Archive for the ‘Şiir’ Category

bir şiir dinletisinden..

İnsan olmak, ilkeleri olan insan olmak, adam olmak. Değişen koşullar içinde OLMAK, olgunlaşmak dünyaya tersten bakmak gibi bir durum oldu. İlkeli insan olmak artık bir meziyet sayılıyor, asıl olanın tersine.

Bugün üniversitede Müjdat Gezen’e ait İLKE şiirini duvarda okuyunca, sizlerle paylaşmak istedim.  Adam ve Babam şiirleri de İlke’ye ön adım gibi geldi bana. Müjdat Gezen, Rutkay Aziz ve rahmetli Savaş Dinçel’in okumalarıyla şiirleri dinlemek çok iyi geldi.

‘Skycell’ 

 

Adam

Ne zaman adam gibi adam oluyor insan?
Çok gezdiğinde mi? çok gördüğünde mi? çok bildiğinde mi?
Çok ünlü, çok zengin olduğunda mı?
Çok sevildiğinde mi?
Yoksa bunların hepsi bi kenara; adam gibi sevdiğinde mi?

 

Babam

Babam çok iyi adamdı
Daha doğrusu babam adamdı

 

İlke

İlkelerin olacak.
Seni satın alamayacaklar.
Aptalların uydurduğu atasözlerine inanmayacaksın.
“Paranın satın alamayacağı yoktur”, “herkesin fiyatı vardır” gibi sözlere kanmayacaksın
Onurunla, kimliğinle ve beyninle akıllı yaşayacaksın.
Üreteceksin, seveceksin, sevileceksin
İnançlarının arkasında duracaksın
Sevgilerin karşılıksız
Yardımların gizli olacak
Seni; attan, ottan ayıran özelliğin farkına varacaksın
Çünkü sen insansın
Ve bunu yakaladığın gün bembeyaz yaşayacaksın

Şu dünyadan çekip gitmek var ya
Bu ne ya..

Kaynak: Müjdat Gezen ‘Şiirim Geldi Bırakın Beni’ şiir dinletisi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraf: Skycell)

‘PENCERE..’ – YANNIS RITSOS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Sonra sessizlik, hareketsizlik. İkiyüzlülük bile diyebilirsin,

çünkü, belki de bilirsin, kaç çarmıha gerilmiş çığlık,

kaç diz çöküş gizlidir

o dikey saydam görkemin gerisinde.

Hele akşam olurken, şu bahar günlerinde, ve liman

uzakta bir yangınken, yaldızlı ve kızıl,

gemi direklerinin karanlık ormanında, balıkları

duyarsın, suların basıncında, küçük üçgen ağızlarıyla

derin bir soluk almak için suyun yüzüne çıkan. Dikkat ettin mi?

Böyle zamanlarda suyun yoğun aydınlığı kırılır

küçük balıkların binlerce ağzıyla. Kimse dayanamaz

hiç ara vermeksizin o sınırsız tekinsiz manzaraya bakmaya bunca

suyun ağırlığı altında,

bu masalsı denizin ormanlarında, bu soluk kesici saydamlıkta.

 

Bence bir bakıma fotoğraflar da dayanamaz çerçeve camlarının

ardında,

nasıl poz verilmiş olursa olsun, ne kadar güzel olursa olsun

duruşları,

hayatlarının durdurulmuş bir anında, gururlu bir saflık içinde,

eşsiz güzellikte bir el fotoğrafçının stüdyosundaki

zarif masanın ya da dizlerinin üzerinde dururken

yakalarında (tabii) solmayan bir çiçek,

ne kendini beğenmişliklerini ele verecek kadar yaygın,

ne de yazgılarına boyun eğmişçesine büsbütün tutuk

belli belirsiz bir zafer gülümseyişi dudaklarında.

 

Oysa zaman tümüyle pusuya yatmıştır onlar için, onların bu güzel

anlarının önünde ve ötesinde.

ve onlar tümüyle isterler bu zamanları, taşıllaşmış

saygınlıklarını, önceden tasarlanmış olup olmaması fark etmeyen

görkemli duruşlarını yitirecek olsalar bile,

bu canlı öyküleri mum gibi eriyecek olsa bile bakışlarının

alevinde,

ışığın saydamlığında beliren gençlikleri yalanlanacak olsa bile.

 

Ne var ki, onların isteğinden daha büyük ya da eşit olarak

görünür korku; sonra gülümseyişleri de

denizin dibinde, iki kaya arasında uzanmış duran

gümüşten bir balık gibidir – ya da havada,

kendi uçuşuna asılı, kanatları kımıltısız

kül rengi bir kuş gibi. Fotoğraflar da

öyle kapalı kalır, bütün pişmanlıkları, düşmanlıklarıyla,

çerçevelerinin, isteklerinin ve korkularının dışına çıkamadan,

bakarak usandırıcı göğe ve uçsuz denize.

 

Bu yüzden daracık bir yer seçeriz korunmak için

kendi sınırsızlığımızdan.. Belki de bu yüzden

burada oturuyorum ben, bu pencere önünde, bakmak için

gemicilerin rıhtımda, kaldırım taşlarında kalan

ayak izlerinin bir peri masalındaki sıra sıra,

dikdörtgen aylar gibi yavaş yavaş silinişine..”

 

YANNIS RITSOS..

 

(‘PENCERE’ adlı şiirinden..)

‘ALIŞKANLIKLAR DA DEĞİŞİR..’, YANNIS RITSOS, Çeviri : CEVAT ÇAPAN, ADAM Yayınları, 1984, 96 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yenerek kaçılmış güzel intihardan…’

SONNET

 

Yenerek kaçılmış güzel intihardan

Şöhret közü, köpükle kan, altın, fırtına!

Ey gülmek eğer orda bir kırmızı hazırlanırsa

Uzatmaya kralsı yalnız benim yok gömütümü.

 

Ne! Bütün bu parıltıdan yırtık bir parça bile

Kalmıyor, gece yarısı şimdi, bizi kutlayan gölgede

Yalnız bir kendini beğenmiş kafa hazinesi

Dökmekte okşanmış gevşekliğini meşalesiz,

 

Seninki eğer hep zevk ise! Seninki

Evet silinmiş gökten tek alıkoyan

Birazcık çocuksu zafer, süs diye başına

 

Aydınlıkla koyduğunda onu yastıklar üstüne

Bir çocuk imparatoriçenin savaş başlığı gibi,

İçinden seni göstermek adına güllerin düştüğü.

 

STEPHANE MALLARME

Fransızcadan çeviri : AHMET SOYSAL

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÖMÜT

 

Yıldönümü – Ocak 1897

 

Öfkelendirilmiş kara kaya yuvarlasın yel onu

Durmayacak dindar eller altında

Ki yoklar benzerliğini insan acılarıyla

Sanki kutsamak için onların uğursuz bir kalıbını.

 

Burda kuğurursa hep güvercin

Zorlar bu madde-dışı yas birçok

Genç kıvrımla gelecek günlerin olgun yıldızını

Ki bir parıldamasıyla gümüşe bürünecek kalabalık.

 

Kim arar, kat ederken yalnız ve

Birazdan dışarıda sıçrayışını bizim başıboşun-

Verlaine’i ? Otlar arasında saklı, Verlaine

 

Yakalanır yalnız safça uyumdayken

Dudak içmeden ya da kurutmadan soluğunu

İftiraya uğramış bir az derin dere ölüm.

 

STEPHANE MALLARME

Fransızcadan çeviri : AHMET SOYSAL

BEYAZ KİTAP Dergisi, Sayı : 6, Haziran 1984, Dergiyi  Yayına Hazırlayanlar : TURGAY ÖZEN, AHMET SOYSAL, HAKKI MISIRLIOĞLU..

suyunu yutmuş ölü balıklar…

“aynasını kaybetmiş bir ayva sarısı düşüyorum şimdilerde..

dışından tüylenirmiş bu ayvalar ve sarısı uçuk..

ve gece kar renginde siyah..

 

sonra aralardan sesler sızar içime,

içimin dışından oluşmuş yaralarla büyülüyorum seni.

….

 

kasıklarının arasındaki ağrıyla intihar etti bütün kadınlar..

 

ölümü ve ölüyü paylaşmak istiyorum ..

ikisi aynı şey mi dersin.. değil.. değil..

suda ölmüş bir balıkla,

suyunu yutup ölen bir balık aynı değil..

 

kapat geceyi ve üstüne çek ölü balıkları..

geceyi paylaşmak istiyorum seninle,

suyunu yutmuş ölü balıkları değil..

 

dışından tüylenmez diyorum  bu aynalar,

içinden yutar da bu kurtları öyle tüylenir..

 

ben sessizliğe gömü olan bir aynayım..

karanlık bir levhaya çarptım,

yoluna yön olamayan..

 

gecenin gözleri çizilmiş gene ve durmadan kanıksıyor kendini,

gecenin gözleri diyorum çizilmiş,

oyuncağını çaldıran bir çocuk tarafından..

 

anlamıyorsun hala, rüya içinde bir rüyadır gece

ve herkesin uykusu kimsesizliğiyle gömülen kör bir kadının ağıtıdır şimdi..”

‘Mavinin Çığlığı’

‘düş kırıklıklarımın ellerini kanattığı bir düşünce…’

NAR

 

Nara atmaya benzer Aşk…

 

Ne güzel demiş şair…

“Dürtme içimde ki Narı üzerimde beyaz gömlek var.”

 

Bir Narı paylaşmak vardı seninle…

Belki de eşit dağıtırdık tanelerini…

Bir tane sen alırdın bir tane ben…

Senin sevgin benim sevgimden fazla olmazdı…

Ben seni daha az sevmezdim mesela…

 

Sevişirdik, bir sevişmenin lekesini Nar da düşlerdik…

Naralar atardık sokaklarda…

Sen hiç çekinmezdin beni sevdiğini haykırmaktan boşluğa…

Bense dinlemekten zevk alırdım yankılanan sesini…

Seslerimiz düşerdi sokağa uyanırdı sokak lambaları…

Ya sokak kedileri mart ayından çıkıyorlar çığlık çığlığa…

 

Nara atmaya benzer Aşk…

 

Sadece bulutların üstünde yaşıyorsak üzerinde Nar tanelerini paylaşmaya değer Aşk…

 

Hasibe…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

MECZUP

 

Seni düşünürüm…

Sadece bir düşünce…

Düş kırıklıklarımın ellerini kanattığı bir düşünce…

Avuçlarından taşacak bir sevda tozu…

 

Seni düşünürüm…

Sade bir düşünce…

Dolanmıyor ayaklarına, öyle sarmıyor sarmaşık gibi öyle soğuk öyle kısacık, kıpırtısız, uzak, öyle silik bir düşünce…

Bir anlık işte…

 

Seni düşünürüm…

Bir ayrılığın çıkmaz sokağında…

Bir uçurumun kenarında…

Düşüşüme bir adım kaldığı anda…

Belki buz gibi havada…

Soğuk bir esprinin kahkahasında…

 

Seni düşünürüm…

Düşkün bir aşığın feryadında…

Meczup bir dervişin ayak izlerinde…

 

Bir delinin dalgın düşüncelerindeyim şimdi…

Öyle meczup öyle derviş öyle Âşık…

 

Hasibe…

“ALDIRMA NİLGÜN MARMARA”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

uç’talık!

uç’talık’mı?

 

evet, ‘uç’talık’; ‘marjinallik’in türkçesidir..

‘nilgün marmara’, başka (güzelim ve canım) insan – insan boyutları bir yana; ‘uç’ta olmuş olmasıyla, hatta yaşamın ve yaşamının en uc’unda bulunmuş olmakla sanırım biraz kendi kendini açıklayabilir.. (ben belki de ‘caz çağı’na bayıldığı için ve işte bu yüzden kendisine ‘zelda’ diyordum..)

‘nilgün marmara’, gördüğüm ve bildiğim kadarıyla yakın ve uzak çevresinden ayrı, ayrılmış olarak sınırda, garip bir sınırda bulunur ve şiirde sahiden sınır çarpışmaları yapıyordur.. ‘demir maske’ çıkmaz! ama kurcalamak ve deşmek bence ancak buralarda ve buralardan yapılabilir yapılacaksa.. başka yerde pek açık olamaz!

‘marjinallik’ üzerine, ‘uç’ta bir dergi ve giderek topluluk olan ya da oluşturan ‘beyaz’ın 12. son sayısında, ‘marjinal bir insan  olarak ‘fikret ürgüp’ yazısında, bam teli olarak, şunları yazmışım :

‘oysa ve bence ve temelde ‘marjinallik’, herhalde, her türlü toplumsal cendere’nin ya da çember’in olabildiğince ve gerçekten de en ‘uc’unda, (bir ‘uçbeyi’ gibi kalarak) insanın kendi işlediği iş’e karınca kararınca bir katkı’da bulunması anlamına da alınmalı.. asıl böyle alınmalıdır..’

‘nilgün marmara’, evet, sözcüğün benim tasarladığım anlamlarında da, sözlüklerdeki anlamlarında da hem şiirleri, hem varlığıyla ‘marjinal bir insan’dır..

(beyaz dergisinin sözünü ettiğim aynı sayısında ‘nilgün marmara’nın 2 ilginç ve güzel şiiri var.. çarpıcı ve çok değişiktir.. ‘vahşet koşusu’ ve ‘beden’.. tarihten üç ay önce de şiir atı dergisine ilk kez 2 şiiri çıkmıştır..)

‘nilgün marmara’ ve kocası ‘kağan önal’ı, 1982 nisanında bodrum’un  iki koylu, ‘sarı yazlar’lı gümüşlük köyünde, iskele’de tanımıştım.. 22 nisan..

‘nilgün marmara’ o zaman 23-24 yaşlarında ‘boğaziçi üniversitesi ingiliz filolojisi’nde son sınıftaydı.. ‘kağan önal’ ise, ‘age’ kemal yalgın, hüseyin erişen.. gibi istanbul teknik üniversitesi’nde endüstri mühendisliği son sınıf arkadaşlarıyla birlikte, -denizi karşınıza alırsanız, soldaki kumsalın en sonundaki ‘sisyphos’ adlı bir pansiyonu sabahlara kadar cin içerek, müzik çalarak ve şiirler okuyarak öğrenci havasında işletiyordur.. (galiba bir güncemde ‘şiir ve cin içki – adamları’ demiştim..) hemen hemen hepsi de uzun boyluydular..

benim gümüşlük’te yazdığım defterler bir bakıma onlarla (ve bu arada) yeşim arıkut’la, lale müldür’le, patrick’le, boşnak ali’yle, sarışın süleyman’la, hades’çi selçuk’la,, balerin şûle’yle, hakan sayis’le, dr. erkan’la, çağatay önal’la, necla coşkun’la.. vs.yle doldur..

kısacası, iki yıla yakın bir zaman oturmak zorunda kaldığım gümüşlük benim için belirli bir açıdan bir çeşit ‘milat’, bir başlangıç olmuştur.. ‘nilgün marmara’yı (ve de seyhan sacide hanım’ı) orada tanımıştım çünkü!..

şu kadar yıllık (şimdi 10-11 yılı buldu) bir ‘kötülük dayanışması’ koşullarındaki istanbul’a 1984 yazında kesin olarak geldiğimde ya da ayak bastığımda kızıltoprak’ta, tam istasyonun karşısındaki o evde, ‘nilgün marmara’larda kalacaktım..

ve ekliyorum, ekleyeceğim :

‘nilgün marmara’nın annesi, babası ve ablası da, kendisi gibi, gerçekten de hem içerik, hem öz ve hem de biçim olarak güzel, yakışıklı ve ince insanlardır..

bende ‘nilgün marmara’dan dolu dolu anılar var elbet, kaldı.. ama nedense aşağı yukarı hepsi de üzünçlü ve ilginç :

bir gece.. ‘mehmet günsür’, çerkesköy’de yedek subaylık yapıyor.. ‘kağan önal’ da libya’da mısır yakınlarında küçük bir körfezde endüstri mühendisi olarak çalışıyor.. ressam ‘saba melikesi emel’in evinde (zelda fitzgerald olarak) ‘nilgün marmara, cihat burak ve cemal süreya’nın başlarına toz şeker dökmüştür!..

‘nilgün marmara’, geçen yıl topkapı’da sur içinde bir şoförle ayıcı bir çingen arasında çıkan tartışmayı bana anlatıyor.. çingene otobüse ayısıyla binmek ister, şoför de almaz onları, çingene direnir, ağız kavgası olur, çünkü çingene sabahleyin evdeki ‘köroğlu’na bir şey  bırakamamıştır, ekmek parasını çıkarmak üzere ne pahasına olursa olsun sultanahmet’e gidecektir! ‘taksi tutamam ya!’ diyormuş.. ‘nilgün marmara’ hemen çingene’nin, hızmalı kahverengi güzel ayının ve görmediği köroğlu’nun yanında olmuştur!

bir de rastlantı var, oldu :

şimdi, ‘cemal süreya’ ile birlikte ‘gergedan’da ‘çıkmalar’ı yazıyoruz.. ekimde başlayacaktı, kasıma kaldı.. ‘çıkmalar’ sözcüğünün ingilizcesi ‘marginalia’dır, ‘derkenarlar’ yani benim kullanışımla ‘marjinallikler’! işte o ‘marjinallikler’ çerçevesinde ‘nilgün marmara’nın adı geçiyor..

evet, aldırmayacaksın ‘nilgün marmara’, gerekirse ölüme de! (1987)

ECE AYHAN..

 

‘ŞİİRİN BİR ALTIN ÇAĞI.. (Yazılar, söyleşiler..) DİPYAZILARI..’, ECE AYHAN, YKY Yayınları, Nisan 1993, 286 Sayfa..

‘çünkü korkunçtur yeryüzü..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘… BİRLİKTE YOL ALMAK

‘kulelerim sonunda! bu aylak dolaşmalar bitiyor.

susuzlukları daha büyük bir eksiklikle diniyor :

arzulayan sonsuz birden geri çekiliyor

çünkü korkunçtur yeryüzü.’

HERMAN MELVİLLE (the return of the sire de nesle..)

 

ırmağın geldiği yönde olma cinayetini işlemedik.. ta buzulda alındı yetkimiz; aynı anda suçlandık, ve hemen soldurulduk.. kurtulmuş birkaç kişi dolaşıyor orda burada, banliyölü.. duygusal durumlarımızın gençliği onları bozulmamış gösteriyor..

akşamın koyuluğundan çıkıldığı gibi, kitaplarının yüzeyinden kaybolmak, aksın diye onlardan göçmen ilkbahar, çoğul olmayan bedenimizin rahatsız ettiği konuk..

öylesine kolay bulmuştuk ki, maki’de, sürünme içgüdüsünü, çakıllı yüzeyde bir kara yılanın izine rastladığımızda, bu geçene ‘kaybolmuş sürünmeler’ diyorduk.. utanmış bir kıskançlıkla..

şu rüzgarın salladığı saz üzerindeki çil ardıç kuşuna bakınız, nasıl da deniz ayağı var onun!

ululayan şiir, nesnesi yüceldikçe ocağını yok etmektedir.. iyi geceler’ çok iyi geceler, yardımcı bir gücün dokunduğu, suçu tekrar eden bir zaman’ın dizlerinde tutulan.. hiçbir yasak yok beklenmedik barınağın önünde, sen olduğunda..

ters yüzünde şiir, en ufak ev nesnelerine ihtiyaç duyan iş gören kadın.. zenginlik ve tutumluluk..

paramparça olmadan önce, her şey hazırlanıyor ve duyularımızla karşılaşıyor.. bu hazırlık süresi bizim rakipsiz talihimiz..

çıkmak, tırmanmak.. ama kendini çekmek? ne kadar zor! ışıklı kalça hareketi, sıyırarak geçen güç, yeraltı yuvasından fışkıran ve, yer çekimine rağmen, sevinci doğurtan..

keçisağan kuşunu bitlerinden nasıl kurtarmalı? soru sorulmuş kalıyor, keçisağan kuşu şehrin üzerine gittiğinde..

değişken ‘yapraksız bitki..’ çiçeği kapanıyor.. bize baktı.. güçlü bir maviden.. usta ‘yapraksız bitki’!

senta, onun yelkeni hayalet gemi’nin beyaz direğinde, ölüme dek sadık.. ah! bizi elinde bulunduruyor.. kısa gençliğinde doğru sözlü.. sonra taşlaşmış.. bazıları yalancı diyecekler.. fısıldayan dudaklarını tırmalayan..

20. YÜZYILIN KANLI ÜTOPYALARI..

ne totaliter boynuz, ne de mantığa aykırılık alnımıza yerleşmedi.. günlük işlerde haklı ve haksızın kavramı sempatiye soluk aldırmadı..

kendini bağdan kurtulmuş sanan kişilerin politik kanama dinmezliği.. ne kadar çok, insana değil de insanlığa tutkun olanlar! ikincisini yükseltmek için birincisini alçaltıyorlar.. eşitlik, saldırganla uyumda.. bu onun laneti.. tavrımız bunu hoş karşılıyor..

ne kadar çok isteriz evrensel yazının bir tek gece bile kesilmemesini, yoksa bir aşk fenerinin eğik itişi tarafından yalnızca! böyle konuşur arzu.. geri dönüyor sözcük, her çeşit rüzgâra bu büyük barınak..

atom patlaması maddenin bilincidir, ve onun anlatımı olduğunu söyleyen güleç insanın zımbası.. onun tinsel sürekliliği üretmeye başladı.. umursamadan onun yer altı mezarlığını çıkarıyoruz..

sözcükleri bir kitle politikası yapmaya isteklendirmeyin.. bu anlamsız okyanusun dibi kanımızın kristalleriyle döşenmiştir..

totalitarizmlerin inden beri, kişisel benliğimize değil, katolik, katledilmiş toplu bir benliğe bağlıyız.. ölümün yararı imgelemsiz yaşamaya mahkum ediyor, dokunsal uzay dışında, alçaltıcı karışımlarda..

o kadar azimle ellerinde tutuyor gibi göründükleri şey, gözleriyle birlikte koparılacaktır onlardan.. bu yasadır, ya da yasada ekin sapı..

şiir, bir şantajın fidyesi olabilir mi.. tombul ve iğrenç dilim, ağlayan bir bulut ile kahkahayla gülen toprak arasına sokuşmuş.. bütün havada uçuşan örümcek ağları koşup geliyorlar, alışveriş konusu yapılabilir..

bir tane gerekir, iki tane gerekir, ..gerekir.. hiç kimsenin yeterlice birçok yerde birden olma yetisi yoktur, yalnız başına kendinin egemen çağdaşı olmak için..

bakışı yok, ya da pek az, yalnızca fırsat kollayan dikenleri var , sayısız.. kararmış yerleri ayırt etme yetisiyle, öylesine keskinleşmiş, öylesine keskinleşmiş bilinç, kirpi..‘sabahsı’lar yaşarlar, akşam, sabah, artık olmasa bile..

BAĞI ÇÖZÜLMÜŞLER..

kendine değil de, başkasına yalan söylerken nerede durmalı? daha aşağıda, titreyen yapıtın önünde..

yaşamdan boşanıyor, bağışlamayla dolunuyor! yaşam kararsız ve ölüm ateşli bizi bozguna uğratırken..

‘baudelaire, melville, van gogh’ yabanıl tanrılardır, tanrı okumaları değil.. teşekkür edelim.. ve eğilmiş ‘mandelstam’ı ekleyelim, yüzen, kolu mavi, yanağı korkuya ve tansığa dayanmış.. çarptırıldığı korku, ve ona karşı koymadığı ama kendisinden yayılan tansık..

içselliği, dumanlı iç’in eksikliğiyle resmetmek.. süzücü gözlerimiz deniyorlar bunu..

her şey doğruydu bunun içinde.. ölüm, el açıklığıyla yerine getiriyordu yaşamsal sözleşmesini.. ve yerine getirmiyordu, çıplak bir buzun üstünde köpüklenen bir can çekişmenin çıkmazında..

mevsimlerin, üstünde gemi yolculuğu yapılabilir şan’ına!

metrekarede kaç tane değişik gece vardır? yalnız şu oyun bozan bülbül bilir bunu.. biz, ki bu bizim ölçümüzdür, bilmeyiz..

bayılma hanımı kötü taşınan kafaları kovuyor..

benzerine olan yolun yarısında kalmak; son açık adımı atmamak.. üstünden atlarken hala düşünülüyor’

tanrı, düzeltici olan, ancak başarısızlığa uğrayabilirdi.. tanrılar, bu güzel çılgınlar, yalnızca kendileriyle ve dansçı arkadaşlarıyla uğraşan, güç arttırıcıdırlar.. birincisinden geri dönen, ama onunla ilişkide olan vahşi gladyatörler, ikincilerinin görüntüsünü bozmaktadır, onları aşındırmaktadır..

büyük yırtıcı hayvanlar için kuru pastalar.. kendinize alınız..

şiir, başka hiçbir sesin kan dökücü zaman’a emanet edemediğini alçakgönüllülük içinde söylemeye cüret ediyor.. yok olma durumundaki içgüdüye de yardım ediyor.. bu devinimde, içi oyulmuş bir sözcük, sözün rüzgarında başka bir yöne dönebiliyor..

düş, şimdiki-zamanı acılara salma makinası.. ne mutlu roman heykeltıraşı, ‘autun’deki müneccim kralların! başkalarının tanıdığı, kırağıyla örtülü, uzayan buzlaşma gecelerinde çalışmakta..

her defasında daha ileriye gitmek lutfu, daha çıplak, bizi uzun uzadıya gösteren aynı gün ağırması nesnesinin adını söylerken, bu tam anlamıyla yeniden canlanmaktadır..

belleğimin uykusu, gitmesini bilirim iplik eğiren kız kardeşlere, pişmanlığa kesip atan istenmiş atılışla, artakalmayı önemsemeyerek ve yaşam içinde kalarak..

önümüzde, yüksek dikilmiş, sorgulamak ya da devirmekten kaçınılması gereken verimli nokta..

an, zamanın verdiği ve bizim tutuşturduğumuz bir parçacıktır.. demir bir bağla boğulan tilkidir.. silinmez bir şey. bir çocuğun yanağında şarap lekesi, belleğin salladığı sazlar oyununun bağışı..

sularını gitgide ezilen topraklara iten bu savurgan derelere aitiz.. köprüler ve kırılırlar.. gemiyi yedekte çekmenin el emeği! ilerleyin, dizler alçak, gemiyi yedekte çekmenin el emeği.. ve durdurmayın bakışları.. gözüpeklik tek yetkinlik oluyor..

rüzgâra güven, budala değildir; afacandır boşluk, erdem taslamaz kan..

RENE CHAR..

‘Fenétres Dormantes Et Porte Sur Le Toit (1979) – Uyuyan Pencereler ve Damda Kapı..’

BEYAZ KİTAP Dergisi, Sayı : 7, Özel Sayı, Kasım 1984, Dergiyi  Yayına Hazırlayanlar : TURGAY ÖZEN, AHMET SOYSAL, HAKKI MISIRLIOĞLU..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ateşli bir sevi gibi yeşeriverdi, acılanarak ateşini seyre dalan bu kin..’ – CESARE PAVESE

DÜŞÜN SONU (FINE DELLA FANTASIA)

 

Yeniden başlayamaz artık bu gövde.

Gözlerine dokunulduğunda, bir yığın toprağın

canlılığını duyar biri. Tan ağartısında da

kendini susturamayan topraktır o.

Ölü bir gövdedir, o birçok yeniden uyanıştan

Kalan ama.

 

Her gün yaşama başlayacak gücümüz yok

-Toprağın önünde, suskun bir gök altında-

bir yeniden uyanışı bekleyerek. Şaşırıyor biri

bunca yoruculuğuna tan ağartısının. Bir iş

yerine getiriliyor bu yeninden uyanışlar içinde.

Ama sadece ileriki bir işe heyecan yüklemek

ve toprağı bir kez uyandırmak için yaşıyoruz.

Ve kimi kez oraya erişip, sonra bizle birlikte

suskunluğa dönüyor.

 

Kımıldanmazdı yüz hafifçe dokunsaydı el

-Yaşayan el duyuyor dokunulan yaşamı-

Bu soğuk, tan ağartısında donan toprağın

soğuğu değilse gerçekten, belki de bir yeniden uyanıştır.

Ve tan ağartısında susan varlıklar

sözcükler söylerler yine. Ama elim titriyor.

Ve tüm varlıklar kımıltısız ele benziyor..

 

Bir zamanlar kuru bir acı

ve ışığın kasılmasıydı tan ağartısında uyanmak.

Ama yine de bir özgürlüğe kavuşmaydı.

 

Toprağın verimsiz sözcüğü kısa bir an sevinçliydi.

Ve yine oraya dönmekti ölüm. Şimdi, toprağa

dönmeyen gövde birçok yeniden uyanıştan kalanı bekliyor.

Ondan söz etmiyor kaskatı dudaklar da. (1933)

 

CESARE PAVESE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SONRA (DOPO)

 

Yağmur sessizce ıslatıyor uzayıp giden tepeyi

Evlerin üstüne yağıyor : daracık pencere

dipdiri, çırılçıplak bir yeşille doldu.

Benimle birlikte uzanmıştı sevgili : pencere boştu,

hiç kimse bakmıyordu, çırılçıplaktık.

Yürüyor şimdi yolda onun gizemli gövdesi

adımlarının yumuşak uyumuyla; yağmur iniyor,

bitkin ve hafif o adımlar gibi.

Görmüyor sevgili, çıplak tepeyi

yağmurun dinginliğindeki; geçiyor yoldan

insanların ona dokunduğunu bilmiyor.

 

Akşama doğru

soluyuşları duyuluyordu pencerede

tepeyi saran sis bulutlarının. Yol şimdi

bomboş, ıpıssız; yaşanmışlığı var

Kopkoyu gövdesinde bu yalnız tepenin.

Uzanmıştık bitkin, iki gövdenin ıslaklığında

dingin her biri diğerinin üzerinde.

 

Yolda gezinmek bir sevinçtir

diri renklerin ve ılık güneşin yumuşacık

akşamında tadarak gövdenin

içe yayılmış anılarından birini.

 

İki gövdenin de unuttuğu arı bir tansık;

yaşam var biraz herkesin sesinde

yollardaki yapraklarda, kadınların uyuşuk adımlarında.

Ve aşağıda bir yolun dibinde bulmak

evlerin arasındaki tepeyi, ve ona bakıp

düşünmek sevgilinin de birlikte baktığını

daracık pencereden.

 

Karanlığa gömülü çıplak tepe

ve mırıldanan yağmur. Burada değil kendisiyle

birlikte yumuşak gövdesini ve gülümseyişini

götüren sevgili. Ama yarın tan ağarırken

yıkanmış göğün altında yola çıkacak

adımlarının hafifliğinde. Karşılaşabileceğiz, isteyerek. (1934)

 

CESARE PAVESE 

‘SEÇİLMİŞ ŞİİRLER..’ , CESARE PAVESE, İtalyancadan Çeviri : ALP DENİZAŞAN, KALAMIŞ Yayıncılık, 95 Sayfa, basım tarihi kitapta bulunmuyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’ – PIER PAOLO PASOLINI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GRAMSCI’NIN KÜLLERİ..

 

III

 

Kırmızı bir bez, direnişçilerin

boyunlarına sardıkları gibi,

ve çanağın yanında, kül rengi toprakta

bir başka kırmızı iki sardunya.

Burada sürgündesin, katolik olmayan

o katı inceliğinle, bu yabancı ölüler arasına

düşülmüş kaydın : gramsci’nin külleri.. Umutla

kuşku arasında varıyorum mezarının başına,

rastlantı sonucu geldiğim bu çorak serada,

yeryüzünün özgür insanlar arasında

kalan ruhunun karşısına. (Başka bir şey mi yoksa,

daha coşkulu belki, daha alçakgönüllü,

yeniyetmelik, cinsellik, ölüm arasında

esrik bir ortam yaşama…)

Tutkunun hiç durulmadığı bu yörede

-burada mezarların sessizliğinde- nerede

yanıldığını- ama nasıl da haklı

olduğunu duyumsuyorum kaygılı

yazgımız içinde- öldürüldüğün günlerde

kaleme almakla son yazılarını.

İğrençliği de büyüklüğü de

yüzyılların ötesine uzanan

bir mülke bağlı bu ölüler

eskil egemenliğin tohumlarının

yok olmadığının tanıkları : ve –aşağı mahalleden-

gizliden gizliye yükselen

boğuk, keskin, ısrarlı çekiç sesleri

sonunun geldiğinin habercileri.

İşte buradayım ben de… yoksul, üstümde

vitrinlerin kaba ışığında yoksulların

gözlerini kamaştıran giysilerle.

bilinmedik sokakların, tramvay koltuklarının

beni güne yabancılaştıran

kirinden arınmışım : böyle avarelikler git gide

azalıyor yaşam kavgası içinde;

ve sevecek olursam dünyayı,

çıkarsız, öfkeli, şehvetli bir sevgiyle

seviyorum, tıpkı vaktiyle

şaşkın yeniyetmeliğimde,

burjuva hastalığı burjuva benliğimi

sardığında ondan nefret ettiğim gibi :

ve şimdi –seninle- bölünen dünya,

iktidarı elinde tutan bölümün kininin,

neredeyse gizemli nefretinin hedefi değil mi?

Senin tutarlığınla olmasa bile dayanamıyorum yine de,

seçim yapmıyorum çünkü. Savaş ertesinin yıkımında,

bir şey istemeden yaşıyorum : loş utancında

bilincimin –tepeden bakan, umarsız bayağılığından

tiksindiğim- bu dünyayı

severek…

 

PIER PAOLO PASOLINI

‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’ , PIER PAOLO PASOLINI, Çeviri : REKİN TEKSOY, NİSAN Yayınları, Ekim 1993, 32 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(‘gramsci’nin külleri’ -1957- italyan faşizminin yıllarca zindanlarda çürüttüğü ve zindanlarda 46 yaşında ölümüne sebebiyet verdiği büyük marksist düşünür ANTONIO GRAMSCI’ye adanmıştır..

ha bu kitabın yazarı büyük yönetmen ve şair pasoloni’nin sonu ne olmuştur bilmeyeniniz varsa kısaca yazalım.. ‘hepimiz tehlikedeyiz’ adlı bir röportajı ‘la stampa’ gazetesine verdikten birkaç saat sonra feci şekilde dövüldükten sonra kafası kendi arabası kullanılarak ezilerek 1975 yılında öldürülmüştür.. komünist, eşcinsel ve antifaşist ‘pasolini’ sanki kendi ölümünü yazar gibi gül biçimli şiirler adlı kitabında şunları yazmıştır :

‘diri diri yakılan,
bir kamyon lastiği altında ezilen
çocuklar tarafından bir incir ağacına asılan
ama hala alınacak yedi, sekiz canı bulunan
bir kedi gibiyim.
çünkü ölüm,
başkalarıyla iletişimde bulunamamak değil, anlaşılamamaktır başka insanlar tarafından..’

 

pasolini ve gramsci’ye bin selam olsun.. Crockett..)

‘AŞK ve İSYAN..’ – KENNETH REXROTH

PARİS KOMÜNÜ’NDEN KRONSTAD AYAKLANMASI’NA

 

Hatırla bundan önce başkalarının da olduğunu:

Şimdi istenmeyen saatler dikelirken

Ve güneş yükselirken kıpkırmızı bilinmeyen köşelerde

Ve burçlar yer değiştirirken,

Ve bulutsuz gök gürültüsü silerken sabahın izlerini

Ve ay ışığı lekelenince ve kızınca yıldızlar.

Kokuşmuş olsa da hava, askere alınan babalar,

Ölü yüzlerinizin kara kabartılarıyla;

İnsanlar fabrikalardan çıkıp işsiz güçsüz dolanıyorsa,

Hem türbinler hem eller donmuşsa;

Ve hava açıyorsa sonunda bacaların üstünde;

Şilteler perde niyetine gerilmişse pencerelere

Ve her saat hırlaması duyuluyorsa infilakların;

Gene de kalkar biri tek başına, seslenir:

‘o pek çok olandan biriyim, duydum

Buyruklar savuran seslerin yükseldiği havada;

Parlayıp meşalelere döndüğünü gördüm gövdelerin;

Gördüm öldü hayvan ve genç kız hava baskınında;

Duydum parolaların söylendiğini kör geçitlerde;

Kanın akışını hızlandırdığını duydum nefretin ve

Korkunun çöreklendiğini sinir uçlarına.

Tanıyorum o son ağır leş kurdunu;

Ve tuza düşürülmüş kısırlık baş dönmesini.

Yol aldım başım öne eğik ve isteksiz

Sarsılan yollar boyunca sıkışık yürüyüş kollarında.

Böyle asılı kalmaya devam edecek miyiz gergin göbek bağlarında

Bozuk sonlara, kokuşuncaya değin;

Karga ve kerkenez kırana dek kafataslarımızı

Ve karıncalar üşüşünceye dek organlarımıza,

Saksağanlar toplayana dek dişlerimizi?’

Bir kahraman olarak ayaklanacaklar, sayısız olacaklar,

Sonunda kimse üstün gelemeyecek onlara.

 

‘Ben pek çoktan biriyim’ diyecekler giderlerken

Ellerinde bir şey olmayacak tarihten başka.

Köprülerde ölecekler, köprü kapılarında, açılan köprülerde.

Hatırla daha önce başkalarının da olduğunu,

Sığlıklar ve köprü başları mezarlıklarla dolu.

Çiçekli çocuklar olacak orada,

Ve kuzular ve altın gözlü aslanlar olacak,

Ve gelecekte hatırlayacak insanlar olacak orada.

 

KENNETH REXROTH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAN VE KUM

 

Şımartılmış bir sevgili varsa,

O da sendin, Garcia Lorca.

Üç kıtanın heyecanı,

Sendin o, Garcia Lorca.

Her yere yemeğe davet ediliyordun.

Bir harikaydın, Federico.

Neler geçiyordu içinden, Federico,

Dwight Fiske yerini mi alıyordu Orestes’in?

Herkes boca ediyordu sevgisini tepeden aşağı,

O hasta sevgiler, Federico,

Çelenklerinde delik deşik eden bir kurt barındıran.

Kızgın İspanya sana çıplak göbeğini gösterdi.

Sense kapkara karın boşluğunu gördün

Çökük, ıvır ıvır kurt kaynayan. Orada aşk yoktu.

Aşk yok. Bir konser programı hazırladın

Acının anlamdaşlarıyla,

Lut’un karısının sevgililerinin

Korkunç paralayıcı acısıyla

Sen kendi sezaryenli çocuğunu doğuruyordun

Her gün ve kara taşlar.

Seni hep gebe bıraktılar, Federico,

Tutkusuzluklarının kimyalarıyla,

Çirkin, yiyip yutan spermleriyle

Cerahatli, eriten kanlarıyla.

Sen canavarı gözledin, Federico,

Yeats’in çölde sürünür gördüğü hani.

Hiç gözünü ayırmadın ondan.

O da senden ayırmadı gözünü, Garcia Lorca.

Sonra bir gün kalkıp yürüdü. Bir daha

Sana hiç aldırmadı Federico.

 

KENNETH REXROTH

 

‘AŞK ve İSYAN..’, KENNETH REXROTH, Çeviri : GÜVEN TURAN, İYİ ŞEYLER YAYINCILIK, Aralık 1991, 24 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KENNETH REXROTH (1905-1982)  kimdir :

 

‘çağdaş amerikan şiirinin her zaman gündeş kalmayı sürdürmüş şairidir.. adı, öncüler arasında anılmasa da 20’li yıllardan başlayarak amerikan şiirinin geçirdiği ingiliz yazınına bağımlılıktan çıkıp çok kültürlü bir derinlik kazanmasında etkin olmuştur. şiirleriyle olduğu kadar çin, japon, eski yunan, latin, fransız ozanlarından yaptığı çeviriler ile de tanınmaktadır..

rexroth, sözcüğün en felsefi tanımıyla ‘politik’ bir şairdir.. bir partinin, bir ideolojinin bağımlısı olmaksızın ‘partizan’ bir şairdir.. önceleri belirgin olan ‘felsefi anarşistliği’ giderek yerini daha öznel bir dünya görüşüne bırakmıştır.. güncelliği yakalayışındaki yalınlığın estetiği rexroth’un şiirinin en belirgin özelliğidir.. özellikle 50’li yıllardan başlayarak, amerika’daki bütün öncü akımların ‘gurusu’ olan rexroth henüz ne amerika’da, ne dünyada hak ettiği yeri alabilmiştir.. bunda kuşkusuz rexroth’un yaşlılığında bile başkaldıran, bağımsız, kurumlaşmaya olan kişiliğinin etkisi vardır..’ (kitaptan alınmıştır..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(kitaplığımdaki binlerce kitabın arasında öyle ilginç dizayn edilmiş kitaplar vardır ki ne kadar ilginç olurlarsa olsun gördüğüm hiçbir kitap şaşırtmazdı beni.. hatta bir gün kitapçının birinde ön kapağında sadece ‘ayna’ olan bir kitap görmüştüm, içimden ‘ne etkileyici bre’ deyip dalga geçerek elime bile almadan geçip gitmiştim yanından.. oysa o kitabı gören herkes uzun bir ‘aaaaaaaaaa!’ çekip kitabı alıp mıncıklıyordu.. satışa yönelik bu tür dizaynlar hep etkili olur zaten.. kitabı alıp okumasalar bile karşısına geçip saçlarını tarayıp, makyajlarını, ya da sakal tıraşlarını yapabilirler örneğin.. komik mi, dalga mı geçiyorum.. yok, kesinlikle öyle bir niyetim yok.. nasıl olsa okumayacakları ya da birkaç sayfasını çevirip atacakları o kitap bari o işe yarayabilir.. bu aynalı kapak gibi işte yıllar önce mesela ant yayıncılıktan çıkmış kapağında üç tane kurşun deliği olan bir kitap görmüştüm.. o da gayet etkileyici kapağı olan bir kitaptı bence..

geçenlerde ‘zaferimin’ bir sahaftan aldığı kitapları beraber incelerken, bir zamanlar güzel şiir kitaplarının çıktığı ve genel yayın yönetmenliğini cevat çapan’ın yaptığı ‘iyi şeyler yayıncılık’ tarafından yayınlanmış olan ‘kenneth rexroth’un ‘aşk ve isyan’ (çeviri : güven turan..) adlı şiir kitabını elime aldım.. daha önce birkaç yerde şiirlerini okuduğum ‘kenneth rexroth’un bu kitabı beni oldukça heyecanlandırmıştı.. şiirlerine daldım hemen.. çok ufak harflerle basılmış olduğundan bir süre sonra gözlerim yoruldu ve kitabı kapattım.. kapatır kapatmaz da ön kapakta şairin isminin ve kitabın isminin bir yara bandına yazıldığını fark ettim.. evet evet bir yara bandı.. üzerinde delikleri olan gerçek bir yara bandı.. elinizle sökebilirsiniz isterseniz.. esas sürpriz ise yara bandının nereye yapıştığıydı.. kitabı tam olarak açıp kapak tarafını incelediğinizde görüyordunuz ki kitap kapağı insan derisi olarak tasarlanmış ve insan vücudunun göğüs kısmı kapağın tamamına alınmış.. bu göğüs kısmı sanki jiletle ya da kesici bir aletle defalarca kesilmiş gibi dizayn edilmiş.. arka planda alt kapağın kırmızılığı sanki kan gibi görünürken bu yaralardan birinin üzerine gerçek yara bandı yapıştırılmış ve yazar ile kitabın ismi oraya basılmış.. bu etkileyici tasarımı sanırım ‘tibet sanlıman’ yapmış, kapaktaki fotoğraf ise ‘azmi dölen’e ait.. ikisini buradan tebrik edip, teşekkürlerimi sunuyorum.. bu etkileyici tasarımla birlikte kitabın tek handikabı çok ufak puntolarla basılmış olması.. rahat bir okuma olanağı sağlamadığı gibi gözleri de hemen yoruyor.. ama yine de gerçekten hayatım boyunca gördüğüm en etkileyici kapaktı bu.. her elime alışımda sanki ilk defa görüyormuşçasına yine inceliyorum kapağı..

ha bu arada sakın bu da ticari bir düşünceyle hazırlanmış bir kitap deyip içindeki muhteşem şiirleri es geçmeyin.. ‘kenneth rexroth’ gerçekten etkileyici ve politik bir şair.. kitabın adı gibi ‘aşk ve isyan’ın yanı sıra her bir dizeden ‘paris komününden, kronştad’a, ‘ispanya’daki yaşanan acılardan, dünyanın dört bir yanındaki ayaklanmalara kadar izler bulunuyor.. acı, sevinç, ihanet, direniş ruhu, aşk gibi birçok insani ve bazen de kötü, duygu ve olayların anlatıldığı ‘rexroth’un şiirlerinin her birini tekrar tekrar okuyacağınıza eminim.. tabi bu kitabı bulabilirseniz çünkü yeniden basımının yapılıp yapılmadığını bilmiyorum.. bulursanız eğer çok şanslı birisi olduğunuza inanın.. gülüşlünüzle kalın.. Crockett..)