisi

 

Ödüller :

2012, 19. Vesoul Asya Fillmleri Festivali(FICA)(Fransa)

Özel Mansiyon Ödülü

2011 , 16. Kerala Uluslararası Film Festivali(Hindistan): FIBRESCI (Uluslararası Sinema Yazarları Birliği) En İyi Film

2011, 2. Malatya Uluslararası Film Festivali: En İyi Film Ödülü, En İyi Yönetmen Ödülü, En İyi Müzik Ödülü

2011, 18. Adana Altın Koza Uluslararası Film Festivali: Yılmaz Güney Ödülü

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) En İyi Film Ödülü : En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü, En İyi Erkek Oyuncu Ödülü(Durukan Ordu), En İyi Müzik Ödülü(Mustafa Biber)

(filmle ilgili tüm bilgiler, fotoğraflar filmin resmi sitesi : http://www.gelecekuzunsurer.com/ dan alınmıştır.. daha fazla bilgi için buraya bakınız..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

günlükten bir sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanlıktan doğuştan atılmıştık.. gemimizi doğuştan batırmıştık..’ – masist gül

 

saat 01 10 – uyudum..

03 25 – uyandım..

05 50 – bin bir debelenmeden sonra tekrar uykuya dalmışım..

07 30 – geç kaldım telaşıyla denizde son anda boğulmaktan kurtulurken su yüzeyine çıkış gibi uykudan uyandım.. perdeleri açtım kar başlamış.. ama benim bir an önce ümraniye adliyesine gidip bazı işleri halletmem lazım..

08 20 – evden çıktım.. kar bizim mahallede yoğunlaşmış durumda.. rüzgarla birlikte nefes kesen bir tipiye dönmüş.. arabaya bindim motoru çalıştırdım.. saçma sapan korkularım vardır.. yılda en az yirmi otuz bin kilometre yol yapan birisi olarak geçmişte yaşadığım bir iki kötü olay nedeniyle kar yağışlı havada araba kullanmayı sevmem..

08 35 – on, on beş dakika arabada oturduktan sonra arabayı söndürüp caddeye attım kendimi.. kendi arabamla gitsem on dakikada ara yollardan ulaşabileceğim ümraniye adliyesine bakalım hangi kaprisli taksiciye denk gelirsem onun sabah kalktığında evinde ve daha sonra trafikte şekillenmiş ruh haline göre hangi saçma yollardan gideceğiz adliyeye..

09 05 – kaç dakikadır caddedeyim soğuktan artık hatırlamıyorum.. trafik kilit ve taksi filan yok.. geriye dönüp arabamla mı gitsem diye düşünüyorum.. artık dayanma gücüm sıfırlanmışken trafik ışıklarına doğru yöneldim, arabama doğru gidiyordum.. yeşil yandığı sırada yolun karşı kısmında bir taksi durup korna çaldı.. kimse kapmadan koştum kendimi taksiye attım..

‘-selamünaleyküm.. ümraniye adliyesine gideceğiz..’

selama cevap yok sadece sert bir sesle saçma bir soru :

‘çevreden mi gidelim..’

tabi bende şalterler attı hemen..

‘ataşehir’e çığ düşmediyse, ataşehir’in içinden  beş dakikada gidelim zahmet olmazsa..’ dedim aynı sertlikteki ses tonuyla rücu ederek taksici efendiye..

topu topu ara yollardan 4 kilometre tutacak yolu arkadaş çevre yolundan ve köprü trafiğine bulaşarak on beş kilometreye çıkaracak ve bu kar yağışında bile on dakika sürecek yolu belki bir saatlik belki de ucu açık bir zaman dilimine yayacak..

‘haklısın abi’ diyerek geri vites yapıyor arkadaş aynadan hayvani yapımı ve tipinin altında daha da korkunçlaşan görünüşüme bakarak..

09 08 – taksici muhabbete girmek istiyor..

-memleket neresi abi..

– antakya..

onun nereli olduğunu sormuyorum, bozuluyor ama ısrarlı muhabbet kurmakta..

-seni bizim sivaslılara benzettim bıyıklardan abi diyor.. maşallah ne kullanıyorsun abi bıyıklara.. (yılışık bir kahkaha..) ceviz yağı filan mı sürüyorsun.. benim bıyıklara ne denediysem böyle gürleşmedi.. sırrı nedir senin bıyığın abi..

hayatım boyunca üç soruya sinir olurum.. birincisi meslek ne ve arkasından memleket neresi sorusu.. ikincisi dönemsel psikopatça zayıflamalarımla ilgili, özellikle kadınların nasıl zayıfladın, sırrın ne, hangi diyetisyene gittin vs. sorusu.. üçüncüsü ise bıyıkların sırrı ne.. sana ne diyesim gelir bu sorulara hep.. meslek sorularına avukat yerine işsizim derim genelde.. birkaç kez muhasebeci, öğretmen  filan dedim yine soru yağmuru başladı.. o yüzden ya işsizim diyorum ya da avukatım diyorum.. en azından sorular bildiğim yerlerden geliyor.. zayıflama sorularına ‘doktorum kendim, sırrım da irade’ diyorum inanmıyorlar.. e ne yapayım, ne diyeyim daha.. yok  diyetisyen miyetisyen yahu.. boğazınıza hakim olun yeter.. ama anlayan nerede.. illa mucize bir ilaç ya da mucize bir doktor olacak.. televizyonlarda yeterince şaklaban mevcut, onları izleyin.. neredeyse adamlar televizyonlarda ameliyat yapacaklar.. hey gidi hey, zamanında ‘dr. ziya özel’ diye biri zakkumdan kanser ilacı yaptığını söylemişti de derman arayan millet zakkum yiyip, suyunu içip patır patır ölmüştü.. o günlerden belliydi bugünlerin gelişi zaten..

neyse taksici gözlerini aynaya dikmiş bana bakıyor cevap bekliyor bıyıkla ilgili sorusu için.. ben de gözüm yolda bir an önce yol bitsin diye bakıyorum.. sonra derin bir nefes alıp cevap veriyorum, kurtuluş yok çünkü, kardan dolayı zırto yavaş  gidiyor doğal olarak..

-bıyıkların sırrı yok birader.. bırakıyorsun uzamalarını bekliyorsun.. ve bol bol -sadece bıyık için kullanacağın- ufak bir tarakla tarıyorsun.. temiz tutman da önemli.. ve tabi ki en önemlisi kesmemek.. öyle badem gibi bırakırsan uzamaz tabi..

halbuki lavuğun benden milyon kat daha fazla kıl kökü var bıyık kısmında.. kırpa kırpa bademe dönüştürmüş, sen kesersen ne yapsın o kıl kökleri sana..

-ama abi olmuyor benimkisi öyle..

içimden saydırmaya başlıyorum herife.. benim aklımda bu karda kıyamette ‘uyap’ denen zamazingonun çalışıp çalışmadığı düşüncesi ve stresi var..

09 21 – adliyenin önünden özgürlüğe kaçar gibi taksiden indim..

09 23 – merdivenleri son hız çıktım.. tevzi bürosunun önünde kuyruk yok.. güzel.. ön kayıt ve tevzi.. bilmem kaçıncı icraya düşüyorum.. peki memnuniyetle..

09 28 – icra dairesine iniyorum.. çok güzel burada da yoğunluk yok.. müdürden havale alıp sonra kayda gidiyorum.. kar yağışından memurların hepsi gelmemiş.. neyse ki tanıdık birisini buluyorum kaydı yapıyor.. dosya damgalama ve numaralandırma işini kendim yapıyorum yarım yamalak.. harcı ödemek için müdür yardımcısına gidiyorum.. yanında bir avukat ya da başka daireden memurla çıkarmışlar silahlarını birbirine gösterip anlatıyorlar.. ben ayakta kazık gibi dikilmiş bu manasız ve tehlikeli muhabbetin bitmesini bekliyorum sabırla.. tabi benim sabrım silahlardan birinin namlusunun sağa sola dönmesinden aniden tükeniyor..

-ya kardeşim sağa sola döndürüp durmasana şunu, sabah sabah bir kaza olacak..

müdür yardımcısı bayan gülerek :

-korkmayın avukat bey, şarjörü çıkardı arkadaş..

– ya namluda varsa.. olur mu böyle şey adliye içinde müdürüm..

– haklısın deyip geri vitese bağlıyor bu da..

fena kızgınım ama diğer memurun elindeki silah ilgimi çekiyor ve filmlerde gördüğüm eski faşist alman subaylarının silahlarından olduğunu anlıyorum ama adını çıkaramıyorum o an.. muhtemelen 1940-44 arası bir silah.. nerden bulmuşsa lavuk.. müdür yardımcısı hanıma harcımı ödeyip siktirip diğer işlerim için üst kata çıkıyorum.. orada da hakimden havale alıp dosyaya dilekçeyi bırakıyorum.. aynı kattaki diğer işleri de bitirince sokağa çıkıp iş taksi bulmaya kalıyor.. bir an önce cennetim kadıköy’üme ulaşmam lazım nefes alabilmem için..

10 02 – taksideyim.. aynı muhabbet dönmeye başlıyor..

-çevreden mi gidelim abi..

birden sinirli bir sesle kükrüyorum :

-nerden istersen keyfine göre git, ister çevreden ister içerden.. kafana göre takıl..

– yok abi sen nerden istersen..

– en hızlı nereden gidebilirsen oradan git kardeşim.. kafana göre takıl..

içimden de muhabbet etmeye çalışma da nerden istersen git diyorum..

10 35 – kadıköy’deyim.. her zaman kahvaltılık tıkındığım fırının önünde çayımı içip tostumu ısırıyorum.. canım pek bir şey istemiyor nedense.. iştahsızım.. soğuktan belki.. bu arada bizim evin orada ve ümraniye adliyesinin orada yerde en az dört beş santim kar varken kadıköy merkezde kar yok.. komedi.. sıkılıyorum, tostu filan yarıda bırakıp kalkıyorum..

10 42 – iki adım bile atmamışken fırının bulunduğu meydanın diğer ucunda ‘halo dayı’ ve ‘mehmet abi’yle karşılaşıyorum.. aralarında tartışıyorlar.. ‘halo dayı’ ‘benim büroya gidelim orada viski atalım’, derken ‘mehmet abi’ hemen o meydandaki bir kokoreççi de ‘ikişer duble rakı atalım’ diyor, fakat daha sabahın körü.. onlar beni fark etmiyor bu tartışmaları sırasında, tiyatro gibi izliyorum muhabbetlerini.. sabahtan beri olan gerginliğim uçuyor.. gülümsemem yayılıyor yüzüme ve beni fark etmeleri için iki adım daha ileri atılıp ‘halo dayı’ya sarılıyorum hızla ve

-bebeğim nasılsın, diyorum..

-bak ya bebeğim diyor.. sapık mısın müdür sen..

-he ya sadece senin sapığınım ‘halo’ deyip öpüyorum tenten saçlarının kakül kısmından..

‘sapık’ diyerek bağırıp ittirerek benden kurtulmak istiyor.. ama nafile yetmiş beş yaşındaki adam, doksan kiloluk bu insan azmanından nasıl kurtulur.. bir daha öpüyorum.. ‘mehmet abi’ gülmekten öksürük krizine boğuluyor.. sonra serbest bırakıyorum ‘halo’yu ve onlara teklifte bulunuyorum :

-bu soğukta buralarda ne içeceksiniz, buyurun bizim mekana gidelim iki şişe rakımız var.. meze hazırlarım sizlere, birkaç çeşit meyvede yaparım.. sıcak sıcak oturun için.. hem bu sabahın köründe içmek niye..

-kafalar bozuk müdürüm diyor ‘mehmet abi..’

anlıyorum ne demek istediğini.. üstelemiyorum.. kabul ediyorlar, bizim mekana doğru yola koyuluyoruz..

10 55 – yoldan meyve, peynir vs aldıktan sonra mekana giriyoruz.. ‘halo’ ve ‘mehmet abi’ mezeleri vs’yi beklemeden birer duble rakı doldurup hemen içmeye başlıyorlar bu saatte.. ben mezeleri hazırlamaya girişiyorum.. mekanda ‘abidin dayı’ da var..

-nereden buldun bunları getirdin diyor..

-sokakta üşüyorlardı, içecek açık mekan arıyorlardı gönlüm el vermedi ısrar ettim yukarıya getirdim..

-iyi etmişsin diyor ‘abidin dayı’ ve gülümsüyor..

11 20 – mezeler hazır.. arka odaya balkondaki ‘halo dayı’nın çalışma masasını geçirip çilingir sofrasını onun üzerine kuruyorum.. sonra ‘ciwan haco’nun son albümü ‘veger’i de çalmaya başlıyorum.. ‘mehmet abi’ duygulanıyor.. çok hoşuna gidiyor.. kendince eşlik etmeye başlıyor türkülere şarkılara..

11 40 – ben de masa kurma işim bitince oturup kendi masamda o gün yaptığım işlerin dosyalarını işliyorum.. bir yandan da ‘mehmet abinin’ anlattığı ‘halo dayı’yla ilgili anılarını dinliyorum.. yetmişli yıllardan bir sürü duymadığım anı, hikaye.. ben de on beş senedir ‘halo’yla ilgili tüm anıları dinledim ve bilirim sanırdım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12 45 – ben de koşuyorum rakı alıyorum kendime yarım yamalak bir kahvaltı  üzerine rakıya vurmaya başlıyoruz.. mekanda iki şişe ‘izmir rakısı’ vardı.. ilk kez aydın, ‘ortaklar’da ‘ciğerim’in babası sevgili ‘musa amcamız’ içirmişti bana ‘izmir rakısını.. çok sevmiştim.. gerçekten içimi güzel bir rakıydı.. sabahlara kadar günlerce ‘izmir rakısı’ içmiştik kendisiyle.. ama ne yazık ki bu hafta midesinden ağır bir operasyon geçirdi iki milimetrelik bir tümör için.. moralimiz çok bozulmuştu.. neyse ki ameliyat gayet iyi geçti ve tümör iyi huylu çıktı.. şimdi iyileşme sürecini bitirmesini bekliyoruz.. doktoru sevgili ‘ertuğrul’ abimiz midesinin dörtte üçü gitmesine rağmen eylüle doğru rakı içmeye başlayacağını, sadece aç karna tatlı vs yememesi gerektiğini söyleyince gülmüştük dolu dolu.. biz de buradan aylak adamız ailesi olarak sevgili ‘musa amcamıza’ geçmiş olsun diyoruz..

12 50 – ilk kadehi fondip yapıyorum.. yağ gibi kayıyor meret.. günlerdir ameliyat vs yüzünden yaşadığım stres üzerine iyi geliyor bu duble.. ve devam ediyoruz müzik ve muhabbetle beraber..

13 30 – ilk şişe ‘izmir’ rakısı bitiyor.. ‘halo’ ikinciyi açıyor..

14 20 – kafalar on numara, muhabbet tavanda.. ‘mehmet abi’, ‘halo’nun ikinci çocuğunun doğduğu günü anlatmaya başlıyor.. gülmekten kırılıyoruz hepimiz.. ‘mehmet abi’ ve ‘halo dayı’, ‘haloların’ evinde oturmuşlar içiyorlarmış.. birden yan odadan yengenin sesi gelmiş ‘hasan, hasan galiba çocuk geliyor, acele ambulans çağır, hastaneye götür beni..’ ‘halo dayı’ hiç istifini bozmadan diğer odaya bağırmış ‘dur kadın, fışkırma şimdi.. viskiler bitsin bakarız bir hal çaresine..’ gülmekten yıkıldık ama ‘mehmet abi’ anlatmaya devam ediyor.. ‘yahu olmaz kalk yengeyi hemen hastaneye götürelim benim arabayla, saçmalama, şakası olmaz bu işin..’ inanın dedi ‘halo’ viskisi bitince kalktı yengeyi omuzladı ve benim arabaya bindirdik.. ama aksilikler bitmiyor ki ‘zeynep kamile’ giderken ‘haydarpaşa’ yokuşunda benzin bitmez mi..’ kendine gelen ‘halo’ elinde bidon koştu en yakındaki benzinciden benzin almaya gitti.. neyse ki yengeyi yarım saat sonra yetiştirdik ve akşamına da normal doğumunu yaptı.. ‘biz tabi bu güzel anının ‘dur fışkırma kadın’ repliğine takıldık kaldık.. insanın bu kadar rahat olması ancak ‘halo dayı’da görülebilecek bir meziyet.. not ettik bu anısını da..

14 50 – ‘gürselim’ de geldi hemen rakıya katıldı..

15 10 – ikinci şişe rakı bitmek üzere kalkıp ‘suat’ abimizin dükkanına gidiyorum bir şişe rakı ve on altı tane cilalık bira alıyorum.. ‘ciğerim’ de geliyor tam ben mekana girerken.. nereden buldun ‘halo ile mehmet abi’yi diyor.. anlatıyorum sabahın köründe çarşının ortasında rakı içecek yer arıyorlardı buraya getirdim diyorum.. gülüyor..

16 10 – ‘mehmet abimiz’ gençliğinde yazdığı şiirlerden bahsedip örnekler verip ezberinden okumalar yapıyor.. ‘gürselim’ de gazı veriyor ‘mehmet abi’ye şiir aralarında.. ‘mehmet abi’ de tam muhabbet adamı.. samimiyeti ve sofrası güzel insanlardan.. o sırada ön odada ki ‘abidin dayımız’ da elinde boş rakı kadehiyle geliyor ve kendisine rakı doldurmaya başlıyor.. ‘abidin dayımızın’ da içtiğini görünce neşem çoğalıyor..

16 50 – ‘halo dayı’ ile ‘mehmet abi’ de mesailerine aşağıda kendilerini bekleyen arkadaşlarının yanında devam etmek üzere ayrılıyorlar.. öpe öpe yolluyorum ‘halo’yu.. ‘halo’lar giderken sevgili ‘mustafa’ abimiz geliyor.. ‘musa amca’nın yanında kalmıştı gece.. ondan alıyoruz son havadisleri.. ‘mustafa abimiz’ de bira içmeye başlıyor.. muhabbet kervanına o katılıyor bu sefer..

17 00 – ‘gürselim’ de satışa getiriyor ve o da gidiyor başka arkadaşlarının içki muhabbetine..

17 30 – ‘abidin dayı’, ‘mustafa abimiz’ ve ‘ciğerim’ de evlerine gitmek üzere ayrılıyorlar mekandan..

17 31 – tek başıma kalıyorum.. içmeye devam ediyorum.. yüzümdeki neşe yavaş yavaş sönüyor ve kayboluyor.. nedense kendimi sabahın köründen geç saatlere kadar bedenini satarak rızkını kazanan ve gidecek hiçbir yeri olmadığından dolayı parayla insan  eti satılan genelevde tek başına kalmış bir  ‘orospu’  gibi hissediyorum.. anlayamıyorum bu hissi ve bu benzetmeye zoraki gülümsüyorum.. boş bardaklardan birisine kadehimi vurup içmeye devam ediyorum.. pilli bebek dinliyorum..

17 50 – dün sahaftan aldığım kitaplardan ‘carl jung’un, ‘can’ yayınları tarafından ‘iris kantemir’ çevirisiyle yayınladığı ‘anılar, düşer, düşünceler’ kitabının son sayfasına kitabın eski sahibi 2010 yılında kaybettiğimiz şair, psikiyatrist ‘halil ibrahim bahar’ın 7 kasım 2001 perşembe günü kendi el yazısıyla ve kurşunkalemle yazdığı anlamlı notu tekrar okuyorum :

‘beni anlayanlar değil ancak sesimi duyanlar çoğaldıkça yalnızlığım, yabancılaşmam da daha  hızlı artıyor.. bu ağırlığın taşıyıcısı benim.. kiminle paylaşabilirim? çevrem uçuşan kınkanatlılarla dolu.. (kınkanat: uçamayan bir böcek çeşidi..) ayakları balçığa batmışken uçtuklarını sanıyorlar..’ – halil ibrahim bahar

ne kadar anlamlı yazmış değil mi ‘halil ibrahim bahar’ üstadımız.. umarım ‘halil ibrahim’ üstadın ciltler dolusu yazdığı fakat sağlığında yayınlamadığı tüm şiirleri de bir gün yayınlanır ve tüm şiir düşkünlerine yeni bir okyanusun sularında yol alma imkanı doğar..

18 30 – rakının üçüncü şişesi de bitiyor.. tekrar cilaya başlıyorum.. neyse ki yeterli bira stoku bulunuyor her zaman mekanda..

19 20 – kafamda dönüp duruyor ‘gidecek hiçbir yeri olmayan bir orospu gibiyim’ cümlesi.. bunca yoğun bir günden sonra böyle tek başına ortada kaldığını düşünmek koyuyor insana.. dışarı çıkıyorum.. soğuk havada biraz dolaşmak iyi gelir diye düşünüyorum.. dışarı çıktığım anda mideme müthiş bir kramp saplanıyor.. o an hatırlıyorum sabahın köründen beri kıytırık bir tostla yapılan kahvaltıdan sonra on dubleden fazla rakı ve en az altı şişe bira içmişim.. ne yapsın, daha ne kadar idare etsin bu mide.. demirden değil ki.. sıcak bir çorba içmek için alkollüyken girilmeyecek kadar badem bıyıklılar cenneti olan bir mekana inatla atıyorum kendimi.. üzerimden yayılan anason kokusunu alınca tiril tiril giyinmiş garsonların yüzlerindeki gülümseme soluyor.. neyse ki lavuklar tanıyorlar beni, zart zurt etmiyorlar.. tavuk suyu çorba.. pilav üstü döner.. içtiğim her yudum, yediğim her lokma mideme yumruk gibi iniyor.. kıvrana kıvrana bitiriyorum zoraki yemeğimi..

19 50 – mekana dönüyorum.. sıcak bir çay demliyorum kendime.. dört bardak çayı da içince biraz kendime geliyorum ama midem hala taş gibi ve ağrıyor..

20 40 – eve gitme vakti diyorum.. ama gitmeden önce şu midedeki şişkinliğe bir çözüm bulmak adına kaloriferin yanında ısınmaya bıraktığım iki şekersiz tavşanlı birayı  arka arkaya götürüyorum.. yüce insan ‘bukowski’den bizlere kalma bir tedavi yöntemi.. gerçekten biralar iyi geliyor..

gerçekten de ‘özcan alper’ gibi insanların inatla güzel üretimler yaptığı, insanlara bir şeyler  göstermeye uğraştıkları bir dünyada ve yine ‘halo dayı’,  ‘mehmet abi’ gibi güzel insanların olduğu bir dünyada bizim gibi ‘fırtına’ olanlara rüzgar ve gece neyler ki.. vız gelir tırıs giderler..

21 03 – ‘gürselim’ mesaj atıyor : ‘mekanda mısın’ diyor.. ‘çıkıyorum’ diyorum.. sonra ‘yanına geliyordum’ diyor.. ben de ‘kendimi orospu gibi hissettim tek başıma kalınca, çıktım’ diyorum..

21 40 – kümesimdeyim.. anneme ve babama sarılış.. dört yıldır evli kardeşimin boş odasına bir selam çakış ve kitaplarla filmlerin ortasına kendimi atış ve gözlerim kapanırken ‘arthur rimbaud’nun satırlarında kayboluş :

‘dünya faltaşı gibi açılmış şaşkın gözlerimiz önünde

tek bir kara ormana indirgendiğinde

tek bir kumsala vefalı iki çocuk için

ve aydınlık sevgimiz için şarkılar dolu tek bir eve…

sizi bulacağım.’

Crockett..

(fotoğraflar : crockett.. yer: st. simon manastırı, samandağ, antakya..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘TEHLİKELİ İLİŞKİ / A DANGEROUS METHOD..’ – DAVID CRONENBERG

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kanadalı usta yönetmen ‘david cronenberg’in izlediğim ilk filmi ‘the fly’ (sinek- 1986) adlı filmiydi.. bilim-kurgu tarzında fantastik bir gerilim filmiydi.. uçuk kaçık olmasının yanında insan psikolojisini de ele alan etkileyici bir filmdi.. daha sonra ‘dead ringers’ (ölü ikizler-1988) filmini izledim..’jeremy irons’un başrolde oynadığı yine uçuk kaçık bir filmdi.. bu filmler 80’li yılların filmi olmasına rağmen izlememiz 90’lı yılların ortasını bulmuştu..  daha sonra eski filmlerinden ‘the scanners’ ve ‘videodrome’ ve ‘the brood’ elime geçti.. artık yavaş yavaş bir ‘david cronenberg’ hastalığı başlamıştı ruhumda.. filmleri karanlık, sert filmlerdi.. ona bağlandığım ve artık benliğimde silinmez yer edinmesine sebep olan filmi ise 1991 yapımı ‘william s. burroughs’un kült romanı ‘naked lunch’ (çıplak şölen)’dan uyarlanan aynı adlı filmiydi.. filmde çizdiği dünya, romanın dünyasına çok yaklaşmıştı.. kurduğu karakterler, madde kullanımından doğan halüsinasyonlar, krizler o kadar iyi sinema diline uyarlanmıştı ki hayran kalmamak elde değildi..

daha sonra en çok bilinen ve ‘cronenberg’ adının sinema tarihine silinmez şekilde yazılmasını sağlayan kült filmi ‘crash’ (çarpışma – 1996)’ı izleme fırsatım oldu.. gerçekten yine insan ruhunun karanlık dehlizlerinde dolaşan bir filmdi.. insan ruhunun açmazları, çatışmaları, toplumsal baskıları, cinsel saplantıları, bitmez tükenmek bilmeyen arzular, hışlar, kıskançlıklar, şiddet bağımlılığı vs işleniyordu filmde.. aslında bu başlıklar ‘david cronenberg’in sinema dilinin ana başlıklarıydı.. oluşturduğu sinema dilinin kelimeleriydi..

‘çarpışma’dan sonra ise ‘existenz’ (varoluş – 1999) geldi.. ama onda sonra gelen filmi beni en çok derinden etkileyen filmiydi :  ‘spider’ (örümcek).. ‘spider,’ ‘cronenberg’in filmografisinde kendi imkanlarıyla, kısıtlı maddi olanaklarla çektiği ve başrolünde usta oyuncu ‘ralph fiennes’in mükemmel bir performans sergilediği ve de bence ‘cronenberg’in en iyi filmiydi.. bu film hep elimin altında olan ve sıklıkla izlediğim filmlerden birisi haline geldi..    filmin kurgusu,  ‘ralph fiennes’ın adeta yaşayarak oynaması filmin karanlık, kafkaesk havası filmi başyapıt haline getirmişti.. ancak nedense hak ettiği değer verilmedi bu filme..

 ‘spider’dan sonra ‘a history of violence’ (2005) ve ‘eastern promises’ (2007) geldi.. bu iki film de iyi filmlerdi ama bence ne ‘spider’dan ne de ‘çarpışma’dan iyi değillerdi.. ‘dead ringers’ ve ‘the fly’a ancak yaklaşan filmlerdi.. ama yere göğe sığdırılamadı bu filmler.. bu filmlerin en önemli yanı bu filmlerde başrolde oynayan ‘viggo mortensen’in üstün performansıydı..

2007’deki ‘eastern promises’ filminden sonra uzun bir sessizlik dönemi geçiren ‘david cronenberg’in, ‘sigmund freud’ ve öğrencisi ‘carl jung’un arasında geçen olayları anlatan bir filme başladığını duyduğumda çok heyecanlanmıştım.. psikanalizin kurucusu ‘freud’ ve en yakın dostu ve yardımcısı ‘jung’un ilişkisi, dostlukları, sonra aralarının bozulup küsmeleri ve bu ilişki sırasında ‘sabina spielrein’ın adlı kadının ortaya çıkıp bu ilişkiyi etkilemesi.. tüm bunların işlendiği bir film olacaktı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘freud’ ile ‘jung’ arasında neredeyse baba-oğul ilişkisine varan bir yakınlık varken ‘jung’un hastası olarak zürih’teki kliniğine büyük krizler geçirirken getirilen ‘sabina spilrein’ın önce ‘jung’un hayatına girmesi, onun aile yaşamını etkilemesi, daha sonra bunun viyana’da yaşayan ‘freud’un kulağına kadar gitmesi ve bu ilişkinin de yansımaları sonucu ikilinin arasının bozulması.. ‘sabina spielrein’ gerçekten ilginç birisi.. ‘jung’un hastası olan ‘spielrein’, iyileşme döneminde önce ‘jung’un asistanı olmuş daha sonra eğitimini tamamlayarak kendisi de bir psikanalist olmuş birisi.. gençlik yıllarında histeri teşhisi konulmuş ve çocukluğunda babasının gördüğü şiddetten dolayı rahatsızlandığı tedavi sürecinde ortaya çıkmış ‘spielrein’ aynı zamanda çok zeki ve hırslı bir kadındır ki kısa sürede dünyanın ilk kadın psikanalistlerinden birisi olur ve şizofreni ile çocuk psikolojisi üzerine uzmanlaşır.. zengin bir kadın olan ‘emma jung’ ile evli olan ‘carl jung’, çok önemli olan hasta – doktor ilişkisinin gerektirdiği meslek etiği sınırını aşarak hastası ‘spielrein’ ile tutkulu ve cinselliğin ağır bastığı bir ilişki yaşar.. ‘jung’un yanında yetişen ‘spielrien’ bir süre sonra ‘viyana’da ‘freud’un yanında çalışmaya başlar.. film bu üçlü arasındaki ilişkileri anlatan ve daha çok sanırım tarihte pek önem verilmeyen ve es geçilen ‘sabina spielrein’ın yaşamına odaklanmış bir hikaye örgüsüne sahip.. sabina spielrein ismi freud ile jung’un arasındaki mektuplaşmalarının ortaya çıkmasıyla duyulmuş ve araştırma konusu olmuştur.. bu araştırmaların sonunda ‘spielrein’ın, ‘freud’ ve ‘jung’un araştırmalarında ve oluşturdukları kuramlarda çok önemli bir yere sahip olduğu ortaya çıkmıştır..

filmde artık ‘cronenberg’ filmlerinin gediklisi olmuş ‘viggo mortensen’ ‘freud’u canlandırıyor.. ‘eastern promises’teki ‘viggo mortensen’ bir de burada ‘freud’u canlandıran ‘viggo mortensen’e bakıyorsunuz ve ister istemez bu adam o adam mı deyip hayran kalıyorsunuz bu oyuncunun yeteneğine.. ‘carl jung’u ise yine usta bir oyuncu canlandırmış : ‘michael fassbender..’

‘sabina spielrein’ı ise ‘keira knightley’ canlandırmış.. filmi izlemeden önce onunla ilgili o kadar kötü eleştiriler okumuştum ki neredeyse şartlanmış olarak filmi izlemeye başladım ancak ‘keira knightley’ın performansı en üst düzeydeydi, kendisini ilk defa izliyordum ve hayran kalmıştım.. filmi taşıyan oyuncusu kendisiydi.. hele filmin başında ve filmin devamında yaşadığı histeri atakları sırasında sergilediği performans hayranlık uyandırıcı.. bazı çekemeyenler onun hakkında filmde iğreti durmuş, oynayamamış demişlerdi.. filmi izledikten sonra şaştım kaldım.. aynı filmi izlemedik mi ya da oyunculuk daha nasıl olabilir diye uzun süre düşündüm..   ‘keira knightley’in hakkını teslim etmek lazım, bence bu performansıyla hem tüm bayan oyunculara ders niteliğinde performans sergilemiş hem de 2012’de verilecek tüm ödüller layıktır kendisi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin sürprizlerinden ve bence fazla önem verilmemesi nedeniyle filmin eksikliklerinden  birisi de filmin bir bölümünde yer alan ‘otto gross’ rolündeki ‘vincent cassel’in müthiş oyunculuğu.. ‘vincent cassel’i, usta yönetmen ve oyuncu kassovitz’in ‘la haine’ (protesto- nefret)  filminden beri tanırım, yeni filmlerini hep sabırsızlıkla beklerim.. onun her zaman bende ayrı bir yeri  vardır ancak bu filmde yer aldığı kısa süre içerisinde gösterdiği oyunculukla hayranlığımı bir kez daha kazandı.. bu filme ivme kazandırıp daha da etkileyici kılanlardan birisi de ‘vincent cassel..’ bir zamanların ünlü psikanalistlerinden birisi olan ‘otto gross’ anarşist düşünceli avusturyalı hedonist bir bohemdir.. babası tarafından akıl hastası olduğu gerekçesiyle ‘freud’un aracılığıyla ‘jung’un kliniğine zorla gönderilir.. ancak ‘jung’un hastası olmaktan çok ‘jung’u dönüştüren ve ‘jung’un bastırmış olduğu duyguları, istekleri ortaya çıkarmasına yardımcı olmuş birisidir.. tek eşliliğe inanmayan ve yaşadığı sayısız ilişkiden de doyuma ulaşamayan birisidir ‘otto gross..’ ‘jung’un yanında bir süre kaldıktan sonra alıp başını yeni maceralara doğru kaçıp gider.. ‘freud’, ‘otto gross’un kaçtığını öğrenince hem ‘jung’a kızar hem de üzülür.. ‘kropotkin, nietzsche ve kafka’ gibi düşünürlerin büyük etkisinde kalmış ‘otto gross’ yine tarih sahnesinde pek önem verilmemiş kokainman, ayyaş birisi olarak görülmüştür.. halbuki ‘spielrein’ gibi incelenmesi gereken şahsiyetlerden birisidir.. ‘vincent cassel’ bu filmde ‘otto gross’u canlandırması tekli edildiğinde çok heyecanlanmış ve seve seve teklifi kabul etmiştir.. zaten filmde sergilediği performansla ne kadar isteyerek ve severek bu rolü canlandırdığını görüyorsunuz.. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filme geri dönersek bu film ‘david cronenberg’in en iyi filmlerine yaklaşan bir film değil kesinlikle.. bunu peşin peşin yazayım da sonra bir hayal kırıklığı yaşamasın kimse.. ‘cronenberg’in  diğer filmlerinin karanlık, şiddet dolu ortamlarına karşın bu film bembeyaz, parlak, aydınlık bir atmosferin hakim olduğu ve tertemiz bir hijyen bir dünyanın sunulduğu bir film.. tabii bu film ‘cronenberg’in diğer filmlerinin aksine bir dönemsel film.. ‘spider’ ile ‘naked lunch’ hariç diğer filmleri genelde günümüzde ya da zaman kavramının pek önemli olmadığı filmlerdi.. oysa bu film 1900’lü yılların başında ‘freud-jung-spielrein’ üçlüsü arasında başlayan ve ‘otto gross’un da bu ilişkiye dahil olmasıyla birlikte daha da karmaşık bir hal alan ilişkiyi konu alan bir dönem filmi.. diğer karmaşık, karanlık ‘cronenberg’ filmlerine karşın bu film oldukça yalın ve sade bir film..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin senaryosu ‘john kerr’in ‘a most dangerous method’ (çok tehlikeli bir yöntem) adlı romanından uyarlanmış.. christopher hampton tarafından senaryolaştırılan ama önce tiyatroya uyarlanmış, sonra da ‘cronenberg’ ve ‘hampton’ tarafından sinemaya kazandırılmıştır.. filmin adının ‘a dangerous method’ yani ‘tehlikeli yöntem’ olmasına rağmen yine ülkemizin garabetlerinden birisi olan film adlarının abuk sabuk türkçeye çevrilmesinden nasibini almış ve ‘tehlikeli ilişki’ olarak vizyona girmiştir.. 

büyük beklentilere girmeden izlemeniz gereken bir film bu.. en azından ‘cronenberg’in dilindeki değişikliği görmek için bile izlenebilir.. tabii ‘keira knightley’ ve ‘vincent cassel’in muhteşem oyunculuklarını izleme fırsatının yanında ‘viggo mortensen’ hayranlarının da kaçırmaması gereken bir film aynı zamanda.. psikoloji ve psikanalizle ilgilenenler içinse mutlaka izlenmesi gereken bir yapım..

performansı hakkında o kadar yazdık çizdik, o halde bu yazıyı da filmde ‘otto gross’u canlandıran ‘vincent cassel’in repliğiyle bitirelim :

‘hiçbir zaman hiçbir şeyi bastırma..’

Crockett..

‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’ – PIER PAOLO PASOLINI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GRAMSCI’NIN KÜLLERİ..

 

III

 

Kırmızı bir bez, direnişçilerin

boyunlarına sardıkları gibi,

ve çanağın yanında, kül rengi toprakta

bir başka kırmızı iki sardunya.

Burada sürgündesin, katolik olmayan

o katı inceliğinle, bu yabancı ölüler arasına

düşülmüş kaydın : gramsci’nin külleri.. Umutla

kuşku arasında varıyorum mezarının başına,

rastlantı sonucu geldiğim bu çorak serada,

yeryüzünün özgür insanlar arasında

kalan ruhunun karşısına. (Başka bir şey mi yoksa,

daha coşkulu belki, daha alçakgönüllü,

yeniyetmelik, cinsellik, ölüm arasında

esrik bir ortam yaşama…)

Tutkunun hiç durulmadığı bu yörede

-burada mezarların sessizliğinde- nerede

yanıldığını- ama nasıl da haklı

olduğunu duyumsuyorum kaygılı

yazgımız içinde- öldürüldüğün günlerde

kaleme almakla son yazılarını.

İğrençliği de büyüklüğü de

yüzyılların ötesine uzanan

bir mülke bağlı bu ölüler

eskil egemenliğin tohumlarının

yok olmadığının tanıkları : ve –aşağı mahalleden-

gizliden gizliye yükselen

boğuk, keskin, ısrarlı çekiç sesleri

sonunun geldiğinin habercileri.

İşte buradayım ben de… yoksul, üstümde

vitrinlerin kaba ışığında yoksulların

gözlerini kamaştıran giysilerle.

bilinmedik sokakların, tramvay koltuklarının

beni güne yabancılaştıran

kirinden arınmışım : böyle avarelikler git gide

azalıyor yaşam kavgası içinde;

ve sevecek olursam dünyayı,

çıkarsız, öfkeli, şehvetli bir sevgiyle

seviyorum, tıpkı vaktiyle

şaşkın yeniyetmeliğimde,

burjuva hastalığı burjuva benliğimi

sardığında ondan nefret ettiğim gibi :

ve şimdi –seninle- bölünen dünya,

iktidarı elinde tutan bölümün kininin,

neredeyse gizemli nefretinin hedefi değil mi?

Senin tutarlığınla olmasa bile dayanamıyorum yine de,

seçim yapmıyorum çünkü. Savaş ertesinin yıkımında,

bir şey istemeden yaşıyorum : loş utancında

bilincimin –tepeden bakan, umarsız bayağılığından

tiksindiğim- bu dünyayı

severek…

 

PIER PAOLO PASOLINI

‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’ , PIER PAOLO PASOLINI, Çeviri : REKİN TEKSOY, NİSAN Yayınları, Ekim 1993, 32 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(‘gramsci’nin külleri’ -1957- italyan faşizminin yıllarca zindanlarda çürüttüğü ve zindanlarda 46 yaşında ölümüne sebebiyet verdiği büyük marksist düşünür ANTONIO GRAMSCI’ye adanmıştır..

ha bu kitabın yazarı büyük yönetmen ve şair pasoloni’nin sonu ne olmuştur bilmeyeniniz varsa kısaca yazalım.. ‘hepimiz tehlikedeyiz’ adlı bir röportajı ‘la stampa’ gazetesine verdikten birkaç saat sonra feci şekilde dövüldükten sonra kafası kendi arabası kullanılarak ezilerek 1975 yılında öldürülmüştür.. komünist, eşcinsel ve antifaşist ‘pasolini’ sanki kendi ölümünü yazar gibi gül biçimli şiirler adlı kitabında şunları yazmıştır :

‘diri diri yakılan,
bir kamyon lastiği altında ezilen
çocuklar tarafından bir incir ağacına asılan
ama hala alınacak yedi, sekiz canı bulunan
bir kedi gibiyim.
çünkü ölüm,
başkalarıyla iletişimde bulunamamak değil, anlaşılamamaktır başka insanlar tarafından..’

 

pasolini ve gramsci’ye bin selam olsun.. Crockett..)

‘ZENNE..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dürüstlük bazen öldürür..’

 

‘zenne’ adlı filmle ilgili aylardır yazılan çizilenleri okuyorduk.. gösterime girmesini sabırsızlıkla  beklediğim filmlerden birisiydi.. olumlu olumsuz bir sürü yazı yazıldı film hakkında, tehdit boyutuna varan saldırılar da vardı.. daha gösterime girmeden infaz edilen bir film..

bir haftayı geçen hastalığım bir yandan, babamın üç gündür hastanede olması bir yandan hüzün ve üzüntü boğuluyordum günlerdir.. üstüne üstlük hastayım diye uzun alkolsüz günler.. bari bir iki yudum bir şey içebilseydim üzerimdeki moral bozukluğunu bir ölçüde az hasarla atlatabilirdim.. ama nerde.. varsa yoksa antibiyotik yutmaya devam.. neyse ki öksürüğüm kesildi.. babam da bugün yarın hastaneden çıkacak, bakalım artık ben de bugün yarın babamın hastaneden çıkışını antibiyotiğe rağmen kutlarım bir kadeh ‘arak’ parlatarak..

işte böyle bir ruh hali içindeyken dün akşam ‘zenne’yi izleme fırsatı buldum.. keşke dün izlemeseydim.. sıfır olan moralim uzun bir süre geri gelmeyecek şekilde yok oldu.. çünkü anlatılan hikayeler ve film insanı bir açıdan büyük bir umutsuzluğa sürüklüyordu.. ama tek bir cümle ile özetlemek gerekirse film mükemmel bir film ve mutlaka izlenip desteklenmesi gereken bir başyapıt.. çok etkilendim..

filmden sonra sabaha kadar huzursuz bir şekilde gözlerim dolu dolu, içim buruk, tek başıma oturdum.. bir şeyler yazmak istedim ama elim varmadı ‘ahmet yıldız’ı, ‘can’ı, ‘cihan’ı, ‘sevgi’yi ve filmdeki tüm karakterleri düşünmekten..

film 2008 yılında öz babası tarafından eşcinsel olduğu için öldürülen ‘ahmet yıldız’ın gerçek hayat hikayesinden esinlenerek kurgulanmış bir senaryodan yola çıkıyor ve ona ithaf ediliyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(2008 yılında katledilen ve katili hala yakalanmayan AHMET YILDIZ..)

 

tesadüf eseri karşılaşıp tanışan urfalı ‘ahmet’, zenne ‘can’ ve bir süreliğine istanbul’da yaşayan alman fotoğrafçı ‘daniel’in hikayelerini anlatılırken bir yandan da alt öyküler de mevcut filmde.. 99 dakika içinde o kadar hayat hikayesi ve toplumsal sorun öyle bir sadelik ve büyük bir başarı ile anlatılıyor ki filmin bir saniyesi için bile fazlalık diyemiyorsunuz..

askerlik problemi olan ‘can’ hayatını fal bakarak kazanırken bir yandan da ücretsiz olarak çok sevdiği ‘zenne’ sanatını çeşitli gece kulüplerinde icra ederek dans etmektedir.. ‘ahmet’ urfalıdır, muhafazakar bir ailesi vardır ve kız kardeşiyle birlikte istanbul’da yaşamakta ve üniversiteyi bitirmeye çalışmaktadır.. ‘daniel’ ise başarılı bir fotoğrafçıdır.. dünyanın belalı bölgelerine giderek fotoğraflar çekmektedir.. en son gittiği bölge afganistan’dır.. ‘afganistan’da yaşadığı üzücü bir olaydan sonra ‘istanbul’a gelmiş ve geçici süre burada yaşamaya ve dinlenmeye karar vermiştir.. birbiriyle alakası olmayan üç insanın yolları bir gün tesadüf eseri kesişir ve olaylar gelişir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

herkes sadece ‘ahmet yıldız’ın hayatının anlatıldığı bir film olarak düşünüyor bu filmi.. ancak 99 dakikalık bu filmde bu toprakların hemen hemen bütün sorunlarına değiniliyor ve çarpıcı şekilde bu sorunların yol açtığı olaylar anlatılıyor..

film hoşgörünün ismi ‘mevlana’nın ‘kendi kanında dans et / özgürleşince dans et..’ dizeleriyle açılıyor.. ‘dürüstlük bazen öldürür’ sloganını kullanıyor film.. bu slogan belki cinsel kimlikler için gerici bir ifade olarak adlandırılabilir ancak öyle değil kesinlikle.. sadece film özelinde kullanılan ve ‘ahmet yıldız’ın katledilmesine yönelik üzüntülerin bir ifadesi bu slogan..

ayrıca ‘zenne’ türkiye sinemasında yapılmış bence en antimilitarist film.. hem ‘ahmet’in hem de ‘can’ın askerlik sorunu vardır.. ikisi de askere gitmek istememektedir.. ancak önlerindeki tek çözüm mide bulandırıcı bir şekilde özel hayatlarının devlet adına görevli insanların önüne konulmasıdır.. askerlikten muaf olabilmelerini sağlayacak raporu alabilmek için özel hayatlarına ve cinsel tercihlerine dair heyete sunmaları gereken bazı özel fotoğraflar vardır.. ikisi de bir tercih yapmak zorundadırlar.. üzerlerindeki ailevi ve toplumsal baskılar yanında bir de askerlik meselesiyle uğraşmaktadırlar..

‘daniel’ ise tanıştığı zenne ‘can’ın fotoğraflarını çekmek istemektedir.. ancak kendisine ‘ahmet’in gösterdiği ilgi de karşılıksız kalmaz ve o da ‘ahmet’e aşık olur..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin ana öyküsünün dışında alt öyküler de vardır.. örneğin can’ın aynı evde birlikte yaşadığı eski ‘gurbetçi’ teyzesinin trajik hayatı, yine ‘can’ın babasının güneydoğuda yaşanan savaşta ölen bir binbaşı olması ve abisin de yine güneydoğu’da savaşmış ama yaşadıkları nedeniyle savaş travması sonucu alkolik olup, psikolojisi bozulan eski bir asker olması ve bunların yanında bu iki çocuğunu kaybetmek istemeyen anneleri.. ‘can’ ve ‘cihan’ı kaybetmemek için elinden geleni yapan annelerinin öyküsü gerçekten çok etkileyiciydi.. oğlu ‘can’ı askere göndermemek için elinden geleni yapan ve militarizm ile askerlik vazifesini sorgulayan annenin ellerine sarılıp öpmek istedim filmi izlerken.. söylediği her cümle annelik içgüdüsüyle söylenmiş cümleler değil aslında, her insanın söylemesi gereken insan olmanın gerektirdiği bir görev.. ancak annelikten kaynaklanan duygularla bu cümleler daha da etkileyici olarak dile getirilmiş..

filmde hesaplaşılan devlet, askerlik kurumu, töre ve hep dile getirdiğim gibi çökmüş ve çürümüş aile kurumu tamamen deşifre ediliyor.. toplumsal sorunlarımızın temel köklerine iniliyor filmde.. birbirimizi ‘ötekileştirmemizi’ isteyen devlet ya da toplumsal yapı ne derseniz diyin onun ipliğini pazara çıkaran bir film bu..

herkes ‘zenne’ isminden yola çıkarak bir ‘öteki’nin hayatından, sorunlarından kesitler izleyeceğimizi düşünüyor.. ancak anlatılanlar bizim hikayemiz, hepimizin hikayesi.. değinilmeyen bir sorun yok filmde.. cinsel ayrımcılıklardan, mecburi askerlik görevine, ekonomik sorunlara, dünyayı saran vahşi savaşlardan, çocuk ölümlerine, çökmüş aile yapısından muhafazakar toplum yapısına, töre saçmalıklarından gulyabani gibi tepemizde dikilen eli sopalı devlet aygıtına ve bu toprakların doğusunda otuz yıldır yaşanan savaşa ve onun yarattığı toplumsal ve bireysel travmalara kadar her şey anlatılıyor..

filmdeki oyunculuklar kadar, senaryo, kurgu ve müzikler de mükemmel.. filmde zerre kadar yapmacık bir sahne ya da rol göremeyeceğiniz gibi, saçma veya fazlalık bir yeri yok.. özellikle başrollerdeki kerem can (can), erkan avcı (ahmet), giovanni arvaneh (daniel), can’ın annesini canlandıran tilbe saran (sevgi) ve can’ın abisini canlandıran tolga tekin (cihan)’in performansları en üst seviyede.. açık söyleyeyim ayrım yapmak istemiyorum fakat beni en çok etkileyenler ‘can’ı oynayan kerem can, yine ‘can’ın annesi rolündeki tilbe saran ve abisi ‘cihan’ rolündeki tolga tekin’di.. filmde oynamamışlar sanki yaşamışlar..

aslında bir belgesel olarak yapılması düşünülen proje daha sonra sinema filmine dönüşmüş ve proje hayata geçirilmiş.. küçük bir anektod olarak şunu da belirteyim ‘zenne’ filmi kurumsal olarak sadece ‘hollanda kraliyeti’nin istanbul başkonsolosluğundan’ destek alabilmiş.. bu da ayrı bir üzüntü verici ayrıntı..

bu başyapıtın yönetmenleri ‘m. caner alper’ ve ‘mehmet binay’ın şahsında filmin tüm ekibine buradan aylak adamız ailesi olarak sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz.. film birçok festivalden ödüllerle döndü ve festivallere katılmaya devam ediyor.. ancak bu ödüllerin yanı sıra filme yönelik karalama kampanyası ve tehditler de gerici, faşist çevrelerden yoğun bir şekilde devam ediyor.. ‘sapıkların filmi’ diye bazı basın organlarında film infaz ediliyor..

bu saldırılara karşı destek olabilmek ve film ekibini ilerdeki projeleri için cesaretlendirip destek olabilmek için herkese bu filmi aynı zamanda kendisi için mutlaka izlemesi gerektiğini söylüyorum, tavsiye etmiyorum, önermiyorum, izlemezseniz eksik kalırsınız diyorum..

bu ülkenin ‘eşcinsellik hastalıktır’ diyen bakanların normal karşılanıp, övüldüğü bir ülke olmaması için ve birbirimizi ‘ötekileştirme’ projelerine karşı durabilmemiz için bu filmi izlememiz ve destek olmamız gerekiyor..

bu filmle ilgili ve katili halen yakalanmamış ‘ahmet yıldız’la ilgili çok şey yazmamız gerekiyor, bu bizim insanlık görevimiz.. ben en azından kendi adıma daha çok şey yazacağım bu filmle ilgili diyorum..

film boyunca gözlerimin dolmasına yol açan ve içimi acıtan bu başyapıtı bizlere kazandıran tüm film ekibine tekrar sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, yüreklerine sağlık diyor ve önlerinde saygıyla eğiliyorum..      

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ZENNE..’

 

Yönetmen : M. Caner Alper, Mehmet Binay

Senaryo : M Caner Alper

Oyuncular : Kerem Can Ccan)

Erkan Avcı (Ahmet)

Giovanni Arvaneh (Daniel)

Rüçhan Çalışkur (Kezban)

Tilbe Saran (Sevgi)

Ünal Silver (Yılmaz)

Görüntü Yönetmeni : Norayr Kasper

Kurgu : Jasmin Guso

2011, 99 dakika..