Archive for the ‘Tadımlık’ Category

‘2666..’ – ROBERTO BOLAÑO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İŞE YARAMAK.. herkesin bildiği gibi güneşin pek çok yararı vardır, dedi seaman.. yakınına gittiğinizde cehennem olabilir ama uzaktan bakıldığında onun ne kadar yararlı, ne kadar güzel olduğunu görmemek için vampir olmak gerekir.. bu sözlerin ardından, gülümsemeler gibi eskiden yararlı olan ve herkesin takdir ettiği ama artık insanda güvensizlik yaratan şeylerden bahsetmeye başladı.. örneğin 50’lerde, bir gülümseme insana pek çok kapıyı açabilirdi, dedi.. bir yerlere gelmesini sağlar mıydı bilmiyorum ama kapıları açardı.. artık kimse gülümsemelere güvenmiyor.. eskiden satıcıların gülümsemyi bilmesi gerekirdi, iyi iş yapmanın sırrı gülümsemekti.. garson, iş adamı, sekreter, doktor, senarist veya bahçıvan olmanız fark etmezdi.. sadece polisler ve gardiyanlar gülümsemezdi.. işin o kısmı değişmedi, ama geri kalan her şey değişti.. 50’li yıllar, amerikalı diş doktorlarının altın çağıydı.. siyahlar elbette her zaman gülümsüyordu, beyazlar gülümsüyordu, uzak doğulular gülümsüyordu, güney amerikalılar gülümsüyordu..  oysa bugünlerde, yüzümüze gülümseyen bir insan, içten içe en büyük düşmanımız olabilir.. başka türlü ifade edecek olursam, artık hiç kimseye, özellikle de gülümseyen insanlara, güvenmiyoruz çünkü bizden bir şey isteyeceklerini biliyoruz.. amerikan televizyonu gülümsemeler ve gün geçtikçe daha mükemmel görünen dişlerle dolu.. onlara güvenmemiz bekleniyor mu? hayır.. televizyondaki gülümseyen insanların iyi insanlar olduklarını, sineği dahi incitmeyeceklerini düşünmemiz bekleniyor mu? yine hayır.. gerçek şu ki, bizden hiçbir şey beklenmiyor.. televizyondaki o insanlar bizden hiçbir şey istemiyor.. tek istedikleri bize dişlerini, gülümsemelerini göstermek ve bunun karşılığında onlara hayran olmamızı bekliyorlar.. hayranlık.. onlara bakmamızı istiyorlar, hepsi bu.. mükemmel dişlerine, mükemmel vücutlarına, mükemmel tavırlarına tapmamızı bekliyorlar, hepsi de güneş’ten kopmuş birer ateş parçası, tapılmak için sıradan gezegenimize düşmüşler.. çocukluğumda diş teli olan çocuklar gördüğümü hatırlamıyorum, dedi seaman.. bugün diş teli takmayan çocuğa rastlamak zor.. bizi yararsız şeyleri kullanmaya zorluyorlar ve bu nesnelerin amaçları hayat standardımızı yükseltmek değil, insanlar onları moda veya statü sembolü oldukları için kullanıyor.. elbette moda geçicidir, bir şeyin modası bir yıl, en fazla dört yıl sürer, sonra çürümenin aşamalarından geçerek kaybolup gider.. ama statü sembolleri farklıdır.. onlar, ancak bir zamanlar onlara sahip olmuş cesetler çürüdüğünde çürürler.. seaman, vücudun ihtiyaç duyduğu yararlı şeylerden bahsetmeye başladı.. ilki dengeli beslenmeydi.. bu kilisede pek çok şişman var, dedi.. çok azınızın sebze yediğine eminim.. belki yeni bir yemek tarifinin sırası gelmiştir.. bu seferki tarifin adı limonlu brüksel lahanası.. lütfen not alın.. dört kişilik yemeğin malzemeleri: 800 gram brüksel lahanası, limon suyu, soğan, maydanoz, 40 gram tereyağı, karabiber ve tuz… şöyle hazırlanıyor: 1. brüksel lahanalarını iyice yıkayıp dış yapraklarını ayıkladıktan sonra soğan ve maydanozu ince ince doğrayın.. 2. kaynar suya attığınız lahanaları 20 dakika boyunca veya yumuşayana kadar kaynatın.. ardından sularını süzüp bir kenara koyun.. 3. tereyağını tavada eritip soğanları kavurun, limon suyunu, tuzu ve biberi ilave edin.. 4. brüksel lahanalarını ekleyip sosla karıştırın ve bir iki dakika ısıtıp üstüne maydanoz serpin.. o kadar güzel olacak ki parmaklarınızı yalayacaksınız, dedi seaman.. içinde hiç kolesterol yok, karaciğer ve kan basıncı için iyi, çok sağlıklı.. ardından karides salatası ve brokoli salatası hazırlamayı tarif etti ama cümlesini insanın sadece sağlıklı yiyecekler yiyerek yaşayamayacağını söyleyerek tamamladı.. kitap okumalısınız, dedi.. bu kadar televizyon izlemeyin.. uzmanlar, televizyonun göze zararı olmadığını söylüyor.. onlara inanmıyorum.. televizyonun göze iyi gelmediği kesin ve cep telefonları hâlâ gizemini koruyor.. belki bazı bilim adamlarının dediği gibi kansere yol açıyorlar.. kansere yol açıp açmadıklarını söylemek bana düşmez ama soru işareti hepimizin kafasında.. söylemeye çalıştığım şu, kitap okumak gerek.. rahip, doğruyu söylediğimi biliyor.. zenci yazarların yazdığı kitapları okuyun ama sadece bununla yetinmeyin.. işte, bu gece size vereceğim en değerli bilgi: okumak, asla zaman kaybı değildir.. hapisteyken kitap okurdum.. okumaya orada başladım.. biri sürü kitap okudum.. bir yemek gibi kitapları sindirdim.. hapishanede ışıkları erkenden kapatırlar.. yatağa yatarsınız ve sesler duyulur.. ayak sesleri.. bağrışan insanların sesleri.. hapishane sanki kaliforniya’da değil de güneş’e en yakın gezegen olan merkür gezegenindedir.. aynı anda hem soğuk hem sıcaktır, hem üşür hem terlersiniz ki bu da yalnız veya hasta olduğunuzun işaretidir.. başka şeyler, güzel şeyler düşünmeye çalışırsınız elbette ama bazen elinizden gelmez.. bazen biri masasındaki ışığı açar ve o lambadan yayılan ışık hücrenize ulaşır.. pek çok kez bunu yaşadım.. yanlış bir yere yerleştirilmiş lambanın veya koridordaki floresanların ışığı gecenin bir vakti hücremi aydınlattı.. o zaman kitabımı çıkarıp ışığın altına yerleştirdim ve okumaya devam ettim.. kolay değildi çünkü harfler ve paragraflar, yeraltı dünyasının ne yapacağı kestirilemez ışığından ürküyormuş gibiydi.. ama okumayı sürdürdüm, anlamasam da okudum.. bazen kendimi şaşırtacak kadar hızlı, bazense çok yavaş okuyordum, her cümle veya kelime sadece beynimi değil vücudumu da besliyordu.. yorgunluğa veya hapishanede olduğum gerçeğine aldırmaksızın saatlerce kitap okuyabilirdim, hapishanede olmamın yegâne nedeni kardeşlerim adına savaşmış olmamdı, oysa hapishanede çürüyüp gitmem çoğunun umurunda bile değildi.. ölsem, ruhlar bile duymazdı.. ama kitap okurken, yararlı bir şey yaptığımı biliyordum.. önemli olan buydu.. gardiyanlar ileri geri turlar ve kulağıma küfür gibi gelen arkadaşça sözler eşliğinde nöbet değiştirirken okumayı sürdürüyordum… şimdi düşünmüyorum da gerçekten kaba saba şeyler söylüyor olabilirler.. yararlı bir şey yapıyordum.. neresinden bakarsanız bakın yaralıydı… okumak, düşünmeye, dua etmeye, bir arkadaşla konuşmaya, düşünceleri ifade etmeye, başkalarının düşüncelerini dinlemeye, müziğe kulak vermeye, hoş bir manzaraya bakmaya veya sahilde yürümeye benzer..’

ROBERTO BOLAÑO..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kitap kapağından :

“kuzey meksika’dan nazi almanyası’na, stalin’in moskovası’na, drakula’nın kalesine ve denizlerin derinliklerine uzanan çarpıcı bir edebi labirent…

bolaño, ölümle yarışarak yazdığı 2666’da, kötülüğün en yalın halinin günümüz meksika’sından bir gazete haberiyle başlayan hikâyesini anlatıyor. hikâyenin geçtiği santa teresa sadece cehennem olmakla kalmıyor, aynı zamanda da bir ayna; “sürekli işe yaramaz bir değişim içinde olan zengin ve yoksul amerika’nın” hüzünlü bir aynası.”

kitap hakkında yazılıp söylenenlerden :

“kitaplar pek çok işe yarar, sizi bazen çalışmaya bazen eğlenmeye ve bazen de yazmaya teşvik eder. bolaño’yu okumak bana yazma konusunda ilham veriyor. tam bir dâhi.” – patti smith

“bu yılki okumalarıma çoğunlukla roberto bolaño hâkimdi. bolaño, 2666’da güney amerika, abd ve avrupa geleneklerini; modernizmin vahşi gerçekçiliği ile suç romanlarını pürüzsüz bir şekilde bir araya getiriyor. bolaño’nun romanları, yazarı modern edebiyat tarihinde önemli bir yere oturtuyor.” – kazuo ıshiguro

“bu doğaüstü roman tasvir edilemez; bütün ihtişamıyla yaşanması gerekir. gelmiş geçmiş en korkunç gerçek cinayet furyasıyla, juarez (meksika) ve çevresinde öldürülen 400’den fazla kadınla ilgili olduğunu söylemek belki de yeterli.” – stephen king

“garcia marquez’in yüz yıllık yalnızlık’la yarattığı depremden kırk yıl sonra, bolaño yeri göğü yerinden oynattı. 2666, en yalın ifadeyle, yirmi birinci yüzyılın ilk gerçek başyapıtıdır.” – the complete review

“tıpkı cervantes, melville, proust, musil ve pynchon gibi bolaño da totaliter dünyayı romanda yeniden kuruyor.” – neue zürcher zeitung

“bolaño’nun mirası olağanüstü. kafka, borges ve cortázar’ın izinden giderek anlatıların sınırlarını muğlaklaştırıyor. 2666 bunun en güzel örneği.bir roman bundan daha heyecanlı olamaz.” – frankfurter rundschau

(kitap kapağı yazıları kitaptan alınmıştır..)

‘2666..’ , ROBERTO BOLAÑO, İspanyolcadan Çeviren: ZEYNEP HEYZEN ATEŞ, PEGASUS Yayınları, Şubat 2012, 992 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dünya yaşayan bir şeydir ve yaşayan hiçbir şeyin çaresi yoktur.. bu da bizim talihimizdir..’ – ‘roberto bolaño’

 

şili’li yazar ‘roberto bolaño’yu ilk olarak bir edebiyat dergisinde keşfetmiştim.. ölümünden hemen önce kendisiyle yapılan bir röportajdan alıntılar vardı.. 50 yaşında sirozdan kaybettiğimiz latin amerikalı bu büyük yazarın hemen kitaplarını almaya koşmuştum kitapçıya.. üç kitabını buldum : ‘katil orospular’, ‘uzak yıldız’ ve ‘vahşi hafiyeler’i alıp hemen ‘katil orospular’ kitabından okumaya başladım.. bu öykü kitabı müthiş etkiledi beni.. keskin zekası, kurgusu, kendi yaşamından esintiler taşıyan otobiyografik olaylar, yer yer çok derin gizemli anlatımlar okuyanı büyülüyordu.. sonra ‘vahşi hafiyeler’e geçtim.. tuğla gibi olan bu kitabı da bir solukta bitirdim.. sonra ise ‘uzak yıldız’a geçtim.. 1973 şili darbesi sonrası yıldızı parlayıp yükselen bir şairi anlatır bu kitabında.. bu darbe şairinin vahşiliklerini, sınır tanımayan faşistliklerini okurken sanki 1980 darbesi sonrası edebiyat dünyamıza giren bu tip yazar ve şair bozuntusu sağcı faşistleri görmüş gibi olursunuz.. anlatılan aslında bizim ülkemizin de hikayesidir.. ‘uzak yıldız’ı bitirdiğimde artık ‘roberto bolaño’ ile çok eski arkadaşlar gibi olmuştuk.. kendisi çoktan dünyayı terk etmiş olsa da kitaplarıyla her gün karşımda capcanlı duruyordu.. 9 haziran 2010 da ‘aylak adamız’a ‘katil orospular’dan uzun bir alıntı koydum.. rastlantının ne büyük bir aktör olduğunu anlatan bir cümleyi başlık olarak koyarak :  ‘şimdi arkanda bıraktıklarını , neler bırakabileceğini , neler bırakman gerektiğini düşün ; rastlantının yeryüzüne gelmiş gelecek en büyük katil olduğunu da düşün..’ – roberto bolaño

aynı zamanda şair olan  ‘roberto bolaño’ uzun yıllar meksika’da yaşadıktan sonra ‘allende’nin iktidara gelmesiyle ülkesi şili’ye dönmüş fakat kanlı darbe sonrası o da tutuklanmıştır.. hapishaneden çıktıktan sonra meksika’ya döner ve orada şair arkadaşlarıyla birlikte ‘infrarealist şiir hareketi’ni başlatır.. fransız sürrealizmiyle, dadaizmden izler taşır bu akım..

işte şili’de doğup genel olarak meksika’da yaşamış bu büyük yazarın ölümle yarışarak yazdığı son kitabı ‘2666’yı ‘pegasus’ yayınları ‘zeynep heyzen ateş’in çok özenli bir çevrisi ile ve yine çok güzel bir kapak ve basımla bizlere sundu geçen ay..

okumasını yeni tamamladım 992 sayfalık bu dev kitabın.. gerçekten edebiyat çevrelerinde denildiği gibi ‘roberto bolaño’nun başyapıtı olmasının yanında bu yüzyılın edebiyat tarihine adını yazdıran başyapıtlarından ilki ‘2666..’

boyutu ve ağırlığıyla insanı korkutsa da bir solukta okunan bir kitap.. belki de sizin ‘roberto bolaño’yu keşfetmeniz için bir fırsat bu kitap.. ama diğer kitaplarını da atlamayın derim.. bilhassa ‘katil orospular’ı..

kitaplarla ve gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘şiir bir barış sığınağı değildir / şiir yırtıcı gücü savaşın..’ – YEVGENI YEVTUŞENKO

ÖNDEYİŞ

 

Bambaşka bir insanım ben,

hem çalışkan

hem tembelim,

bir amacım var ama amaçsızım yine de!

Elim her işe yatmaz öyle,

beceriksizim,

utangacım, kabayım,

hem kötüyüm

hem iyiyim.

Kutuplar birleşir içimde

Doğu’dan Batı’ya kadar,

kıskançlıktan sevince kadar.

Bilirim, böylesi sevilmez insanım,

ama asıl değerli olan

bana kalırsa kutuplardır!

Saman yüklü bir kamyon gibi

yüklüyüm ben de.

Sesler arasında uçarım,

dallar arasında uçarım,

gözlerim kelebeklerle dolu,

samanlar taşar her yanımdan.

Bütün canlıları selamlarım!

Tutkuluyum, ateşliyim, coşkunum!

Sınırlar dikilmiş önüme;

bilmiyorum Buenos Aires’i, New York’u

bilmek isterim;

Londra sokaklarında gezmek

ve kırık dökük İngilizcemle

canım kimi çekerse

onunla konuşmak isterim.

Çocuklar gibi asılıp bir tramvaya

dolaşmak isterim sabahları Paris’te.

Sanatın da, benim gibi,

çeşitli yanları olsun isterim;

yorsa da beni sanat,

canımı çıkarsa da,

kuşatılmış olmak isterim sanatla.

Her şeyde kendimi görürüm biraz;

yakınlık duyarım Yesenin’e,

Walt Whitman’a,

Bütün çalgıları avucunda tutan

Moussorgski’ye,

Ve el değmemiş çizgisini götüren Gauguin’e.

Kayak yapmayı severim kış gelince,

uykusuz gecelerde şiir yazarım;

sevmediklerimle alay etmeyi

ve tutup bir kadıncağızı

derenin bir kıyısındaa öteki kıyısına

geçirmeyi

severim.

Kitaplara dalarım, çalı çırpı taşırım;

umutsuzluğa kaptırırım kendimi bazen,

ne istediğimi bilmez olurum.

Ağustos’un kavurucu sıcağında

buz gibi bir karpuz dilimini

kemirmek hoşuma gider.

Ölüm aklıma bile gelmez,

şarkı söylerim, içki içerim,

kollarımı açıp çimenlere uzanırım,

bu koskoca dünyada bir gün ölürsem

dünyanın en mutlusu olarak öleceğim. (1957)

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞİİR

 

Şiir bir barış sığınağı değildir

Şiir yırtıcı gücü savaşın.

Onun da taktikleri vardır, kendince oyunları.

Savaş savaş olmalı.

Şair bir asker.

Ve haklıysa,

hakkıdır her şeyi denemek de

dalarken duman ve ateşin ortasına.

Geride o gizlice sürünen fareler

nasıl bilebilir kaç adamın

çarpıştığını ateş altında?

Titreşen fareler

cepheden o güvenli uzaklıkta.

Onlar için,

-o fareler ah-

göstermelik bir tavırdır cesaret olsa olsa.

Ve hepsi hepsi ihanettir

savaş yöntemleri de..

Nedir işleri peki hainin

kendini yüceltmek için

onun mertebesine

damgalamak kahramanı ‘hain’ diye.

Şair dediğin

Kutuzov gibi olmalı

apaçık görünmeli yerine.

O, geri çekilir kimi

tam ilerlemeye.

Bitkindir,

bir kuyudaki suyun yarısını tüketir.

Uyumak ister elbette.

Ama bir başkumandanın gözleri,

iç benliğidir ona kumanda eden

hep bir yükseklikten

görmek için ilerisini.

Onun güçlü elleri

saatine ayarlıdır topların

yük trenlerinin

bayrakların.

 

Ki onlar

düşünüyor sansınlar sağdaki süvarilerini.

Oysa o soldakilerin şafaktan beri

hücum borusunu beklediklerini bilir,

Ormanın gerisinde

burun delikleri titreyerek

ateşe hazır.

Şairin savaşı

ne zaferin şanı,

ne rütbe, ne emirler adınadır.

Varsın olsun ona sağdan soldan

kara çalanlar!

Küçülür yalancılar onun bakışlarıyla.

Sadedim odur – bir şair…

şair can verdiğinde,

ölümünde bile, evet

korkudan titretir.

Silahlarını indirmemiştir çünkü öldüğünde-

gazabı bakışlarında öylece kalır

korkarlar gözlerini gagalamaktan.

ve o hep aynı savaşçıdır,

öldüğünde de

öldüğünde de

yılgıdır düşmanın içinde. (1962)

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GENÇLERE YALAN SÖYLEMEK YANLIŞTIR

 

Gençlere yalan söylemek yanlıştır

Yalanların doğru olduğunu göstermek yanlıştır.

Tanrı’nın gökyüzünde oturduğunu ve yeryüzünde

işlerin yolunda gittiğini söylemek yanlıştır.

Gençler anlar ne demek istediğiniz. Gençler halktır.

Güçlüklerin sayısız olduğunu söyleyin onlara,

yalnız gelecek günleri değil, bırakın da

yaşadıkları günleri de açıkça görsünler.

Engeller vardır deyin, kötülükler vardır.

Varsa var, ne yapalım. Mutlu olamazlar ki

değerini bilmeyenler mutluluğun.

Rastladığınız kusurları bağışlamayın,

tekrarlanırlar sonra, çoğalırlar,

ve ilerde çocuklarımız, öğrencilerimiz

bağışladık diye o kusurları, bizi bağışlamazlar.

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BABİ YAR..’, YEVGENI YEVTUŞENKO,, Çeviri : ÜLKÜ TAMER, NESRİN ARMAN, BROY Yayınları, Ekim 1997, 128 Sayfa..

 

NAZIM HİKMET İÇİN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hayır, olmaz, yazamam, rica ederim, şimdi olmaz.. bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa daha önce, hapishanenin, hastalığın, yaşlanmanın etkileyemediği bu altmışlık delikanlı, bu sarışın boğa taptaze içimde yaşadığı sürece yazamam.. şimdi olmaz.. daha sonra.. söz veriyorum, yazacağım, hem de bu dergide, daha başka bir konuda: ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim.. paskalyanın yedinci günü, cumartesi sabahı dinlenmeye giderken aldığım ‘znamia’ gergisinin son sayısını da götürmüştüm yanımda, dergide ‘nazım’ın ‘yaşamak güzel şey be kardeşim’ adlı romanının son bölümü vardı.. yortu boyunca herkes onun değil, ‘papa xxııı. jean’ın ölümünü bekliyordu.. her saat, radyoların başında.. ve pazartesi sabahı papa hâlâ yaşıyordu.. ‘nazım’a gelince, hiçbir şey bizi uyarmamıştı, can çekişmedi, bir merdiveni çıkarken, ayakta, ansızın göçüverdi.. yaşarken öldü.. bir ağaç gibi devrildi.. bırakın da benim için gerçekten ölsün.. o zaman yazarım derginize, uzun uzun, benim için, başkaları için ne anlam taşıdığını yazarım, belki gelecek ay, yaza kadar, temmuza kadar izin verin bana, o’na pek yakışan temmuza kadar izin verin.. bundan on sekiz yıl önce hapishanede, büyük türk gizemcisi ‘mevlânâ celaleddin’ ya da iranlı ‘ömer hayyam’ gibi yazdığı şu dörtlüğün bir falcılık olmaktan çıktığını anlayacak kadar zaman bırakın bana :

 

‘paydos..’ – diyecek bize bir gün tabiat anamız,-

gülmek, ağlamak bitti çocuğum…

ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:

görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…’

 

yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşmesinden topu topu bir iki saat sonra, bir telefon.. ‘nazım..’ ey ölüm, ne de hızlı gidiyorsun günümüzde! iki saat bile geçmeden, bütün avrupa’yı geçmiş, beni aramışsın.. ‘yveslineler’de bulmuş, yüreğime işlemiştin, telefonla gelen, görülmeyen, düşünülmeyen, henüz bir sözcükten, bir adıldan başka şey olmayan ölüm, ve ben hayır diyorum, ‘nazım’ olamaz.. evet.. o.. ‘nazım’… başkası değil, ta kendisi.. bütün insanlar gibi, o da.. ve şiirindeki bir çocuğu anımsadım:

 

‘recep, damdan düşer gibi karıştı söze:

harbe girdiğin zaman, bir gavur öldürüp

bir yudum içersen kanını

korkun kalmazmış..’

 

ben onun kanından bir damla bile içmeyeceğim.. konuşmayan.. uçsuz bucaksız hayat.. ‘nazım’, senden bana ilk kez 1934’te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim.. dostluğumuz otuz yıl bile sürmeyecekti.. ne de az, otuz yıl.. 1950’de bizler, türk halkı ve dünyanın dört bir yanındaki ozanlar seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü, dosdoğru yaşamın içine daldın.. ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin.. demir parmaklık dışında on üç yıl, ya da ona yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam.. on üç yıl, hatırı sayılır bir şey.. hapishane dışında öldün, bu da bir şey.. ama öldün.. bu düşünceye alıştıracağız kendimizi.. ‘insan manzaraları’nı sensiz kafamızda canlandırmaya çalışacağız… senin deyişinle, manzarayı, ‘şu uçsuz bucaksız hayat’ı ağacın biri olmadan tasarlamaya uğraşacağız.. (6 haziran 1963..)

 

LOUIS ARAGON..

 

‘BİR SÜREKLİ İLKBAHAR..’ , LOUIS ARAGON, Çeviri: BERTAN ONARAN, PAYEL Yayınları, Mart 1999, 112 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘belki de hatırlamaya çok fazla değer verilirken düşünmeye yeteri kadar değer verilmiyor..’

“bu kitap geçmişle ve son on yılların belleğiyle ilgili.. burada dile getirilen itiraz tanıklıkların yasal ve etik kullanımına değil, çeşitli kamusal kullanımlarına yönelik.. kitabın bundan sonraki bölümlerinde tanıklıkların bir hakikat ikonuna ya da geçmişin yeninden inşasında en önemli kaynağa dönüştürülmesi inceleniyor; ayrıcalıklı bir anlatım biçimi olarak birinci tekil şahıs tanıklığı, bu tanıklığın olmadığı ya da yerinden edildiği durumlarla karşılaştırılıyor.. sesin ve bedenin dolaysızlığına duyulan güven tanıklıklara yardımcı olur.. amacım bu güvenin nedenlerini incelemek..

askeri diktatörlük döneminde kimi sorunlar üzerinde derinlemesine kafa yorulmuyordu; ya çekinerek ele alınıyordu ya da siyasi koşulların değişmesi beklenerek bir kenara bırakılıyordu.. toplum açıkça dostlar ve düşmanlar olarak ikiye ayrılıyordu ve diktatörlük ortamında bu ayrımın kesin olduğunu bilmek önemliydi.. örneğin, militanlar katledilirken silahlı mücadeleyi eleştirmek kişiye trajik bir paradoks gibi geliyordu.. her halükârda, diktatörlük yıllarında, arjantin’de olsun sürgünde olsun bu konu üzerinde çokça düşünülüyordu, ama manevi şantajlar olmaksızın açık açık tartışabilmek ancak ve yine sayısız zorluklarla demokrasiye geçiş döneminde başlayabildi.. aradan yirmi yıl geçti, bu yüzden sonuçları ne olursa olsun olaylar üzerinde düşünmeyi reddetmek saçmalık.. entelektüel özgürlük ortamı en iyi niyetler karşısında bile kendini savunur..

askeri diktatörlük sonrası arjantin’de ve diğer birçok latin amerika ülkesinde, hatırlamak bir görev olmuştu.. tanıklıklar devlet terörünün mahkûm edilmesine olanak verdi; ‘bir daha asla’ dediğimiz zaman neyin bir daha olmamasını istediğimizi biliyoruz.. hukuki bir araç olarak ve geçmişi yeniden inşa edebilmek için, diğer kaynaklar sorumlularca yok edildiği zaman, anı tutanakları, kimi zaman devlet desteğiyle, her zaman da toplumsal örgütlerin desteğiyle demokrasiye geçişte merkezi bir rol oynadı.. tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı hiçbir mahkûmiyet gerçekleşemezdi..

görüldüğü gibi bellek alanı devlet suçlarını unutmamakta ısrar edenlerle tarihimizin korkunç bir sayfasını kapatıp yeni bir döneme geçmeyi savunanlar arasında bir anlaşmazlık alanıdır.. ama aynı zamanda devlet terörizminin esas olarak hukuksal açıdan açık tutulması gereken bir sayfa olduğunu savunanlarımız ile askeri diktatörlük sırasında olanların okullarda öğretilip yayılması, tartışılması gerektiğini savunanlar arasında da bir anlaşmazlık alanıdır.. ‘bir daha asla’nın geçmişi geride bırakan bir slogan olmayıp olayların tekrarlanmaması için hatırda tutulması gerektiğini savunanlarımız için de bir anlaşmazlık ortamıdır.. bundan sonra ileri süreceğim tezlerin doğru okunabilmesi için bu nokta açıklığa kavuşsun isterim..

güçlü bir öznellik dönemi yaşıyoruz, bu anlamda tanıklıklara tanınan ayrıcalık ‘kişisel’in sadece mahremiyetin değil kamusal tezahürün de alanı olarak görünürlük kazanmasıyla destekleniyor.. bu sadece mağdurlar için geçerli değil, aynı zamanda ve özellikle simgesel hegemonyaya sahip görsel medya alanında da geçerli.. otuz kırk yıl öncesinde ‘ben’ şüphe uyandırıyorduysa, bugün ona ayrıcalık tanınıyor.. bu ayrıcalıkları araştırmak ilginç olacaktır.. söz konusu olan da bu zaten, yoksa birinci tekil şahıs tanıklığın hukuksal bir araç olarak, tarih yazımı türü olarak ya da tarihin kaynağı olarak geçerliliğini sorgulamak değil.. bu tanıklıklar pek çok durumda elimizdeki tek kaynak, bununla birlikte her türden anıt gibi onlara da eleştirel yaklaşılması gereğinin nasıl çözüleceği henüz bilinmiyor..

tartışmam, birinci tekil şahıs tanıklığıyla ve elimizdeki tek kaynak bu tanıklık olduğunda (başka kaynaklar olmadığı ya da tanıklığın öteki kaynaklardan daha güvenilir olduğu durumda) ortaya nasıl geçmiş biçimleriyle çıktığıyla ilgili.. önemli olan sadece söylemin biçimi değil, nasıl üretildiği ve onu inanılır kılan sosyal ve politik koşullar.. birçok kez dile getirildi : anılar döneminde yaşıyoruz ve ‘belleği yitirme’ korkusu ya da tehdidi hatırlanması gereken bir şeyin gerçekten akıllardan silinmesinden çok, özellikle şiddet, savaş ya da diktatörlükler yaşanan ülkelerde, ‘kültürel konuların’ politikayla karışmasından kaynaklanıyor..

geçmiş sorunu birçok açıdan ele alınabilir, tümüyle hatırlama ile tümüyle unutmanın karşılaştırılması tek yol değildir.. bana kalırsa eleştirel bir bakışla daha ileri gitmek gerekir.. bugünün hatırlama süreçleri araştırılırken istenmeyen unutmalar gerçekleşebilir yolundaki tehditler doğru değildir ve dikkate alınmamalıdır..

susan sontag şöyle diyor : ‘belki de hatırlamaya çok fazla değer verilirken düşünmeye yeteri kadar değer verilmiyor..’ bu cümle gereğinden fazla hatırlamanın (sırplara, irlandalılara atıfta bulunarak) yeniden savaşa götürebileceğine dikkat çekiyor.. elinizdeki kitap bu tür savaşçı ulusal anıları araştırmıyor; başka bir yönde ilerliyor, geçmiş üzerine kimi söylemlerin dokunulmazlığını inceliyor.. sontag’ın dediğinden yola çıkıyor : anlamak hatırlamaktan daha önemlidir, her ne kadar anlamak için mutlaka hatırlamak gerekse de..”

 

BEATRIZ SARLO..

 

‘GEÇMİŞ ZAMAN.. Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma..’ , BEATRIZ SARLO, Çeviri : PERAL BAYAZ CHARUM, DENİZ EKİNCİ, METİS Yayınları, Ocak 2012, 105 Sayfa..  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SAHİCİLİK JARGONU..

“bir tapınak dikmek, gökten oraya tapınacak bir şey indirmekten daha kolaydır..” – samuel beckett.. (‘adlandırılamayan’dan..)

“yirmili yılların başlarında, felsefe, sosyoloji ve teolojiyle uğraşan birkaç kişi bir araya gelmeyi planladı.. bunların birçoğu eski amentülerini terk edip bir yenisine geçmişti; ortak paydaları bu yeni benimsenmiş dini vurgulamaya verdikleri önemdi, dinin kendisi değil.. hepsi de, o zamanlar üniversitelerde hâlâ hüküm sürmekte olan idealizmden hoşnutsuzdu.. felsefe bu kişileri özgürlük ve özerklikten vazgeçip ‘kierkegaard’ın ‘pozitif teoloji’ adını verdiği şeyi benimsemeye yöneltmişti.. asıl meseleleri, özgül dogmalardan, vahyin hakikat içeriğinden çok zihniyetti.. o zamanlar bu çevreyi ilgi çekici bulan bir ahbabım, toplantılarına davet edilmediği için üzülmüştü.. yeterince sahici olmadığını ima etmişlerdi ona.. çünkü ‘kierkegaardcı’ sıçramaya ihtiyatla yaklaşıyordu; özerk düşüncenin şahadet ettiği dinin böylece özerk düşünceye tabi duruma gelip, tanımı gereği önünde sonunda dönüşmek istediği mutlaklığı olumsuzlayacağından şüpheleniyordu.. bir araya gelen bu insanalar entelektüalizm karşıtı entelektüellerdi.. mutabakatlarının üstünlüğünü karşılıklı tekrar ettikleri amentüleri telaffuz etmeyenleri dışlayarak teyit ediyorlardı.. zihinsel ve manevi düzeyde savundukları düşünceyi ‘ethos’ belliyorlardı; sanki kendinden üstün olanların öğretisini benimsemek kişinin içsel rütbesini de yükseltirmiş gibi; yeni ahitte, ferisiler aleyhine tek bir söz bile yokmuş gibi.. bundan kırk  yıl sonra, ‘evanjelik’ bir bilim kurulu toplantısında, konuşmacılardan birisi günümüzde ilahi müziğin mümkün olup olmadığı konusunda şüphelerini dile getirdiğinde, emekliye ayrılmış bir piskopos toplantıyı terk etti.. bu piskopos da, hizaya girmeyenlerle ilişkiye girmemesi yolunda uyarılmıştı ya da bu kişilerle alışverişten muaf tutulduğunu düşünüyordu: sanki eleştirel düşüncenin nesnel bir temeli yokmuş, eleştirel düşünce öznel bir sapmaymış gibi.. bu tip insanların ortak yanı, ‘borchardt’ın tabiriyle, doğru pozisyon alma çabasıdır; adeta kendilerine kayıtsız şartsız güveniyormuş gibi düşüncelerini açık etmekten korkarlar.. o zamanlar odluğu gibi bugün de, somut addettikleri şeyin, güvenilmez buldukları ama kavramlardan silinmesi mümkün olmayan soyutlama karşısında bir kez daha yenik düşme tehlikesini sezerler.. somutlamanın fedakârlıkta, özellikle de entelektüel fedakârlıkta vaat edildiğini düşünürler.. ‘heretikler’ bu çevreye ‘sahiciler’ adını vermişti.. ‘varlık ve zaman’ o zamanlar daha yayımlanmamıştı.. ‘heidegger’ bu çalışması boyunca sahiciliği varoluşsal ontoloji bağlamında, bütünüyle felsefi bir terim olarak kullandı ve sahicilerin kuramsal açıdan daha zayıf bir yaklaşımla uğrunda çabaladıkları şeyi felsefeye etkili biçimde yedirerek berikine ikircikli yaklaşanları da kendi safına kattı.. onun sayesinde, itibari talepler vazgeçilebilir hale gelmişti.. kitabın halesini, 1933 öncesinde entelejansiyanın karanlık dürtülerinin yönlendiği yeri makul bir yer olarak tasvir edişinden, bunun tümüyle mecburi olduğunu gözler önüne serişinden kazanıyordu.. ondaki ve onun dilini takip eden herkesteki o teolojik tını, zayıflamış halde de olsa günümüzde bile çınlamakta şüphesiz.. çünkü o yıların teolojik iptilaları, o zamanlar kendilerini elitler olarak tesis edenlerden oluşan çevrenin sınırlarını katbekat aşarak dile sızmış durumdadır.. sahicilerin dilindeki kutsal niteliğin kaynağı, etrafa ulaşılabilecek başka bir otorite olmadığı için hıristiyanlığın dilini andırdığı yerlerde bile, hıristiyanlık kültünden ziyade sahicilik kültüdür.. sahicilerde düşünce belirli bir içerik kazanmadan önce bu dilin kalıbına dökülür ve böylece tam da tabi olma hedefine başkaldırma niyetinde olduğu yerde, bu hedefe uyum sağlar hale gelir.. mutlağın otoritesi, mutlaklaştırılmış otorite tarafından alaşağı edilir.. faşizm bir komploydu ama salt komplodan ibaret değildi; muazzam bir toplumsal gelişim sürecinde yeşerdi.. dil faşizme bir sığınak sağladı; için için yanan kötücüllük bu sığınakta kendini kurtuluşun ta kendisiymiş gibi ifade etti..”

..

“zihinsel emek verdiği söylenen ama başkası için çalışan ve bağımlı ya da ekonomik açıdan zayıf olan meslek gruplarında jargon bir meslek hastalığıdır.. bu tür grupların, genelde toplumsal olan işlevlerinin yanı sıra özgül bir işlevleri de vardır.. eğitimleri ve bilinçleri, toplumsal işbölümünde kendilerine düşen eylem alanı olan tini çok geriden, adeta topallayarak takip eder.. hem yüksek kültürün paydaşı –tapon malların modern olduğunu düşünen tipler- hem de kendilerine ait bir öze sahip bireyler olarak, bu arayı jargon üzerinden kapatmaya çalışırlar; aralarındaki daha saf olanlar buna ısrarla, el sanatlarında kullanılan bir tabirle –ki jargon bu alandan da az şey ödünç almamıştır- kişisel dokunuş adını verirler.. jargonun basmakalıp lafları öznel heyecanlar temin eder.. kişinin, o basmakalıp laflarla, aslında yapıyor olduğu şeyi yapmıyormuş, yani diğerleriyle birlikte koyun gibi melemiyormuş, bunu da şüphe götürmez biçimde özgür biri olmasına borçluymuş gibi görünmesini sağlar.. özerkliğin içeriği, biçimsel özerklik jestiyle ikame edilir.. cafcaflı bir adla bağlanım denen şey aslında dışarıdan dayatmayla ödünç alınmıştır.. kültür endüstrisinde sözde-bireyselleşmenin sağladığını jargon kültür endüstrisini küçümseyenler için sağlar.. ilerici yarı-eğitimliliğin almanya’daki semptomudur bu:  tarih tarafından yargılandıklarını ya da en azından düşüşte olduklarını hisseden ama akranlarına ve kendilerine elit sınıfın içindeymiş gibi rol kesenler için icat edilmiş gibidir.. sadece küçük bir gurup tarafından yazıldığı için nüfuzunun küçümsenmemesi gerekir..  sınavlarda sahici karşılaşmalar üzerine sayfalar dolduran üniversite öğrencisinden, bir piskoposun ‘tanrının sadece akla hitap ettiğine inanıyor musunuz?’ diye soran basın sözcüsüne kadar çok sayıda kanlı canlı insan konuşmaktadır jargonu.. bu insanlar dolaysız konuşma tarzını bir dağıtımcıdan teslim almıştır.. ‘thomas mann’ bu yeni almanca’nın teamüllerini gözlemleyecek kadar uzun yaşamamıştır ama ‘doktor faust’un öğrencilerinin 1945 yılında ‘auerbach’ mahzeninde gerçekleştirdikleri teoloji sohbetlerinde söz konusu teamüllerin büyük bölümünü keskin bir ironiyle öngörmüştür; münasip modeller elbette 1933’ten önce de mevcuttu ama jargon ancak nasyonal sosyalizmin dilinin artık istenmediği savaş sonrasında her yere yayılabilmiştir.. o zamandan beri, konuşulanla yazılan arasında çok yakın bir karşılıklı etkileşim söz konusudur; bu sayede, besbelli radyo seslerini taklit eden  -radyodaki sesler de sahiciliğin matbu eserlerinden yararlanır- matbu jargon okumak mümkün hale gelmiştir.. dolaysızlık ve dolaylılık ürpertici biçimde birbirleri üzerinden aktarılır; bu ikisi sentetik biçimde hazırlandığı için dolayımlanan şey de doğal olanın karikatürü haline gelir.. jargon birincil ve ikincil cemaatleri tanımadığı gibi tarafları da tanımaz artık.. bu gelişmenin reel bir temeli vardır.. ‘kracauer’in 1930’da ‘maaşlılar kültürü’ olarak teşhis ettiği, o zamanlar doğrudan işlerini kaybetme tehdidi altında olan beyaz yakalı proletaryayı bundan daha özel olduğuna inandırarak burjuvazinin hizasına getiren kurumsal ve psikolojik üstyapı, süregelen konjonktürde kendini orta sınıf mensuplarından oluşan birleşmiş bir millet sanan ve kolektif narsisizmin devamı için sahicilik jargonunu memnuniyetle benimseyen bir müşterek dille bunu tasdik ettiren bir toplumun evrensel ideolojisi haline gelmişti; sadece bu dili konuşanlar için değil, nesnel tin için de geçerlidir bu durum.. jargon, evrensellikle damgalanmış burjuva kökenlere sahip olma ayrıcalığıyla evrensel olanın güvenilir olduğunu beyan eder: nizami müşkülpesentlik tınısı, kişinin kendinden kaynaklanır gibi görünür.. en önemli getirisi iyi hal belgesidir.. söylenen ne olursa olsun, böyle bir tınıya sahip ses, bir toplumsal sözleşmeye imza atmaktadır.. gerçekte olduğundan daha fazlasıymış gibi davranan bir varolan karşısındaki huşu itaatsiz olan her şeyi yerle bir eder.. bu oluvermenin, dilin söylenmiş olanın içini söyleme yoluyla boşaltmasına yol vermeyecek kadar derin olduğunu anlamamız istenir.. pirüpak eller, geçerli mülkiyet ve iktidar ilişkilerini herhangi bir şekilde değiştirmeye tenezzül etmez; o tını bunu tıpkı ‘heidegger’’in ontik olanı hor görmesi gibi hor görür.. jargonu konuşan kişi, güvenilir kişidir; insanlar ceketlerinin iliğine, şu sıralar pek itibarı kalmamış parti rozetleri yerine jargonu takıverirler.. jargonun o saf tınısından pozitiflik damlamaktadır adeta, üstelik fazlasıyla sabıkalı olanın lehinde konuşarak kendini küçültmesine bile gerek kalmaz bunun için; uzun zaman önce topluma nüfuz etmiş ideoloji şüphesi bile silinir.. faşizmin eleştirel düşünceyi yok etmek için kullandığı yıkıcı ve yapıcı ayrımı jargonda rahatça kış uykusuna yatar..”

..

“ bilgiçlik, esaslı bilim olarak sunulan sözüm ona radikal felsefi tefekkürün sözcülüğünü yapar, üstüne üstlük asla felsefenin vaat ettiği yere varmamak gibi bir yan ürünle ödüllendirilir.. teferruatlı ön mülahazalarıyla esas meselenin kolaylıkla unutulmasına yol açan ‘husserl’e kadar gider bu; oysa eleştirel düşünüm her şeyden önce, müşkülpesentliğin sürekli ötelediği felsefi ifadeye yönelir.. onurlu ön tarihi alman idealizminde bulunabilecek olan iddia, yani sonucun önemsiz olduğu iddiası bile stratejik kurnazlık olmadan öne sürülemez.. ‘kafka’nın dünyasındaki idari ofisler de benzer biçimde vazifelerini yerine getirmez, karar almayı erteledikçe ertelerler, ama bu kararlar herhangi bir gerekçe olmadan kurbanlarının karşısına apansız çıkabilir.. jargondaki kişisel olanla kişisel olmayanın mütekabiliyeti; nesnel olanı güya insanileştirmesi, insanın gerçekte bir nesneye dönüşmesi, bunların hepsi, soyut hukukla nesnel usul kurallarının yüz yüze karar alma kılığına büründüğü idari durumların göz alıcı bir suretidir.. ‘hitle’ iktidarının ilk dönemlerinde görev yapan ‘sturmabteilung’ mensubu erkeklerin görünümünü unutmak imkansızdır.. idari işler ve dehşet işte bu adamların görünümünde çarpıcı biçimde bir araya gelmiştir: baş hizasındaki belge klasörleri, alt kısımda o uzun çizmeler.. sahicilik jargonu, bazı sözcüklerinde, örneğin, yönelimin adil veya adil olamayan biçimlerde kararlaştırdığı konularla sual kabul etmez emirler arasındaki, otoriteyle duygu arasındaki ayrımın belirsizleştiği ‘görev’ gibi sözcüklerinde bu tablodan bir şeyleri barındırır.. görev sözcüğü jargona, jargonun kurucularından biri olan ‘rilke’nin ‘duino ağıtları’nın ilkinden alınan ilhamla dahil edilmiş olabilir; uzun yıllar boyunca hırs sahibi her doçent o ilk ağıtı çözümlemeyi kendine görev addetmiştir.. ‘bütün bunlar görevdi..’ bu dize, dile getirilemeyen bir deneyimin özneden bir talebi olduğuna dair belli belirsiz bir hissiyata yol açar, tıpkı ‘apollon’un arkaik gövdesinde olduğu gibi : ‘nice yıldız bekler dururdu sen göresin diye..’ şiir bunun üzerine, böylesi bir talimatın bağlayıcı olmayışının ve beyhudeliğinin ifadesini, elbette ki, şiirin öznesinin kifayetsizliği olarak ekler: ‘ama sen yeterli miydin ki?’ ‘rilke’ görev sözcüğünü estetik görünümün korunağı altında mutlaklaştırır ve şiir ilerledikçe, kendi ‘pathos’unun çoktan beyan ettiği hakkı kısıtlar.. jargonun tek yapması gereken, bu çekinceyi ustalıkla aşıvermek ve şüpheli bir şair bozuntuluğuyla mutlaklaştırılan görev sözcüğünü sözlük anlamıyla kullanmaktır.. ama yeni romantik şiirin prosedürlerinin bazen jargonunkilere benzemesi ya da en azından ürkekçe onun için gerekli ortamı hazırlaması bizi hemen kötülüğü şiir biçimi içinde aramaya yöneltmemelidir.. fazlasıyla masum bir bakış açısıyla savunulacağı üzere, kötülük şiir ve düzyazının karışımında temellenmemektedir.. bunların her ikisi de aynı nedenle eşit derecede yanlıştır..”

 

THEODOR W. ADORNO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘SAHİCİLİK JARGONU.. Alman İdeolojisi Üzerine 1962-1964..’ – THEODOR W. ADORNO, Çeviri : ŞEYDA ÖZTÜRK, METİS Yayınları , Ocak 2012, 129 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ESRÂRNÂME..’ – FERÎDÜDDÎN ATTÂR

79. HİKÂYE

 

O divane soru sordu şaha:

‘parayı mı seversin yoksa günahı mı?’

Şah dedi: ‘paradan haberdar olan kimse

Kuşkusuz daha çok sever parayı.’

Şaha dedi deli: ‘aklın varsa niçin

Günahı götürüp parayı bırakıyorsun?’

 

***

 

Günahını yanında mezara götürdün.

Bütün paraları bıraktın, öldün.

Senin canını teslim etmen gerek.

Parayla pulla dolu dünyadan maksat nedir?

Sen dünyayla ortak olmayacaksın.

Git, bir lokma, bir hırkayla yetin.

Toprak üstünde, hasır üstünde olsan da

Padişahsın dünya ile düşüp kalkmadıkça.

Zahmetsiz ekmek bulamayacağına göre

Neden kendini sıkıntıya soktun?

Kendini kara talihin kucağına attın.

Hırkan var, bir tam ekmeğin var.

Fazlasını istemek şan şöhret içindir.

Niçin insanlara bağlanıp geri kaldın?

Ciğerin kanlandı, gönlün hırsla doldu.

Bir gram altın için gönlün iki parça oluyor.

‘O paralı adamdır’ denilmesini istiyorsun.

Hey gamlı adam! Yarım ekmek için

Neden yüzsuyunu toprağa dökersin?

Azizim, saman çöpü kadar minnet yükü

Yüz mihnet dağından ağır çeker.

 

FERÎDÜDDÎN ATTÂR..

 

80. HİKÂYE

 

Bir soru sordu o perişan halliye:

‘Sen neyi seversin?’ dedi : ‘küfürü.

Bana ne verirlerse versinler

Küfürden başkasına minnet etmem.’

 

***

 

İnsanlara neden bu kadar bağlısın?

Görünüşe göre sen bu halka muhtaçsın.

Bir gün parasız, çulsuz kalırsan,

Kimse üç kuruş için elinden tutmaz.

Açlıktan yarı ölü yarı diri olsan da

Yarım ekmek elde edemezsin.

Bir gün iki ekmek uğruna

Aşağılık insanlar çöktürürler seni yere.

Bak, yüce tanrı keremiyle

Namazda kaç kere çöktürür seni yere?

Senin gözün beylerde, hanlarda.

Nasıl can ile canan olur gönlünde?

Handan ekmek alırsan, sofranın bereketi kaçar.

Abartılmış sofra elbette uğursuz olur.

Şahın sofrasında neden böyle dolanırsın?

Bu asalaklar bir avuç aciz, sefil, miskindir.

 

FERÎDÜDDÎN ATTÂR..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arka Kapaktan :

Doğu klasikleri arasında yer alan Esrârnâme (Sırlar Kitabı), yazıldıktan sonra birçok Fars ve Türk şairini etkilemiştir. Mevlânâ’nın çocuk yaşta iken edindiği bu kitabın onda bıraktığı izler Mesnevî’ye aynen yansımıştır. Daha önce aynı tarzda yazılan ve İranlı şair Senâî-i Gaznevî’ye ait Hadîkatu’l-hakîkat (Gerçeğin Bahçesi) da bu eserin kaleme alınmasında etkili olmuştur. İşlenen bazı konularda Hayyam etkisi açıkça görülmektedir. Attâr’ın edebî hayatının birinci ve en verimli döneminde kaleme alınan bu tasavvufî mesnevî, sembollerle, üstü kapalı ibarelerle doludur.

Bu çeviride yararlanılan iki bilimsel neşrin açıklamalar bölümünde bunlar izah edilmeye çalışılmışsa da bazı yerlerde Esrârnâme’yi yayımlayanlar da işin içinden çıkamamışlardır. Zaman zaman basit bir konu veya kelime uzun uzun tefsir edilirken, çapraşık ve üstü kapalı ifadeler ya atlanmış ya da bir iki cümleyle geçiştirilmiştir.

Esrârnâme’nin çevirisinde iki yol izlenebilirdi. Birinci yolda, bu manzum eser nesren çevrilir, beyitler arasında bağlantı kurularak paragraf çevirisi yapılabilirdi. İkinci yol ise her beytin nazmen çevirisini yapmaktı. Biz ikinci yolu tercih ettik. Tasavvuf terminolojisine ait kelimelere dokunmadan, serbest vezinle, mümkün olduğu kadar kafiye tutturarak, herkesin anlayabileceği bir âşık edebiyatı dilini tercih ettik.’ MEHMET KANAR

‘ESRÂRNÂME..’ , FERÎDÜDDÎN ATTÂR.., Çeviri : MEHMET KANAR, AYRINTI Yayınları, Mart 2012, 286 Sayfa, özel baskı.. 

ALACAKARANLIKTA

Yine ikimiz, koyuyoruz ellerimizi ateşe,

sen nice zamandır yıllanmış gecenin şarabı aşkına,

ben ise sabahın hiç sıkılmamış pınarı uğruna.

Körük, güvenmediğimiz ustasını beklemekte.

 

Keder yaydığında sıcaklığını, geliyor cam ustası.

Gidişi ortalık ışımadan, gelişi çağırmadan sen, hem de

yaşlı, aklaşmış kaşlarımızın alacakaranlığı kadar.

 

Yine kurşun dökmekte göz yaşlarının kazanında,

sana bir kadeh için – kutlamaktır önemli olan yitirilmişi-

bana da isli cam kırıklarım için – ateşe saçılmakta.

Ve sana kadeh kaldırıyorum, gölgeleri çınlatarak.

 

Anlaşılır şimdi kimin çekindiği,

ve kimin sözünü unuttuğu. Sense

ne bilirsin, ne de istersin tanımayı,

kenardan içersin, serindir diye

ve ayık kalırsın, tıpkı eskisi gibi,

üstelik belli ki, kaşların hâlâ çıkmakta!

 

Bana gelince, bilincindeyim yaşadığım

aşk ânının, cam kırıklarım saçılıp ateşe,

yine o eski kurşuna dönüşürken. Duran

benim merminin ardında, hayal gibi,

yalnızca tek gözü açık, hedefinden emin,

ve sıkıyorum onu, sabahın ortasına.

 

INGEBORG BACHMANN..

 

‘INGEBORG BACHMANN.. BÜTÜN ŞİİRLERİ..’ , Çeviri : AHMET CEMAL, KAVRAM Yayınları, Şubat 1995, 200 Sayfa..

 

 

 

‘AMATÖR KAMERA GERÇEKLİĞİ..’ – SELDA HIZAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“AMATÖR KAMERALARIN ETKİLERİ..

 

elektronik medyanın masum olmadığını gösteren ‘mcluhan’a, iletişimi anlamaya çalışanların çok şey borçlu olduğu aşikardır.. bu bakış, gelişen her yeni mecranın boyutlarını algılamada oldukça değerli bir perspektif kazandırmıştır.. ‘mcluhan’, bir ‘araç’ın etkilerinin anlaşılabilmesi için şu dört sorunun sorulabilmesi gerektiği görüşündedir:

a) araç neyi arttırır ve ön plana çıkartır?

b) araç neyi ıskartaya çıkartır?

c) son noktaya kadar zorlandığında neyi üretir veya neye dönüşür?

d) önceden ıskartaya çıkartılan neyi geri kazanır?

bu dört soru eşliğinde yapılacak bir analizin, aracın telematik (yazarın telekominikasyon ve enformatik alanlarının birleşmesini öngören anlayışı) paradigma içerisindeki tutumunun algılanmasını sağlayacağını düşünen yazar, bu analiz yönteminin her yeni teknoloji için geçerli bir bakış sağlayacağını vurgular..

amatör çekim kameralarının ‘yeni gerçeklik’inin analizinde, bu dört soru eşliğinde yapılacak bir planlama, amatör çekimlerin şua ana kadar bahsettiğimiz bütün özelliklerini gözden geçirerek bir sonuca varmamızı sağlayacaktır..”

 

..

 

“SADDAM HÜSEYİN’İN YAKALANMA GÖRÜNTÜLERİ NEDEN AMATÖRCE?

 

askerler tarafından kaydedilen ve ‘saddam hüseyin’in yakalandığı yeri anlatan görüntülerde yapılan ciddi hatalar, ‘abd’nin yalan haber üretme üzerindeki ısrarını bütün kamuoyuna kanıtlamıştır.. zira bu görüntülerde, ‘saddam hüseyin’in yakalandığı çukurun bulunduğu bahçe yer almaktadır.. aralık ayında yakalandığı iddia edilen ‘saddam hüseyin’in yakalandığı bahçenin görüntüleri yine aralık ayı içerisinde haber bültenlerine servis edilmiş, fakat görüntüde bulunan ayrıntılar, bu görüntülerin gerçeği yansıtmadığını oraya koymuştu.. bahçede yer alan kurutulmaya bırakılmış hurma görüntüleri, çekimin yapıldığı zamanın aralık ayı olmadığını, çekimin bölgede kurutulma işleminin yapıldığı yaz ayları içerisinde yapıldığının kanıtıdır.. bahçe sahibiyle yapılan röportaj da bu yalan haberi ortaya çıkaran ikinci faktördür.. daha önce defalarca bahçesine gelip arama yapan ve ardından çekim yapıp giden askerleri anlatan bahçe sahibi, ‘saddam hüseyin’i hiç görmediğini ve şayet ‘saddam hüseyin’in bahçesinde yakalansaydı yaşamasının mümkün olamayacağını ya da en iyi ihtimalle hapse konmuş olması gerektiğini ifade etmiştir..

durumun ortaya çıkmasının ardından yazılı bir açıklama yapan ‘abd’ yönetimi, görüntülerin gerçeği yansıtmadığını kabul etmiş ve ‘canlandırma amaçlı bir kayıt’ olduğunu itiraf etmiştir.. ‘saddam hüseyin’in yakalanacağı mekânın birkaç ay önce çekime alınması, yazılan senaryonun da inandırıcılığını yitirmesine sebep olmuştur.. burada dikkat edilmesi gereken nokta, amatör bir asker tarafından kaydedilen kötü çekimlerin canlandırma amaçlı yapılması ve kaydın ‘gerçek’ görüntüler’ olarak sunulmasıdır.. peki, canlandırma amacıyla çekilen bu görüntünün profesyonel bir kamerayla düzgün bir şekilde gerçekleştirilmesi mümkün iken, neden böyle bir çekim tercih edilmiştir?”

 

SELDA HIZAL..

 

Kitap arkası :

 

“saddam hüseyin’in idam sahnesini cep telefonu kamerasından değil de profesyonel bir çekim kamerasından izleseydik nasıl duygular hissederdik? ‘kaddafi’nin ölüm görüntülerini bir kurgudan ayıran neydi?

‘mcluhan ‘araç mesajdır’ demişti. ‘körfez savaşı’nın hiç olmadığını iddia eden ‘baudrillard’ ise ‘bundan böyle, varlık ile çeşitli görünümleri, gerçek ile gerçek kavramına özgü bir ayna/yansıma yoktur” diyerek gerçekliğin sunumunu sorgulamıştı.

gerçeklik ile onu aktaran araç arasındaki ilişki her daim merak konusuydu. bugün gelişen teknikler iki düşünürü de doğrularken hayatımızı sarmalayan ‘mobese ve güvenlik kameraları’ gerçekliğin tespitinde sık sık kullanılıyor.

haber bültenlerinden yeni sinemaya birçok alanda kullanılan amatör kameraların yansıttığı hiper-gerçekliği ve bu hiper-gerçekliğin ifade ettiklerini anlatan bu kitapsa, medyanın ideolojik bir aygıt haline geldiği bu dönemde bir karşı-iletişim taktiği olarak ortaya çıkarılan amatör kamera görüntüleriyle iletilen mesajları ve o mesajların etkisinin boyutunu inceliyor. gerçeğin bu yeni araçla aktarımına teknik ve felsefi yorumlar getiriyor.”

 

‘AMATÖR KAMERA GERÇEKLİĞİ.. İMGE, ALGI, ARAÇ..’ , SELDA HIZAL, AGORA Kitaplığı, Mart 2012,125 Sayfa..

 

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ – GUILLAUME APOLLINAIRE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

XVI

 

ZULÜM..

 

“o dönemde, her gün şiir ödülleri dağıtılıyordu.. bu amaçla binlerce dernek kurulmuştu ve bunların bolluk içinde yaşayan üyeleri, belirli tarihlerde şairlere de ihsanlarda bulunuyorlardı.. fakat bütün dünyanın en büyük dernekleri, şirketleri, idare konseyleri, akademileri, komiteleri, jürileri vs, vs asıl büyük ödüllerini her yıl 26 ocak tarihinde veriyordu.. o gün, toplam değeri 50.0003.225,75 frank eden 8019 şiir ödülü veriliyordu.. öte yandan, hiçbir ülkede toplumun hiçbir sınıfında şiir zevki yayılmamıştı.. kamuoyu, tembel, gereksiz vs şeklinde nitelendirilen şairlere karşı çok öfkeliydi.. o yılın 26 ocağı olaysız geçti; fakat ertesi gün, adelaide’de (avustralya) fransızca yayınlanan ‘ses’ gazetesinde, keşifleriyle icatları çoğunlukla mucize gibi görülen kimyager-ziraatçı horace tograth’ın (leipzig doğumlu bir alman) bir makalesi çıktı.. ‘defne’ başlıklı makale, filistin’de, yunanistan’da, italya’da, afrika’da ve provence’ta defne yetiştirilmesinin tarihiyle ilgili bir tür açıklama içeriyordu.. yazar, bahçelerinde defne olanlara tavsiyelerde bulunuyor, ağacın beslenmede, sanatta, şiirdeki çeşitli kullanımlarını ve şiirsel zaferin simgesi olarak rolünü belirtiyordu. sözü mitolojiye getiriyor, apollon ile daphne hikâyesine göndermede bulunuyordu. yazının sonundaysa horace tograth birdenbire tarzını değiştiriyor ve makalesini şöyle bitiriyordu :

‘aslında bu işe yaramaz ağaç hâlâ çok yaygındır ve halkın defnenin meşhur lezzetini yakıştırdıkları daha az şanlı simgelerimiz de var. defne, çok kalabalık olan dünyamızda çok fazla yer kaplıyor – defne yaşamaya layık değildir.. bu ağaçlardan her biri iki insanın yerini alıyor.. defneler kesilmeli ve yapraklarından zehirden kaçar gibi kaçılmalı.. defneler bugün artık şiir ve edebiyat biliminin simgesi değil, yalnızca bir ölüm-şanın simgesidir ve ölüm hayat için neyse, şanın eli anahtar için neyse, bu ölüm-şan da şan için odur..

gerçek şan; bilim, felsefe, akrobasi, insanseverlik, sosyoloji vs için şiiri terk etmiştir. bugün şairler yalnızca, iş yapmadan kazandıkları parayı cebe atmakta iyidirler, zira hiç çalışmazlar ve çoğunluğunun (şarkıcılar ve diğer birkaç tanesi hariç) hiçbir yeteneği, dolayısıyla hiçbir mazereti yoktur.. birkaç marifeti olanlarsa daha da zararlıdırlar, çünkü hiçbir şey alamazlarsa, her biri bir alay askerden daha fazla gürültü çıkarır ve lanetli şeylerle kulaklarımızı tırmalarlar.. bütün bu insanların hiçbir varlık nedenleri yoktur.. onlara verilen ödüller çalışanlardan, mucitlerden, bilginlerden, filozoflardan, akrobatlardan, sosyologlardan vs çalınmıştır.. şairlerin ortadan kalkması gerekmektedir.. lykurgos (m.ö. 9. yüzyılda yaşadığı varsayılan ve sparta’nın yasa koyucusu kabul edilen kişi..) onları cumhuriyetten sürmüştü, onları yeryüzünden sürmek gerek.. aksi takdirde şairler, bu azılı tembeller bizim prenslerimiz olacak ve hiçbir şey yapmadan sırtımızdan geçinecek, bize eziyet edecek, bizimle dalga geçecekler… sözün kısası, bu şiir diktatörlüğünden bir an önce kurtulmalıyız..

eğer cumhuriyetler, krallar, milletler bu konuda önlem almazlarsa, fazlasıyla ayrıcalıklı şair ırkı öyle büyük oranlarda ve öylesine hızlı çoğalacak ki, çok geçmeden, hiç kimse çalışmak, icat etmek, öğrenmek, akıl yürütmek, tehlikeli şeyler yapmak, insanların acılarına çare bulmak ve kötü talihlerini iyileştirmek istemez olacak..

o halde gecikmeden durumu görmek ve insanlığı kemiren bu şiir kanserinden kurtulmak gerek..’

bu makale müthiş bir ilgiyle karşılandı.. her taraftan telefonlar ve telgraflar geliyor, bütün gazeteler makaleyi yeniden yayınlıyordu.. bazı edebiyat gazeteleri tograth’ın makalesinden alıntılar yapıp, bilim adamı hakkında alaycı düşüncelere yer verdiler, onun zihniyeti hakkında kuşkuları vardı.. lirik defne konusunda gösterdiği bu dehşete gülüyorlardı.. bunun aksine, haber ve ticaret gazeteleri bu uyarıya çok önem veriyorlardı.. ‘ses’teki makalenin dâhiyane olduğu söyleniyordu..

bilim adamı horace tograth’ın makalesi, şiire duyulan kini ifade etmek için eşsiz, olağanüstü bir bahane olmuştu.. ve bahanenin kendisi de şiirseldi.. adelaide’li bilginin makalesi, bütün insanların belleğinde yer etmiş antikitenin harikalarına gönderme yapıyor ve bütün varlıkların tanıdığı kendini koruma içgüdüsüne sesleniyordu.. işte bu yüzden, tograth’ın okuyucularının hemen hemen hepsi hayranlık duymuş, korkmuş ve yararlandıkları çok sayıdaki ödül yüzünden toplumun bütün sınıfları tarafından kıskanılan şairleri haksız çıkarma fırsatını kaçırmak istememişlerdi.. gazetelerin çoğu, kampanyalarını hükümetin en azından şiir ödüllerinin kaldırılması için önlemler alması çağrısıyla bitirmişlerdi..

o, akşam, ‘ses’in ikinci baskısında kimyager-ziraatçı horace tograth, aynen ilkinde olduğu gibi, her taraftan telefonlar, telgraflar alan, basında, kamuoyunda ve hükümetlerde fazlasıyla heyecan yaratan yeni bir makale yayınladı.. bilgin, yazısını şöyle bitiriyordu :

‘ey dünya, kendi hayatın ile şiir arasında bir seçim yap, eğer şiire karşı ciddi tedbirler alınmazsa uygarlığın işi bitti demektir.. hiç tereddüt etmeyeceksin.. yarından itibaren yeni çağ başlayacak. şiir yok olacak, bu eski esinlerin fazlasıyla ağır lirleri kırılacak. şairler katledilecek.

 

***

 

o gece, dünyanın bütün şehirlerinde hayat aynıydı.. her tarafa telgrafla gönderilen makale, çok aranan yerel gazetelerin özel baskılarında yeniden yayınlandı.. halk, her yerde tograth ile aynı fikirdeydi. birtakım hatipler sokaklara dökülmüş, halkın arasına karışarak onları galeyana getiriyorlardı. hükümetlerin çoğu, yayınlanan metin sokaklarda müthiş bir heyecana sebep oldukça, hemen aynı gece kararlar almaya başlamıştı bile. fransa, italya, ispanya ve portekiz, kaderleri hakkında karar verilene kadar, toprakları üzerindeki şairlerin en kısa süre içinde hapsedileceği konusunda kararname çıkartan ilk ülkeler oldular.. yabancı ya da ülke dışında bulunan şairler bu ülkelere girmeye teşebbüs ederlerse, idam cezasına çarptırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı. abd’nin, mesleğinin şairlik olduğu bilinen herkesi elektrikli sandalyeyle idam etme kararı aldığı, telgrafla bildirildi. aynı şekilde almanya’nın da, imparatorluk toprakları üzerinde yaşayan manzum ya da mensur şairlerin, yeni bir emre kadar ikametgâhlarından çıkmamaları konusunda bir kararname çıkardığı, yine telgrafla bildirildi. aslında bu gece ve ertesi gün boyunca dünyanın bütün devletleri, hatta yalnızca lirizmden nasibini almamış kötü destan şairlerine sahip olanlar dahi, ‘şair’ sözüne karşı bile önlemler almışlardı. yalnızca iki ülke bunun dışındaydı : ingiltere ve rusya.. bu alelacele çıkarılan kanunlar hemen yürürlüğe kondu.. ertesi gün fransa, italya, ispanya ve portekiz toprakları üzerindeki bütün şairler hapsedilirken, bazı edebiyat gazeteleri siyah çerçeveyle yayınlanıyor ve bu yeni terör hükümranlığından şikayet ediyordu.. öğleyin gelen telgraflar, haiti’nin büyük, zenci şairi ‘aristenete güneybatı’nın aynı sabah, güneş ve katliam duygusyla kendinden geçmiş bir zenci ve melez güruhu tarafından parçalara ayrılıp yendiğini haber veriyordu. köln’de kaiserglocke bütün gece boyunca aleyhte şiddetli sözler söylemiş ve sabah, kırk sekiz kıtadan oluşan bir ortaçağ destanının şairi olan profesör doktor stimmung (fransızcada tam karşılığı olmayan almanca bir sözcük, ruh hali veya şiirsel atmosfer anlamlarında kullanılır), hannover’e gidecek trene binmek için dışarı çıktığında, ‘şaire ölüm!’ diye bağıran ve onu sopalayan fanatik bir grup tarafından takip edilmişti.

profesör bir katedrale sığınmış ve birkaç kilise görevlisiyle birlikte, zincirden boşanmış drikkes, hannes ve marizibill (köln bölgesi folkloruna ait şahsiyetler, bakınız apollinaire’in ‘alkoller’ adlı kitabındaki ünlü ‘marizibill’ şiirleri) halkı tarafından buraya kapatılıp kalmıştı.. özellikle bu sonuncular azgın görünüyorlar, kutsal bakire’yi, azize ursula’yı ve üç müneccim kralı alman tarzıyla yardıma çağırıyorlar, bu arada, kalabalığın arasında kendilerine yol açabilmek için yumruk atmayı da ihmal etmiyorlardı.. pazar duaları ve sofuca yakarışlarının arasına, şöhretini özellikle âdetlerinin üniseksliğine borçlu olan şair-profesör hakkında rezilce hakaretler karışıyordu.. başını yere eğmiş olan profesör, tahtadan yapılmış büyük aziz khristophoros’un altında korkudan donmuştu.. katedralin bütün çıkışlarına duvar çeken duvarcıların gürültülerini duyuyor ve açlıktan ölmeye hazırlanıyordu.

saat ikiye doğru, napolili kutsal eşya koruyucusu bir şairin, aziz ianuarius’un kanını şişede kaynarken gördüğünü bildiren telgrafı geldi.. kutsal eşya koruyucusu mucizeyi ilan ederek dışarı çıkmış ve mura (parmaklarla oynanan bir oyun) oynamak için aceleyle limana gitmişti.. bu oyunda istediği her şeyi kazanmış ve sonunda kalbine bir bıçak darbesi almıştı..

telgraflar, gün boyu birbirini izleyen şair tutuklanmalarını haber veriyordu.. amerikan şairlerinin elektrikli sandalyeyle idamı saat dörde doğru öğrenildi..

paris’te, fazla tanınmadıkları için başlarına bir şey gelmemiş olan, sol kıyıdan birkaç genç şair, closerie des lilas’dan, şairler prensinin kapatıldığı conciergerie’ye doğru bir gösteri örgütlediler..

göstericileri dağıtmak için bir alay geldi.. süvariler silahlarını doldurdu.. şairler silahlarını çıkarıp kendilerini savundular, fakat bunu gören halk arbedeye karıştı.. şairleri ve kendini onların koruyucusu ilan eden herkesi boğdular.

bütün dünyada hızla yayılan zulüm işte böyle başladı. amerika’da ünlü şairlerin elektrikli sandalyeyle idamlarının ardından, bütün zenci şarkı besteciler, hatta hayatları boyunca hiç şarkı bestelememiş birçok kişi linç edildi. daha sonra sıra beyazlara ve bohem edebiyatçılara geldi. avustralya’daki zulmü bizzat idare ettikten sonra tograth’ın da melbourne’dan gemiye bindiği öğrenildi..”   

 

GUILLAUME APOLLINAIRE..

 

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ , GUILLAUME APOLLINAIRE, Çeviri : NİHAN ÖZYILDIRIM, KANAT Yayınları, Aralık 2004, 202 Sayfa..

 

BOKUN TARİHİ..’ – DOMINIQUE LAPORTE

‘GÜZEL KOKU YOKTUR : GÜZEL OLAN KOKMAZ..’

koku güzellikle eşit tutulamaz..

avrupa aydınlanmacıları’nın duyuların politik ekonomisi görselin ayrıcalığıyla ortaya çıkar.. koku alma duyusu herhangi bir derecede, gölgelere indirgenir; bu gericiliğe eşdeğerdir.. ‘condillac’ farazi statüsünde insanlara duyu bağışladığında, kokuyla başlar, bu tek ham kapasiteyle sınırlandırıldığında güçsüzleşen duygusal deneyimi, kanıtlamak yerine ‘biz koku duyusuyla başlamanın en iyisi olduğunu düşündük çünkü tüm duyulardan insan zekâsına az da olsa katkıda bulunuyor gibiydi’ ‘condillac’; hoş kokunun hazzı ve hoş olmayan kokunun da acıyı ortaya çıkardığını kanıtlamakta başarılı olur.. ama ayrımcılığın bu seviyesinde (bu örnekte olduğu gibi ‘olduğumuz gibi içten düzenleniş’ bir durumla bağdaştırılmış) kokuyu rehabilite etmek için onun ilkel durumunu yükseltmek yeterli değildir..

‘condillac’, hoş kokunun zevkle acı arasındaki uyumsuzluğunu göstermekte de başarılı olur.. heykel, maddeyi kavrayamaz: bu tamamen onun duygusunun nesnesi tarafından şaşkına çevrilmektir ve bu sebeple anlamlama ölçüsüne girmeye gücü yetmez.. maden halinde kalıntılar kapana kısılmıştır, en çok, en alçak düzenin hayvanı (bizim heykelimiz koklama engellidir, bu bizi en içtekini anlayacak bir zekâ sınıfına sokar).

koku duygusundan engellenmiş heykel tamamıyla kokudur.. mesafenin faydası olmaksızın, o kendisinin nesnesidir. koku algısal hiyerarşinin en alçak basamağına devrilmiştir. onun anlaşılır diyardan atılması iki defadır: öncelikle bir duyu olarak tanım dışı bırakılmıştır (condillac’ın bize söylediğine göre iki defa). ikincisi ise insan zekâsına en az katkıda bulunan olarak görülmesidir. koklamak –hayvan ya da heykel olmak- böylece çok aşağılık durumlara sevk edilmiştir.

epistemoloji dışında bırakılan koku artık estetik tarafından iyi karşılanmıyordu.. güzel, dolaşımın simyasının arasına giren (her ikisi de ticari mallar ve işaretler) ilkel ‘non olet’ ile oluşmuştur.. zenginliklerin kökenleri yoktur; ‘madam de lanty’nin maskesinin arkasındaki çamur anlaşılmayacaktır.. bir kez daha bu durumda şehrin ve söylevin inşasında karşılaşıyoruz: güzel olan kokmamalı.. bu dışarıda bırakma koşulları değiştirildiğinde belirgin hale gelir, ‘güzel olan kokmaz’, ‘güzel koku yoktur’a eşit hale gelir.. estetik söylevin dışkısal baskısında, cümle sonraki biçime hükmeder, özellikle ‘kant’ın çalışmasında.. gül için güzel olduğunu söyleyebilirim ama gülün kokusu için bu kadarını söyleyemem: bir zevk yargısıyla gülü tanımlıyorum, güzel olarak gördüğüm gülü. fakat farklı tekillerin karşılaştırılmasıyla sonuçlanan yargı, ‘güller genellikle güzeldir’ artık basitçe estetik olarak tanımlanamaz.. ama bir mantık önermesi estetik olanla temellenir. yine ‘gül (koklamak için) hoş’ önermesi neredeyse estetik ve tekildir, bir beğeni yargısı değil ama bir duyu önermesidir.

gülün yenilebilir olduğunu, onu kokusuyla değil de tadıyla yargıladığımızı farz edersek; tadı ‘iyi tat’ olarak nitelendirilebilir mi? bir yemeğin güzel olduğu söylenebilir, yargı onun yenilebilirliği ile alakalı olmasa dahi, çünkü yiyecek güzellik söylemine katılır.. koku o kadar talihli değildir, iyi, hoş, hatta şiddetli olabilir, ama asla güzel olamaz.. alışkanlık bu çıkarım ile belirlenmiştir. koku sembolizasyona direnir.. göndergesinin maddiyatının bastırılamadığı içeriğe inatla bağlanır.. ergo: kokuya güzel demek aşırı derecede ihmalkâr olur, böyle bir ifade güzelliğin kendisi üzerindeki etkilerini serbest bıraktığından beri bunun içerilmesi imkânsızdır.. koku güzelleştiğinde, o zaman güzelin de kokması gerekir, nefes almak için, kendisini koklaması için ve sonra neyin kokusu çıkacak? çamur ve kan, güzelin saydam yüzeyine, bakir olana sıçramayacak mı? şahaneyken bile koku her zaman onun kökeninin izlerini taşıyacak..

tüm kokular kökensel olarak bok kokusudur.. durum budur, ilk ve en önde gelen şanslı doğada: köhnelik güzel kokuları berbat etmez, bize söylenen bitkilerin mefitik havayı parfüme dönüştürebildiğidir. parfüm; pare-fumier, her zaman gübreye karşı koydu. kendini bokun düşmanı olarak ortaya atarak, parfüm sürekliliğini garantiledi; inkâr sadece kanıtı daha olumlu kılar- bok oradadır.. iyinin ve güzelin karşılıklı olarak içlerinden çıkardıkları memnuniyet bunun bir kanıtıdır.. gülün güzel koktuğunu söylediğimde, bu bir beğeni yargısıdır.. ‘kant’ın gözlemlediği gibi ‘beğeni yargısını belirleyen tatmin ön yargısızdır.’ tersine, gülün kokusu güzel değildir.. en fazla, hoş veya iyi denilebilir.. hoşluktaki tatmin ilgiye bağlıdır ve benzer şekilde ‘iyideki tatmin ilgiye bağlıdır..’

ilgi nedir? mutlaka uzmanlığının algısı içinde anlaşılmalıdır.. aslında ilgi, zevki güdüleyen şeydir.. doğal olarak herhangi bir zevk değil. lakin zevk yoksunluğu nezaketin tersidir (kendisi ahlakla ve açıklamayla, güzele ve yüce olana bağımlıdır) : ‘işlenmemiş zevk’ , ‘dirençli ve güçlü zevk.’ üremenin her iki tarafını da, fiziki ve finansal taraflarını da canlandıran bu zevk, onun mütevazı düzenine rağmen, mutlak kibirle elde tutulamamasının nedenidir, kendi gibi nezaketsiz bu zevk küçümsenemez, onun sayesinde erkeklerin çoğunluğu doğanın büyük düzenine itaat edecektir –çalışan sınıfın çoğunluğunun evliliği bozuldu. onun kafası büyüleyici suratlarla doldurulmamıştır, yorgun bakışlar, soylu katlanmalar, vesaire.. o bundan hiçbir şey anlamaz..

seks, para, zevk olarak zar zor nitelendirilen bu eğilimi motive eder.. ‘dirençli, güçlü, kaba’, aslında o, güzellik duygusundan daha arzuludur.. o zevk ve tiksinmek arasında bocalar, herhangi bir derecede zevk adamında hoşlanmama duygusu uyandırır.. burada,’ cinsel işlemlerin periyodikliğinin uzak bir kalıntısını buluyoruz, koku alma üstünlük kazandığında ve kendini topraktan henüz kaldırabilmiş insan adet döngüsünün ‘koklama tetikleyicisine’ duyarlıydı.. koku hala tamamen vahşiliğin eşiğinde sendeleyen ‘zevk’ diyarına yerleştirilmiş, üremenin işlevleri tarafından olduğu gibi hapsedilmiştir.

koku güzel olmasa bile, güzelin harfi harfine zıttı olandan, bezdirici genel zevkten iyi ya da hoş olandan ayıran sınırda kalır: ‘hiçbir şey, güzele nefret uyandıran şeyden daha muhalif değildir..’

ve ‘kant’ın ‘freud’dan çok uzun zaman önce öne sürdüğü gibi, bizim nefret objesinden uzaklaşmamızı güdüleyen şey, güzel olana yakınlık değilse nedir? ‘iğrendiren şeyden uzaklaşmamızı bize hatırlatan temizliğe olan ilgidir..’

güzellik ve temizlik : burada, saf düzene katılmak için devletin söylemsel girişimiyle aynı tutum içinde düşünülmüş olan ‘freudyen’ üçlünün iki unsurunu buluyoruz.. bu söylem, ‘kant’ın vahşi bokun rengi üzerine beyaz uygarlığın ektiği ıstıraplarla ilgili fikirlerini dile getirdiği ‘düşünce ve zenciliğin indirgenemezliği’ tespitine ilham kaynağı olan ‘hume’un ‘of national characters’ denemesinin de içinde bulunduğu, ‘observations on the feeling of the beatiful and sublime’in içinden bir paragrafı kapsar ve buna zemin hazırlar..

böylece ‘kant’ın ampirist ve rasyonalist ‘tüm güzelliklerin dünyadan uzaklaşmasına’ kimyasal ‘tetiklemenin’ sonucu olan doğal güzellik düşüncesiyle karşı çıkmasına şaşırmamalıyız.. bu güzellik, daha çok simyanın altını gibi, saf vücutlar grubunun bir kombinasyonunun bozulmaz çökeltisi olan, ya da daha açık bir şekilde ‘sıvı halden katı hale, ani bir katılaştırma’, süspansiyon hali içinde katı parçacıkların sade karışımı’ olarak görünmüyor.

kokusuz güzellik doğada meydana gelseydi, bu daha çok doğa ‘büyük toplumsal pota’ gibi işlediği için olurdu:

yine, sulu sıvılar farklı gazların bir karışımı olan bir atmosferde çözünür, eğer bir sonrakinden soğuma sebebiyle ayrılırsa; hiçbir şekilde üretemez ki özel gaz karışımları bir ahenkle ve son derece güzel görüntüler meydana getirirler.. yani düzenlenişini yargıladığımız erek-bilimsel kötülemeler olmaksızın pekâlâ çiçeklerin, kuşların tüylerinin, ya da deniz kabuklularının güzelliği üzerine düşünebiliriz.. bir renk ve şekil içinde hepsi, doğaya ve doğanın estetik amaçları olmaksızın kendi özgürlüğü içinde, söz konusu teşkilat için kimyasal yasalara uygun olarak maddi ihtiyaçların düzenlenmesidir..’

DOMINIQUE LAPORTE..

‘BOKUN TARİHİ..’, DOMINIQUE LAPORTE, Çeviri: ECE ÇAVUŞOĞLU, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, Ekim 2011, 190 Sayfa..