Archive for the ‘Siyaset’ Category

iflah olmayanlara ‘yeni’ ve ‘yeniden’ kitaplar-4 : ‘Marx Kullanım Kılavuzu..’ – DANIEL BENSAID , CHARB

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘müsrif oğuldan..

 sıkı bir içkici olan marx , bonn’da sık sık meyhanelere ve şair kulüplerine gider ; borçlar peşini bırakmazken tutkulu ve tartışmacı ve bohem tarzıyla çatışma ve felsefenin birbirleriyle uyumlu olmadığını düşünen babasının uyarılarına rağmen düellolara girmekten kaçınmaz..

 1836,’da , 18 yaşındayken bonn’dan ayrılıp berlin’e gider.. yazışmaları sırasında baba marx oğlunun ‘şeytani bir tutkuya’ sahip olduğunu fark eder.. mektuplara giderek artan bir gerilim hakimdir.. 10 kasım’da marx şunları yazar : ‘hayatta bazen sona ermiş bir dönemin bitimine dikilmiş ama aynı zamanda yeni bir yönü işaret eden sınır taşlarını andıran anlar vardır.. şiir sadece bir eşlikçidir.. hukuk okumam gerekiyordu ve ben felsefenin derinliklerine dalmak için büyük bir arzu hissediyordum.. uykusuz geceler geçirip , mücadeleler ettim.. takke düşmüş , azizlerin azizi bin parçaya bölünmüştü , artık yeni tanrılar oluşturmak gerekiyordu.. tüm şiirleri , tüm yeni projeleri yaktım..’

 ‘her zaman bize uygun olduğunu sandığımız bir mesleğe atılmamız mümkün değildir , çünkü toplumla olan ilişkilerimiz belli ölçüde daha bu ilişkileri tanımlayamadan başlamaktadır..’

 karl marx ,  1835 , yaş 17..

 ‘para : yapamadığın her şeyi paran yapabilir ; yiyebilir , içebilir , balolara , gösterilere gidebilir ; sanatla ilgilenebilir , derin bilgilere ulaşabilir , tarihi anıtları elde edip , politik gücü ele geçirebilir ; seyahat edebilir ; tüm bunları senin adına elde edebilir , tüm bunları senin adına satın alabilir , o gerçek bir güçtür..’ görünümü basit bir aracıya benzese de , ‘o gerçek güç ve biricik hedeftir..’ bu yoldan çıkarıcı güç ‘sadakati sadakatsizliğe , aşkı nefrete , erdemi günaha , günahı erdeme , ahmaklığı zekaya ve zekayı ahmaklığa dönüştürebilir..’ ‘her şeyi birbirine karıştırabilir..’ ‘genel bir karmaşa hali’nin müsebbibidir..’

 ‘işte marx’ın güncelliğinin önemi bu noktada görkemli bir şekilde ortaya çıkmaktadır : dünyanın özelleştirmesinin , en şatafatlı evresinde meta fetişizminin , karla yarışın hızlanmasında küçük düşürücü kaçışının , nesnel yasalara boyun eğmiş alanların açgözlü fethinin eleştirisi.. marx’ın teorik ve militan eseri victoria dönemi küreselleşmesi sırasında doğdu.. ulaşım araçlarının gelişmesi internetinkine benziyordu ; kredi ve spekülasyonlardaki artış doruk noktasına ulaşırken , piyasa ve teknolojinin vahşi düğünü gerçekleşiyor , ortaya bir ‘katliam endüstrisi’ çıkıyordu.. ama bu büyük dönüşüm aynı zamanda birinci enternasyonal’in işçi hareketinin doğmasına neden oldu.. ‘ekonomi politiğin eleştirisi’ her zaman üretken olacak bir araştırma programının başlangıç eylemi olarak ve modernitenin hiyerogliflerinin kaçınılmaz şifre çözücüsü olarak kalır..

 kapitalist küreselleşmenin bundan böyle krize açık yapısı ve mazeret dolu söylevlerin hayal kırıklığına dönüşmesi marksizmler’in yeniden doğuşunun temelini oluşturur..’

 eleştirel mesajına sadık kalmak  , herkesin herkesle rekabet ve savaş içinde olduğu dünyamızın rötuşlarla düzeltilemeyeceğine , her zamankinden daha büyük bir aciliyetle altüst edilmesine inanmaktır..’

 ‘Marx Kullanım Kılavuzu..’ , DANIEL BENSAID , Çizimler : CHARB , Çeviri : VOLKAN YALÇINTOKLU , HABİTUS Yayıncılık , 2011 , 205 sayfa..

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kitap Arkası :

 ‘geveze bir basının zafer kazanmış bir edayla dünyaya marx’ın öldüğünü bildirmesinin üzerinden bir hayli zaman geçti. pek belli etmek istemeseler de, marx’ın ölümünün verdiği iç rahatlığı ve geri dönebilirliğinden duydukları kaygı dışarıya yansıyordu.

 günümüzdeyse marx’ın geri dönüşü, ödleri koparan bir gök gürültüsü etkisi yaratıyordu: kapital’in almanca baskısının satışı bir yıl içinde üçe katlanmış, manga versiyonu japonya’da çok satan kitaplar arasına girmişti; time dergisi marx’ı sislerin ortasında yükselen devasa bir kuleye benzetmiş ve nihayet wall street’ten bile “marx haklıymış!” çığlıkları yükselir olmuştu.

 “istesinler ya da istemesinler, bilsinler ya da bilmesinler insanların tamamı bir ölçüde marx’ın mirasçılarıdır” diye belirtiyordu jacques derrida. çünkü netice itibarıyla, insanlar farkında olmasalar da marksizm’in ilkeleri doğrultusunda hareket ediyorlardı.

 elinizdeki marx kitabı da, bu bağlamda, hem marx’ın eserlerine eğlenceli bir giriş kılavuzu, hem hafıza tazeleyici bir liste hem de düşünmek ve harekete geçmek için bir alet çantası niteliğinde.

 marksizmin militan kuşağına ait bensaid’in “yaklaşan engebeli gelecek ve sonucu belirsiz direnişler için orak ve çekiçlerimizi bilemeye katkıda bulunacak” bir çalışması olan marx-kullanım kılavuzu’nun, charb’ın çizimleriyle, türkiyeli okuyuculara gerçek bir rehber olacağı düşüncesindeyiz.’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çok sıkıcı ve sıkıntılı günlerin ortasında bu kadar eğlendirici ve yüz gülümsetici bir kitap okumamıştım..

 delirten günler dönemi yaşıyoruz..

 kulaklarımız , gözlerimiz , beynimiz her gün değişik konularla , gerçek gündemleri manipüle edip hasır altı etmeye çalışan naylon gündemlerle iğdiş edilip tecavüze uğruyor.. üstelik sırıtarak , yılışarak , pervasızca hakaret ediyorlar tüm insanlığa..

 silah sanayi ve kapitalizm yeni bir dönemsel krize girerken dünyanın değişik bölgelerinde demokratikleşme , özgürleştirme adı altında insanların üzerlerine tonlarca ağırlığında bombalar , füzeler yağmaya başladı yine..

 nasıl bir insanlıktır anlamıyorum , bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.. elinizin altında bir düğme var siz ona binlerce mil öteden basıyorsunuz ve saniyeler sonra o tonlarca ağırlığındaki füze ya da adı her ne boksa o katliam aracının , binlerce insanın üstüne düşüyor..

 belki bir bebek gece yarısı daha karnının acıkıp acıkmadığına karar verememişken , annesini ve babasını ağlayarak uyandırıp uyandırmayacağının düşüncesini kafasında tereddütle oluştururken , insan olmayan bir mahlukat tarafından o bebeğin zıbınının bir düğmesi kadar olan düğmeye basılması sonucu el kadar bebeğin bedeni tonlarca ağırlığındaki bir füzenin altında kalıyor..

düşman nedir , savaş nedir , barış nedir bilmeyen bir bebek o anda hiç oluyor..

düğmeye basan şerefsiz elinin altında belki bir cips paketi ve muhtemelen ayaklarını düğmenin masasına uzatmış şekilde önündeki teknoloji harikası sistemlerden bombanın yolunu kat etmesini ve düşüşünü izleyerek operasyonun nasıl başarılı olduğuna dair salya sümük naralar atıyor.. boğazında kalsın sen ve senin gibilerin yediği her şey..

sonra gider kendi çocuklarını sever , sevdiğini zanneder bu yaratıklar.. sen o düğmeye basarken aslında çocuklarının da geleceğiyle oynar ve onların ilerde senden nefret etmelerine sebep olursun.. bilmezsin , bilemezsin.. çünkü sen kendi çocuklarının nefretini bile kazanmayı umursamayacak kadar beyinden yoksun hale getirilmiş bir savaş makinesinin parçasısın..

sana göre sadece oyundur her şey.. aşağılık yaratık öldürdüğü yüzlerce insanı görmemiştir.. nasıl tozlara dönüştüğünü görmemiştir bedenlerin.. vicdanları rahattır diyeceğim vicdan diye bir şey yoktur ki onlarda.. o sahneleri zaten görmeye ya da yüzleşmeye zerre kadar yetecek yüreği , onuru , şerefi yoktur o şerefsizlerin..

o bombaların altında toza dönüşen bebelerin her birinin kalbi onların tüm ordularından daha cesurdur..

zaten onlar birer beyinsiz savaş makinesidir.. makinelerden daha vahşi güdümlü yaratıklar.. ne boksalar işte.. içim öfke dolu.. küfür etmeyi hiç sevmem.. ama ağız dolusu küfür ediyorum.. umurumda değil hiçbir tepki..

işte böyle öfke doluyken karşılaştığım yeni kitaplardan biriydi bensaid’in ‘marx kullanım kılavuzu..’ iç karartıcı günlere marx’ın deyimiyle ‘yıldırım etkisiyle’ cevap veren bir kitap.. okudukça yüzüm gülümsedi , moralim düzeldi..

ken loach’un ‘looking for eric’inden sonra uzun süredir böyle yüzümü gülümseten bir eserle karşılaşmamıştım.. (hala izleyemeyenler için üzülüyorum ken loach’un ‘looking for eric’ini..)

bir de kitaptaki o güzel anlatımla yoğrulan yazıların arasına konularla ilgili özenle serpiştirilmiş ‘charb’ın karikatürleri yok mu.. bittim onlara.. hele hele 35. sayfadaki ‘marx kuzey korede’ başlıklı karikatür ve 122. sayfadaki muhteşem çizim of of , aman aman boğuluyordum gülmekten..  onlarca çizimden 64 , 65 , 73 , 81 sayfalardaki karikatürler de güldürürken beni bir yandan da moral veriyordu..

kendi kendini eleştirmek de bir meziyettir.. kendi kendinle , tecrübelerinle de dalga geçebilmek bir insani yetenektir.. karikatürlerdeki geçmiş tecrübelere ve günümüzdeki yaşanan tecrübelere , olaylara dair özeleştiri tadındaki karikatürler bilhassa çok muhteşemdi..

bensaid ve charb düşmana koz vermek için yapmıyorlar bu özeleştirileri ve o eleştirileri düşmanların yapmasına da zaten izin vermezler..

ama kendilerini her şeyi en iyi bilen olarak gören tüm ama tüm ‘sol’ çevreleri rahatsız edecektir bu kitaptaki bazı yerler.. çünkü bu çevreler hala özeleştiri veremezler.. tarihsel değerlendirmeleri hala kaçamak şekilde yapan bu çevreler , kendi dar yapılarında olanı korumak ve hala saçma sapan konulara takılıp , gevezelik , ölü sevicilik ve anmacılık oynamaya devam ederken ‘ezenlerin’ ekmeğine yağ sürmeyi bırakın , kaymak balla takviye yaparak vakit harcamakta hiçbir zaman sakınca görmemiş ve görmeyeceklerdir..

bunlar zaten dünyanın değişmesini istemezler.. çünkü bir şeyler olursa eğer konumları belki değişecek , pozisyonlarını kaybedip rahatlarından , gevezeliklerinden mahrum kalacaklar.. bunların zaten başka şekilde düşünen ve eleştiri getiren beyinlere ihtiyacı da yoktur.. her şeyi en iyi kendileri bilirler , bildiklerini sanırlar..

en ufak eleştiriye tahammülleri yoktur..

kaldı ki gülümsemeyi ve gülmeyi bile bilmezler.. gülmekten , kahkaha atmaktan bile korkarlar..

gülmeyi , kahkaha atmayı tüm sol değerlere , yarattıkları kutsallara , put haline getirdikleri insanlara hakaret olarak algılarlar..

hiç unutmuyorum ismi en solcu partilerden birisinin düzenlediği bir panelde konuşmacılardan birisi (hatırladığım kadarıyla sanırım o partinin başkanıydı) konuşurken beraber gittiğimiz arkadaşlarla konuşmacının söyledikleri bazı şeyler nedeniyle birbirimize bakarak sessizce gülümseyince tekme tokat salondan çıkarılmıştık..

eleştiriye değil , espriye değil gülümsemeye dahi tahammülleri olmayan bir ‘sol’..

bir söz hakkı demiyorum , kutsal savunma hakkı dahi verilmeden en sert şekilde çıkarıldık beş altı arkadaş..

baktım bunlar şimdi yaklaşan seçimlerde benden oy istiyorlar..

la de gidin kafamı gözümü kırarsınız size oy verirken ‘cinler beni sandıkta gülümsetti’ diye.. kahkahalara boğuldum şimdi..

döverler yemin ederim döverler , çünkü oy kullanırken bile büyük bir disiplin içinde gideceksin sandığa ve büyük bir ciddiyetle onlara verdiğin oyunu atacaksın sandığa.. kırıtmayacaksın , kıkırdamayacaksın.. çevrene örnek olacaksın.. of çok yaşayın bensaid ve charb moral oldunuz..

şimdi bu eleştirimi sadece belli geçmişteki gruplara ya da insanlara yaptığım sanılmasın , bu eleştirileri türkiye’deki ve dünyadaki tüm sol , sosyalist , sosyal demokrat tüm yapılara getiriyorum..

bazen arkadaşlarla ulan kazara bunlardan biri iktidara gelse ilk bizleri tarihin çöplüğüne yollayıp yok ederler diye gülüp dalga geçeriz.. aman aman marx korusun bizleri ve sevdiklerimizi..

neyse konu dağıldı yine ciddiyetsizliğimden kaynaklanıyor hep bu.. koptum yine..

son olarak şunu yazayım : bu dünyada ‘bensaid ve charb’ gibi yazar-çizerler , ‘volkan yalçıntoklu’ gibi çevirmenler , ‘habitus’ gibi yayıncılar oldukça o çok korktukları ‘komünist manifesto’daki ‘hayalet’ dolaşmaya devam edecek ta ki bebek katili füzelerin , bombaların kökünü kurutana kadar..

üstelik ‘hayalet’ sadece avrupa’nın değil tüm dünyanın  üzerinde pis pis sırıtarak dolaşacak.. füzeleriniz , bombalarınız o hayaleti vuramaz.. hadi kendinize çok güveniyorsanız hedefe kitlenin ve savurun tüm uçan ölüm meleklerinizi ve vurun da görelim.. size ve ağababalarınıza gökyüzünden o ‘hayalet’ orta parmağıyla selam çakıyor.. ona bir şey yapamadınız ve yapamayacaksınız da.. çatlayın patlayın..

sizler de aylaklar bu kitabı alın okumazsanız da karikatürlere göz atın yüzünüz gülümsesin ve hep gülümseyişinizle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iflah olmayanlara ‘yeni’ ve ‘yeniden’ kitaplar-3 : ‘KOMÜNİZM DÜŞÜNCESİ..’ – TARIK ALİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘tabi öğrenilmiş başka dersler de vardı.. komünizmi pratikte uygulamaya kalkanlar başarısız oldular.. teorinin pratikten koparılması demirbaş eşya misali kalıcı bir hal aldı.. pratiğin çökmesiyle teorinin doktorlarının da yıldızları söndü.. stalinist rejim , doğuşundan itibaren , bir gün kendi tasfiyesine son çiviyi çakacak çekici işletmekteydi.. de-stalinizasyon süreci sovyetler birliği ya da çin’deki aşağıdan baskıların sonucunda gerçekleşmedi.. bilakis , sistemin beslemesi olup , ona dayanarak yönetimlerini sürdürdükleri toplumların ideolojisinin enkaza dönüştüğünün , fiilen var olan sosyalizmin gerçekliğiyle yakından uzaktan alakası kalmadığının bilincindeki adamlarca (moskova’da nikita kruşçev ve onlarca yıl sonra pekin’de deng xiaoping tarafından) uygulamaya kondu.. on yılardır baskı altında tutup ezdikleri kendi halklarından tecrit edilmiş durumda olup , konumlarının zayıfladığını gören bu insanlar , nihayetinde kapitalizmin restorasyonuna varan bir reform programını devreye soktular.. bu esnada sistemi savunmaya yönelik ne bir kitle ayaklanması , hatta ne de sınırlı protesto eylemi yapılıyordu.. ciltlerce kitaba karşılık gelen bir olguydu bu..

 bunlara rağmen eski kuşaklar , (bir zamanlar doğu almanya diye anılan ülke dahil) sosyal diktatörlüklere dair bazı olumlu hatıraları akıllarında tutmaktadır.. onların hatırladıkları , kesinlikle baskıcı , hatta muhtemelen devrilmesi gerektiğini düşündükleri bir devletti , ama aynı zamanda , parasız eğitim ve sağlık hizmeti sağlayan , konut ve elektrik harcamalarında ciddi ölçüde yardımda bulunan , temel gıda maddelerinin ucuza temin edilebildiği ve çocuklarının korunaklı bir dünyada yetişecekleri duygusunu yerleştirmiş bir devletti.. kapitalizmin çoğunluğunun ihtiyaçlarını karşılayamaması en çarpıcı haliyle kendini 2008 krizinde gösterdi..

 canavar artık yaralarını gizleyemiyordu.. zaten tam da bu sebeple , kapitalizm var oldukça komünizm fikri asla ortadan kalkmayacaktır..

 alman şair ‘hans magnus enzensberger’ bir keresinde ‘karl heinrich marx’ başlığını verdiği kısa bir şiir yazmıştı.. bu şiirin dizelerinin anlattığı bugün için de geçerliliğini korumaktadır :

 görüyorum , sana

ihanet etti tilmizlerin :

oldukları yerde kalan ,

düşmanlarındı sadece..’

 ‘kapitalizm , hangi biçime bürünürse bürünsün , aşağıdan ya da açıkça daha üstün alternatiflerden kendisine yönelik kalıcı bir tehdit bulunduğunu hissetmedikçe (gerçi şu anda böyle bir durum kesinlikle söz konusu değildir) hala sefalet ve çaresizlik üreten bir ekonomik model olarak orta yerde duruyor..’

 ‘alevler cılız , ama son on yılların fırtınalarına rağmen hala tamamen sönmüş değil. alevler tekrar harlanabilir , belki de hayal ettiğimizden daha çabuk.. çünkü çağdaş kapitalizm , sömürüye , eşitsizliğe ve devrevi krizlere dayalı bir sistem olarak (ki burada sistemin gezegenin hassas ekolojisine etkisine hiç değinmiyoruz) varlığını devam ettirdiği müddetçe , kapitalizm-karşıtı hareketlerin iktidarı ele alma ihtimali de her zaman mevcuttur..

 bu perspektiften baktığımda ben kendimi iflah olmaz bir sosyalist olarak görüyorum ve fikirlerimin yoğrulmasında sosyalist ve komünist hareketlerin ilk kurucularına çok şey borçlu olduğumu biliyorum.. marx’ın düşüncesi , materyalist bir cehennem yaratıp mahvolan bir kötü ruh değildi ; marx’ın düşüncesi asla unutulup gitmez.. bu yüzden de büyük görevimiz hala ortada durmaktadır.. kasaları ve hesapları para dolu bir aristokrasi , her eğilimden siyasetçileri ehilleştirerek dünyanın çok büyük kısmını idare ediyor.. mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki düellolar yeni biçimlere bürünerek devam ediyor.. bize düşen , yirminci yüzyılın hatalarından ders çıkarıp onları aşmaktır.. kapitalizm bu konuda başarısız oldu.. sosyalistler bu dersleri çıkarmayı başarmalılar…’

TARIK ALİ..

‘KOMÜNİZM DÜŞÜNCESİ’ , TARIK ALİ , Çeviri : OSMAN AKINHAY , AGORA KİTAPLIĞI , Mart 2011 , 95 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iflah olmayanlara ‘yeni’ ve ‘yeniden’ kitaplar-2 : ‘KÜRESEL ADALET , Kurtuluş ve Sosyalizm..’ – ERNESTO CHE GUEVARA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ağaçların , ormanın görülmesini engellemesi gibi bir tehlike beliriyor.. kapitalizmin bize miras bıraktığı bozuk silahların yardımıyla , (ekonomik hücre olarak meta , verimlilik , itici güç olarak bireysel maddi çıkar vb.) sosyalizmi gerçekleştirmek efsanesini izleyerek bir çıkmaz sokağa sapılabilinir.. bu çıkmaz sokağa yolların birbiriyle defalarca kesiştiği uzun bir mesafe katettikten sonra varılır ve yolların karıştırıldığı anın ayrımına varmak zordur.. bu arada benimsenen ekonomik temel , bilincin gelişmesi üzerinde engelleyici olur.. komünizmi , maddi temelle eşzamanda yapılandırmak için yeni bir insan yaratmak gerekir..’

 ‘yol uzun ve güçlüklerle doludur.. kimi zaman yanlış yola sapıldığı için geri dönmek gerekir.. bazen de çok hızlı yüründüğü için yığınlardan koparız.. ağır yüründüğü durumlarda da bizi adım adım izleyenlerin soluğunu ensemizde hissederiz.. devrimci tutkumuzla yollar açarak olabildiğince hızlı yürümeye çalışıyoruz ,  ama yığınlarla beslenmek zorunda olduğumuzu , yığınların da ancak kendimizi örnek gösterip yüreklendirebilirsek daha hızlı ilerleyebileceklerini biliyoruz..’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bireycilik..

 üretime yönelik olmayan eylemlere götüren düşünce alanında , maddi ve manevi gereklilik arasındaki bölünmeyi görmek daha kolaydır.. epey zamandır insanoğlu , kültür ve sanat yoluyla yabancılaştırılmaktan kurtulmaya çalışıyor.. kendi ruhsal yaratılışına can vermek için meta gibi davrandığı günlük sekiz ya da daha fazla saatlik mesaide ölüyor.. ama bu ilaç aynı hastalığın tohumlarını taşıyor : doğa ile birliktelik arayan yapayalnız birey.. ortamın ezdiği bireyselliğini savunuyor ve estetik düşünceler karşısında tek isteği , tertemiz kalmak olan tek birey gibi tepki gösteriyor..

 yalnızca kaçış çabası söz konusudur.. değer yasası artık üretim ilişkilerinin yalın bir yansıması değildir ; tekelci kapitalistler , yalnızca deneysel olan yöntemleri kullandıkları zaman bile , onu uysal bir köleye dönüştüren karmakarışık bir iskeleyle çevirirler.. üstyapı , içinde sanatçıları eğitecek bir sanat türü gerektirir.. asiler , makinenin egemenliği altındadırlar ve yalnızca olağanüstü yetenekler kendi yapıtlarını yaratabileceklerdir.. geri kalanlar aşağılık ücretlilerdir ya da ezilenlerdir..

 özgürlüğün tanımlayıcısı olarak kabul edilen sanatsal araştırma uydurulur , ama bu ‘araştırma’nın , çarpıldığı ana dek , yani insanın gerçek sorunlarını ve onun yabancılaşmasını ortaya koyuncaya dek görülmeyen sınırları vardır.. anlamsız sıkıntı ya da sıradan eğlence , insani tedirginliğe karşı supaplar oluşturur ; sanattan bir bilgi toplama düşüncesi tartışılır..

 eğer oyunun kuralarına uyulursa , her türlü onur sağlanır ; aynen parmak uçlarında dönmeyi becerebilen bir maymunun elde edeceği onur.. tek şart , görülmeyen kafesten kaçmaya çalışmamaktır..’

 ‘gülünç görünmek tehlikesi de olsa , izin verirseniz , gerçek devrime , büyük aşk duygularının rehberlik ettiklerini söyleyeceğim.. gerçek bir devrimciyi bu nitelik olmadan düşünmek olanaksızdır..

 bu koşullarda , aşırı dogmalara , soğuk skolastisizme , yığınların yalnızlığına düşmemeleri için , alabildiğine insanlık sevgisine , alabildiğine adalet ve gerçeklik duygusuna sahip olmalıdırlar.. bu canlı insanlık sevgisi , somut olaylara , harekete geçirici bir örneğe dönüştürmek için her gün mücadele etmek gerekir..’

 ‘yol uzundur ve kısmen bilinmemektedir ; sınırlarımızı biliyoruz.. 21. yüzyılın insanını yaratacağız : kendimizi de..’

 ERNESTO CHE GUEVARA..

 ‘KÜRESEL ADALET , Kurtuluş ve Sosyalizm’ , ERNESTO CHE GUEVARA ,  Çeviri : YILDIZ ERSOY CANPOLAT , EVEREST Yayınları , Şubat 2011 , 68 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iflah olmayanlara ‘yeni’ ve ‘yeniden’ kitaplar-1 : ‘TEK YÖN.. – Walter Benjamin’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘III- bütün yakın insan ilişkilerini neredeyse katlanılmaz bir çeliciliği olan bir açık-seçiklik yönetiyor ki , ilişkilerin bu gücün karşısında ayakta kalması pek mümkün değil.. çünkü  para bir yandan korkunç bir biçimde bütün hayati çıkarların merkezinde yer alırken , öte yandan , karşısında hemen her insani ilişkinin başarısızlığa uğradığı engel de gene kendisi olmakla , gerek tabii olanda , gerek ahlaki olanda bulunan o güven , sükunet ve sağlık gittikçe kayboluyor..’

 ‘IV- ‘çıplak sefillik’ten söz edilmesi boşuna değildir.. sefilliğin – zaruret kanununa boyun eğildiğinde adet haline gelmeye başlayan , ama gene de gizlenenin sadece binde birini görünür kılan – teşhirinde en uğursuz olan şey merhamet , veya görenin kendi içinde uyanan , kendisinin bu durumdan ne kadar uzak olduğu yolundaki müthiş bilinç değil , duyduğu utançtır.. ne olmaz şeydir , almanya’da ; açlığın , sefilleri , gelip geçenlerin kendilerine yara olan ayıplarını örtmeye çalıştıkları banknotlarıyla yaşamaya zorladığı bir büyük şehirde yaşamak..’

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘V- ‘fakirlik ayıp değil..’ hem de nasıl.. hem ne kadar ayıp ediyorlar fakire.. ayıp ediyorlar ve onu bu ve bu vecizeyle avutuyorlar.. bir zamanlar haklı sanılabilmiş olan vecizlerden biri bu ; son kullanma tarihi çoktan gelmiş.. o gaddarca ‘çalışmayan yemesin’ sözünden hiç farklı değil.. adamını doyuran işin olduğu zamanlarda , adamını ayıba sokmayan bir fakirlik de vardı : yanlış yerde yetişmiş olmaktan ve başka talihsizliklerden ileri gelirdi.. oysa milyonların içine doğduğu , yüz binlerin fakirleşerek düştüğü bu darlık pekala bir ayıp pislik ve sefalet bunların etrafında , görülmez ellerin ördüğü duvarlar gibi yükselip gitmekte.. ve nasıl bir adam , gerçi kendi başına çok şeye katlanabilir , ama kârının kendini katlanıyor görmesinden ve kendisine sabırla bakmasından haklı bir utanç duyarsa , birey de çok şeye sabredebilir , ama sadece yalnız olduğu , sadece gizleyebildiği sürece.. fakat hiçbir zaman , dev bir gölge gibi halkının ve evinin üstüne inen fakirlikle barışmamalıdır.. o zaman duyularını karşılaştıkları her aşağısamaya uyanık tutmalı ve onları çilesi ezikliğin yokuş aşağı giden yolunu bırakıp isyanın yükselen yolunu açmaya başlayana kadar disiplin altına almalıdır.. ama , en korkunç , en karanlık kaderlerden her biri basında günbegün , hatta saat be saat tartışıldığı , bütün sözüm ona sebepleri ve sözüm ona sonuçlarıyla ortaya konduğu ve kimseye hayatının köle olduğu karanlık güçleri anlamasında yardım etmediği sürece , bu konuda ümit edilecek bir şey yok..’

 ‘VII- konuşma hürriyeti kaybolmakta.. insanlar arasında eskiden konuşmada karşıdakinin üzerine eğilme gayet tabii bir şeyken , şimdi yerini ayakkabılarının veya şemsiyesinin fiyatını sormak alıyor.. her sohbetin içine önü alınmaz bir şekilde , hayat şartları konusu , para konusu giriyor.. bu arada söz konusu olan ne bireyin endişeleri ve çilesi – böyle olsa , belki konuşanlar birbirleriyle yardımlaşabilirdi – , ne de konunun bütün içinde gözden geçirilmesi.. insan sanki bir tiyatroda tutsakmış da , sahnedeki oyunu ister istemez izlemek zorundaymış , bunu ister istemez , durup durup yeniden düşüncenin ve konuşmanın konusu etmek zorundaymış gibi..’

 ‘XI- ister zihinsel , hatta  isterse tabii itkilerden ortaya çıksın , her insani hareketin gelişimi karşısına çevrenin ölçüye sığmaz direnci çıkmaya hazır bulunuyor..’

 ‘XIV- kavimlerin en eski adetleri arasında bize bir uyarıymış gibi görünen bir tanesi vardır ki , tabiatın bize cömertlikle sunduğunu alırken hırsa kapılmaktan sakınmamızı buyurur.. çünkü biz toprak anaya kendi ürünümüz olan hiçbir şey hediye edemeyiz.. öyleyse alırken saygı göstermemişiz , bunun için de , her ne zaman ne kadar alıyorsak , daha kendi payımızın üstüne oturmandan önce , ona bir kısmını geri vermemiz yakışık alır.. eski libatio adeti bu saygının bir ifadesidir.. hatta belki , unutulmuş başakları toplama ve yere düşmüş salkımları kaldırma yasağı bile o alabildiğine eski , yerdeki buğdayın ve üzümün toprağa veya rahmet dağıtan atalara dönmesini öngören töresel deneyimin dönüşmüş biçimidir.. atinalıların adetince , yemekte yere düşen ekmek kırıntıları toplanmazdı çünkü bunlar kahramanların payıydı.. – bir toplum zaruret ve hırsın sonucu olarak günün birinde , tabiatın verdiklerini ancak gasp edercesine alabilir hale gelecek kadar yozlaşmışsa , meyveleri pazara iyi getirebilmek için hamken koparır ve her tabağı sırf doyabilmek için sonuna kadar sıyırmadan edemez olmuşsa , toprağı fakirleşecek , ülkesi kötü mahsul verecektir..’

 ‘TEK YÖN..’ – WALTER BENJAMİN , Çeviri : TEVFİK TURAN , YKY Yayınları , Mayıs 1999 , 86 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bütün insanların göreceli algılama kalesinin kapısından çıkıp çayırlara koşarak müdahalesiz doğanın kalbine dönmesinden başka barışa giden bir yol yoktur.. yani kılıç yerine orağı bilemekten başka yol yoktur..’ – MASANOBU FUKUOKA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanlar öğrenim görürler , çünkü anlamazlar ama öğrenim görmek , kişinin anlamasına yardımcı olmaz.. çok çalışırlar ve en sonunda tek buldukları insanın hiçbir şey bilemeyeceği , anlamanın insanın erişebileceklerinin ötesinde olduğudur..

insanlar genellikle , ‘anlamam’ sözcüğünün  , örneğin , dokuz şeyi anlayıp bir şeyi anlamadığınız bir durum için kullanılabileceğini düşünürler.. ama on şeyi anlamaya niyetlenerek , gerçekte bir tek şeyi bile anlayamazsınız.. eğer yüz tane çiçeği biliyorsanız , bir tekini bile ‘bilmiyorsunuzdur..’ insanlar anlamak için zorlu mücadeleler verirler , kendilerini anladıklarına ikna ederler ve hiçbir şey bilmez halde ölürler..

gençler marangozluk işlerinden bir mola aldılar , büyük bir mandalina ağacının yanında çimenlere oturdular ve güney gökyüzünün ince bulutlarına baktılar..

insanlar , gözlerini yer yüzünden gökyüzüne çevirdiklerinde cenneti gördüklerini düşünürler.. portakal meyvesini , yeşil yapraklardan ayırt ettikten sonra yaprağın yeşilini ve meyvenin turuncusunu bildiklerini söylerler.. ama kişi yeşille turuncu arasında bir ayrım yaptığı an , gerçek renkler kaybolur..

insanlar şeyleri anladıklarını düşünürler , çünkü onlara aşina olurlar.. bu yalnızca yüzeysel bilgidir.. bu yıldızların adlarını bilen astronomun bilgisidir , yaprakları ve çiçekleri sınıflandırmayı bilen botanikçinin , yeşil ve kırmızının estetiğini bilen sanatçının bilgisidir.. astronom , botanikçi ve sanatçının her biri kendi zihninin menzili içinde , izlenimlerini yakalayarak yorumlamaktan başka bir şey yapmamıştır.. aklın faaliyetleriyle ne kadar ilgilenirlerse , kendilerini o kadar ayırırlar ve doğal bir şekilde yaşamaları o kadar zorlaşır..

trajedi şudur ki , insanlar temelsiz bir kibir içinde , doğayı kendi iradeleri doğrultusunda yönlendirmeye kalkışırlar.. doğal şekilleri yok edebilirler ama onları yaratamazlar.. ayrımlama , parçalanmış ve tam olmayan bir anlayış , her zaman insan bilgisinin başlangıç noktasını oluşturur.. insanlar doğanın bütününü bilmekten aciz bir şekilde , onun eksik bir modelini oluşturmaktan daha iyisini yapamazlar , sonra da kendilerini kandırarak doğal bir şey yaptıklarını düşünürler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

doğayı bilmesi için kişinin yapması gereken , aslında hiçbir şey bilmediğini , herhangi bir şey bilmekten aciz olduğunu fark etmektir.. o zaman ayrımlayan bilgiye ilgisini kaybetmesi beklenebilir.. ayrımlayan bilgiyi terk ettiği zaman , kendi ayrımlamayan bilgisi onun içinde doğar.. eğer bilmek hakkında düşünmeye çalışmazsa , eğer anlamayı önemsemezse , anlayacağı zaman gelecektir.. egoyu yok etmekten , insanların cennetten ve dünyadan ayrı var oldukları düşüncesini bir kenara bırakmaktan başka bir yol yoktur..’

‘bu akıllı olmak yerine aptal olmak anlamına gelir’ diye patladım , yüzünde erdemli bir gönül rahatlığı taşıyan genç birine.. ‘gözlerindeki ne çeşit bir bakış.. aptallık açığa çıktığında zeki görünür.. akıllı mı yoksa aptal mı olduğundan kesinlikle emin misin , yoksa aptal-tipi zeki bir adam mı olmaya çalışıyorsun.. zeki hale gelemezsin , aptal hale gelemezsin , olduğun yere saplanıp kalmışsın.. şimdi bulunduğun yer bu değil mi..’

bunu der demez , aynı sözleri tekrar tekrar söylediğim için kendime kızdım ; bu sözler ki asla sessiz kalmanın erdemine erişemezler , öyle sözler ki kendim bile anlayamazdım..

sonbahar güneşi ufukta alçalıyordu.. alacakaranlığın renkleri yaşlı ağacın altına doğru ilerledi.. içdenizden gelen ışığı sırtlarına alan sessiz gençler , akşam yemeği için yavaşça kulübelerine döndüler.. gölgeler içinde , sessizce arkalarından izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanoğlu kadar zeki başka bir canlı olmadığı söylenir.. bu zekayı kullanan insan nükleer savaş yapmaya muktedir tek hayvan haline geldi..’

‘başlangıçta insanın hiçbir amacı yoktu.. şimdi ,  o yada bu amacın hayalini kurarak yaşamın anlamını bulmaya çalışıyorken yaşamlarını mücadele içinde geçiriyorlar.. bu tek kişilik bir güreş müsabakasıdır.. insanın düşünmesi ya da arayışına çıkması gereken bir amaç yoktur.. eğer amacı olmayan bir yaşamın anlamsız olup olmadığını çocuklara sorsaydınız , çok iyi ederdiniz..

anaokuluna başladıkları zamandan itibaren insanların üzüntüleri başlar.. insan mutlu bir yaratıktı ama zor bir dünya yarattı ve şimdi onun dışına çıkma mücadelesi veriyor..

doğada yaşam ve ölüm var ve doğa neşe dolu..

insan toplumunda yaşam ve ölüm var ve insan üzüntü içinde yaşıyor..’

‘hiçbir çelişkinin ve hiçbir ayırt edişin olmadığı bir dünyada yaşayan çocuklardır.. ışığı ve karanlığı , güçlüyü ve zayıfı algılarlar ama bir yargıda bulunmazlar.. yılan ve kurbağanın var olmasına rağmen , çocuk güçlülük ya da zayıflıktan anlamaz.. yaşamın özgün hazzı buradadır ama ölüm korkusu henüz ortaya çıkmamıştır..

yetişkinin gözünde ortaya çıkan sevgi ve nefret , özgün halinde birbirinden farklı iki şey değildir.. aynı şeyin önden ve arkadan görüntüsüdür.. sevgi , nefretin malzemesini sağlar.. eğer sevgi madalyonunu ters çevirirseniz nefret olur.. yalnızca tarafların olmadığı mutlak dünyaya girerek , olgusal dünyanın ikiliğinde (dualitesinde) kaybolmak önlenebilir..

insanlar kendileri ve diğerleri arasında ayrım yaparlar.. ego var olduğu sürece , bir ‘öteki’ olduğu sürece , insanlar sevgi ve nefretten kurtulamazlar.. kötücül egoyu seven yürek , nefret edilen düşmanı yaratır.. insanlar için ilk ve en büyük düşman , bu denli sevdikleri ‘kendileridir..’

insanlar saldırmayı ya da savunmayı seçerler.. mücadeleyi sağlamak için , birbirlerini, anlaşmazlığı kışkırtmakla suçlarlar.. bu el çırpıp ardından sesi hangi elin çıkardığını , sağ elin mi yoksa sol elin mi çıkardığını tartışmaya benzer.. bütün münakaşalarda ne doğru vardır ne de yanlış , ne iyi vardır ne de kötü.. bütün bilinçli ayırt etmeler aynı zamanda ortaya çıkarlar ve tümü hatalıdır..

bir kale inşa etmek , en başından yanlıştır.. bunun şehrin savunulması için olduğu özrünü öne sürmesine rağmen , şato yöneticisi efendinin kişiliğinin bir sonucudur ve etrafındaki bölgelere dayatmacı bir güç yayar.. saldırıdan korktuğunu ve istihkamın şehrin korunması için gerektiğini söyleyen zorba , silah depolar ve kapıya kilit takar..

savunma eylemi halihazırda saldırıdır.. kendini savunma silahları , her zaman savaşları kışkırtanlara bahane olur.. savaş felaketi kendi/öteki , güçlü/zayıf , saldırı/savunma gibi boş ayrımların güçlendirilmesi ve büyütülmesinden kaynaklanır..

bütün insanların göreceli algılama kalesinin kapısından çıkıp çayırlara koşarak müdahalesiz doğanın kalbine dönmesinden başka barışa giden bir yol yoktur.. yani kılıç yerine orağı bilemekten başka yol yoktur..

çok eskilerin çiftçileri barışçıl insanlardı ,  ama şimdi et için avusturalya ile tartışıyorlar , balık için rusya ile münakaşa ediyorlar , buğday ve soya fasulyesi içinse amerika’ya bağlılar..

öyle görünüyor ki , japonya’daki bizler büyük bir ağacın gölgesinde yaşıyoruz ve bir fırtına sırasında büyük bir ağacın dibinden daha tehlikeli bir yer yoktur.. ve bir daha ki savaşta ilk hedef olacak ‘nükleer bir şemsiyenin’ altında sınmaktan daha aptalca bir şey olamaz.. bugün biz toprağı bu karanlık şemsiyenin altında sürüyoruz.. hem içten hem de dıştan , bir krizin yaklaştığını hissediyorum..

iç ve dış bakış açılarından kurtulun.. dünyanın her yerindeki çiftçiler özünde aynı çiftçilerdir.. biliriz ki , barışın anahtarı toprağa yakındır..’

‘EKİN SAPI DEVRİMİ , Doğal Tarıma ve Doğal Hayata Giriş’ , MASANOBU FUKUOKA

KAOS Yayınları , Çeviri : AYKUT İSTANBULLU ,  Eylül 2006 , 182 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘TEMBEL AYAKLANMASI , Yan Gelip Yatmanın Manifestosu..’ – TOM HODGKINSON

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hadi tembellik edelim.. sevmek ve yemek içmek hariç – bir de tembellik hariç..’ – Guthold Ephraim Lessing (1729-1781)

‘işin aslı , erken kalkma konusundaki bu toplum baskısı bizleri düşünmekten uzaklaştırmak amacını taşır.. 1993 yılında radikal düşünür ve aynı zamanda uyuşturucu üzerine araştırmalarıyla ünlü terence mckenna ile bir röportajım sırasında kendisine , ‘neden tembellik etmemize izin verilmiyor..’ diye sormuştum..

‘boş eller şeytan’a hizmet eder , diye bir deyiş vardır.. sanırım , toplumu tembelliğe alıştırmamak bu deyişe dayanıyor.. tembellik onları korkutur çünkü tembeller düşünen insanlardır.. düşünen insanlar ise , onların işine gelmez.. tembeller yaşadıkları koşullardan memnun olmayan bir kesimdir.. bence tembelliğin bir karşılığı da ‘hoşnutsuzluktur..’ insanlar sürekli bir takım işlerle meşgul olduğu sürece , hoşnutsuzluklarını düşünecek zaman bulmaz.. freud ‘iç gözlem marazidir’ der.. içe dönüklük ve asosyallikle iç gözlemi bir tutar ve sağlıksız , hatta hastalıklı bir durum kabul eder..’

oysa iç gözlem , insanı gerçeğe götürür : çarpıtılmış yaşamımızın dehşetini gözler önüne seren dehşet verici bir boyuttur bu.. yazar will self , ‘ düşünmeye karşı bu tabu , ingiltere’de protestan iş ahlakının yarattığı bir engeldir’ der.. ‘insanlar boş durmamalı zihniyetinden kaynaklanır – yani düşünmemeleri istenir..’

bu tabu tüm batı dünyasında yerleşmiştir.. hükümetler tembelliği sevmez çünkü tembeller onları endişelendirir.. tembeller gereksiz ürünlerin üretimine katkıda bulunmazlar , gereksiz tüketim yapmazlar.. tembelleri kontrol altında tutamazlar.. tembeller yardım ve desteği de kabul etmez..

naziler , tembellikten nefret emiştir.. 26 ocak 1938 tarihinde himmler ‘çalışma özürlü’ olarak tanımladığı tembel insanların çalışma kamplarına gönderilmesi emrini vermişti :

‘bu utanç kaynağı insanlar , çalışabilecek yaşta ve başta olup , doktor raporuyla bu yeterlilikleri saptanmış kişilerdir.. geçerli bir neden göstermeksizin , üst üste kendilerine yapılan iş önerilerini kabul etmemiş ya da işe başlayıp kısa bir süre içinde yine geçerli bir neden göstermeksizin işinden ayrılmış kişilerdir.. bu kişiler weimar yakınındaki buchenwald çalışma kampına götürülecektir..’

çalışma kamplarında tembellere siyah bir üçgen işareti bulunan iş tulumları giydirilmişti.. politik suçlular kırmızı , yahova şahitleri mor  ve suçlular yeşil , homoseksüller ise pembe üçgen işaretleriyle belirlenmişti.. himmler tembelleri ‘mikrop’ olarak görüyordu – sağlıklı bir devlet yapısını ve naziler’in mükemmel dünya hedefini salgın bir hastalıkla yok edecek bir mikrop..

güne bir şiirle başlamaktan daha keyifli ne olabilir.. john keats’in mektuplarını okurken , büyük şairin de aynı görüşte olduğunu fark ettim.. kentli insanlar şiir gibi boş şeylerle zaman kaybetmez.. ancak bir şiiri okumak sadece birkaç dakikalık bir iştir ve insan üzerinde etkisi muhteşemdir.. saat 10:00’da yatağında yatan bir tembelin ise , bu muhteşem deneyime bol bol zamanı vardır..

keats 23 yaşındayken , ‘insanın sadece okuyarak bir yaşam sürdürülebileceğini düşünüyorum’ diye yazmıştır.. ‘herhangi bir gün herhangi bir şiirle bambaşka bir dünyada gezinebilir , düşlere dalabilir , geleceği görebilirsiniz.. ne müthiş bir düşünce yolculuğu , ne keyifli bir kendinden geçiş ve ne anlamlı bir tembellik..’

keats’in son cümlesindeki tanımlar , gerçekten de , hareketsizliğin yaratıcı etkisini mükemmel bir şekilde anlatıyor.. sonraki satırlarında tembelliğin yüceliğinden bahsediyor : ‘arılar gibi sabırsızca çiçekten çiçeğe konmaktansa , çiçekler gibi yapraklarımızı açıp pasif , düşünce ve bilgiye açık , algılamaya hazır beklemeliyiz..’

hareketsizlik , ağırbaşlılıktır- yüceliktir.. hareketlilik  başarısız insanlar  içindir.. oscar wilde ‘the critics as artist’ (1890) adlı yazısında hareketliliğe nasıl saldırıyor bakalım : ‘hareketlilik , yapacak bir şeyi olmayan insanların sığınağıdır.. hareketliliğin kaynağı hayal gücü eksikliğidir.. düş kurmayı bilmeyenlerin kaçışıdır.. hareketlilik , sınırlı ve görecedir.. oysa sınırsızlık , rahat bir oturma pozisyonunda etrafını izleyerek yalnız başına gezinen ve düş kuran insanlara özgüdür..

insanlar bu korkunç sosyal idealin zalim pençesinde ezilerek birbirine sürekli olarak ’ne yapıyorsun’ diye soruyor.. oysa , uygar insanların birbirine sorması gereken tek soru : ‘ne düşünüyorsun’ olmalıdır.. düşünmek hiçbir vatandaşın vicdan azabı duyacağı bir günah değildir – yüksek kültürlerde insanoğlunun tek uğraşı düşünmek olmuştur..

şunu söylemeliyim : hiçbir şey yapmama , dünyanın en zor işidir – zor olduğu kadar da en entelektüel uğraşıdır.. seçkin insanlar böyle var olur..

düşünce , bir şeyler yapmak değildir – var olmaktır.. sadece var olmak da değildir ; düşünerek bir şeyler olmaktır çünkü bu ruh bir şeyler olabilmemizi sağlar..’

oscar wilde bu sözleriyle bir tembeli toplumun acınacak parazitleri durumundan , yararsız ve rahatsız edici , akılsız bireyler düzeyinden tanrı katına çıkarır.. tembeller topluma yük olmak bir yana , toplumun özel ve seçkin insanlarıdır.. onlar görüş sahibi , öncü kişilerdir.. diğer insanlardan daha net bir şekilde olayları görürler ; diğer insanların girdiği kalıpları reddederler.. gözleri açıktır.. onlar kendilerine zaman ayıran insanlardır..

insan olun.. düşüncenizde sonsuzluğa ulaşın.. tanrılaşın.. ve yatağınızda kalın..’

‘tembel ve özgür ruhlu amerikalı şair walt whitman da mutluluğunu şöyle coşkuyla kağıda dökmüştür :

‘o insanları ne kadar çok seviyorum.. hiç kimse onların dehasına , yaşam tarzına ve asla vazgeçmeyecekleri özgülüklerine ulaşamaz.. boş gezen insanlar.. onlar tembel değildir ; bugün on iki saat ya da on dört saat çalışırlar , yarın işe el sürmezler.. yatarlar , uyurlar , dinlenirler.. onurlu , şerefli insanlardır.. çok eski bir geleneğin insanları olarak , sonradan görmeler ve züppelere yeğlediğim insanlardır..’

‘pascal ‘belalı insanları’ şöyle tanımlar :

‘ bazen oturup insanların koşuşturmalarını düşünüyorum da , savaşlar , mahkemeler , ayaklanmalar , kötü niyetli girişimlerin hepsi ve insanın mutsuzluğu evinde sessizce oturmayı becerememesinden kaynaklanıyor diye karar veriyorum.. kendi gereksinimlerini karşılayabilen bir insan ya da bir toplum , ülkesini bırakıp denizaşırı ülkelere gidip bir kaleyi ele geçirmeyi neden düşünsün ki.. evinde ya da memleketinde kalıp keyfini çıkarmayı bilse , bunlara hiç yeltenmezdi.. uluslar kendi sınırlarını bilip mutlu olmayı öğrenebilseydi , ordulara bu kadar para yatırmazlardı ; insanlar evde yalnız kalmayı bilselerdi kumara sarmazlardı..’

‘TEMBEL AYAKLANMASI , Yan Gelip Yatmanın Manifestosu..’ , TOM HODGKINSON ,

Çeviri : NEŞE OLCAYTU , E Yayınları , Mart 2007 , 256 Sayfa..

İÇİNDEKİLER :

önsöz..

08:00 yataktan kalkmak hiç kolay değil

09:00 iş güç ve dert

10:00 uykuya gömülmek

11:00 işten kaçıp keyif yapma zamanı , kar kardır

ÖĞLE akşamdan kalmanın etkileri

13:00 nerede o eski öğle paydosları

14:00 hasta hasta işe gitmek

15:00 şekerleme

16:00 çay saati

17:00 başıboşluk

18:00 günün ilk içkisi

19:00 balıkçılık üzerine

20:00 sigara saati

21:00 evde tembellik

22:00 barda buluşma

23:00 ayaklanma

GECE YARISI ay ve yıldızlar

01:00 seks ve tembellik

02:00 sohbet

03:00 parti zamanı

04:00 meditasyon

05:00 uyku

06:00 tatil günleri

07:00 düşler

kaynakça..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘dün ne kadar içmişim bilmiyorum ama gece boyunca uyuyamamış olmamdan dolayı sınırın , eşiğin çok üstüne çıktığım anlaşılıyor.. sanırım alkolün etkisi geçince tansiyon tavan yaptı ve kutsal uyku çok uzak diyarlara kaçtı..

gece sabaha kadar döndüm yatakta.. bolca film izledim..

dün içmeye aramıza ‘yeni katılan bir aylakla’ başlamak hoştu.. ‘yaşasın ben de aylak oldum’ diyecek kadar samimi , sımsıcak ve güzel bir insan.. onunla ilgili yakında yazacağım.. daha yüzünü bile görmediğim , sesini duymadığım biriyle el sıkışıp merhaba dedikten sonra biraları söylemek ve arka arkaya keyifli bir sohbetle biraları yuvarlamak çok hoştu doğrusu.. ‘lucy in the sky’ dün çok hoş bir sürpriz yaptı bana ve diğer aylaklara ziyaretimize geldi.. yüreğine ve ayaklarına sağlık ‘lucy in the sky’ , aramıza hoş geldin..

kendisiyle fazla uzun sürmese de çok hoş bir sohbet yaptık ümo’yla beraber.. sonra onu halo dayımızla , aylakların piriyle tanıştırmaya mekana yani ‘aylak adamız’ın doğduğu yere getirdik.. halo dayı , abidin dayı ve ciğerim’le tanıştı burada.. her ne kadar halo her zaman ki çekingenliğinden dolayı kendisine bir zırh çekse de hoş bir buluşma oldu mekanda.. halo’nun çekingenliği biraz da belki rakı keyfinin bozulması korkusuydu sanırım.. dilekçe yazıyorum ayağı balkonda rakısını yuvarladı biz sohbet ederken..

neyse ‘lucy in the sky’la ilgili bir yazı yazacağım yakında.. kendisini dün tanıdık , sesini duyduk , mutlu olduk.. hepimiz onu çok sevdik.. ‘reis’ (blackhawk) onu göremediği için çok üzüldü , epeyi yağdı bize en başta ben olmak üzere.. ‘lucy in the sky’a çok teşekkür ediyoruz bu jestinden ve sürprizinden dolayı..

işte ‘lucy in the sky’ ile başlayan dünkü demlenme sürecimiz halo dayı , ümo ve reis’le devam edip gitti gece yarısına kadar.. eve geldim gece yarısı güzel bir balık yedim ve sonra sabaha kadar filmlerle haşır neşir oldum..

en son yıldım uyuma çabasını bırakıp sabahın ilk ışıklarıyla kafam kazan gibi ağrırken esneye esneye iki odaya yığılmış kitap yığınları arasında dolaşmaya başladım.. gözüme bir iki yıl önce okuduğum dehşet güzellikte  bir kitap değdi : tembel ayaklanması , yan gelip yatmanın manifestosu..

ben nasıl bunu atlamışım sitede bahsetmemişim diye düşündüm.. kitabın yazarı tom hodgkınson sade bir dille tembelliğin erdemlerini sayıp , ilk insandan şu ana kadar ki tembellik üzerine yazılan , söylenen her şeyi derleyip toparlayan bir kitap hazırlamış.. sıkılmadan kendini okutan kitapta yüzlerce anekdot ve olaydan bahsediliyor.. ben de kafam kazan gibiyken açtım ‘akşamdan kalmanın etkileri’ bölümünü okudum tekrar..

kitabın bölümlerinin düzenlenişi kitabın okunmasını daha da kolaylaştırıyor ve tembellik yapa yapa tembellik üzerine düşünmeye sevk ediyor sizi.. yormuyor , tam bir tembel işi anlayacağınız.. iddia ediyorum böyle zevkle okunan bir manifesto elinize geçip okumamışsınızdır.. kitabı nerede bulursanız bulun ve okuyun bence.. ama okurken tembel tembel okuyun ve orada sayılan tembellik manifestosunun kuralarına uyarak birkaç gün yaşamayı deneyin , emin olun yüzünüzde gülücüklerle dolaşacaksınız o birkaç gün ve hayattan biraz daha zevk alacaksınız sevgili aylaklar..

bu arada sevgili ‘reis’in yani ‘blackhawk’ın , sitemizin yaratıcısının doğum günü bugün.. o da ben de kutlamaları pek sevmeyiz.. hem yaşlanmanın kutlaması olur mu değil mi ‘reis’.. ama iyi ki varsın , iyi ki doğmuşsun ‘reis’.. seni tanımış olmaktan dolayı çok şanslıyız ve mutluyuz.. sana uzun mutlu ve aylak yıllar dileriz ‘reis’..

aylak aylak ve de gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

‘biz yeni bir tür iyi insan, iyi insan, iyi insan, yaratıcı insan olmaya yürüyelim..’ – DOĞAN ÖZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘devletin içindeki kontrgerilla yapılanmasını ve faşist yuvalanmaları araştırırken ve tam da dava açma hazırlığındayken 24 mart 1978’de evinin önünde arabasına binerken altı kurşunla katledilen yurtsever ankara cumhuriyet savcısı doğan öz’ü katleden kontrgerillanın faşist tetikçileri ve azmettirenleri hala yargılanmadı , cezalandırılmadı..

18 tanığın ifadesine , ayrıca yakalanan faşist tetikçinin suçunu ikrar etmesine ve sanığa altı kez ceza verilmesine rağmen askeri yargıtay defalarca kararı bozdu ve tetikçi bozuntusunu serbest bıraktı.. 

unutmayalım , unutturmayalım..

demokrasi havarilerine bir kez daha hatırlatıyoruz : KATİLLER , DARBECİLER HANİ YARGILANACAKTI.. İNSANLARI UYUTMAYIN.. YARGILAYIN !’

Crockett..

‘şiddet olayları, anarşik eylemler olarak nitelendirilebilecek kadar basit değildir. amaç, demokrasi umudunu yok etmek; onun yerine faşist düzeni gündeme getirmek ve bütün unsurlarıyla yürürlüğe koymaktır. böylece abd ve çokuluslu ortaklıklar, ortadoğu sorununu büyük ölçüde çözmek amacını gütmektedirler. bize göre bu sonuca ulaşmada cia , kontrgerilla gibi gizli örgütlerin yönlendirmesi vardır. bu örgütler, devlet aygıtını geniş ölçüde kendi amaçlarına uygun şekle dönüştürerek demokrasi düşmanı akımları iktidar yapmayı öngörmüşlerdir.’

DOĞAN ÖZ.. (başbakanlığa sunduğu rapordan..)

‘şunu öncelikle bilmekte yarar var: bütün bu çalışmalar içinde askeri ve sivil güvenlik güçleri vardır. kontr-gerilla, genel kurmay harp dairesi’ne bağlıdır. kontrgerilla, il ve ilçelerde seferberlik işlemini yürüten kurum olarak askerlik şubelerince yönetilmektedir. bu konuda en çok, aşamalı eğitimden geçen astsubaylar kullanılmaktadır.’

DOĞAN ÖZ.. (başbakanlığa sunduğu rapordan..)

 

 

 

 

 

 

‘Çocuklarım,
Bugün 16 mayıs 1974 ve ben bugün sizden ayrıyım. Mardin’deyim. Sizleri nasıl arıyorum, bilemezsiniz. Artık 40 yaşındayım.
Annenizle ta lise öğrenciliğimiz yıllarında karşılaşmış ve tanışmıştık ve birbirimize tapmıştık. Ve yarın Turan’ın doğum günüdür.
Anneniz ve ben yalnız insanları sevdik, yalnız toplumun mutlu olmasını istedik, yalnız kendimizden geldik.
Sonra uzun öğrencilik yılları, sonra görev yılları. Turan doğdu. Çermik’te çalışırken Hakan doğdu ve biz çok mutluyduk. Çok çok uzun yıllar sonra siz de buna tanık oldunuz. Bengi’miz doğdu. Sanki evimize papatya tarlası açıldı.
Ve biz hiçbir şeyden yılmayalım. Ve biz hiçbir zaman kendimizden utanmayalım. Hatalarımızı kolaylıkla kabul edelim. Başarılarımıza hiç korkmadan yürüyelim.
Biz yeni bir tür iyi insan, iyi insan, iyi insan, yaratıcı insan olmaya yürüyelim.’

DOĞAN ÖZ..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MISIR..

‘ESKİ  MISIR ŞİİRİ..’ – TALAT S. HALMAN..

 

‘mısır’da ve diğer arap nüfusu ağırlıklı ülkelerde neler oluyor , neler bitiyor diye soran insanlar oluyor.. ve niye bununla ilgili bir yazı yok aylak adamız’da sorusunu da soruyorlar haklı olarak.. kendi adıma yazıyorum sadece diğer arkadaşları bilemem.. belki de oralara en yakın kişi benim ama izlemedeyim şu anda.. şüpheler , sorular aklımın bir köşesinde yer etse de en azından sanki iktidar koltuğuyla yapışık doğmuş 30-40 yıllık diktatörlerin defolması sevindirici.. darısı diğerlerine diyeceğim ama benim temennilerimle olmuyor işler.. yüce abd ne derse o olur malum.. bir iki gündür de libya kaynıyor.. deyim yerindeyse domino taşı gibi.. pat pat devriliyorlar..

peki bugüne kadar ne olmuştu da beklenmişti bu kadar.. sadece sosyal paylaşım ağları ve sanal ortamın başarısı mı bu.. artık sivil toplum örgütleri veya siyasi örgütlerin de sonu mu gelmişti acaba tıpkı bir zamanlar yüceltilen yerlere göklere konulamayan fukayama bozuntusunun yumurtladığı ‘tarihin sonu geldi’ lafı gibi.. sosyal paylaşım ağlarının ve de internet ortamının sağladığı etki yok sayılamaz şüphesiz ama sadece bunlara dayandırmak , başarıyı bunlara bağlamak meydanlarda ölümü göze almış ezilenleri yok saymak olacaktır..

ve aklıma gelen şu acaba bu ülkelerdeki muhalefet organize bir şekilde la 2011 bizlerin , ezilenlerin yılı mı olsun demişlerdi ve kimsenin ruhu duymadan böyle bir organizasyon mu yapmışlardı.. öyleyse müthiş bir organizasyon gerçekten.. ama kimse beni ikna edemez bu konuda.. hem mısır bazında hem de küresel ölçekte belli başlı güç odaklarının olur vermemesi halinde 18 günde gitmezdi faşist mübarek ve diğer dallama diktatörler.. 

hüsnü mübarek de geçti gitti , tunus’taki de.. sıra kaddafi de gibi görünüyor.. hayırlısı artık.. tabi önemli olan şimdi mısır’da iktidarın kime kalacağı.. mübarek ardılı ve artığı bir faşist mi , yoksa ezilenlerin muhalefetinin ve diğer kesimlerin uzlaştığı bir özgürlükçü platform mu.. kim bilir göreceğiz.. malum şimdi yıllarca halkı ezmiş mısır ordusu yönetimde.. ve isyan bitmiş durumda.. e ne oldu.. bu mısır ordusu yıllardır ezen mübarek’in ordusu değil mi.. evet o ordu.. peki ne oldu.. neden bitti gösteriler.. demek ki hala gerici faşist diktatör unsurların etkisi devam ediyor.. göreceğiz.. umarım alacalı bulacalı medya reklamıyla apartılan bir yeni diktatör gelmez başa..

ortadoğu , afrika ve asya ülkelerinin  geri kalmışlığı , okuma yazma oranı malum.. daha önceki yazılarımda da yazmıştım demokrasi oyununa inanmıyorum ben.. a , b , c , d partisi veya görüşü hiçbirisinin farkı yok birbirinden.. tüm iktidarların ortak noktası kendinden olmayanı sindirmektir.. kimse beni kandırıp inandıramaz demokrasi safsatasına.. ben kimsenin oyununa karışmıyorum , oynamaya devam etsinler , onlar da benim demokrasi yalanına inanmamı beklemesinler..

bugünlerde bakıyorum herkes demokrat.. herkes.. daha on yirmi yıl öncesinin ordu şakşakçıları offfffff bakıyorsun en demokrat kesim olmuş.. ordu lağvedilsin diyenler bile var yahu aralarında.. keşke dünyadaki tüm ordular lağvedilse ve sınırlar ortadan kaldırılsa.. nerede ah nerede vah nerede.. nerede.. görüyorsunuz değil mi demokrasi havarilerini , heyt bre sizi darbe günlerinde görseydik bir de.. gerçi o günlerde de görmüştük sizleri 17 yaşında çocukları asanlara methiyeler düzüyordunuz.. şimdi ise en keskin demokratlar olmuşsunuz valla helal olsun.. ama sadece kendilerine.. burada tekrar parantez açıyorum , tüm kesimlerden herkese bunu diyorum sadece kendilerine demokratlar.. ve herkes kendi çizdiği demokrasiyi seviyor ve istiyor.. herkesin demokrasisi kendisine göre.. yüzde on barajı var ama olsun demokrasi var.. lider sultası var tüm partilerde olsun demokrasi var.. elli yıldır hep aynı şeyler tartışılıyor , bir şey değişmiyor , olsun demokrasi var.. bir belediye başkanı ya da milletvekili adayı oldunuz bin bir zorlukla kendinizi liderlere ve partilerin üst kadrosuna beğendirerek ama seçim masrafları var.. kendinizi seçtirebilmek için dünya para harcayacaksınız.. daha aday adaylığı fotoğrafı çektirmeye git ohoo kaymeler akmaya başlıyor cepten.. işçi , köylü , memur kısmı nasıl seçtirecek kendisini üç kuruş parasıyla.. tabi o da varsa..geçin kardeşim bana demokrasi hikayelerini anlatmaya.. siz oynayın oyununuzu ben aha burada behzat ç. izliyorum ‘dokanmayın la bana , az uzak durun benden.. az ötede oynayın..’ benim gördüğüm en demokrat adam behzat ç. dünyada hem bir de polis abim.. yaa naber..

mısır’a dönelim tekrar.. mısır denince akla hemen piramitler ve nil filan gelir.. benim aklıma hiçbiri gelmez.. tüylerim ürpererek aklıma ilk gelen ‘oum khalthoum’ ya da bizim söyleyeceğimiz şekilde söylersek ‘ümmü gülsüm’ gelir.. gelmiş geçmiş dünyanın en iyi sesi.. bunu ben demiyorum.. dünyanın sayılı büyük müzik otoritelerinin ortak görüşüdür.. bizim memlekette anlatılan rivayetlere , halk efsanelerine göre mi diyelim bilmiyorum ümmü gülsüm vefat ettiğinde ses telleri ve gırtlağı incelenmek üzere alınmış.. daha önce ve şimdi de müzik kutumuzda sayısız defa dinlemişsinizdir ümmü gülsüm’ü.. sanırım onun en güzel şarkılarından birisi olan inta omri’nin sözleri de site ilk kurulduğu zamanlarda yayınlanmıştı sitemizde.. ümmü gülsümden sonra ise benim taptığım yüce insanlardan birisi gelir aklıma : necip mahfuz.. mısır halkını ve şu anda mısır’da olan olayları , halk hareketlerinin öncüllerini en iyi anlatan halkın içinden bir büyük usta.. dünyaya necip mahfuz gibi ustalar zor geliyor ama kolay kaybediliyorlar.. herkes ‘midak sokağı’ der.. evet ‘midak sokağı’ büyük bir yapıt.. ama diğer eserleri de en az onun kadar ve ondan üstün olanları da var bence.. necip mahfuz’un arkasından bir başka büyük usta zor gelir ortadoğuda..

neyse benim aklıma işte bunlar ilk olarak geliyor mısır denince.. ama bir de büyük ustalarımızdan talat s. halman tarafından öğrendiğimiz ‘eski mısır şiir’i var ki ta binlerce yıl ötesinden bugünkü sorunların köklerine ışık tutuyor adeta.. şiirleri okuduğunuzda binlerce yıl öncesinde de aynı sorunların mısır’da yaşayan insanların omuzlarında olduğunu , o zamanlarda da diktatörlerin , zulmedenlerin , fakirliğin , açlığın eksik olmadığını görüyoruz.. sonra birden umutsuzluğa kapılıp mısır insanının kaderi mi bu yoksa diyebiliyor insan.. hayır kaderi değil.. ve bu kaderi mısırın ezilenleri yazmadı ama grup kızılırmak’ın ‘konfeksiyoncular’ şarkısında denildiği gibi bu kaderi bozacak olanlar onlar..

(Fotoğraf : Talat S. Halman..)

bitirirken mısır’ın tüm ezilenlere selam olsun diyorum ve che’nin bir konuşmasından (dos , tres , muchos vietnam..) esinlenilen 70’lerin bir sloganıyla bitiriyorum : ‘bir iki üç daha fazla mısır..’

 

Crockett..

ESKİ MISIR ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER :

‘ben dünüm , bugünüm , yarınım..

varlığımla dolmayan gün yoktur..

benim açtığım yoldur şimdiki çağ..’
‘ÖLÜLER KİTABI’ndan..

 

‘şen geçir günlerini , bıkmadan , yorulmadan :

ne malını mülkünü öbür dünyaya götürebilirsin ,

ne de geri gelirsin öteki tarafa gidince..’

 

‘elinde keskiyle çalışan sanatçı

tarlayı belleyen ırgattan fazla yorulur

akşam olunca yan gelip yatar mı.. ne gezer..

kolları koparcasına çalışır

ortalığı aydınlığa kavuşturmak için..’

‘işitilmemiş sözler bulsam , garip cümleler söylesem ,

kimselerin kullanmadığı bir dilim olsa ,

tekrarlanmamış , bayatlamamış deyimlerimle

eskilerin sözlerinden uzaklaşsam..’

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

AKHENATEN’İN YAKARIŞI..

senin tatlı soluğundur benim soluğum ,

güzelliğin her zaman gözlerimin önünde..

duyabilsem sesini kuzey rüzgarında ,

güzelim , seninle dinçleşir bedenim..

uzat ellerini , yol göster ruhuma , canıma can kat :

beni sonsuzluğa çağırsan hazırım gitmeğe..

DİN ADAMI ANKHU’NUN

BOZUK DÜZENDEN YAKINMASI

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

memleket baştan başa azapla kıvranıyor ,

yıldan yıla büsbütün allak bullak…

bir öncekini aratıyor her geçen yıl..

kargaşalık var ülkede , yıkımın eşiğindeyiz..

kapı dışarı ettiler adaleti ,

haksızlık kol geziyor hükümet çevrelerinde..

tanrıların tasarıları karman çorman ,

tanrı buyruklarına aldırış eden yok..

memleketin durumu berbat,

ne taraf baksak çile ,

halk yas tutuyor kentlerde de , taşrada da…

millet yoksulluktan perişan ,

insanlarda ne saygı kaldı , ne sevgi..

huzur sultanları bile ter ter tepiniyor..

gün doğunca baş çeviriyoruz

gece olanları görmemek için..

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

dertler tümen tümen geliyor bugün..

yarın ıstırapların seli kopup gelecek..

memleket baştan başa tedirgin,

ama ağzını açıp tek kelime söyleyen yok..

 

masum insan kalmadı artık,

herkesin işi gücü fesat..

yürekler yas içinde , tasa içinde..

komut verenle komut alan bir-örnek,

ikisinin de dünya umurunda değil..

her sabah kalkar kalkmaz görüyoruz durumu,

ama düzeltmek için çabaya girişmiyoruz..

dün neyse bugün de o..

miskinlik sinmiş insanların yüzüne ,

kimse laf anlamıyor ,

anlayıp kızanlar bile dilini tutuyor..

yaman bir acıyla kıvranıyorum durmadan :

yoksullar , zengin karşısında güçsüz..

ne acıklı bunu görüp de haykırmamak..

ama anlamayanlara dil dökmek daha acı..

insan , sesini yükseltmeye görsün ,

başlıyor gerçekleri bilmeyenlerin öfkesi..

bugünlerde herkes sırf kendini dinliyor ;

kendinden başkasına inanan yok..

hiç ilişki kalmadı gerçekle söz arasında…

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

‘ESKİ MISIR ŞİİRİ’ , TALAT S. HALMAN , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , 1972..

RİYÂKARLAR CENNETİ.. – SIRRI SÜREYYA ÖNDER

RİYÂKARLAR CENNETİ.. – SIRRI SÜREYYA ÖNDER

Meşhur fıkradır. İki kadın oturmuş, evlatlarının ahvalini konuşmaktadırlar. Kadın, gelininden bahsederken başlamış yakınmaya. “Ah o cadıyı hiç sorma! Allah’ın bıçağına gelir inşallah!” demiş. “Onu bize Allah bir hışım, bir bela olarak gönderdi! Bir gün olsun elini sıcaktan soğuğa değdirdiğini görmedim. Ama suç benim sümsük oğlumda, adeta önünde pervane!” diyerek devam etmiş sızlanmasına.
Sıra kızını anlatmaya geldiğinde “Allah damadımdan razı olsun” diye söze başlamış. “Kızımın elini bir gün sıcaktan soğuğa değdirmedi. ‘Hanım sen otur, ben önünde pervane olurum’ diyor da başka bir şey demiyor!” diyerek bitirmiş.
Sağcısından solcusuna, devletlisinden kuluna, iktidarından muhalefetine ‘tutarlı olmak’ bu topraklara men edilmiş sanki.
Muhteşem sefaletimiz
Muhteşem Yüzyıl dizisi üzerine tartışmaları izledim, bir yazıda fikrimi de belirttim. Sinema ve dizi sektöründe çalışmış ve halen çalışan birisi olarak, bu alan üzerine yazı yazmak hep bana sıkıntılı geldi. Övgü ya da yergi fark etmez, diğer meslektaşlarımla haksız olmayan bir zemin üzerinden yürümüş olur diye düşündüm. Çünkü benim yazdığım bir gazete var, onların yok…
Meral Okay, benim ilk projemi gerçekleştirmemde en önemli pay sahiplerinden birisidir. Kendisiyle başka dizi projelerinde de birlikte çalışma şansım oldu.
Bu bir güzelleme yazısı değildir! Meral’le dövüşmelerimiz, gülüşmelerimizden bir hayli fazladır. Bu diziyi de ideolojik olarak istediğimiz kadar tartışabiliriz. Sorun orada değil, sorun bu sektörde Meral Okay’ın, yönetmen Durul ve Yağmur Taylan biraderlerin, yapımcı Timur Savcı’nın ve oyuncular başta olmak üzere tüm ekibin yalnız bırakılmalarıdır.

Ne için?
İktidarın ve egemenlerin gazabına uğramamak için!
Polis kordonunda çekilen dizi!
“Şanlı ceddimiz sütten çıkmış ak kaşıktı” diyenler kapsama alanımın dışındalar.
Onlar halen Süleymaniye Külliyesi’nin yanındaki Hürrem’in mezarına adak adayıp, çaput bağlamaya devam edebilirler. Nasıl olsa mala davara bir zararı yok.
Ülkemizdeki ‘bidat’ rezaletlerinin ne ilkidir ne de sonuncusu olacaktır.
Böyle düşünmeyen, böyle düşünmediğini gösteren üretimler yaptığı ya da yapacağı iddiasında olanlaradır sözüm.
Meral Okay, polis korumasında evine gidip geliyor.
Bu ülkenin en başarılı, çalışkan ve dürüst iki yönetmeni, sete başlamadan önce alınan güvenlik önlemlerini kontrol etmek zorunda kalıyorlar.
Bu proje için 1 yıldan beri bekleyen, başka proje kabul etmeyen oyuncular, işsiz kalma ve can güvenliği endişesiyle çalışmak durumundalar.
Set emekçileri bir yandan işlerini yaparken diğer yandan “taş nereden gelecek?” dikkatiyle evlerine bir parça ekmek götürme derdindeler.
Dünyanın neresinde olursa olsun, adına en zaliminden ‘linç ve sansür’ denecek bir durum karşısında siz ne yapıyorsunuz?
Ben söyleyeyim: Oluşturulan küçük iktidar adacıklarında kendi selametleriyle meşguller.
Ellere var bize yok mu?
Cafer Penahi, İran yönetimi tarafından imha edilmekte! Bir sanatçının iş göremez duruma getirilmesi imhası demektir. Penahi için evrensel bir dayanışma duygusuyla seferber olmak bir boyun borcudur. Ülkemiz sinemacıları da seferber oldular.
İyi güzel de Meral Okay ve arkadaşlarının durumunun öz ve biçim olarak Penahi’den ne farkı var diye sorarlarsa, yüzümüz kızarmadan verecek bir cevap biliyor musunuz?
Tutarlılık meselesinde hepimiz sakatlanmış durumdayız.
Che Guevera söz konusu olduğunda coşup taşan bir yürek, çoğu zaman Kaypakkaya, Deniz, Mahir ve binlerce adsız yiğit söz konusu olduğunda parazit yapmaya başlar.
Tahrir Meydanına methiye düzmek kolaydır ama Diyarbekir için düt demeye dudak ister.
Paris banliyöleri ya da Selanik sokakları hak arayanlarla çınladığında aşka gelenler, ‘Torba Yasa’yla emekçilerin çuvallanmasına kayıtsız kalmaktan hiç sıkılmazlar.
Başka coğrafyalarda olduğu zaman özgürlük mücadelesi olan bize geldiğinde terörist faaliyet oluverir.
Tutarlılık bahsindeki halimiz, fıkradaki kadından çok da farklı değildir.
Sınıf bilinci zorunluluğu
Bu mesleğe başladığımdan beri gözetmeye çalıştığım bir ilke var.
DİSK’e bağlı Sine-Sen üyesiyim ve sendikadan başka hiçbir örgütlenmeye sıcak bakmadım.
Sınıfsal bir manifesto içermeyen örgütlenmelerin, derde deva olacağına inanmam.
Sine-Sen başta olmak üzere bütün emek örgütleri bu saçmalığa kayıtsız kalmayacaklarını en etkili biçimde göstermek durumundadır.
Hele bir yol bu tepkiyi gösterelim, dizinin içeriğini her platformda ve günlerce tartışabiliriz. Üstelik sadece böyle olması durumunda tartışabiliriz.
Kendi günlük kaygılarıyla tepkilerini cılız ve mahcup tutanlar, yarın tepki vermeye bile vakit bulamayabilirler çünkü…

SIRRI SÜREYYA ÖNDER

(RADİKAL Gazetesi , 04.02.2011)

‘yalnızlığımı taşa astım, gölgesinde çalışıyorum yalnızlığım. benim ikiz kardeşim. sol yanım, huysuz sevgilim, en bencilim, en yaratıcım, en beğenmezim..’ – MEHMET AKSOY

‘heykelimi kendi kentlerine isteyenler , bilmeyerek de olsa mücadelemin önünü tıkıyorlar..

heykelime talip olanlar bu tavırlarıyla , sanata sahip çıkayım derken heykelin yıkılmasına ya da taşınmasına yardımcı olmuş duruma düşüyorlar.. yıkılacak , taşınacak söylentilerinin ayyuka çıktığı şimdilerde , taş yerinde ağır diye düşünüp heykelime yeni bir adres bulmayı bıraksınlar , mücadeleme destek versinler..

özgür düşünceye tahammülleri olmayanlar , kafalarındaki putları yıkamayanlar , heykelimi yıkmaya çalışmaktan vazgeçmeli..

bütün çelişki de buradan kaynaklanıyor.. sanatın , heykelin bir dil olduğunu kabul etmek istemiyorlar.. beğeni göreceli bir kavramdır.. ben bir şey yaptım beğenmeyebilirler , ancak hakaret edemezler..’

MEHMET AKSOY..

Alıntı : CUMHURİYET Gazetesinden OĞUZ YILDIZ’ın ‘Taş yerinde Ağırdır!’ başlıklı haberinden.. 28 Ocak 2011..

BASIN AÇIKLAMASI..

başbakan farıcıma ucube dedi. halbuki müsaade etselerdi, kanadını, tüyünü düzüp keklik olacaktı. başbakan onun keklik olacağını göremedi onu okuyamadı. aslında haklı sanat düz mantıkla, politik mantıkla anlaşılacak idrak edilecek ve giderek dilde ifadesini bulacak bir şey değil. (farıç : keklik yavrusu)

heykel sanatı form diliyle konuşur. bu dili öğrenmek, alfabesini, kodlarını çözmek bir kültür ve görgü işidir. bir uğraşı ve eğitimi gerektirir. politik arenanın çirkinliği her şeyin politik rant sağlayan bir meta olarak algılanması ve maalesef sanatında acımasızca ve kaba bir şekilde bu arenaya çekilmek istenmesi türkiye sanatı ve sanat kültürü adına bir kayıp bir düşmanlıktır. başbakanımız vicdanını göğsünde taşımıyor, iktidar koltuğunun arkasında saklamış görünmüyor. görünen ve gösterdiği yalnızca güç… yarın ahirette kalbi ağırlaşmış olarak terazinin kefesine konacak. biliyorsunuz terazinin öteki tefesinde bir tüy var, kalbin tüyden hafif olması gerekiyor, o tüy belki de benim kekliğin tüyü olur. kalbinizi, vicdanınızı ağırlaştırmayın sayın başbakanım.. bakın bir sürü bakanlarınız var danışmanlarınız var kültür bakanınız var bu heykel hakkında sizi bilgilendirsinler. kulaktan dolma gerçek olmayan enformasyonlarla konuşmamış olursunuz. sarıkamış’ta , kars’ta , çanakkale’de ölen tüm şehitlerimizin barış arzularını ruhlarını göğe yükseltiyor bu anıt , savaşları mahkum ediyor.

insan olma yolunda ilerleme kaydetmek istiyorsak barış içinde yan yana yaşamak hayatı daha derinden anlamlı hoşgörü içinde birbirimizi kucaklamak gerekir duygusunu veriyor… böyle bir içerikteki heykele başbakanın karşı olacağını düşünemiyorum.

heykel ortadan ikiye bölünmüş bir insanın bölünen parçaların karşı karşıya konularak kendi kendine düşman edilmesini simgeliyor. aralarındaki boşluk bir duvar gibi onları ayırıyor. boşlukta uzanan el insanlığa uzanıyormuş gibi tutulmayı bekliyor. bu el şuanda heykel yapımı durdurulduğu için yerde yerine takılmayı bekliyor. yapılması bitmeyen engellenen bir parçada insani vicdanı sembolize eden göz ve ondan savaşların acısıyla akan gözyaşı… heykelin şuanda yarısının kabası bitmiş durumda, bu dört senelik bir emeğe mal oldu. bu heykel yıkılır mı??

yıkılırsa ne olur. fizik olarak yıkılması çok zor.öyle kepçeyle, dozerle yıkılacak bir şey değil. normal betondan üç misli daha dayanıklı akışkan beton içinde çelik borular ve güçlü bir demir konstrüksiyon var. 1500 ton ağırlığında uçurumun kenarında bazalt kütlelerin üzerinde duruyor. altında bir tavya var. ancak c4 yada dinamitle patlatılabilir.bu da türkiye’de ve dünyada büyük tepkilere sebep olur. talibanın buda heykellerinin yıkımı eyleminden farksız olur. bu davranış iki yüzlü bir dış politika demektir. inandırıcılığımız kalmaz. bir yandan dışarıda barış çabaları gösterirken arabuluculuklar yaparken öte yandan barış öneren bi heykeli yıkamazsınız. ayrıca yurtta ve dünyada sanatsever kamuoyu her yerde karşılarına dikilir.

siz en iyisi beni bırakında heykeli tamamlayayım. bana sahip çıkın heykele sahip çıkın, barışa sahip çıkın… benim kafamı meşgul etmeyin, bana elleşmeyin, bırakında heykelimi yapayım. sizde kendi işinizi yapın. işsizlik sorununu halledin kars’taki besicilik işini halledin, hayvancılık işini halledin, okul sorununu halledin, çiftçinin ürününü dalında çürütmeyin aracıların tefecilerin eline bırakmayın. kanalizasyon problemlerini çözün. doğaya sahip çıkın, doğayı parsel parsel satmayın. daha söylenilecek çok şey var ama…

MEHMET AKSOY.. (www.mehmetaksoy.com)