Archive for the ‘Siyaset’ Category

Sesleniş

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken, bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım unutma bizi!..

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabamız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım unutma bizi!..

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terkedildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.

Hücrelere atıldık ey halkım unutma bizi!..

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde, öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezartaşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..

Kanserdik. Ölüm her gün bir sinsi yılan gibi, dolaşıyordu derilerimize. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..      

Giresun’daki yoksul köylüler. Sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi!..

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle, başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz-sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi!..

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk: Komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında, emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı, daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi.

Bir kez anlamak istemediler bizi…

Vurulduk ey halkım, unutma bizi!..

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline, değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki, korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik, boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi!..

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı, bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım unutma bizi!..

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir  gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…

 

Uğur Mumcu

 

Cumhuriyet, 25 Ağustos 1975

‘esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim..’ – ÖZCAN ALPER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“senaryoyu yazarken tek bir çizgide ilerlemiyorum.. o süreçte çok emek harcıyorum.. filmi yazma ve çekme süreçlerinde ben de öğrenmesem, heyecanlanmasam belki de film yapamam diyebiliyorum kendi kendime döndüğüm zaman.. çünkü sadece setin mekanikleşen bir tarafı var.. bense film yapmak istediğim andan itibaren kendimce alt kazılar dediğim 4-5 katman belirliyorum.. bu hem hikaye, hikayenin geçtiği mekanlar, beslendiğimiz sinema, edebiyat.. bu etkilenmeyi olumlu bir şey olarak görüyorum.. yönetmen görüşünü, hikayenin ilk halini yazdığım zaman rahatlıyorum.. işin temeli çıkmış oluyor.. ondan sonrası emek yoğun bir süreç oluyor.. kentin kendisini de, doğanın kendisini de bir karakter gibi düşünmeyi ifade ediyorum ve bunun üzerine çalışıyorum.. yazma sürecinde o mekanlara ve kente daha çok gidip gelmeye başlıyorum hatta orada yaşamaya başlıyorum.. o kentin görünürdeki hikayelerini değil derinliğini yakalamaya çalışıyorum.. sabah erkenden kalkıp sokaklarında dolaşıyorum, ruhunu yakalamaya çalışıyorum.. ‘sonbahar’da örneğin ‘john berger’in ‘avrupa üçlemesi’ benim için yol gösterici oldu.. ölmekte olan köylülük hakkında yazdıkları.. birinin senden önce yapmak istediğini edebiyatta yaptığını görüyorsun.. ‘john berger’in bunun için çamlıhemşin’de yaşaması gerekmiyor.. alpler’in altındaki fransız köylerinde de aynı şeylerin yaşandığını görüyorsun..

..

filmi büyük bir ev olarak düşünmüştüm.. bana bunu hatırlatan ‘tül akbal’ın kitabı oldu sanırım.. bizim çamlıhemşin’deki evleri düşünün.. odaların açıldığı ortadaki odaya ‘hayat’ denir bizim orada.. orta kısım geniştir, odalar ise dar olur.. ‘sonbahar’daki ‘yusuf’un odası çok küçüktü örneğin, bir usta bulup büyütmek zorunda kaldık.. yine de bir hapishane hücresinden daha büyük olmadı.. düşündüğüm şuydu : bir sorun çıkıyor bir odayı kapatıyorsun, türkiye de böyle.. bir süre sonra bir yaşam alanı kalmıyor.. ev ve oda konusu üzerine düşünmüştüm.. kendi yaşam alanını da yok ediyorsun aslında..

yası nasıl tutacağız meselesi aslında.. ağıtlar da bunun bir parçası.. türkiye’de aslında etnomüzikoloji diye bir bölüm yok.. antropologlar ilgileniyor..

buradaki esas sorun ülkenin kendisinin aslında bir kayıplar ülkesine dönüşmesi ama bununla nasıl baş edilecek,  yası nasıl tutulacak belli değil.. o yüzden ‘john berger’in ‘efendilerin’ sözünü kullandım ve ’musa anter toplumsal hafıza merkezi’ni kurdum filmde.. bütün otuz yılda çok ağır koşullar yaşanırken bir arşiv tutulmamıştı aslında.. tabi 1,5 milyon ermeni’nin öldüğüne resimlerini görünce mi inanacaklar.. esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim.. filmin bir yerinde, filmin kendisi de sadece kayıt altına almayı amaçlıyor, sadece bunu yapsa yeter dedim.. o yüzden kayıplarla ilgili kayıtları uzun uzun çektik..

film esnasında onlarca kişiyle kayıt yaptık.. bir kopyasını bir kurum olsa da versek diye düşündüm.. ama orada fark ettim ki , ağıtlar, dengbejler de bu hafızanın korunmasını sağlıyor.. yaşar kemal ağıtların bir direniş biçimi olduğunu da söylüyor.. başka kültürlerle de karşılaştırıyor.. faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insanların fotoğrafının üzerine bir tülbent örtülüyor evlerde.. ölüm yaşanmıyor, kabullenilemiyor.. bu durumda ciddi travmalar yaratıyor.. bir mezarı olsa her şeyi affedecek hale geliyor kadınlar.. o mezara gidebilse neredeyse yarı yarıya bağışlayacaklar..”

YENİ FİLM Dergisi’nden SERAY GENÇ ve YUSUF GÜVEN’in ÖZCAN ALPER’le yaptıkları röportajdan bir bölüm..

Röportajın tamamı için ‘YENİ FİLM DERGİSİ..’, Sayı 24, Kasım 2011,  Sayfa 14, 15, 16, 17, 18, 19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sosyal demokrat belediyecilik’ örneği..

“istanbul’un yaşanabilir en güzel ilçelerinden birisidir kadıköy..

ama yıllar geçtikçe kadıköy de çarpık yapılaşmadan ve yaşanan göçlerden etkilenir.. yavaş yavaş eski dinginliği yok olmaya başlar.. boş kalmış araziler yavaş yavaş dolmaya başlar..  son ağaçlar rant uğruna kesilir, yeşil alanlar yok edilir.. yerlerine plazalar, siteler, kocaman kocaman apartmanlar yapılır.. ‘parke taşı teorimi’ beni tanıyan az çok bilir.. parke taşı öldürücü bir virüs gibidir.. parke taşının girdiği yer katledilmeye başlanmış demektir.. parke taşının olduğu yerde tırnak içinde uygarlık vardır ama yeşillik ve doğa yoktur.. 

işte bizim kadıköyümüz de zaman içinde rantın en çok döndüğü ve para babalarının ve siyasetçilerin uğruna çok kavga ettikleri bir yer oldu..

kadıköy’ün seçimlerde rengi hep bellidir.. belediyesi yıllardır ‘sosyal demokrat’ olduğunu iddia eden partilerin elinde olmuştur.. sağ bir partinin belediye seçimlerini en son ne zaman kazandığını kimse hatırlamaz bile.. sağ partilerin en güçlülerinin bile burada seçimi kazanması mucize bile değildir, imkansızdır.. zaten bu tırnak içindeki sosyal demokrat partilerin seçimlerdeki propagandası hep ‘ya onlar gelirse’ paranoyasıdır.. yahu siz varsınız yıllardır da ne oldu.. millete temcit pilavı gibi sunulur seçim propagandalarında bu paranoya.. vaatler vaatler.. hep seçim broşürlerinde kalır vaatler.. ‘sosyal demokrat parti’ zaten emindir kadıköy’ü ezici çoğunlukla açık ara alacağından, o yüzden sadece vaatte bulunurlar o da laf olsun diye.. ne yaparlar dört beş senede bir kaldırımlarınızı yenilerler, çöpünüzü kerhen toplarlar, sene de bir iki milli bayramda belediye başkanı en öne geçip fener alay düzenlerler.. budur işte o gelmesinden korkulan ‘diğerlerinden’ farkı.. yoksa özünde belediyecilik anlayışları aynıdır.. yeşil mi gördün kes biç, beton dik, parke taşı döşe.. başka bir hikayeleri, icraatları yoktur…

bu yazıyı yazmamın sebebine geleyim girizgahı kısa keserek.. bu arada yukarıda anlattığım partinin adaylarına doğruyu söyleyeyim ben de belediye seçimlerinde birkaç defa oyumu vermişimdir..

neyse ben yaklaşık 22 yıldır kadıköy’ün sahrayıcedid mahallesinde oturuyorum.. benim ‘kümes tarzı’ yaşam tarzı dediğim bir site içinde 22 yıldır yaşıyorum.. o mahalleye ilk taşındığımızda iki ana caddesinin yolları kırmızı topraklı yoldu.. ve yol boyunca uzun yeşil ağaçlar vardı.. şimdi gidip bakarsanız bağdat caddesi ile yarışan iki cadde görürsünüz.. her yer beton olmuştur ve insanlar ne de güzel ‘kırımızı toprağın’ ayakkabılarını, çoraplarını kirletmesinden kurtulmuştur..

işte bizim sitenin olduğu sokakta kadıköy’ün en geniş boş arazilerinden birisi mevcuttu.. bu arazi yıllarca halka açık spor kompleksi olarak kullanıldı.. arazinin bir bölümünde amatör kulüplerin ya da mahalleli gençlerin futbol oynadığı ışıklandırılmış toprak bir futbol sahası mevcuttu.. mahallemizin yaklaşık 20 yıl muhtarlığını yapan rahmetli ‘şadan batok’ amcamız çok emek vermişti o sahanın mahalleli tarafından ücretsiz olarak kullanılması için.. ama bir gün o tesisin kapısı demir zincirler ve asma kilitlerle kapatıldı.. hayırdır dedik ne oluyor.. efendim sevgili belediyemiz oranın bir para babasına ihale dilerek halı saha ve sosyal tesis olarak kullanılmasına karar vermiş.. böylece belediyemiz sevgili mahalle gençlerine çok güzel bir halı saha kazandıracakmış.. toprak sahadan kurtaracakmış pehh.. ha bana ya da başka birine soracak olsalardı alacakları cevap belliydi : toprak saha, halı sahadan milyon kere daha sağlıklıdır.. suni plastikten yapılmış yeşil halı saha birçok tehlike arz ediyorken toprak sahanın doğallığı dışında bir zararı yoktu.. ama rahmetli muhtarımızın ve mahallelinin mücadelesine rağmen belediye halka rağmen toprak sahayı bir güzel kepçelerle kazdırıp, beton döküp, suni mi suni bir halı döşetti.. ve tabelayı astılar kapıya : ‘saati şu kadar halı sahada maç keyfi..’ he ya maç keyfi.. ne keyif ne keyif..  ha mahallelinin direnişi sırasında direnişi kırmak için söylenen şuydu ‘mahalle gençlerine halı saha ücretsiz..’ yok ya yemezler kimi kandırıyorsunuz.. yalan ilk gün meydana çıktı hemen.. içeriye girip top oynamak isteyen gençlere bir kaba kuvvet gösterisi ve denilen şu gece 2 ile 5 arası mahalle gençlerine ücretsiz halı saha.. çok komik değil mi.. sabaha karşı maç keyfi.. neyse halı saha açıldıktan sonra halı sahanın yanındaki boşluğa bir et lokantası konduruldu, yıllardır mahalleli tarafından ücretsiz olarak araçlarını park ettikleri bölüm ise paralı otopark ve oto yıkamacı oldu.. işte size ‘sosyal demokrat belediyecilik’ anlayışından birinci perde.. nasıl güzel mi.. ‘aman ha diğerleri gelmesin’ diye verilen oyların neticesi..

neyse yıllarca bu arazi halı saha, lokanta, otopark ve oto yıkama olarak birileri tarafından kar amaçlı kullanıldı.. halk sokakta park yeri bulamayınca paşa paşa gidip oraya aracını koyuyor ve park parasını kuzu gibi ödüyordu..

sonra bir gün bir baktık bir arbede var bu arazide.. zabıtalarla tesislerin içindekiler arasında bir tartışma.. öğrendik ki belediye tahliye ediyor adamları.. bize ne yarın başkaları gelecektir bu tesisi işletmeye dedik.. uzaktan izledik.. adamları tahliye ettiler.. ama öyle olmadı işte.. ertesi gün belediyenin dozerleri girdi araziye.. halı sahayı, halı sahanın bin kişilik tribünlerini, içindeki binaları yıktı, yüzden fazla ağacı kökleriyle birlikte koparıp katlettiler.. hayırdır dedik koştuk.. merak etmeyin dediler eskisinden güzel bir tesis yapacak belediyemiz ‘sizler’ için.. iyi de o kadar ağacın günahı neydi be katiller.. ağaçları niye yok ettiniz.. arazi kapısında kilitlerle aylarca katledilmiş ağaçlar ve molozlarla dolu durdu.. biz bekliyoruz hep.. ama bir kıpırtı yok..

sonra öğrendik, meğer belediye ihaleye çıkarmış araziyi.. bir şirkete ‘yap işlet devret’ modeli bilmem kaç yıllığına kiraya veriyor araziyi.. ha ne mi yapacak şirket o araziye.. yok canım korkmayın suni halı saha, spor kompleksi filan değil : katlı otopark.. evet yanlış okumadınız.. yerin yedi kat dibine girecek şekilde bir katlı otopark.. neyse ülkemizin tanınan bir şirketi ihaleyi kazandı ve işe giriştiler.. inşaat sırasında mahalleli olarak çektiklerimizi fazla anlatmayacağım.. gürültü, çevre kirliliği filan hikaye.. kazılan dev inşaat çukuru nedeniyle bir sabah göçen yol nedeniyle oturduğumuz apartmanların çökme tehlikesini de anlatamayacağım.. hepsini sineye çektik bir şekilde.. çünkü senin tek başına koyduğun direnişin, tepkinin hiçbir anlamı yok.. üç beş kişi bağırır çağırırsın sonra kalkarlar utanmadan seni ‘onların, diğerlerinin adamları’ olarak gösterirler.. hoş  beni öyle gösteremeyeceklerini bilirler..

bizim sokaktaki o boş arazide iki yıla yakın süren katlı otopark inşaatı ve üstündeki lokanta mı market mi olacak bilemediğimiz dev yapının inşaatı geçenlerde bitme aşamasına geldi.. bir baktık sevgili belediyemiz bizim sokaklarda hummalı bir kaldırım çalışmasına girişti.. on yıldan fazla süredir değiştirilmeyen kaldırımlarımız sökülmeye başlandı.. iyi bizi hatırladılar kaldırımlarımızı yenileyecekler diye sevindik, gözlerimiz doldu.. ama ertesi gün bir baktık ki o da ne kaldırımlarımız eskisine göre otuz kırk santim daha geniş ve on santim kadar da yüksek yapılmaya başlanmış.. hayırdır dedik.. efendim ihtiyaç nedeniyle kaldırımlar genişletilmiş.. niye kardeşim niye.. dalga mı geçiyorsunuz siz insanlarla, ne ihtiyacı.. bu sokaktan günde geçen insan sayısı dört yüzü bulmaz ve aynı anda yürüyen insan sayısı beşi geçmez bu sokakta.. taksim meydanı ya da kadıköy rıhtımı değil ki burası aynı anda yüz kişinin yürüyebileceği kaldırımlar yapıyorsunuz.. biz bilmeyiz belediyedeki yetkililere sorun.. soralım dedik.. tabi o anda hala biz safça düşünüyoruz.. sonra bir gün jeton düştü, oynanan oyunu anladım.. sevgili belediyemiz bizi hatırladığı için değil yakında faaliyete girecek katlı otoparka rant yaratmak için kaldırımları yenilemeye başlamış.. insanlar gelip sokakta ya da kendi site otoparklarında araçlarını park edecek yer bulamayınca hop gel bakalım kucağımıza der gibi katlı otoparka gidip kuzu gibi geceliği on beş, yirmi liralardan arabalarını oraya park edecek.. bizim sokakta eskiden sağlı sollu iki araç park ettiği halde karşılıklı olarak iki araç rahatça geçebilirken şimdi insanlar yolun ancak sadece bir tarafına park edebiliyor ve sadece bir araç yoldan geçebiliyor.. işte anlı şanlı sosyal demokrat belediyecilik başarısı.. ayrıca söylenti şu ki sokağa tamamına park yasağı gelecekmiş.. araç park edenlerin araçları çekilecekmiş.. güler misin ağlar mısın.. otuz yıldır araç park edilen evinizin sokağı araç park edilemez hale gelecek.. sosyal demokrat belediyecilik anlayışının nadide örneklerinden birisi.. daha önce de defalarca böyle ‘güzellikler’ yapmışlardı pek sevdikleri ‘halkımız’ için.. mesela ne mi : kadıköy’ün bağrına bir hançer gibi saplanan otel inşaatı izni gibi.. iktidar partili büyükşehir belediyesi ile anlaşarak kadıköy’ün güzelim moda sahiline devasa iğrençlik abidesi otel inşaatına izin vermişlerdi.. bunlar milletin önünde birbirlerine atıp tutarlar.. ama kapılar kapandığında çıkarlar ortaktır.. yok birbirlerinden zerre kadar farkları..

neyse hemen bir şikayet yazısı döşenip belediyeye yolladım.. yakışmıyor size dedim.. ‘ispark rantçılarından’ ne farkınız kalıyor dedim.. o upuzun şikayet dilekçeme verilen yanıt ise tam bir komediydi.. efendim ‘biz ihtiyaç ve halkın talebi üzerine öyle bir çalışma yaptık..’ tek bir kelime yok otopark inşaatı vs hakkındaki iddialarım ile ilgili.. sessizlik.. başlarım sizin solculuğunuza da sosyal demokratlığınıza da.. ne farkınız var sizin diğerlerinden.. aynı kafasınız işte.. türkiye’deki belediyecilik anlayışı budur işte : rant yaratma, birilerini palazlandırma.. o birileri de hep ya yandaş ya da yakının olur..

biz öfke içinde kaldırım çalışmalarını izlerken bir baktık belediyemizin asfalt ekipleri geldi.. sokağın tüm asfaltını derince kazdılar.. tabi artık jeton hemen düşüyor bizde : derin kazıyorlar ki asfalt yol kaldırımlardan daha aşağıda kalsın.. bazı yüksek araçlar kaldırımların kenarına çıkıp park edemesinler.. oh ne güzel ya.. o sırada bir de bazı tehdit mektupları ortaya çıktı.. birileri geceleri yeni yapılan kaldırımların kenarına çıkıp park eden araçların sileceklerine bu tehdit mektuplarını yazıp bırakıyordu.. ‘aracını kaldırımın üstüne park etme sonra aracını çizerler..’ , ‘bu kaldırımlar araç park etmek için yapılmadı, yaya geçsin diye yapıldı.. aracını bir daha park ettiğini görmeyeyim..’ ama zerre kadar delikanlılık yok bu tehdit mektuplarında.. yiyorsa isim yazsana o mektupların sonuna.. isim yaz ki o mektupları fitirjin misali sana bir zerk edelim.. ama nerde o yürek.. canım rahat olun o yaptığınız kaldırımlara iki araç yan yana park ettiği gibi aynı anda dört beş yaya geçer.. otoban gibi kaldırım yaptınız rahat olun yahu..

ben ne mi yaptım.. belediyeye süre vermiştim.. gelin efendi efendi eski haline getirin bu kaldırımları diye, yoksa süre sonunda başta savcılık olmak üzere tüm yasal haklarımı kullanacağım dedim.. ortada açıkça bir hukuksuzluk ve birilerine rant yaratma çabası var.. üstüne üstlük o tehdit mektupları işi açıkça ortaya çıkarıyordu.. şimdi artık söz bitti.. hem teşhir edeceğim kendilerini her platformda hem de hukuksal olarak mücadele edeceğim sonuna kadar bu ‘sosyal demokrat’ belediyecilik anlayışıyla..  

öyle öfkeliyim ki haftalardır, arkadaşlarım bazen anlam veremiyorlar.. kendi oy verdiğin belediyeyi mi şikayet edeceksin diyerek dalga geçenler de var.. ne yani oy verdik diye sineye mi çekeceğiz..

kalkıp bana şunu da diyemezler ‘oturduğunuz apartmanların otoparklarının yetersizliğinden biz sorumlu değiliz..’ sonuna kadar kendileri sorumlular çünkü o apartmanların inşaat ruhsatlarını, izinlerini hep onlar vermiş.. geleceği düşünüp otoparkların yeterli olmasını sağlasalardı..

belediyecilik sadece fener alayı düzenlemek, fenerbahçe mitingine sarı lacivert atkı takıp katılmak değildir.. son gülen iyi güler..”

Crockett..

‘zanan-e bedun-e mardan / erkeksiz kadınlar / women without men..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iran sineması üzerine yaptığım çalışmalarım da ‘shirin neshat’ eserlerine yeni giriş yaptım.. ve pek bir memnun oldum kendisiyle tanışmaktan.. ‘shirin neshat’ın ilk izlediğim eseri de yine arşivimde uzun süredir bekleyen ‘women without men’ adlı yapımı oldu.. filmin afiş ve kapağı bayağı etkileyici olsa da ben onu arşivimde demlenmeye bırakmıştım.. ve sıra ona geldi.. mekanda tek başıma takıldığım, moralimin sıfır olduğu bir anda izlemeye başladım.. daha ilk sahnelerle ‘munis’ adlı karakterin olağanüstü çekimlerle kendini boşluğa bırakmasıyla ben de kendimi boşluğa bıraktım gözlerimden akan yaşlarla.. iran sineması kadar insan ruhunu sinema perdesine bu kadar güzel yansıtan bir sinema yok yeryüzünde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oyunculuklarıyla, yönetmenleriyle, müziğiyle, kurgusuyla her şeyiyle bir sarsılmaz kale iran sineması.. bizim ülkemiz gündeminin de ilk sıralarında yer alan ‘kadın’ın ezilmişliği, yok sayılması üzerine bir destan ‘shirin neshat’ın bu çalışması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(yönetmen : shrin neshat..)

 

hikayemiz 1950’lilerin iran’ında geçiyor.. dört kadının hikayesi var birbiriyle benzeştiği için çakışan.. ha şimdi sadece bu dört kadın mı eziliyor hayır.. hikayemizde bu dört kadın var.. çeşitli sınıflardan gelen dört kadın.. birisi evde zorla evlendirilmeyi bekleyen ve benim oyunculuğuna hayran kaldığım ‘munis’ karakteri.. diğeri kendisini terk eden sanatçı arkadaşından sonra mecburen üst düzey bir generalle evlenen kadın karakterimiz.. bir diğeri ise genelevde çalışan ama yaşadığı hayata bir gün  isyan eden.. bir diğeri ise sevdiği erkeği başkasına kaptırmak üzereyken elinden geleni ardına koymamaya çalışırken başına gelmeyen kalmayan ve bana en itici gelen karakter.. ha neden sadece ‘munis’in ismini verdin diye soracak olursanız ‘munis’ benden torpilli ondan derim..

neyse filmimizin geçtiği 1950’lilerin yaşamsal ve siyasi ortamına bakalım.. o sıralarda iran’ın başbakanı ‘musaddık’tır.. iran petrolünü millileştirmiştir.. bu durumdan rahatsız olan emperyalist ülkeler ‘musaddık’ı devirip eli kanlı şah’ı yine etkin kılmaya çalışmaktadır.. ulusalcılar ve ülkenin solcuları ayaktadır.. her gün ülkenin dört bir yanında başbakan musaddık yanlısı gösteriler yapılmaktadır.. ancak emperyalist ülkelerin gazı verdiği iran ordusu darbe yapmak üzeredir.. eve kapatılmış ve zorla evlendirileceği erkeğini beklemeye zorlanan ‘munis’ evde radyodan gündemi her an takip etmektedir.. bir gün yine heyecanla radyo dinlerken odaya giren abisi radyonun fişini kopartır ve akşam gelecek görücü tayfası için hazır olmasını yoksa bacaklarını kıracağını söyler.. abisiyle sert bir tartışmaya giren ‘munis’ tartışmanın ardından evin çatısına çıkar, kulaklarında çınlayan musaddık yanlısı göstericiklerin sesleri arasında ve gökyüzünde kayan bulutların altında kendini boşluğa bırakır.. ve film burada başlar.. herkesin öldü zannettiği ‘munis’i abisi tam da kendisi evleneceği sırada böyle bir rezaletle düğünü lekelenmesin diye gizlice evinin bahçesine gömer.. üstelik bu duruma şahit olan ve ‘munis’in abisinden hoşlanan munis’in arkadaşı da göz yumar.. ‘munis’in abisi namaz kıldığı yerden kalkar kendisi yüzünden intihar eden kız kardeşini kimse çakmasın diye evlerinin bahçesine gömer.. hepimizin öldü sandığı ‘munis’ kötülere inat en olmayacak zamanda topraktan fışkırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(munis..)

filmdeki dört karakteri buluşturan şey ise uğradıkları zulümlerden sonra şehrin dışındaki duvarlarla çevrili sislerle örtülü bir bahçe içindeki evdir..

film kadınların her devirde her ortamda nasıl ezildiğine dair çarpıcı gözlemler, tespitler sunuyor.. sağcı, solcu, ulusalcı, gerici, dinci, faşist her yapı ve yönetim içinde kadınların ikinci sınıf vatandaş-birey vs olmadığını çok güzel anlatıyor.. kadın sadece bir araç..

‘munis’ten sonra en etkilendiğim karakter genelevde çalışan ‘zarin’ karakteri.. yabancı bir oyuncunun canlandırdığı ‘zarin’ karakteri genelevden kaçıp önce hamam gider.. burada kadınların şaşkın bakışları arasında derisini parçalayarak ve vücudunun  her tarafını kan içinde bırakarak temizlenip, arınmaya çalışır.. insan olan herkes derisinde ‘zarin’in yaşadığı acıları hissederken kalbinde, beyninde yaşadığı fırtınaları da hissetmesi kaçınılmaz oluyor bu sahnelerde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iran doğumlu ‘shirin neshat’ın yine iranlı yazar  ‘shahrnoush parsipour’un aynı adlı romanını okuduktan sonra mutlaka bunu sinemaya aktarmalıyız diye düşünmesi üzerine ortaya çıkan bir film bu.. filmi birkaç defa izledikten sonra üzerine yaptığım çalışmalarda sağda solda film hakkında yazılıp çizilenleri incelediğimde erkek egemen yazar-çizer takımının nasıl insafsızca eleştirip filmi yerin dibine batırdığını görünce güldüm geçtim.. bu filmi bu kadar acımasız infaz edenlerin iran’da aynı adlı romanı ve filmi yasaklayan erkek egemen molla yönetiminden hiçbir farkı yok benim için.. utanmadan çekinmeden ‘soraaya’yı taşlamak’ filmini yerlere göklere sığdıramayan tayfa bu filmi yerin dibine sokmuş.. şaşırdım.. ‘shrin neshat’ın babasının şah yanlısı olduğu iddia edilerek, shrin neshat’ın feminist olduğu ve soruna sınıfsal bakamadığı iddiasıyla (feminist olmak bile suçmuş öğrendik) bile bu film kötülenmeye çalışılmış.. sadece yazıklar olsun demek bile az geliyor bu duruma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir kere konu, çekimler, oyunculuk ve her türlü sinemasal kriter açısından üst düzey bir çalışma olan ‘women without men’ filmi ders olarak her sinemacıya izletilmesi gereken bir film.. ve unuttuğumuz insanlığımızı yüzümüze haykıran bir film..

‘shirin neshat’ın tüm çalışmalarında (fotoğraf, sinema vs) olduğu gibi ‘kadınlar’ gözümüzün içine içine dimdik bakıyor.. o bakışlar hepimize suçlu olduğumuzu, utanmamız gerektiğimizi anlatıyor.. ‘cennet anaların ayakları altında’ymış.. bu cümle bile kadınlar için cenneti düşünmeyen, sadece anasına iyi davranan kişinin cennete girebileceğini ama anaların, kadınların cennete giremeyeceğini dolaylı olarak ifade ediyor.. cennette kadının, anaların yeri yok.. kadınlar sadece acı çekmek, analık yapmak için, üremek için varlar.. gerisi hikaye.. olay bu kadar basit.. yüreğiniz yetiyorsa ‘shrin neshat’ın filmlerindeki karakterlerinin, fotoğraflarındaki kadınların gözlerine bakın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

utanmadan sıkılmadan kalkmışlar bu filmi yerin dibine batırmışlar.. bunuel sinemasından nasiplenmemiş, gerçek-hayal kurgusundan haberleri olmayan kendinden menkul sinemacılar erkek egemen yaşama tarzlarına halel gelmesin diye buyurmuşlar ve infaz etmişler filmi..

‘shrin neshat’ın yaşam hikayesi iran’da başlıyor.. okumak için gittiği amerika’da bulunduğu sıralarda eli kanlı şah devriliyor.. mollalar, stalinist solun her zaman ki basiretsizliğinden yararlanıp iktidara geliyor, iktidara gelir gelmez önce şahı devirirken omuz omuza mücadele verdiği solcuları kesip biçiyorlar.. sonra sıra diğer muhaliflere geliyor.. molla devrimi sırasında yurt dışında bulunan ‘shrin neshat’ ülkesine dönemiyor.. neyse humeyni’nin ölmesinden sonra iran’a dönen ‘shrin neshat’ molla devrimin kadınlar üzerindeki etkisini gözlemleyip, çeşitli araştırma ve çalışmalar yapıyor.. fotoğraf, video, kısa film çalışmalarından yaptığı sergileri iran dışında açan ‘shrin neshat’ 2009 yapımı bu filmiyle zamanın ve mekanın önemli olmadığını, her yerde her zaman kadının ezildiğini ve ezilmeye devam ettiğini bıkmadan usanamadan yine haykırıyor.. anlayana..

insanlığınızla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(ve herkese inat yine filmden aynı kare : MUNİS..)

 

Filmin Künyesi :

Yönetmeni : Shoja Azari, Shirin Neshat

Senaryosu : Shoja Azari, Shirin Neshat, Steven Henry Madoff,

Eser :  Shahrnoush Parsipour

Oyuncular :

Bijan Daneshmand,

Essa Zahir,

Mina Azarian,

Navíd Akhavan,

Orsolya Tóth


Türü : Politik, dram..
Yapım Yılı ve Yapımcı Ülkeler : 2009  Almanya, Avusturya, Fransa

Yapımcısı : Shoja Azari, Peter Hermann
Görüntü Yönetmeni : Martin Gschlacht
Müzikleri : Ryuichi Sakamoto
Süresi : 96 dakika..

‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’

İşte yeni bir film festivali daha !

Bu yıl dünya çapında ilki gerçekleştirilecek olan ‘Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali’  23–30 Eylül 2011 tarihleri arasında yapılacak.

Ana teması Darbeler olarak belirlenen festival de  40 ülkeden 80’e yakın film sinemaseverler ile buluşuyor.

Dilerseniz daha detaylı bilgi için aşağıdaki linki tıklayınız.

http://icapff.com/

‘ÖTEKİ’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

başkalarına

bir bildiğim vardı eskiden, şimdi unuttum
sular belki yalnızca kendine akıyordur, düşünmeye gerek yok
hep öyledir.

sandığımdan fazlasıymış hayat
acıdıkça öğrendiğim arka sokaklar, taş
üstünde köz kaybettiğim arkadaşlar
belki diyorum çektirdiğimiz fotoğraflarda hala gülüyorlar. 

‘Papyrus’

Afrika…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Tanrının Afrika’ya girmesi yasaklanmalı. Zaten uzun zamandır görende yok.

Afrika’da gündüzleri kabileler birbirini kesip biçme işlemini tamamladıktan sonra akşamlarını kadınlarıyla geçiriyorlar. O “mutlu” gecelerden 9 ay sonra, küçük zenci bebekler henüz 6 yaşına girmeden sürünerek ölüyor.

Şu sıralar ülkede bağış kampanyaları düzenlenip kendini rahatlatan insanlar da var. Sağ olsunlar. Hükümette işe el attı ve kara kıtaya uçtular. Tv’ler ana konu olarak Afrika’yı kafeslemiş durumdalar. Bense hayretle izliyorum.

Dünyalılar olarak ne kadar boka battığımızın resmini çiziyoruz. Sefilleştirdiğimiz bir kıta var. Tanrı o kadar umursamaz halde ki oraya yağmur bile göndermiyor. Ve elbette biz onun kulları olarak Afrika’ya sms’le 5 lira yollayıp, tanrının emirlerini telekomünikasyon yoluyla aşıyoruz. Zeki şeyleriz.

Birileri de borsada kağıtlarının hızla düşmesi yüzünden intiharı deniyor. Bazıları da kazanıyor. Kime ne anlatıyor olmamda hiç önemli değil aslında.’

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Eğitim üretim içindir..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘eğitimin amacını tek kelimeyle söylemek gerekirse; bu amacın genel anlamda üretim olduğunu söyleyebiliriz.. evet eğitim üretim içindir..

tarihin ilk çağlarından itibaren durumu incelersek eğitimden beklenen sonucun bir şey üretmek olduğunu görürüz.. eğitimin amacı üretim dendiğinde, bu üretim sözcüğünden yalnızca bir nesnenin, bir ürünün sayıca çoğaltımı anlaşılmamalıdır..

eğitim üretim içindir, ama eğitim yaratım içindir de.. yeni bir anlayış, yeni bir yapı, yeni bir düzen, yeni bir metot oluşturmayı da bir çeşit üretim sayıyoruz ve işte bu anlamda; eğitim üretim içindir, eğitim yaratım içindir diyoruz..

öte yandan şunu belirtelim ki çok açık bir gerçek olmasına rağmen; ‘eğitim üretim içindir’ ilkesi türkiyemizde henüz ifade bile edilmemiştir.. gerçekte ise; tarih incelendiğinde açıkça görülür ki doğru eğitim daima üretime dönük olmuştur..

türkiyede ise; ‘eğitim üretim içindir’ ilkesi ne kabul edilmiş, ne de ifade edilmiştir.. eğitim, ama ne için eğitim.. bu soruya cevap vermeye yönelen eğitimcilerimiz; ‘memleket kalkınması’, ‘adam yetiştirme’ gibi büyük fakat ne anlama geldiği belirsiz olan sözlerle ortaya çıkmışlardır.. gerçekte ise, bir eğitimcinin ilk bilmesi gereken şey ne için eğitim yapılacağıdır.. bu sorunun tek doğru karşılığı ise üretim için eğitim ilkesidir..

eğitimden beklediğimiz, ihtiyaç maddelerinin çoğaltılması ve yeni değerlerin yaratılmasıdır.. halbuki türkiye’deki eğitim başlıca üç yanlış ürün verir :

1) sokağa işsiz,

2) memuriyete aybaşı beklemeye,

3) yurtdışına işe..

eğitimini tamamlamış bir kişi için ilk tehlike işsiz kalma tehlikesidir.. daha değişik bir söyleyişle; hiçbir üretim yapma olanağı bulamamaktır..

türkiye’nin sosyo ekonomik ve siyasi yapısında hiçbir değişiklik olmadan yalnızca eğitimde bir reform olamaz.. eğitim toplumsal hayatın ayrılmaz bir parçasıdır.. yaşamak savaşının gereği olan bilgilenmeyi sağlamak için ortaya çıkmıştır.. toplumun geliştirdiği üretim araçları ve insanlar arası ilişkilere bağlı olarak her ekonomik yapıda farklı eğitim sistemlerinin olduğunu görüyoruz..

çağdaş ingiliz düşünürü bertrand russel ‘eğitim ve toplum düzeni’ adlı eserinin ikinci bölümünde farklı eğitim düzenlerinden şöyle söz eder : ‘günümüzde üç ayrı eğitim düzeninin savunucuları var.. bunların ilkine göre, eğitimin amacı yetişme olanakları sağlamak ve engelleyici etkileri ortadan kaldırmaktır.. ikinci kurama göre, eğitimin amacı bireye kültür vermek ve yeteneklerini mümkün olan en geniş ölçüde geliştirmektir.. üçüncüsü eğitimin birey yönünden değil toplum yönünden ele alınması gerektiğini, görevinin yararlı yurttaşlar yetiştirmek olduğunu ileri sürer.. bu kuramlardan üçüncüsü en yeni olanıdır.. en eskisi de ilkidir..’

russel’in ayrımına göre bizdeki eğitim düzeni daha çok ikincisine uymaktadır..

herhangi bir eğitim düzeni hangi tür olursa olsun, ülkenin sosyo ekonomik yapısında hiçbir değişme olmadan eğitim reformu yapılamaz, yani yeni bir eğitim düzeni kurulamaz.. başka bir deyişle hiçbir eğitim düzeni o ülkenin sosyo ekonomik yapısından ayrı olarak ele alınıp çözüme varılamaz..’ 

HARUN KARADENİZ

‘Eğitim üretim içindir..’, Gözlem Yayınları, Ekim 1979, 86 Sayfa..

 

‘harun karadeniz, 1942 yılında giresun’un alucra kazasının armutlu köyünde doğdu.. yüksek öğrenimini istanbul teknik üniversitesi inşaat fakültesinde tamamladı.. öğrenciliği döneminde çeşitli öğrenci derneklerinde görev aldı.. 1968-69 yıllarında itü öğrenci birliği başkanlığı yaptı.. 1968 yılının tös’ün düzenlediği devrimci eğitim şurası’na çağrılı olan öğrenci örgütleri dayanışma kurulu yürütücüsü olarak kurulun ön çalışmalarına katıldığı halde, siyasi baskı ortamının yarattığı sakıncalar yüzünden şura’ya fiilen katılamadı.. itü’ye yapılan bir faşist saldırıda yaralandı.. bu yaralanmalar kendisinde kalıcı hasarlar oluşturdu.. 12 mart döneminde tutuklandı.. hapiste olduğu dönemdeyken uğradığı saldırı ve işkenceler yüzünden oluşan rahatsızlığı arttı..  12 mart sıkıyönetimin çeşitli engellemeleri yüzünden tedavisi gecikti ve amansız hastalığı onu 1975 ağustosunda aramızdan ayırdı.. ‘olaylı yıllar ve gençlik’, kapitalsiz kapitalistler’, ‘eğitim üretim içindir’ adlı üç kitabı ve bazı broşürleri vardır..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dogville’le elma çayı içip laflarken…

Hafta sonu, çok sevdiğim bir dostumla, bir tur otobüsüne binip Kapadokya yoluna düştük. İkimiz için de ilginç bir tecrübe oldu; çünkü daha önceki “serseri” gezilerimizde, turlarla gelmiş hatunların, esrik sorularına maruz kalmış ve “Tur mu? Hayatta olmaz!” diye de büyük laflar etmiştik. Ancak kader işte, beş kuruş para vermeden gezmek söz konusu olunca, dayanamayıp dahil olduk tur olayına.

Aslında, o kadar da önyargılı olmamak gerekirmiş. Sonuçta, istediğiniz kadar sosyalleşme hakkınız hep saklı. Siz istemedikçe, kimse sizi anlamsız bir sohbet veya Voltran’ın eksik parçasını oluşturmanız için zorlayamıyor. Hem farklı gerçekliklerden insanlar dahil olduğu için sürece, bol keseden sosyoloji yapıp, eğlenebiliyorsunuz. Bir daha görmeyeceğiniz için insanları kafanıza takmanızı gerektirecek bir durum da olmuyor. Neyse… İyiydi yani, sıradan bir günde, sıradan bir grupla Anadolu’nun göbeğine doğru yolculuk oldukça keyifli bir tecrübe oldu benim için.

Geziden bana hasıl olanlara gelirsek… Bir kere, Dogville her yerde aynı. Aynı hayat, aynı beklenti, aynı karmaşa ya da aynı tekdüzelik içerisinde sürdürüyor hayatını. En önemli mevzu, belirleyici ölçüt maddiyat. Sevgili Marx, “Alt yapı üst yapıyı belirler” derken ya da “Din, kitlelerin afyonudur” önermesinin altını çizerken aslında, Hayyam’ın rubailerinde yerden yere vurulan insan tipolojisi ile benzer varsayımları üretiyordu. Selam olsun sizlere hem Marx hem de Hayyam! Yani, kim olduğunuz, kafanızın ne kadar zehir olduğu, sahip olduğunuz erdemli hal ve tavırlarınız vs. hiçbiri önemli değil, eğer maddi bir kazanca dönüştürülemiyorsa.

Varlık veya yokluk, nereden geldik, nereye gidiyoruz, kimiz, kim miyiz? vs. sorularla hiç işi yok Dogville efradının. En önemli sorunlar, hayatı maddi anlamda sürdürebilmekle ilgili. Kapadokya çok önemli bir coğrafya, dün buna gözlerimle şahit oldum. Hattiler’den itibaren birçok kavme beşiklik etmiş. Erozyona uğramış dağlar, dağların ve kayaların içlerine yapılmış meskun mahaller, gizemi… oldukça enteresandı. Büyüleyici miydi evet, ancak muhteşemdi anlamında değil. Tüm o izler, birer barbarlık anıtı gibi duruyordu karşımda. Ammawelakin, havanın içinde veya toprağın altında saklı sırlar vardı. Ne çok insan, kavim, millet geçip gitmişti. Ezenler ve ezilenler arasındaki ölüm oyunlarına sahne olmuştu mekan ve şüphesiz çok insanın ahı alınmıştı. O sebepten, ne eşyayı ne de eşyaya iliştirilmiş şahsımı fotoğraflamaya yeltenmedim. Sanki, asırlar önce öldürülmüş, ahı alınmış bir mustazafın ruhu sinmiş de, fotoğrafını çeksem bana geçecekmiş gibi.

Hah ne diyorduk Dogville… Eşraftan bir çömlekçi ailesinin üyesi, mesela bana, Hititlerin dini ayinlerinde kullandıkları kabın kopyasını, yaklaşık 750 TL’den en son 375 TL’ye indirdi. Tamam el yapımı, emek-yoğun bir ürün, buna bir sözüm yok; ancak bu miktar yine de çok fazla değil mi? “Naptın hocam yaaaa, eywallah!” deyip, “Siz de Kibele var mı?” diye sordum. “Yok” dedi, “Bir tane kalmıştı o da geçen gün satıldı.” Öyle deyince, fiyatını sormadım artık. Tanrı’ya sadakatin sunulduğu bir törende kullanılan bir kabın kopyası en son 375 TL ediyorsa, kim bilir tanrıçanın kopyası en son kaça düşerdi? İşin enteresan kısmı, Ürgüp’te çarşıyı gezerken, aynı kaptan çok örnek görmem ve fiyatının pazarlıkla 150 TL’ye düşmesiydi. Mübarek, adamlar aynı tasarımı birçok ustanın yaptığı tarihi bir kopyayı satmıyorlar sanki de, özgün bir Alev Ebuzziya tasarımı pazarlıyorlar!

Yörenin zanaatkar-esnaflarının şirinliklerini sergiledikleri sırada, arkadaşımla dışarı attık kendimizi. Elma çayı içip laflarken, sedirde yanımızda oturan baba-kızın konuşmalarına kulak kabarttık az biraz. Öyle laf ola beri geri konuşurlarken, yanlarında oturan arkadaşıma, nereden geldiğini, geldiği yerde hangi semtte oturduğunu vs. sordular. Arkadaşın semtini, 80’ine merdiven dayanmış, üst ön sıra dişleri tamamen altın kaplama olan amca şu şekilde yorumladı: “Orada evler ucuz ancak çok uzak…” Haydeeee, amca ne iş ya? Sonra, baba-kız baktılar, benim arkadaşta fazla bir muhabbet isteği yok, kendi içlerine döndüler. Çayımı içip, sigaramı bitirdikten sonra, “Az biraz derinlemesine görüşme yapayım” diyerek, amca ve kızına sordum: “Buralı mısınız?” İkisi de mutlulukla bana döndüler ve ben sordum onlar cevapladılar. Arada onlar da sordu; ancak görüşmeci bendim ve ipleri elimden kaçırmamaya niyetliydim. Bizim bu amcanın dedeleri 300 yıl önce Yemen’den Avonos’a gelmişler. Amca yıllarca Almanya’da çalışmış. Suratında geniş bir gülümseme ve güneşte parlayan altın sarısı dişleriyle, Almanya’dan sadır olan hasılatını şu şekilde özetledi: “Yaaa, hem Almanya’dan hem de buradan emekli oldum. Üç tane evim var, çocukların hepsine bir de toruna ev aldım. Bu benim kızın da emeklisini yatırıyorum, dört yıl sonra emekli olacak inşallah.” Süpersin amcam yaaa, Avonos’ta senden iyisi yoktur. Bu arada, Kayseri’den de ortak tanıdık kotardık. Kayseri’nin bilinen bir otobüs firmasının sahibi, “Haaa biliyorum amca, o yeni firmayı kuran kayınpederiymiş di mi onun?”, amcanın akrabasıymış. Hem amca hem de kızı bunu en az üç defa vurguladılar: “Bizim akrabamız olur, olur, olur, lur, lur…”

Sonra döndüm ve ölümcül darbeyi yaptım: “Yaw amca senin durum iyi peki hanım hayatta mı?” Amca başını önüne eğdi önce, “Öldü işte o çok kötü” dedi. Ben de, “Amca ya gençlik geçiyormuş da, yaşlılıkta hayat arkadaşı olmadı mı zor oluyormuş değil mi?” diye sordum. Amcanın kızının yüz hatları gerildi ve gözlerini çevirmeden karşıya bakmaya başladı. Amca muzip bir tebessüm edip, yan bakışıyla kızını kontrol ederek, “Öyle evladım öyle. Sağolsunlar bakıyor evlatlar; ama yine de olmuyor yalnız.” dedi. Kızı tek kelime etmedi. Anladım ki, amcanın evlenme mevzusu olmuş; ancak mal bölünmesin diye kızları, “otur oturduğun yerde baba” diyerek resti çekmişler. İşte o anda, meslek gereği içli dışlı olduğum “evlilik programları” adlı garabete katılan, yaşını başını almış amca ve teyzelerle ile ilgili merakım giderildi. Bu amcalar, para var pul var, ancak hanımları ölmüş ya da ayrılmışlar. Onlar evlenmek istiyorlar ve evlatlarına, “Everin beni” diyorlar. Ammawelakin, sırtlan veletler mal bölünmesin diye babalarına üç günlük dünya saadetini çok görüyorlar. Buradan tüm bu evlatlara sesleniyorum, “Gelin yapmayın, babalarınızı analarınızı evlendirin. Sonuçta, kimse kimsenin nasibine engel olamaz; çünkü herkesin nasibi zaten doğuştan bellidir. Hem iki günlük dünyada, niye ananızın babanızın ahını alasınız ki?”

Nasıl söyleyeyim, çok keyifliydi. Yani, Dogville’le aynı parametrelere sahip değilsen ve “şeylerin zorunluluğu” ilkesi sende bir hissihâle dönüşmüşse, en sağlam stand-upçıları orada bulabilirsin. Hem para vermezsin hem de bir kilo pirzola yemiş gibi olursun. Son olarak, bir diyalogu daha aktarıp kaçacağım. Şimdi bizim turun bir de haskan Ürgüplü bir rehberi vardı. Rehber; ancak kelimenin tam anlamıyla rehber. Önce ticaret olsun da dostluğu napayım yawwww… türünden, seyirlik bir Dogville müridi. Bizim bu rehber, “google” kıvamında konuşurken, baktım, r ve l harflerinin yan yana geldiği yüklemlerde r’leri l yapıyor. Bu yörenin ağzının tipik bir unsurudur. Örneğin, geliyorlar yerine geliyollar demek. Şimdi, Uçhisar’da indik, ben amcaya fırsat yapıp sordum:

–         Kayserili miyiz hocam?

–         Yok Ürgüplü’yüm. Niye ki?

–         Dikkat ettim, sizin r’ler l oluyor. Geliyollar, buluyollar vs.

Bunu ikinci derece bir durum olarak algılayan rehber:

–         Yok yawww, öyle mi sahiden? O kadar da dikkat ediyorum ama… Ondan değil de Fransızcamdan ötürü böyle.

 

Pratik akıllı rehber, ikinci derece algıladığı durumu anında birinci dereceye evirdi. Arkadaşımla rahat gülmek için rehberin gerisinde kaldık: “Nassı yaa, benim bildiğim Fransızca gırtlak girerse devreye, geliyorlar, geliyollar değil, geliyoğğlağğ olur. Demek ki neymiş, her yöreye has, sözcükleri bir Fransızca kırma biçimi de varmış. Eheh eheh, hoh, hoh, hoh…”

Böyleydi işte, çok keyifliydi. Öyle ki insanın, hep yollara düşüp, farklı coğrafyalarda, farklı Dogville müritleriyle karşılaşıp, bağıntılarını birleştiresi geliyor.

‘İbn-i Zerabi’

Oy Pusulasında Balık Olsam Liberal Derler !

Aramızdan kimisi oy verdi , kimisi vermedi destek verdi , kimimiz gitti müşahit oldu. Seçim sonucundan sonra ne oldu peki ? Hepimiz kanser oldu. Ben artık şöyle düşünmeye başladım mesela ; otobüse biniyorum yarısı iktidar partili , pencereden İstanbul manzarasını ikiye ayırıyorum şu kısım diyorum iktidar partili.. Kitap okuyorum aklıma geliyor iki çevirmenden biri iktidar partili..

Dün kendimi rahatlatmanın bir yolunu aradım. Bu seçim sonuçlarını nasıl açıklarım diye durdum düşündüm. Yaklaşık 40 saat falan susup düşündükten sonra aklıma “Aristo” geldi düz mantık. İki seçmenden biri iktidar partiliyse hortumcuların oy kullandığını düşünelim -kullanıyor demiyorum- bu ikisinden biri anladınız işte. Düz mantıkla açıklanabilecek bir durum bu. Diğeri akıl fikir hezeyanına , Bakırköy ruh ve sinire çıkıyor.

Edebiyat çevresine bakıyorum ne çok şiirin içine girmişler ağızlarından tek kelime seçim sonucu çıkmıyor sosyal medyada belki kameralara ihtiyaç duyuyorlardır. Başbakanın metinlerini yazan adamı da , ana muhalefet liderinin metinlerini yazan adamı da tanıyorum ikisi de tiyatrocu ikisinin de ismini vermiyorum. Başbakanınkini duysanız zaten dudağınız uçuklar. Sonucu bunlar üzerinden verelim başbakanınki hibrid jeeplerle gezerken ana muhalefetinki standart bir hayat sürüyor. Bakırköy demiştim ya arada oraya girip çıkıyor. Çünkü hayat , ona çok iyi davranmıyor. Diğeri ise ekranlardan inmiyor , iktidarın nimetlerinden faydalanmak böyle bir şey işte.

Politik kıskacın ardından bizler hayatımıza olduğumuz gibi devam edeceğiz. Bir abluka varsa inanın onu dağıtmak için çabalayacağız. Böyle hissettiğimiz için değil , birey olmayı tercih ettiğimiz için kendimize iyi bakacağız , şekersiz biraları mideye indireceğiz yine o güzel sohbetlerimizi yapacağız ve inanın yoldaşlarım , aylak adamlar %5o’nin içinde olmaktansa aylak olmak iyidir !

Ben aslında böyle olacağını biliyordum !

Geçen kış aylarında çıkmak üzere olan kitabımı , evde çıkan yangından sonra çıkartamadım. Ya kira dedim ya ev tamiratı. Gerekeni yaptıktan sonra bir arkadaşın haberi geldi. “Baba sana sponsor buldum. Kitabın tüm masraflarını karşılıyorlar ! ”

“Hasss…” dedim. “Nasıl olur” dedim. “Kimse beni sevmez ki” dedim. “Sen iyi bir piçsin” dedim. Çok uzatmayalım adamlarla oturup konuşmaya başladık. Adamlar şalvarlı , çember sakallı , ellerinde Bond çanta… Böyle göründüklerine bakmayın , nazik ses telleri , benim detone şaşkınlığıma çarparken , “ne yazıyorsunuz?” diyiverdi. “Şiyir” dedim. Arkadaşına bakıp “Hıım.. aa.. iyi..” gibi şeyleri susarak konuştuktan sonra. “İçeriği nedir “papyrus” bey diye sorunca. “Her şey var” dedim. “Mesela” dedi “dinle alakalı bir şeyler var mı?” “Evet var.” “Biraz açabilir misiniz?” diyince patlattım orda. “İlk emir oku değil , o elmayı yemeydi!” Biraz düşündü metafiziğe tünel kazdı “hıım anladım sanırım bize pek uygun değil” gibi şeyler söyledi. Şiyir kitabım güme gitti. Ben bir bukle daha okuyayım derken adamlar kalktı “Bari hesabı…” kalktılar.

Demem o ki, şimdi kitap yasaklayan kitap sponsoru olan adamlarla aynıdır.

‘Papyrus’