Archive for the ‘Yazar : ‘Bulut’’ Category

hüzün bile gülümser aşkta…

‘Artık bana verecek mutluluğun kalmadı mı , ne çıkar !
Acıların var daha. –  Friedrich Nietzsche’

‘birisini unutmak zorunda olmak…. kahır  iş be kardeşim…. hem de hatıranın ve ayların en keskini mayısta….
begonviller açmış , pembeli , morlu , kırmızı… her köşe başında gülümser bana… ama ben hala almam ne selamını , ne gülümseyişini… arada çok dirençli hissedersem kendimi uzaktan severim , çok çok uzaktan… ve uzaktan sevmek zorunda kaldığım her begonvil , ölüsünü  gördüğüm  serçe kuşlar kadar içimi buruş buruş eder….
oysa bir zamanlar sevda kokardı , aşk kokardı…
fotoğraflarda arka plan olarak seçilir , bitmeyecekmişiz gibi gülümsenirdi önünde…
sonra ansızın kitap aralarından , ceplerden , şiir yazılmış kağıtlara bantlanmış halde merhaba derdi… istanbul’a giden bir otobüste belinin ağrısına ‘haydi git’ işine denir , dizlerinin arasında korunup kollanırdı da…
birisini sevmekle gelen , o kalbin ve aklın nezaketli , üretken , hoşgörülü haline doyulmazlığı yaşatırdı…
aşk nasıl bir tutsaklık  kardeşim..? yok mudur bunun vadesi , ömrü , beraatı…?
aslı seni tuz buz etse , yaksa yıksa , sende kimselere yetecek kadar sen kalmasa da , nüshası
bir gölge gibi bırakmıyor peşini….
hele birde doğuştan oyunu kaybedenlerden biriysen…
kazanmanın hiçte yakışmadıklarındansan vay ki vay haline…
gericiliğin bile ilerlediği , yazılmış yayınları bırak , yazılmamış yayınların bile yok edildiği bir zamanda da yaşıyor olsan…
sen ilerleyemezsin… çünkü sen hala insan kalabilenlerdensin…
takılır kalırsın aşkın demlenmiş kop koyu anılarına…. cepte saklanmış mandalinaya…. pencereden sallanan ayak parmaklarına… çapaklı gözlerle hazırlanan kahvaltıya , sıcak ekmeğe , iyiliğe…
mayısta gülümseyerek karşılamaz seni , kasım da….
eski zamanlarımız , eskisi gibi değil ama….
bakıyorum da begonviller yine güzel be kardeşim…
ve belki geçmişi geleceğe yük etmezsem yine , yeni , yeniden aşka dahil….
hani uçuşu koy aklına… kuş ölümlüdür demişti ya dost…
öyleyse kardeşim   amaaannn  bırak unutma…
git begonvillerden fal bak , şarap iç…
az da olsa onun alın yazısına değebilmiş olduğun günlerin şükrü için git derin derin nefes al…. ve kara bulut çizdiğin takvimine güneşli günler çiz…
git hadi git , geç kalma…’

‘BULUT’

 

‘- Herkes geçer diyor , geçer mi Olric ?
– Herkes ne bilir acımı , herkes ne bilsin acımızı ! Yaşar gibi yapmaktan , özlemez gibi yapmaktan , iyiymiş gibi yapmaktan , nefes alıp onu içimde tutmaktan , o nefeste boğulmaktan sıkıldım. Ki nefessizlikten değil nefesten boğulmaktır marifetimiz Olric.
– Evet efendimiz.
-Bana katıldığını bilmek güzel. Arada ses vermen güzel ; içimin sesi de olmasa ölürüm yalnızlıktan !’

OĞUZ ATAY…

aşk gibi aydınlık ,ölüm gibi karanlık…

‘aşk bir kaçıştır , insanın sığındığı bir sığınak ; yüreği yaralı olanların , çaresizlerin kurduğu bir hayaldir.’

yalnızlığı sempatik görme ve gösterme etkinliklerimde, tanıştım ‘aşk gibi aydınlık , ölüm gibi karanlık’ kitabıyla…
sevgili ecel’imin aşkımızı aydınlık gördüğü tek yer bu kitabın kapağı olsa gerek …


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ne kadar tahammülsüz de olsa bu aşkın bıraktığı kronik hüzün , sanırım bu kitabı okumama vesile olduğu için bile yaşanmaya değermiş diyebilirim.
hani bazı kitaplar , filmler şarkılar başka dokunur kalbimize , öyle bir şey  hissettirir ki bir zaman sonra o hissettirdiğini hissetmek için tekrar ziyaret ederiz , işte bu kitapta tekrar tekrar ziyaret edilesi…
belki de o dönemki ruh halimden olsa gerek kitabı okurken ebruli şişman kalemimle , bolca altını çizdiğim not ettiğim satırlar oldu…
kitabı okurken bir uçan halı emrinize amade oluyor… gözünüzde canlanmasını beklemeden o halıya binip anlatılan her yeri bizzat , pusulasız , tarifsiz bulup yaşıyorsunuz… öyle ki benim satır aralarından çıkıp , dağlardaki keskin soğuk havayı ciğerlerime can simidi yaptığımda oldu , bodrumda esen meltemle ecelim’in evinin  perdesini havalandıran rüzgar olduğumda…

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yazarımız mehmed uzun… kürt edebiyatının bildiğim en iyi yazarı… öykümüz ise baz ve kevok…

yani şahin ve güvercinin aşkın tanımına fazlasıyla uyan kederli hikayesi… kitap bitiminde , rakı şalgam ikilisinin tahta bir masa eşliğinde , deniz gören ama kalabalık görmeyen kuytu bir yerde ruhunu demlemesini istiyorsun… ve illaki kitabı okuyan başka bir insan arıyorsun yanında…
yüreğin irtifa kaybederken elinden tutsun diye…
aklına gelen yarım kalan aşkı düşünürken ‘renas’ olup rehberlik etsin diye…
dostluk , çaresizlik , şefkat , yurtsuzluk , tesadüfler , ırkçılık , korku , aşk ve ölüme yolculuk…hepsi iç içe…
vakit kaybetmeden okuyun derim…
aşkla ve gülüşünüzle kalın…

‘BULUT’

biraz sigara , biraz elma biraz da tütün kolonyası…

jilet gibi ütülü olurdu pantolonları… altın yıldız kumaştan yaptırırdı özenle diktirdiği kıyafetlerini…
biraz sigara , biraz elma ama en çok tütün kolonyası kokardı teni… eve geldiğini hem o kokudan , hem de evin içinde işleyen o kusursuz nizamdan anlardım , sessizlik gayrimeşru bir havada , dudaklarının arasında hep bozulmayı beklerdi… ki ya sofra da unutulan tuzla ya da beğenilmeyen yemekle çokta kolay bozuluverirdi o sessizlik…
iyi ki o küçük balkon vardı… kim o bozulan sessizlikle parçalara bölünse siyah demirleri , bir tane nane saksısı , kederinden ve dikişlere tanıklığından solmuş iki tahta sandalyesi olan küçük balkona sığınır , sümüğünü çeke çeke ağlar , o narin gözyaşlarıyla da en hızlısından parçalarına sağlam dikişler atar ve ajansları (haberler) dinlemek üzere tekrar bozulan sessizliğe dönerdi…
ben çok ağlamazdım… taaa  o zamanlardan kulağıma kapaklar yapmıştım ben , gözlerime de uçan halılar… hemen hayallere dalardım…
o küçük balkon ne var ne yok ayaklarımın altına getirirdi… akan zamanla çubuk kraker parmaklarıma hiçte yakışmayan sigarayı da o küçük balkon getirdi… belki bir büyük balkon da alır elimden dedimse de hala anonim içilmekte…
ezandan sonra o solmuş sandalyelerin misafiri o iki serçe olurdu… birinin kanadı kırık… bıkmadan usanmadan konuşurlardı… sanki akşam ki gürültünün kahramanları değillermiş gibi… köydeki kulağı kesik cemil’den başlar , muhtarın kelek oğlu mahmut’a kadar anılır , geçmişin geleceğin itinayla dedikodusu yapılırdı… aklım almazdı hiç bu sırdaşlığı , bu merhameti , bu kabullenişi ve bu sevgiyi… şimdi ki yapay aşkları görüp , bilip , yaşayıp , yaşatıp , atınca öğrendim ki tüm mesele o küçük balkonda yapılan sırdaşlık , iç döküşmüş…
meğer o iki serçeyi ölüm aralarına girene dek ayırmayan konuşabilmekmiş…
orijinal adamdı benim babam…
tıraş parası bulamadığı zamanları , az da olsa şımardığımız anlarda hemen anlatır , haddimizi bilmemizi sağlardı… ne kızardım ona ‘şükredin en azından kira parası vermiyoruz , evimiz var’ dediğinde , ta ki bir ev sahibinin elinde 10 yıldır ziyan olana dek…
hep kızmışım zaten ben ona… bir gün ölürsem herkes okuyup vicdan azabı çeksin diye yazdığım küçük emrah filmlerini aratmayan günlüğümü bulunca gördüm hep kızdığımı… en çok bayram zamanları kızmışım ona… neden sadece bu günlere ait olmuş ki öpüşmek ,
akşamları ya da sabahları  öpülmez miydi baba ?
olsaydı , olabilseydi bayramları bekler miydim hiç… o çatık kaşların aralarına kadar öperdim…
‘ölüm genç  insana yakışmıyor’ dedi sevgili bülent abi…
o sesle çıktım geldim babamın çatık kaşlarından dünyaya…
haklı dedi , doğru dedi , ama eksik dedi…
ölüm asıl ölümsüzlere hiç  yakışmıyor…

 ‘BULUT’

 

‘insansız anı yoktur. var mıdır ?’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insansız anı yoktur. var mıdır ?’

‘hafifçe ısırılmış bir elmanın dilimindeyim,
elmanın kokusundayım
anısındayım-kimbilir kimin-
anılarda görünür,düşlerde görünmez insan
düşlerde görünen anlamlardır
özelliklerdir birde belli belirsiz..
ve İNSANSIZ ANI YOKTUR.VAR MIDIR?’
Edip CANSEVER
 
şehir gri bu sabah. seçeneksiz bir istikamette ilerleyip, o ufak penceresinden gölgeli dağları, uçakları, durakta bekleyen hep aynı durgun yüzleri, deliliğine hep imrendiğim mahallenin karanfil çocuğunu izleyebildiğim servisim yerine uzun yolculuklar çeker beni….
düşüncesi bile öyle özgür hissettirir ki , uçurtma kıvamına gelir yüreğim…
en nihayetinde servis köşeyi dönüpte yokuşu görünce, farkına varırım zorunluluklarımın, onay alarak yaşadığım daracık hayatımın…
ve… uçurtma tellere takılır…
bazen örümcek ağına çivilenmiş sinekler gibi kıpırtısız, edilgen hissediyorum kendimi , ”amaaan hadi yiyceksen ye be örümcek kardeş der ”gibi…
hani güzel havaları taaa kanımızın kırmızısında hissettiğimiz zamanlar var ya , imkansızlık nedir bilmediğimiz zamanlar , çok özlüyorum o zamanları…
gün be gün giderken bu hayattan , gözümün arkada kalmasından ne çok korkar oldum…
daha yapmam gereken çok şey var oysa… görmem gereken yüzler , köyler , filmler var…
hışırtısını dinlemem gereken kavak ağaçları , hiç tanımadığım insan sesleri ve şarkılar var ,
çok hikayeler var çok…
yaşamam , anlatmam gereken , bir fotoğraf çerçevesinde sıkışıp kalmayacak hikayeler…
keşke iki vardiya olsa hayat , sabah fanusumuzda , gece ise gökyüzümüzde yaşasak…
fanusumuza sığdıramadığımız, korktuğumuz, acaba yaşam dekorumuzu bozar mı dediğimiz her şeyi ikinci vardiyada ruhumuzun dizgini olmadan yaşayabilsek…
sahte ve kısır bağlılıklardan anda olsa uzaklaşmak fikri nasılda hafifletti şimdi beni , hava griydi , canım deniz çekti , çay çekti.. e birde ‘ah bu şarkıların gözü kör olsun’ dedirtecek bir şarkıda çarpınca göğüs kafesime…
önce şairin dizeleri süzüldü , hiç acelesiz zeybek gibi  kondu  aklıma , sonra da insanlı anılar….
yavaşlamalı , biraz burada kalmalı….
nede olsa artık bozbulanık suyu olan fanusumuzdan çıkamaz olduk , anılara bulanamaz  olduk…
onu da bırak ruhunun seyyah olmaya çok ta elverişli olduğu bir sabah deniz kenarına bile gidemez olduk…
gülüşünüzle… ve gökyüzünüzle kalın…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Cuma…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Cuma…

sen gittikten sonra kaç kez dündü gün , kaç gün ilerledik , bilmiyorum… sadece cumaları biliyorum…

zehir gibi.. gözlerimin saatlerde , kulaklarımın ayak seslerinde asılı kaldığı cumalar.. kaçıncı bu bilmiyorum ama en ağırı olduğunu taa saç diplerimde hissettiğim depresyon etkinliklerine bu cuma için son verdim…
hala kornealarında sen olan dostlarla buluştum, tiyatroya gittim.

nasıl başarıyorlar , nasıl gülebiliyorlar bu denli,  çocuk gibi , içten…

playback yaptım bende tüm kahkahaları…
hani şair diyor ya ‘en koyu yalnızlık bile bir tanığa ihtiyaç duyar’ diye, tüm bu kalabalık şahidim olsun…
ağzımdaki bu garip acı , yalnızlık tadıyla izledim oyunu… arada yan koltuklara bakıp gözlerime gülüşünü anımsattığım oldu…
olsaydın bilirdim ki en dinamik kahkaha senin olurdu…

ve ben yine gözlerinin başka yerlere baktığı anı yakalar ufak çapta füzyon enerjisi bulundurduğunu tahmin ettiğim gözlerine yeni , yine , yeniden aşık olurdum…
sonra birden , ateşim çıkar , kulaklarım , yanaklarım kızarır , tüm karadenizliler yüreğime toplanır ya kolbastı oynar ya da  horon teperdi..

korkularını salardı evrendeki tüm korkaklar üzerime ve ben kıskanırdım seni, herkesten her şeyden…
kolunu yasladığın eskimiş , anı biriktirmiş , görevini yerine getiremeyen şu koltuklardan bile…
ne garip değil mi bu kadar ayrıyken bu kadar bütünlük…
neyse sevgili sevgilim……

iyi ki de yoktun sen , sığmazdın zaten bu daracık , artık üzerine oturan herkesin kıçının şeklini  kendine iz yapmış konforsuz koltuklara…

‘üüflerinnn’ tüm aklımı ziyan eder , koltuğun olmak geçerdi içimden…

oyundan da bir bok anlamazdım…’

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : Bulut…)

Güvenli ve derin soluk alamıyorum…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Güvenli ve derin soluk alamıyorum… zaten çoktan her şeyin tadı değişti… ne uykularımın ne de uykusuzluklarımın tadı yok..

Kırık vazoyu anımsatan sabahlarımsa en sevdiğim vakitler… en azından birkaç dakika da olsa kendi soluğumda boğulabiliyorum..

Sonrası sevgili ece-l-im’in soluğu…

Kalbimde kocaman bir UÇUK… bir yere yığılıp kalmaktan korkuyorum.. kimselerle konuşamıyorum bir tek BABOŞ’um..

Onun cümleleri , ara sıra arayıp da dinlettiği şarkıları , izlediği ve tavsiye ettiği filmleri , gülüşü ,sarılışı.. öyle insan ki..

Benim her gece yatmadan öperek , sevip sarmaladığım delikanlı kışıma bahar gibi geliyor , baboşum..

Kırık kalplere iyi gelen dostlar hep olmalı..

Hafta sonu , yine bana çok iyi gelen dostlarımdan Sevgi Ablam onurlandırdı evimi..

Birkaç dakikanın bile hesabını yapıp sevdikleriyle daha çok vakit geçirmek için kendini hırpalayan tek bünye benim sanırdım..

Değilmişim , o  kocaman yeşil gözlerinden uykular akmaya başlayıp , gözleri bir japon gözüne dönüşse de , bitişlere , gidişlere karşı fazlasıyla direndi..

Poşetleri dahi uğur böceği resimli olan armağanlar getirmiş bizlere..

Belleğim yaş itibari ile eskisi kadar taze olmadığından biraz düşünmek zorunda kaldım bu uğur böceği sempatisini.. ve hatırladım… ki hatırlamasam da sevgi ablam anı mahalline çoktan gitti ve anlatmaya başladı..

O uğur böceklerini çok sevdiğini söylemiş bana , bundan tam 10 yıl evvel..

Bense hemen reddetmişim… şekilcisin demişim.. neden hiçbir faydası olmayan uğur böceğine bu bağlılık..

Üstelik bir de sorumluluk yükleyip dilek bağlıyorsunuz kanatlarına demişim…

Neden hamamböceği sevilmez deyip hamamböceklerine dair birçok sempatik gelebilecek özellikten bahsetmişim..

Duyanların hamamböceklerini yaşatma ve koruma derneği kurucusu olup dernek başkanı olma gayretim var sanacakları kadar abartmışım olayı.. ki ben bir Akdeniz akşamı koluna konan hamamböceği yüzünden yerinden fırlayıp kolbastı yapmış bir bünyeyim , korkarım çok…

O kadar çok üstüne gitmişim ki sonrasında karşımda duran o kocaman gözlerin havuz problemlerini aratmayacak hızda 1/3 nün dolduğunu  görmüşüm.. (en dayanamadığım eylem de budur…) ağlamak… belki de ben çok çabuk ağladığımdandır… yolda gördüğüm herhangi bir yaşlı teyze bile sus tesisatı kurabilir gözlerimde..

halen 50 kez izlememe rağmen hep sonunun değişeceği umudu taşır hem de çok başarılı ağlarım  ‘selvi boylum al yazmalım’da..

sevgi ablamın ağlaması çok fena üzmüş beni… ne aldığım zeki müren kaseti ne de dilime yapıştırdığım özürler hafifletmemiş vicdanımı.. çareyi kendimi bağlara bahçelere sürgün etmekte bulmuşum… hava o kadar sıcakmış ki güneşle sarmaş dolaş geziyormuşçasına…

ama ben sıcağa rağmen ,

ama ben korkaklıklarıma rağmen ,

ama ben bacaklarımın cılızlığına rağmen ,

ve en kötüsü hemen acıkıyor olmama rağmen ,

bir küçük kavanoz uğur böceği toplamışım sevgi ablama.. hiçbir uğur böceğinin yaşam hakkını elinden almadan üstelik..

birçok dilek dilemiş sevgi ablam..

çocuklardan daha şen gezmiş tüm gün..

uğur böceğine sevdamız bundanmış…

hangi hikayede olursak olalım yokuşun sonu dostlara çıkar…

gülüşünüzle ve dostlarınızla kalın…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kalabalığım çok…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kalabalığım çok…

 duyduğum acının ömrüne zaman biçemediğim , yalnız gidilen sinema biletlerini koleksiyon yaptığım , sanki sıkıntıyı dar boğazlı bir kazak gibi üstüme geçirdiğim günler geçiriyorum…

bu süreçte bana nasıl sevinç oldunuz bilemezsiniz… gülten akın’ın bir şiirini ararken buldum sizi.. ve çok sevdim…

çocukluk hayalim vardı benim.. cümle alem çocuk , doktor , mühendis olmak isterken, ben sezen aksuyla aynı sahnede olma hayali kurardım.. ama çokta aza kanaat eden halimle, sadece bir seferlik.. yaşımız zamana ayak uydurmaya başladıkça.. benim bu hayalim konserine gitmeye fit oldu.. buna da şükür dedim tabi.. çünkü yıllarca radyolarda şarkısının çıkmasını bekleyip, üstünden bantlamak suretiyle kayıt yapılabilir hale getirilen kasetlere çeken bir bünye olarak konser bile dizginsiz bir hayal gibiydi… her neyse sevgili dostum özlem… ömrümün en anlamlı hediyesini verdi ve ben nihayet 29 yaşımda sevgili rengim sezen aksu’yu, ağzımda garip bir tat , içimde milyon güvercinin uçuştuğu bir halde dinledim..

konser çıkışında ki , ben o gün başı arkaya dönük olduğu halde hiç düşmeden yürüyebilen insan ödülü almalıydım…. işte herkes şu cümleyi kuruyordu ”gördün mü lan sezen aksu tüm şarkıları bana bakarak söyledi…”

işte size rastladığımda da bunu hissettim bunu duydum bir yerlerden…

gülüşünüzle kalın… iyinizde kalın… iyi sizin için ne ifade ediyorsa işte orda kalın…

 

‘BULUT’