Archive for the ‘Siyaset’ Category

‘bir.. iki.. üç.. daha fazla seattle..’

‘BATTLE IN SEATTLE’ , ‘İSYAN..’ – STUART TOWNSEND

 Sinopsis : 

‘battle in seattle’ , andre benjamin , woody harrelson , martin  henderson , ray liotta’nın başrollerde oynadığı politik aksiyon ve dramı bir arada barındıran bir film. büyük bir protestocu grup, 1999 yılı ‘dünya ticaret organizasyonunu’ protesto etmek için seattle’da toplanır.. yaşanacak kaos ve kargaşa toplantıları durdurmayı amaçlamaktadır.. protestocu aktivistler , abd hükümeti , organizasyon katılımcısı dünya ülkelerinin temsilcileri , vali , belediye başkanı , medya , polis ve askerler arasında geçen sürükleyici ve hareketli bir politik aksiyon filmi..’

 

Filmin Künyesi : 

Yönetmen ve Senaryo : Stuart Townsend

Görüntü Yönetmeni : Barry Ackroyd

Kurgu : Fernando Villena

Müzik : Robert Del Naja

Oyuncular : Andre Benjamin , Woody Harrelson , Martin  Henderson , Ray Liotta , Michelle Rodriguez , Channing Tatum , Charlize Theron..

Süre: 95 dakika

Yapım Yılı : 2007

Yapım : ABD , Almanya , Kanada..

‘açıkçası ilk aldığımda filmi biraz tereddüt etmiştim , amerikan ortak yapımı filmin seattle protestolarını nasıl anlatmış olabileceği konusunda bayağı endişeliydim.. gerçi amerikalı bağımsız sinemacılardan yumruk gibi sert ve anlamlı filmler de izlemiştik geçmişte.. ama yine de insan filmi alırken iki kere düşünüyor , hatta üç kere , hatta çok kere , hatta düşünceye dalıyor..

şakayı bir yana bırakırsak 1972 doğumlu genç aktör stuart townsend’in ilk yönetmenlik denemesi olan bu filmin senaryosunu da stuart townsend yazmış..

senaryo protestocu aktivistler ile hükümet güçleri arasındaki mücadele ekseninde giderken , filme iki taraftan da olmayan , olaylar sırasında günlük yaşamlarını sürdüren ama bir şekilde hükümet güçlerinin sebep olduğu vahşi şiddetin kurbanı olan vatandaşlar da dahil oluyor.. yönetmen ve senarist stuart townsend  tüm amerikan filmlerinde rastladığımız gibi (en son blackhawk’ın anlattığı pijamalı çocuk filmindeki gibi) aynı senaryo klişesini de kullanmış : kötünün kurbanı olan kötünün yakını.. neyse konuyu daha fazla anlatamayayım fakat şunu söylemek istiyorum beklediğimden çok daha iyi bir film çıktı.. bazı yerlerinde aksamalar, politik açıdan gevşemeler , konsensüs yaratma çabaları olsa da film belgesel görüntülerle desteklenerek olayların içinde hissini izleyici de uyandırıyor.. filmin ana konusu dışında arka planda anlatılan hikayeler de etkileyici..

filmdeki oyuncuların performansı da çoğunlukla üst seviyede.. kurgulanan karakterlerin çoğunluğu doğallığı yakalıyor..

bulursanız mutlaka kaçırmayın izleyin ve seattle’a , aktivistlere birer selam çakın..’

Crockett..

‘düşünce özgürlüğü kavramını bu açıdan ele alırsak , dememiz gerekir ki , bu özgürlük bize dışarıdan verilmez , ÇÜNKÜ..’ – MELİH CEVDET ANDAY

‘düşünce özgürlüğü..’

‘demek ki insanoğlunun içgüdüden düşünmeye atlaması ve düşünce yaratması için , çok ilkel de olsa , toplumu kurması gerekir.. buna ‘bir arada çalışmak’ da diyebiliriz.. insanoğlu bir arada çalışarak ve bir arada çalıştığı için düşünmeye başlamıştır.. ona ‘düşünen hayvan’ denmesi bundandır.. zamanla ‘dil’i doğuracak olan da kuşkusuz bu yetidir.. burada önemli olan , düşünme ve düşünce için en az iki kişinin var olması koşuludur.. başka bir deyişle , düşünce bir kişiden başka bir kişiye aktarılabilen bir im demektir.. insanoğlu bu aktarma işini en yetkin olarak ‘dil’ ile başarmıştır.. ‘dili yaratmasının nedeni’ budur demiyorum , çünkü dil , ne denli ilkel olursa olsun , insanda düşünme yetisini biçimlendiren başlıca güçtür.. ‘peki insanlar konuşmaya başlamadan önce’ sorusunu bir bilgin ‘ ne denli geriye gidersek gidelim ,dili bulacağız’ biçimde yanıtlamaktadır.. öyle ise dil ile düşünce arasında benzerlik değil , özdeşlik vardır ve dil , düşüncemizin başkalarına aktarılması demektir.. bu kadar açık..

düşünce özgürlüğü kavramını bu açıdan ele alırsak , dememiz gerekir ki , bu özgürlük bize dışarıdan verilmez , çünkü verilemez ;  o düşünmenin (ve elbette dilin) doğasında vardır.. imdi ‘düşün düşünebildiğin kadar , bunların söylenebilecek olanları ile söylenemeyecek olanlarını ayır’ demek , geçekte düşünmenin özniteliğini yok saymak anlamındadır.. çünkü düşünme bir anlatım biçimidir , buna yasak konamaz.. yasak konması , insanoğlunu ‘arpacı kumrusuna’ ya da ‘ispinoza’ benzetmek anlamına gelir.. oysa arpacı kumrusu ile ispinoz düşünmez , düşünemez.. biz düşünüyorsak , başkalarına aktarabildiğimiz ölçüde düşünüyoruzdur , konularak , yazarak.. ‘fikir suçları’ diye bir şey yaratanlar , demek düşünmeyenler , düşünemeyenlerdir..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Düşünce , Düşünme’ , Bayram Gazetesi , 28.08.1985..

‘esin..’

‘düşler olsun , anılar olsun ya da anı ile düş karışığı bu tür olaylar bir ozanın , genellikle bir sanatçının çalışmasında ne zaman , nasıl kendini gösteriverir , bilinmez.. belki bizim ‘esin’ dediğimiz budur , dışarıdan , yukarıdan değil de , kendimizden , içimizden seslenir , görünür bize.. peygamberlere gelen vahiy de öylemidir dersiniz.. anlığın algılama doğasında ani bir değişiklik.. buna doğanın bir gizini eklemekte de yarar var sanırım.. doğa bir gün bize her zamankinden başka türlü görünebilir ve  bizim aklımızı allak bullak eder.. neden olmasın.. yoksa şiir ve genel olarak sanat biz de başka bir doğa izlenimini nasıl uyandırabilirdi.. rüyalarımıza , düşlerimize boş verip geçmeyelim , onlar da bu bildiğimiz doğanın karmaşıklığı içinde oluşmuyor mu..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Gelip Gidiyor muyuz’ Cumhuriyet  , 12.04.1991..

‘şöyle diyordu valery : ‘şiirin ilk dizesi tanrıdandır , ondan sonrası matematiktir..’ burada ‘tanrı’ sözünü ‘esin’ olarak yorumlayabiliriz ; demek ozan sezgilerinin çevreninde esini yakaladıktan sonra , yöntemini matematiğe dayamaktadır.. belirtmeden geçmeyeyim , esinin ancak araştırıcıya geldiği gerçeği , bilim adamı için de ozan için de doğru çıkmaktadır.. james d. watson , dna yapısı üzerinde onca kafa yormasaydı , iki sarmalın esini onun yanına uğramayacaktı..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Müzik ile Fizik’ , Cumhuriyet , 25.12.1987..

‘eğer hayal kuruyorsa , umudu vardır ve bu bile bir direniş biçimidir..’ – ELIA SULEIMAN

‘bu iktidarın , gücün kendi küstahlığından dolayı asla anlayamadığı bir durum.. özgürlüğün tüm biçimlerini tutuklayamayacağını anlayamıyorlar.. örneğin kendi kafamızda var ettiğimiz özgürlüğün.. direniş yöntemleri sonsuz çeşitte aynı zamanda.. hücredeki bir mahkumu asla ele geçiremezsiniz , rüyalarının ne olduğunu bilmeniz imkansızdır.. eğer hayal kuruyorsa , umudu vardır ve bu bile bir direniş biçimidir.. iktidar yapıları çok küstahtır ve aynı zamanda anlayamadıkları kültürel yapılar , şiir tarafından destabilize hale getirilirler.. bu filistinliler’in başardığı bir yöntemdir.. başlangıçta israil çok yoğun bir sansür uygulamaya çalıştı.. örneğin 70’lerde mahmud derviş’in kitabıyla yakalanırsanız hapse atılırdınız.. israil , filistinliler’i kendi varlığından , köklerinden koparmaya çalıştı.. bugün bile devam ediyor , birbirimizle ilişkimizi koparmaya çalışıyorlar.. çünkü filistinliler’in birbirleriyle kurduğu ilişkiler , filmler , festivaller bazen onları bombalardan daha çok korkutuyor.. benim filmlerimin orada ve dünyanın dört bir yanında gösterilmesi son kertede onların iktidar yapısına karşı bir tehdit olarak görülüyor.. bu aynı zaman bizim de hayatta kalmamızı sağlıyor , her şeyi kontrol etme çabalarına  rağmen.. onlar baskıyı arttırdıkça biz de mücadelemizi arttırıyoruz.. onlar için en kolayı gelip ‘sen teröristsin’ demek.. fakat bana nasıl terörist diyecekler , filmimde bir tankı patlattığım için mi..’ 

ELIA SULEIMAN

(Tüm röportaj için : Yeni Film Dergisi , Sayı 20 , Haziran / Eylül-2010..)

‘İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler..’- DORIS LESSING

‘siyasi liderler , insanları harekete geçiren ve eski zamanlardan beri icra edilen numaraları becerikli bir biçimde kullanıyorlardı : shakespeare’in jülyus sezar’ına bakınız.. şimdi , tüm bunları daha da etkili hale getirecek uzanmaları da görevlendirdikleri bir aşamaya geçtik.. ama bunun panzehiri , bize karşı kullanılan bu numaraları bizim de açık bir toplumun içinde inceleyebilmemizdir.. elbette dallas’ı yada başka bir şeyi izlemek yerine onları incelemeyi seçersek..

dikkat çekmek istediğim nokta bize , bireyler , gruplar , kalabalıklar , güruhlar olarak kendimize dair ulaştırılan bilginin , bilinçli bir biçimde ve kasten uzmanlar tarafından kullanılmasıdır.. dünyadaki neredeyse bütün hükümetler vatandaşlarının idaresini ellerinde tutmak için bu uzmanları kullanır.. hükümetlerin araştırma sonuçlarını beyin yıkamak için kullandıklarını gözlemeye gün geçtikçe daha da muktedir olacağız ; ancak bunu istersek , onların kurbanları haline gelmeme kararlığında olursak..

bu arada , kendilerini iyiliğin , iyi niyetliliğin orduları olarak görmeyi seven bu insanların böyle araçları küçük görmesi de ilginç.. onların bu araçları kullanması gerektiğini söylemiyorum ; ama genellikle bunları araştırmayı bile reddediyorlar ; böylece onlar tarafından manipüle edilmeye açık hale geliyorlar.. bunu sınamak için , örneğin greenpeace’de , sosyalizmin çeşitli akımlarında yer alanlar ; nükleer savaşa karşı , yurttaşlık hakları için , tutuklu hakları için , işkencenin durdurulması , vs. için mücadele edenler gibi günümüzün iyi niyetli hareketlerinde yer alan bir dizi arkadaşımla bu konu hakkında konuşmaya çalıştım.. hepsi aynı şekilde tepki verdi : insan davranışlarını , bizim davranışlarımızı tarafsız bir biçimde , önceden tahmin edilmesi öğrenilebilir gibi incelemek gerici , ya da anti-özgürlükçü , ya da anti-demokratik bir şeymiş gibi , duygusal isteksiz , ve güvensiz bir tepki verdiler..

bize  karşı olanların böyle çekinceleri yok..

eğer kendi tanımlarına göre haklı , iyi ve doğru olduğundan emin ve kendilerine karşı olanlar kötüdür gibi tutumlara uygun olarak kendilerinden hoşnut bir grubun üyesiyseniz ; doğal olarak , araya bir mesafe koyarak nesnelliğe giden yolda gerekli olan bu adımları atmak zordur..

ama bu bazen thatcher’in son seçimi tüm bunları tama anlamıyla toparladı gibi geliyor : bir sahne amirinin yönetimi altında , gayet incelikli bir toplumsal reçeteye uygun olarak her hareketiyle ; çıkışı , girişi , gülüşü ve sözüyle sahnedeydi.. bu sırada michael foot yüce gönüllü ve hırçın bir biçimde , bir tren penceresini bilgi alamaya çalışan muhabirlerin yüzüne kapatıyordu..

hindistan’ın rajiv gandi’sinin , seçimleri milyonlarca insanın idolü olan bir film yıldızı dostunun yardımıyla kazandığını gördük.. sizin güneyinizde , yüzyılın en popüler başkanı bir film yıldızıdır – böyle söylendiğini duydum.. reagan’ın neden bu kadar başarılı olduğu tartışılırken , insanların ona oy vermesinin bir nedenin de , onun zaten bilet gişesinde seçimi kazanmış biri olabileceğinden hiç söz edilmediğini duydum ; bu yüzden çok güçlü bir gerçek dışılık hissine kapılmadım da değil..

gösteri aracılığıyla yönetmek.. her otoriter hükümet bunu gayet iyi anlar.. hitler’in , milyonlarca insanın histeriye tutulduğu kitlesel gösterilerini aklınıza getirin ya da dans eden güzel kızları , çiçekleri , şarkıları.. korku ve tehdidi bir arada kullanan sovyetler birliği’nin devasa askeri geçit törenlerini düşünün..’

‘hayatınızın birçok döneminde size baskılara karşı durmanın bir anlamı yokmuş , yeterince güçlü değilmişsiniz gibi gelecek..’

‘ancak size , bu kitlesel fikirleri , bu görünüşte karşı konulmaz baskıları nasıl sorgulayacağınız , kendiniz hakkında nasıl kafa yoracağınız ve kendinizi nasıl gerçekleştireceğiniz öğretilecek..’

‘size , fikirlerin ne kadar kısa ömürlü olabileceğini , görünüşte en karşı konulmaz ve ikna edici fikirlerin bir gecede nasıl tarihe karışabildiklerini görmeniz için tarihin nasıl okunulacağı öğretilecek.. size , insanların ve halkların gelişimini anlamanız için , insan türünün kendi kendini sorgulaması olan edebiyatı nasıl okuyacağınız öğretilecek.. edebiyat antropolojinin bir dalıdır , tarihin bir dalıdır ve biz bir fikri uzun vadeli insan hafızasının bakış açısına göre nasıl değerlendireceğiniz bilmenizi sağlayacağız.. çünkü edebiyat ve tarih , insan hafızasının , kayıtlı hafızanın birer dalıdır..’

‘kendi davranışlarınızı ve dostlarınızla anlaşmazlığa düşmek her zaman acı verici olacağı için – seni grup hayvanı seni- tüm hayatınız boyunca hem teselliniz hem düşmanınız , hem destekçiniz , hem de en büyük caydırıcınız olacak olan grup davranışlarını anlayabilmeniz için , bu derslere , bu yeni bilgi dalları , yani psikoloji , sosyoloji , vs. bilimleri eklenecek..’

‘size görünüşte ne kadar uyum göstermeniz gerektiğine bakılmadan – çünkü yaşayacağınız hayat genellikle uyumsuzluğun bedelini ölümle ödetir- kendi varlığınızı , kendi yargılama gücünüzü , kendi düşüncenizi derinlerde canlı tutmanız öğretilecek..’

İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler , DORIS LESSING , Çeviri : BERNA KURT , ÇİTLEMBİK Yayınları , 2003..

Yarım Kalan Şarkı VICTOR JARA.. – JOAN JARA

18 eylül 1973 , salı.. 

‘sokağa çıkma yasağının bitişinden yaklaşık yarım saat sonra ön kapı , sanki birisi zorla girmeye çalışıyormuş gibi sallandı..

kapı kilitliydi ; banyo penceresinden bakınca kapıda bir delikanlının durduğunu gördüm.. zarar verecek birisine benzemiyordu.. aşağı indim kapıyı açtım.. delikanlı alçak sesle , ‘victor jara’nın eşini arıyorum’ dedi.. ‘evi burası mı.. lütfen , bana güvenebilirsiniz.. dostum ben..’ kimliğini çıkarıp uzattı.. ‘içeri girebilir miyim.. sizle konuşmam gerekiyor..’ gergin ve tedirgin görünüyordu.. fısıldayarak , ‘komünist gençlik üyelerindenim..’ dedi..

içeri aldım , salonda karşılıklı oturduk.. ‘çok özür dilerim,’dedi , ‘sizi bulmam gerekiyordu.. maalesef.. victor’un öldüğünü bildirmek durumundayım.. bedenini morgda bulmuşlar..orada çalışan yoldaşlardan birisi tanımış.. lütfen cesur olun.. o mu , değil mi kesin anlamak için benle gelmelisiniz.. lacivert iç çamaşırı mı giymişti.. lütfen gelmelisiniz çünkü ceset kırk sekiz saattir morgdaymış ve kimse sahip çıkmazsa toplu mezarlardan birine gömecekler..’

yarım saat sonra direksiyonda , yanımda delikanlıyla santiago sokaklarını zombi misali geçiyordum.. adı hector’du ve bir haftadır morgda , her gün getirilen cesetlerin kimlik tanımlamalarını yapmaya uğraşıyordu.. kibar , duyarlı bir gençti ve beni almaya gelmekle büyük tehlikeye atılmıştı.. çalışan sıfatıyla giriş kartına sahipti ve bu sayede beni genel mezarlığın hemen yanındaki morgun küçük yan kapısından içeri soktu..

şoka rağmen bedenim işlemeyi sürdürüyordu.. belki dışarıdan bakanlara normal ve kendime hakim görünmüşümdür.. gözlerim görmeye , burnum koku almaya , ayaklarım yürümeye devam ediyordu..

karanlık bir geçitten büyük bir salona çıktık.. zemini kaplayan , köşelere yığılı , çoğu baştan aşağı yaralı , kimisinin elleri hala arkasından bağlı çıplak cesetlerin yanından geçerken yeni arkadaşım hector koluma girdi.. genci yaşlısı.. yüzlerce ceset vardı.. çoğunluğu işçi görünüşlüydü.. yüzlerce ceset , suratlarına kokuya karşı bez maskeler takılı morg çalışanlarınca ayaklarından sürüklenerek getiriliyor , yığınların üstüne fırlatılıyordu.. salonun ortasından , victor’u bulmamak istercesine durdum.. içimi öfke kaplamıştı.. haykıracağımı , sövmeye başlayacağımı fark eden hector , ‘lütfen ,’ dedi , ‘hiçbir şey belli etmemelisiniz.. başımız belaya girebilir.. lütfen sessiz kalın.. gidip ne tarafa bakacağımızı sorayım.. burası değil galiba..’

yukarı çıkmamız söylendi.. bina öylesine cesetle dolmuştu ki idari ofisler bile boş değildi.. uzun bir koridor.. kapılar.. kapılar.. yerlerde yatan , bu sefer giyimli , öğrenci görünüşlü on , yirmi , otuz , kırk , elli ceset.. ve işte orada , dizili cesetlerin ortasında victor’u buldum..

zayıf , kupkuru görünüyordu.. ama victor’du.. bir haftada bu kadar çökertecek neler yapmışlardı aşkıma.. gözleri açıktı ve kafasındaki ürkütücü yarayla yanaklarındaki morluklara rağmen meydan okurcasına hiddetle ileri bakar gibiydi.. giysileri yırtılmıştı.. pantolonu ayak bileklerine indirilmiş , kazağı koltuk altlarına sıyrılmıştı.. lacivert donu bir bıçak veya süngüyle delinmiş gibi görünüyordu.. göğsü delik deşikti ve karnında kocaman bir yar vardı.. elleri , bileklerinden kırılmış gibi tuhaf bir açıyla duruyordu.. ama bu victor’du.. kocamdı.. aşkımdı..

bir yanım o anda ölüverdi.. orada dikilirken içimdeki bir şeyin ölüşünü hissettim.. kıpırdayamıyor , konuşamıyordum..’

 VICTOR JARA , Yarım Kalan Şarkı – JOAN JARA , Çeviri : ALGAN SEZGİNTÜREDİ , VERSUS KİTAP , Mayıs 2010..

BEŞ BİN KİŞİYİZ BURADA..

beş bin kişiyiz burada

kentin bu küçük parçasında.

beş bin kişiyiz.

ne kadar olacağız bilemem

kentlerde ve tüm ülkede?

burada yapayalnız

on bin el, tohum eken

ve fabrikaları çalıştıran.

insanlığın ne kadarı

açlıkla, soğukla, korkuyla, acıyla,

baskıyla, terör ve cinnetle karşı karşıya?

yitip gitti aramızdan altısı

karıştı yıldızlara.

biri öldü, diğerini vurdular asla inanmazdım

bir insanın bir başkasına böyle vuracağına.

öbür dördü sona erdirmek istedi bu dehşeti

biri boşluğa attı kendini,

diğeri vuruyordu başını duvarlara

ama ölümün işareti var hepsinin bakışlarında.

nasıl dehşet saçıyor faşizmin yüzü!

kusursuz bir kesinlikle yürütüyorlar planlarını.

hiçbir şey umurlarında değil.

onlar için kan madalyadır,

kıyım kahramanlık gösterisi.

tanrım,  senin yarattığın dünya bu mu,

çalışıp hayran kaldığın yedi günlük emek bu mu?

dört duvar arasında tükeniyor ömürler

sanki hiç geçmiyor,

yakarı yalnızca ölümün bir an önce gelmesi için.

ama birdenbire içim sızlıyor

ve görüyorum bu akışı yürek vurusu olmadan,

yalnızca makinelerin nabzıyla

ve ortaya çıkıyor askerlerin ebelerinin yüzlerinin

yalancı tatlılığı.

ya meksika, ya küba ve tüm dünya

ağlıyorlar bu alçaklık karşısında!

on bir el buradayız

üretmekten yoksun bırakılmış.

ne kadarız hepimiz tüm ülkede?

başkanımızın kanı, yoldaşımızın,

daha güçlü vuracak bombalar ve makineli tüfeklerden!

işte böyle vuracak bizim yumruğumuz da yeniden!

 

ne zor şarkı söylemek

dehşetin şarkısı olunca.

dehşetti yaşadığım,

ölümüm dehşetti.

gördüğüm kendimdi oncasının arasında

ve oncasının sonsuzluk anı içinde

sessizliğin ve çığlıkların

ezgileridir şarkımın noktalandığı.

hiç görmemiştim böylesini

hissetmiş ve hissetmekte olduğum

yeni bir tohumun doğumu olacak bu..

 

(Şili Stadyumu,  Eylül 1973..)

VICTOR JARA

Çeviri : T. Asi Balkar

‘çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır..’ – MARCO BECHIS

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden :

‘filmde gördüğümüz gibi olimpo garajı şehrin göbeğinde.. küçücük kapısının önünden her gün rutin günlük yaşantısını sürdüren sıradan insanların ellerinde alışveriş fileleri ya da bebek arabalarıyla anne babaların geçip gittiği bir caddeye açılıyor..

tabi olimpo garajı yeraltında.. üstelik kent merkezinde.. zaten buenos aires’in merkezi ve her semti böyle yer altı gözaltı ve işkence merkezleriyle doluydu.. daha sonra bütün arjantin’de bu işkencehanelerden en az 350 tane olduğu öğrenildi.. ayrıca ülkenin güney bölgelerinde çok özel hapishaneler inşa edilmişti.. arjantin ordusu , cuntası , şili’de olduğu gibi yakalananların hepsini bir stadyuma doldurmadı.. dolayısıyla , şili’deki gibi her şey herkesin gözleri önünde yürütülmedi..

arjantin cuntasının arzusu insanları gerçekten kaybetmekti.. onun için bütün operasyonları gizlice yeraltında sürdürüyorlardı.. bu aynı zamanda ortalığa daha sinsi bir korku atmosferinin hakim olmasına yol açıyordu tabii..’

‘her filmde seyircinin filmle kurduğu bir bağ vardır.. beni en çok etkileyen ve herhalde hikayeyi gerçek kılan en önemli bölümlerden birisi , maria’nın kendisini denize atan uçağa bindirilmeden önce , işkencecisinin refakatinde şehrinden içinde dolaşırken salıncağa binmesi.. bunu baskı altında tutulan bir kişinin çocukluğa dönme sendromu olarak mı yorumlamalıyız..

sanıyorum , sorduğunuz düzlemde bir cevabım yok.. hatta daha pratik bir durum söz konusuydu.. filmin yapımcısı bize bir armağan kabilinden bir gün daha çekim hakkı tanımıştı , biz de o gün içerisinde bu çekimleri yaptık.. dolayısıyla senaryoda var olan bir bölüm değildi ; fikir doğaçlama olarak çıktı..

bazen , bilinçli olarak düşünmeden de attığınız adımlarla filminiz belirli kavşaklardan dönmüş olur.. bazen eksiltir , bazen çoğaltırsınız ; önemli olan , eklenen ya da çıkarılan bölümlerin filmin genel izleğine nasıl bir katkıda bulunduğudur..’

‘garage olimpo’nun verdiği mesajlardan birisi , direnme hakkının meşruluğu, doğruluğu , vazgeçilmezliği.. öyle ki , film en başında bir suikast hazırlığıyla , bir adamın yatağının altına bomba yerleştirilmesiyle başlıyor.. seyirci ilk başta bu sahneyi yadırgayabilecek bir havadayken , aynı bölümü filmin sonunda tekrarladığında seyirciler olarak tek tek hepimizin bombayı kendimizin patlatmak istediğimiz bir duygu halinde oluyoruz..

filmde neyi anlatmak istediğimi şöyle toparlayabilirim : ana karakterimiz bir ilkokul öğretmeniydi.. okuma yazma bilmeyen sıradan insanlara gönüllü olarak da yardımcı oluyordu.. üst kademelerde yer alan biri değil , sosyal hizmet alanında katkıda bulunan biriydi..

öbür taraftan gerilla mücadelesi yürüten kişiler vardı.. gerçi onlar arasında da arkadaşlarım , yoldaşlarım vardı , ama ben tam anlamıyla onların safında yer almadım.. fikirlerim itibariyle onlardan ayrılıyordum..

ikinci dünya savaşı dönemini düşünün.. nasıl öldürülen 1 almana karşılık naziler onlarca kişiyi öldürerek misillemede bulunuyorlarsa daha düşük ölçekte buna benzer bir durum arjantin’deki mücadele için de geçerlilik taşıyordu.. üstelik eninde sonunda gerillaların düzenlediği eylemlerin bedellerini bir noktaya gelince maria gibi en düşük seviyelerde mücadele eden insanlar ödeyeceklerdi..

böyle düşünüyordum.. onlar zaten bedel ödeyeceklerdi , fakat saldırgan eylemler tabandaki insanların daha kolay devre dışı bırakılması gibi bir sonuç doğuruyordu..’

‘bu filmi nasıl yapmam gerektiğini düşünürken godard’ın ‘siyasal film yapmanıza gerek yok , bütün filmleri siyasal bir yorumla çekebilirsiniz’ düşüncesinden yola çıktım.. dolayısıyla böyle bir hikayeye siyasal bir boyut katmanın tek ve en doğru yolu , filme yerlilerin kendilerini ve hikayelerini dahil etmekti..’

‘benim gözümde siyasal sinema ‘dil’den ibarettir.. içerik çok da önemli değildir.. bağlam ile konunun çok da çakışması gerekmez..’

‘bizim filmdeki bu tür diyaloglara da başvurarak asıl teşhir etmek istediğimiz yan bürokrasin betimlenmesiydi.. çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır.. ve bürokrasi normal insanlardan oluşur.. canavarlar sadece amerikan filmlerinde görülür..’

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden..

Daha fazlası için MESELE KİTAP DERGİSİ’nin MAYIS 2010 – SAYI :41’i edinmeniz gerekecek..

‘marcos’un kim olduğunu , onun kar başlığının altında kimin gizlendiğini bilmek istiyorsan bir ayna al ve kendine bak göreceğin yüz marcos’unkidir..’ – SUBCOMANDANTE MARCOS

peki zapatistalar , yerlilerin davasından bu kadar uzak gibi görünen bu tür küreselleşme olgularına karşı da mücadele ediyorlar mı..

 

‘elbette.. medya , özellikle de meksika’da , zapatistalar hakkında sadece anekdotvari öğeler yansıtıyor : silahlar , gerilla , kar başlığı , marcos.. ve siyaset yapmanın başka biçimlerine , tobin vergisi’ne ya da katılımcı bütçeye dair analizlerimizi es geçiyor.. zapatizmin toplumsal hareket ya da iktisadi toplumsal ve kültürel sorunlarla meşgul olan bir örgüt olarak edindiği kimliğe daha az önem atfediliyor.. oysa zapatizm sadece bir direniş değildir , AYNI ZAMANDA BAŞKA BİR DÜNYANIN DA OLANAKLI OLDUĞU İNANCIYLA TEMELLENEN FARKLI BİR İNSANİ İLİŞKİ KURMA SEÇENEĞİNİ VE OLANAĞINI TEMSİL EDER..’ 

kar başlığınızı ne zaman çıkaracaksınız..

 

‘biliyorsunuz , yüzümüze maske geçirmeye karar verdik çünkü daha önceleri kimse bizi görmüyordu.. yerliler ‘görünmez’ ve ‘yok’ durumdaydılar.. PARADOKSAL BİR BİÇİMDE YÜZÜMÜZE MASKE GEÇİRDİKTEN SONRA BİZİ GÖRDÜLER VE GÖRÜNÜR HALE GELDİK.. kesin olan şu ki , kar başlığından ve silahlardan bir an önce kurtulmak istiyoruz.. çünkü yüzümüz açık bir şekilde siyaset yapmak istiyoruz.. ancak kar başlığımızı verilecek alelade sözler karşılığında çıkarmayacağız.. yerlilerin hakları tanınmalıdır.. eğer bunu iktidar yapmazsa sadece bizim yeniden silahlarımızı kuşanmamız yetmeyecektir, çok daha radikal , çok daha şiddet yanlısı gruplar da aynı şeyi yapacaktır.. zira etnik sorunlar hem burada hem başka yerlerde her türlü cinai çılgınlığa kapılmaya hazır köktenci hareketlerin doğmasına neden olacaktır.. buna karşılık eğer her şey arzuladığımız gibi gerçekleşir ve sonunda yerlilerin hakları tanınırsa , marcos komutan yardımcısı , lider yada efsane olmayı bırakacaktır.. o zaman ezln’nin esas silahının tüfek değil kelimeler olacağı anlaşılacaktır.. ve ayaklanmamızla başlayan fırtına dindiğinde , insanlar temel bir hakikati keşfedecekler : BÜTÜN BU DİRENİŞ VE DÜŞÜNME SÜRECİNDE , MARCOS SADECE FAZLADAN BİR SAVAŞÇIYDI.. BU NEDENLE HEP ŞÖYLE DİYORUM : MARCOS’UN KİM OLDUĞUNU , ONUN KAR BAŞLIĞININ ALTINDA KİMİN GİZLENDİĞİNİ BİLMEK İSTİYORSAN BİR AYNA AL VE KENDİNE BAK GÖRECEĞİN YÜZ MARCOS’UNKİDİR.. ZİRA HEPİMİZ BİRER MARCOS’UZ..’

IGNACIO RAMONET – MARCOS Söyleşisi’nden , MARCOS ONURLU İSYANKAR , SEL Yayıncılık , Çeviri : Kerem Eksen , Aralık 2001..

YAHUDİ-FİLİSTİNLİ , ARAP – İBRANİ DEVLETİ İÇİN MANİFESTO.. – UDİ ALONİ

YAHUDİ-FİLİSTİNLİ , ARAP – İBRANİ DEVLETİ İÇİN MANİFESTO.. – UDİ ALONİ

‘orta doğu’da bir hayalet dolaşıyor – filistinli – yahudi ikiulusluluğun göz korkutucu hayaleti.. tüm dünya güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdi.. bölgenin bütün bir modern tarihi bu hayaleti yok saymak ve defetmek için şiddete dayalı sonu olmayan bir çatışmanın tarihi gibi okunabilir..

yüz yıllık çatışmanın ardından görünürde çözüme ilişkin bir ışık yokken , ikiulusluluğu bütün görkemiyle sunmanın zamanı geldi çattı artık.. 21. yüzyıldan on yıl aldık neredeyse , hala ortadoğu’da görünen tek değişiklik yozlaşmadan ibaret.. bu ortak topraklarda yaşayan iki ulus – yahudi ve filistin ulusları – arasındaki sıradan ilişki , şiddet ve toprak kapmayı, aşağılamayı , ırkçılığı , sömürüyü ortaya koyarak açık ve günden güne kötüleşen işgalci ile işgal edilen , tahakküm ile zayıflığın ilişkisidir.. imgesel düzeyde ilişkilerin çok daha karmaşık olduğu doğrudur doğru olmasına ama sonuçta bağımsız teritoryal bir birlik için demokratik , ekonomik ve kültürel özgürrlüklerden faydalanıyor olan yahudi ulusudur..

filistin ulusu ise , bunun tersine coğrafi , ekonomik ve kültürel olarak beş ayrı bölgeye bölünmüş , birbirleriyle ilişkisiz bırakılmış , siyasal bir cemaat olarak varlığına izin verilmemiştir.. batılı dünyanın bu durum karşısında sessiz kalışı ve israile sağladıkları büyük destek , ayan beyan illegale olan bu durumu ebedileştirmiştir..’ 

UDİ ALONİ

‘daha fazlası için encore yayıncılıktan çıkmış olan Slavoj Zizek , Alain Badiou , Judit Butler ve Udi Aloni’nin yazılarının bulunduğu ‘bir yahudi ne ister’ adlı kitabı ve yanında udi aloni’nin filmi ‘forgiveness’ı almanız gerekiyor.. özellikle yukarıdaki biraz alıntıladığım udi aloni’nin manifestosu ve udi aloni’nin leonard cohen’e yazdığı mektup mutlaka okunmalı.. diğer yazılarda sonsuza kadar sürecek bir barış için düşünceler , fikir üretimleri içeriyor..’

Crockett..

‘BİR YAHUDİ NE İSTER ? – MUSA , FREUD VE SAID’İN ARDINDAN UDI ALONI SİNEMASI BAĞLAMINDA BİR TARTIŞMA..’ – SLAVOJ ZIZEK , ALAIN BADIOU , JUDIT BUTLER , UDI ALONI – Çeviri : BAHADIR TURAN , ÖZNUR TUNA , ENCORE Yayıncılık , Kasım 2009..

Güneşteki Adamlar.. – Hasan Kanafani

Güneşteki Adamlar.. – Hasan Kanafani

‘artık dayanamayacaktı. masasının  başında oturan şişman adam , terden şıpır şıpır , gözlerini açmış ona bakıyordu.. öyle bakmasaydı ya , çevirseydi gözlerini.. birden abu kays gözyaşlarını duyumsadı , gözlerini sıcacık doldurmuşlardı , aktı akacak.. bir şey söylemek istedi , söyleyemedi.. kafasının içi yüreğinden fışkırıp gelen gözyaşlarıyla dopdoluydu sanki.. o da döndü , sokağa çıktı.. buradaki insanlar bir gözyaşı sisinin ardında yüzmeye başladı , ırmağın ufkuyla gökyüzü birleşti , çepeçevre her şey sonsuz bir beyaz ışıltıdan ibaret kaldı.. döndü , yüz üstü attı kendini , göğsünün altındaki nemli toprak gene yürek gibi vurmaya başladı.. toprağın kokusu genzini dolduruyor , damarlarına sel gibi yayılıyordu..’

 

‘.. dört adamdan hiçbirinin içinden artık konuşmak gelmiyordu , yalnızca yorgun düşmüş oldukları için değil , her biri kendi düşüncelerine dalıp gitmiş olduğu için.. dev kamyon onları hayalleri ve yakınlarıyla , umutları , hırslarıyla birlikte , mutsuzluk ve umarsızlıkları , güçlü ve zayıf yönleri , geçmişleri ve gelecekleriyle birlikte yol boyunca götürüyor , sanki yeni , bilinmez bir yazgının yüce kapısını zorluyordu.. bütün gözler , görünmez ipliklerle bağlıymışçasına , kapıya dikilmişti..’

 

HASAN KANAFANİ , GÜNEŞTEKİ ADAMLAR , Çeviri : NİHAL YEĞİNBOĞALI , ALAN Yayıncılık , Temmuz 1986..

 

‘1972 yılında düzenlenen bir suikast sonucu ölen ‘hasan kanafani’ çağdaş arap-filistin edebiyatının en önde gelen  kalemlerinden birisidir.. ‘güneşteki adamlar’ adlı kısa romanı yayınlandığı zaman özellikle arap-filistin dünyasında büyük yankılar uyandırdığı gibi , eleştiriler de almıştı.. dünya çapında tanınan bir edebiyat adamı ve gazeteci olan hasan kanafani bu kısa romanında filistinli gurbetçilerin , sürgünlerin yaşamlarını yeniden kurma çabalarını , yoktan bir şeyler yaratma uğraşlarını ve bu yolda yaşadıkları çetin zorlukları anlatır.. hasan kanafani’nin bu romanı tiyatro sahnesine uyarlandı daha sonra filmi de çekildi.. 90’lı yıllarda ilk okuduğumda müthiş etkilenmiştim güneşteki adamlar romanından , kamyonun tanker bölümündeki adamlarla birlikte yaşamıştım o müthiş zorlu ve sonsuza giden yolculuğu.. sanırım piyasada baskısı yok , sahaflarda bulabilir misiniz bilmiyorum ama bulabildiğiniz yerde oturun bir kenara okuyun.. ‘güneşteki adamların’ ve siyonistlerce otomobiline konan bomba sonucu öldürülen ‘hasan kanafani’nin yüreklerinin sizle atmaya devam ettiğini hissedeceksiniz.. ‘forgiveness’in ‘david’i ve ‘güneşteki adamlar’.. savaşların son bulması , yahudilerin ve arapların barış içinde kardeşçe yaşayacağı günlerin yakın olması dileğiyle..’  

Crockett..

‘gözünüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir..’ – THEODOR W. ADORNO

‘gözünüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir..’ – THEODOR W. ADORNO  

SU KATILMAMIŞ ŞARAP ..- bir kişinin bize karşı iyi niyet besleyip beslemediğinin şaşmaz bir ölçüsü vardır : bizimle ilgili zalim ve düşmanca sözleri bize nasıl aktardığı.. bu tür şayialar çoğu zaman yersizdir ; kötü niyetin hiçbir sorumluluk almadan , hatta iyi niyet adına yoluna devam edebilmesinin bahanelerinden başka bir şey değildir.. bütün tanıdıklar , kısmen tanışıklığın sıkıcılığını sarsmak için , zaman zaman herkes hakkında küçültücü bir şeyler söylerler ama hepsi  de başkalarının yargılarına karşı duyarlıdırlar ve sevmedikleri kişilerce bile sevilmeyi içten içe isterler : insanlar arasındaki yabancılaşma kadar genel ve ayrımsı bir şey varsa o da bu yabancılığı kırma arzusudur.. işte haber yayıcılar da tehlikeli malzemenin hiçbir zaman eksik olmadığı bu ortamdan beslenirler : herkes tarafından sevilmek isteyenlerin bunun tersini gösteren kanıtlara doyamadığını çok iyi biliyorlardır.. insanın iftiraları aktarmasını haklı gösterebilecek tek koşul , bunların ortak kararlarla , insanın güvenmek zorunda olduğu kişilerin , örneğin çalışma arkadaşlarının değerlendirilmesiyle açıkça ve dolaysızca ilgili olmasıdır.. şayia ne kadar tarafsız ve çıkarsızsa , acı vermekten duyulan o çarpık arzu da o kadar şiddetli demektir.. kötü sözü aktaran kişinin sadece iki tarafı birbirine düşürmek istediği ve bu arada kendini de göstermeye çalıştığı durumlar daha zararsızdır.. ama laf taşıyıcı daha çok kamuoyunun atanmış sözcüsü olarak ortaya çıkar ve serinkanlı nesnelliğiyle kurbanın boynunu eğmek zorunda olduğu anonimliğin  gücünü ona daha da iyi hissettirir.. yaralandığından habersiz olan yaralı tarafın onuru için duyulan gereksiz kaygı , her şeyin apaçık olması için gösterilen gereksiz özen , iç temizliğine verilen o abartılı önem-bütün bunlarda daha da sırıtır yalan.. bu değerler çarpık dünyamızın gregers werl’leri tarafından öne sürüldüğünde çarpıklık daha da artar.. iyi niyetliler  ahlaki sofuluk adına hareket ederken yok edicilere dönüşürler.. 

 

THEODOR W. ADORNO

  

..bir şarkı , kendimi bildim bileli mutluluk verdi bana : ‘dağ ile derin derin vadi arasında’ diye başlıyor ve çayırda serilmiş yatarken bir avcı tarafından vurulan ve hala canlı olduklarını anlayınca da hemen oradan seğirten iki tavşanın öyküsünü anlatıyordu.. ama kıssadan hisseyi ancak çok sonraları çıkartabildim : sağduyu ancak umutsuzlukta ve uç durumlarda sürdürebilir varlığını ;  nesnel çılgınlığa kurban gitmemek için saçmalık gerekir.. örnek alınmalı ki o iki tavşan : ateş edildiği anda kendini yere at , korkudan sersemlemiş bir halde bekle ve aklını başına toplar toplamaz da halin kaldıysa bütün gücünle tabanları yağla.. korku kapasitesiyle mutluluk kapasitesi birdir : deneyime sınırsızca açık olmak , sırtı yere  gelenin kendini yeniden keşfettiği o kendini bırakma yaşantısına denk düşer.. var olan karşısında duyulan ölçüsüz bir kederle ölçülmeseydi mutluluğa mutluluk denebilir miydi.. çünkü ağır hastadır dünya.. ona temkinli bir tavırla kendini uyarlayan , sırf böyle yapmakla onun çılgınlığına da katılmış olur ; oysa egzantrik kişi direniyor ve dünyaya ‘yeter , kes artık !’ diyebiliyordur.. felaketin yanılsamalı niteliği üzerinde , ‘umutsuzluğun gerçek dışılığı’ üzerinde durup düşünebilen ve sadece kendisinin hala canlı olduğunu değil , dünyada hala yaşam olduğunu fark edebilen de sadece odur.. donup kalmış tavşanların kurnazlığı , kendileriyle  birlikte avcıyı bile kurtarır : kaçarken onun suçluluğunu da aşırmışlardır..

 THEODOR W. ADORNO 

‘her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur..’

‘aşk , farklı olanda benzerlik görme gücüdür..’ 

‘‘biz’ derken aslında ‘ben’i kastetmek , hakaretlerin en örtülüsüdür..’

THEODOR W. ADORNO 

THEODOR W. ADORNO , MINIMA MORALIA , METİS YAYINEVİ , EKİM 1998 , ÇEVİRİ : ORHAN KOÇAK , AHMET DOĞUKAN..