Archive for the ‘Şiir’ Category

‘dünyanın en güzel arabistanı’

“Adamlar kadınları alıp Arabistan’a götürürlerdi..

Dünyanın en güzel Arabistan’ına..” Turgut Uyar

Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle yazdığım bu dizeler..  nerede bu ‘dünyanın en güzel arabistan’ı yahu dedirtti.. Bu adamlar nerde ?.. Turgut Uyar’ın ‘atlantisi’, Ütopyası, olmayan ülkesi..  ‘Dünyanın En Güzel  Arabistan’ı..  ve  ‘Geyikli Gece..’ neredeler..?

Bu aralar güzel filmler izledim.. Yönetmen Yüksel  Aksu’nun Entelköy Efeköy’e karşı filmi tam bana göreydi..  uzun zamandır bu kadar çok kahkaha attığımı hatırlamıyorum. Deli gibi güldüm.. bir yandan da insanı düşündüren bir film.  Onun hiç yargısız ve kompleks duymadan ait olduğu coğrafyayı ve kültürü bu kadar içten  anlatması inanılmaz.. Sanki geleceğe bir arşiv  bırakmak ister gibi..  coğrafya, dil, yaşam ve insan olarak..  Filmde, kendisinin de oynadığı başlangıç kısmında,   Entelköy’ü  tarif ederken ‘Thomas More’dan bahsediyor.. bir an   kendimi başka bir  dünyaya atıverdim filmle birlikte .. evet Ütopya..  hayal kurarız, düşler görürüz ama, ne yazık ki ütopyamız olduğunu  unuttuk çoktandır..   Bu kadar acımasızlığın yaşandığı bir yerde tam tersine daha çok hissetmek, duyumsamak gerekirken, her şeyden o kadar çok bıktırdılar ki.. unuttuk..   Ahmet Telli’nin  şu dizeleri gibi.. “çölde keşfedildi ve yeniden / bir kez daha kaybedildi ütopya..” Ama benim ‘Peter Pan’ın  ‘Olmayan Ülkesi’nde hala gözüm var.

Thomas More, 1516’da yazdığı “yokülke” anlamına gelen ‘Utopia’ adındaki eseri ile edebiyatta ve düşünce şeklinde, yeni bir nesil yarattı. ‘More’un Kral Henry VIII’in İngiliz kilisesinin başına geçme niyetine ilke olarak karşı çıkması, kendi siyasi kariyerinin sonunu hazırlayıp hain olarak idam edilmesine sebep olmuş ve 6 Temmuz 1535’te, 57 yaşındayken idam edilmiş. Kendi Ölümüne sevinen biri. “Kellesi uçmakla insanın başına felaket gelmez”

‘Thomas More’  ‘Ütopia’da ideali olan, hayali BİR ADA ÜLKENİN siyasi sistemini, ütopik bir devlet tasarımını ortaya koyar.. ‘more’un yeryüzünde bir cennet yaratma isteğidir. sınıfsız toplum, tüm vatandaşlar için ortak mülkiyet, demokrasi inancı, herkes için eşitlik,  savaş karşıtlığı,  barışçılık,  aile toplumun temelidir ve devlet tarafından korunur. sevgi toplumun tutkalıdır. köleler dahi aşağılanmaz.  özgürlükçü – eşitlikçi devlet, yeniliğe ve her türden teknik gelişmeye açık, sanatı yüceltme, halk için sanat eğitimi.. herkes devlet adına üretir. para geçerli değildir. üretilenlerden herkes ihtiyacı kadar alır. Bireyler günde altı saat çalışır, geri kalan zamanlarını sanat ve bilimle uğraşarak geçirirler.

Belki bir gün o adamlar gelir ve kadınları ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’na götürür ..  ‘Geyikli Gece’ye götürür. İkisi de hemen şuracıkta değil belki.. ama biliyorum orada bir yerlerde  duruyorlar…

“Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum

İyice kurulamıyorum saçlarını

Bir bardak şarabı kendim için içiyorum

Halbuki geyikli gece ormanda

Keskin mavi ve hışırtılı

Geyikli geceye geçiyorum

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.” Turgut Uyar

sevgimle..

 

TAFLAN

ALACAKARANLIKTA

Yine ikimiz, koyuyoruz ellerimizi ateşe,

sen nice zamandır yıllanmış gecenin şarabı aşkına,

ben ise sabahın hiç sıkılmamış pınarı uğruna.

Körük, güvenmediğimiz ustasını beklemekte.

 

Keder yaydığında sıcaklığını, geliyor cam ustası.

Gidişi ortalık ışımadan, gelişi çağırmadan sen, hem de

yaşlı, aklaşmış kaşlarımızın alacakaranlığı kadar.

 

Yine kurşun dökmekte göz yaşlarının kazanında,

sana bir kadeh için – kutlamaktır önemli olan yitirilmişi-

bana da isli cam kırıklarım için – ateşe saçılmakta.

Ve sana kadeh kaldırıyorum, gölgeleri çınlatarak.

 

Anlaşılır şimdi kimin çekindiği,

ve kimin sözünü unuttuğu. Sense

ne bilirsin, ne de istersin tanımayı,

kenardan içersin, serindir diye

ve ayık kalırsın, tıpkı eskisi gibi,

üstelik belli ki, kaşların hâlâ çıkmakta!

 

Bana gelince, bilincindeyim yaşadığım

aşk ânının, cam kırıklarım saçılıp ateşe,

yine o eski kurşuna dönüşürken. Duran

benim merminin ardında, hayal gibi,

yalnızca tek gözü açık, hedefinden emin,

ve sıkıyorum onu, sabahın ortasına.

 

INGEBORG BACHMANN..

 

‘INGEBORG BACHMANN.. BÜTÜN ŞİİRLERİ..’ , Çeviri : AHMET CEMAL, KAVRAM Yayınları, Şubat 1995, 200 Sayfa..

 

 

 

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ – GUILLAUME APOLLINAIRE

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

XVI

 

ZULÜM..

 

“o dönemde, her gün şiir ödülleri dağıtılıyordu.. bu amaçla binlerce dernek kurulmuştu ve bunların bolluk içinde yaşayan üyeleri, belirli tarihlerde şairlere de ihsanlarda bulunuyorlardı.. fakat bütün dünyanın en büyük dernekleri, şirketleri, idare konseyleri, akademileri, komiteleri, jürileri vs, vs asıl büyük ödüllerini her yıl 26 ocak tarihinde veriyordu.. o gün, toplam değeri 50.0003.225,75 frank eden 8019 şiir ödülü veriliyordu.. öte yandan, hiçbir ülkede toplumun hiçbir sınıfında şiir zevki yayılmamıştı.. kamuoyu, tembel, gereksiz vs şeklinde nitelendirilen şairlere karşı çok öfkeliydi.. o yılın 26 ocağı olaysız geçti; fakat ertesi gün, adelaide’de (avustralya) fransızca yayınlanan ‘ses’ gazetesinde, keşifleriyle icatları çoğunlukla mucize gibi görülen kimyager-ziraatçı horace tograth’ın (leipzig doğumlu bir alman) bir makalesi çıktı.. ‘defne’ başlıklı makale, filistin’de, yunanistan’da, italya’da, afrika’da ve provence’ta defne yetiştirilmesinin tarihiyle ilgili bir tür açıklama içeriyordu.. yazar, bahçelerinde defne olanlara tavsiyelerde bulunuyor, ağacın beslenmede, sanatta, şiirdeki çeşitli kullanımlarını ve şiirsel zaferin simgesi olarak rolünü belirtiyordu. sözü mitolojiye getiriyor, apollon ile daphne hikâyesine göndermede bulunuyordu. yazının sonundaysa horace tograth birdenbire tarzını değiştiriyor ve makalesini şöyle bitiriyordu :

‘aslında bu işe yaramaz ağaç hâlâ çok yaygındır ve halkın defnenin meşhur lezzetini yakıştırdıkları daha az şanlı simgelerimiz de var. defne, çok kalabalık olan dünyamızda çok fazla yer kaplıyor – defne yaşamaya layık değildir.. bu ağaçlardan her biri iki insanın yerini alıyor.. defneler kesilmeli ve yapraklarından zehirden kaçar gibi kaçılmalı.. defneler bugün artık şiir ve edebiyat biliminin simgesi değil, yalnızca bir ölüm-şanın simgesidir ve ölüm hayat için neyse, şanın eli anahtar için neyse, bu ölüm-şan da şan için odur..

gerçek şan; bilim, felsefe, akrobasi, insanseverlik, sosyoloji vs için şiiri terk etmiştir. bugün şairler yalnızca, iş yapmadan kazandıkları parayı cebe atmakta iyidirler, zira hiç çalışmazlar ve çoğunluğunun (şarkıcılar ve diğer birkaç tanesi hariç) hiçbir yeteneği, dolayısıyla hiçbir mazereti yoktur.. birkaç marifeti olanlarsa daha da zararlıdırlar, çünkü hiçbir şey alamazlarsa, her biri bir alay askerden daha fazla gürültü çıkarır ve lanetli şeylerle kulaklarımızı tırmalarlar.. bütün bu insanların hiçbir varlık nedenleri yoktur.. onlara verilen ödüller çalışanlardan, mucitlerden, bilginlerden, filozoflardan, akrobatlardan, sosyologlardan vs çalınmıştır.. şairlerin ortadan kalkması gerekmektedir.. lykurgos (m.ö. 9. yüzyılda yaşadığı varsayılan ve sparta’nın yasa koyucusu kabul edilen kişi..) onları cumhuriyetten sürmüştü, onları yeryüzünden sürmek gerek.. aksi takdirde şairler, bu azılı tembeller bizim prenslerimiz olacak ve hiçbir şey yapmadan sırtımızdan geçinecek, bize eziyet edecek, bizimle dalga geçecekler… sözün kısası, bu şiir diktatörlüğünden bir an önce kurtulmalıyız..

eğer cumhuriyetler, krallar, milletler bu konuda önlem almazlarsa, fazlasıyla ayrıcalıklı şair ırkı öyle büyük oranlarda ve öylesine hızlı çoğalacak ki, çok geçmeden, hiç kimse çalışmak, icat etmek, öğrenmek, akıl yürütmek, tehlikeli şeyler yapmak, insanların acılarına çare bulmak ve kötü talihlerini iyileştirmek istemez olacak..

o halde gecikmeden durumu görmek ve insanlığı kemiren bu şiir kanserinden kurtulmak gerek..’

bu makale müthiş bir ilgiyle karşılandı.. her taraftan telefonlar ve telgraflar geliyor, bütün gazeteler makaleyi yeniden yayınlıyordu.. bazı edebiyat gazeteleri tograth’ın makalesinden alıntılar yapıp, bilim adamı hakkında alaycı düşüncelere yer verdiler, onun zihniyeti hakkında kuşkuları vardı.. lirik defne konusunda gösterdiği bu dehşete gülüyorlardı.. bunun aksine, haber ve ticaret gazeteleri bu uyarıya çok önem veriyorlardı.. ‘ses’teki makalenin dâhiyane olduğu söyleniyordu..

bilim adamı horace tograth’ın makalesi, şiire duyulan kini ifade etmek için eşsiz, olağanüstü bir bahane olmuştu.. ve bahanenin kendisi de şiirseldi.. adelaide’li bilginin makalesi, bütün insanların belleğinde yer etmiş antikitenin harikalarına gönderme yapıyor ve bütün varlıkların tanıdığı kendini koruma içgüdüsüne sesleniyordu.. işte bu yüzden, tograth’ın okuyucularının hemen hemen hepsi hayranlık duymuş, korkmuş ve yararlandıkları çok sayıdaki ödül yüzünden toplumun bütün sınıfları tarafından kıskanılan şairleri haksız çıkarma fırsatını kaçırmak istememişlerdi.. gazetelerin çoğu, kampanyalarını hükümetin en azından şiir ödüllerinin kaldırılması için önlemler alması çağrısıyla bitirmişlerdi..

o, akşam, ‘ses’in ikinci baskısında kimyager-ziraatçı horace tograth, aynen ilkinde olduğu gibi, her taraftan telefonlar, telgraflar alan, basında, kamuoyunda ve hükümetlerde fazlasıyla heyecan yaratan yeni bir makale yayınladı.. bilgin, yazısını şöyle bitiriyordu :

‘ey dünya, kendi hayatın ile şiir arasında bir seçim yap, eğer şiire karşı ciddi tedbirler alınmazsa uygarlığın işi bitti demektir.. hiç tereddüt etmeyeceksin.. yarından itibaren yeni çağ başlayacak. şiir yok olacak, bu eski esinlerin fazlasıyla ağır lirleri kırılacak. şairler katledilecek.

 

***

 

o gece, dünyanın bütün şehirlerinde hayat aynıydı.. her tarafa telgrafla gönderilen makale, çok aranan yerel gazetelerin özel baskılarında yeniden yayınlandı.. halk, her yerde tograth ile aynı fikirdeydi. birtakım hatipler sokaklara dökülmüş, halkın arasına karışarak onları galeyana getiriyorlardı. hükümetlerin çoğu, yayınlanan metin sokaklarda müthiş bir heyecana sebep oldukça, hemen aynı gece kararlar almaya başlamıştı bile. fransa, italya, ispanya ve portekiz, kaderleri hakkında karar verilene kadar, toprakları üzerindeki şairlerin en kısa süre içinde hapsedileceği konusunda kararname çıkartan ilk ülkeler oldular.. yabancı ya da ülke dışında bulunan şairler bu ülkelere girmeye teşebbüs ederlerse, idam cezasına çarptırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklardı. abd’nin, mesleğinin şairlik olduğu bilinen herkesi elektrikli sandalyeyle idam etme kararı aldığı, telgrafla bildirildi. aynı şekilde almanya’nın da, imparatorluk toprakları üzerinde yaşayan manzum ya da mensur şairlerin, yeni bir emre kadar ikametgâhlarından çıkmamaları konusunda bir kararname çıkardığı, yine telgrafla bildirildi. aslında bu gece ve ertesi gün boyunca dünyanın bütün devletleri, hatta yalnızca lirizmden nasibini almamış kötü destan şairlerine sahip olanlar dahi, ‘şair’ sözüne karşı bile önlemler almışlardı. yalnızca iki ülke bunun dışındaydı : ingiltere ve rusya.. bu alelacele çıkarılan kanunlar hemen yürürlüğe kondu.. ertesi gün fransa, italya, ispanya ve portekiz toprakları üzerindeki bütün şairler hapsedilirken, bazı edebiyat gazeteleri siyah çerçeveyle yayınlanıyor ve bu yeni terör hükümranlığından şikayet ediyordu.. öğleyin gelen telgraflar, haiti’nin büyük, zenci şairi ‘aristenete güneybatı’nın aynı sabah, güneş ve katliam duygusyla kendinden geçmiş bir zenci ve melez güruhu tarafından parçalara ayrılıp yendiğini haber veriyordu. köln’de kaiserglocke bütün gece boyunca aleyhte şiddetli sözler söylemiş ve sabah, kırk sekiz kıtadan oluşan bir ortaçağ destanının şairi olan profesör doktor stimmung (fransızcada tam karşılığı olmayan almanca bir sözcük, ruh hali veya şiirsel atmosfer anlamlarında kullanılır), hannover’e gidecek trene binmek için dışarı çıktığında, ‘şaire ölüm!’ diye bağıran ve onu sopalayan fanatik bir grup tarafından takip edilmişti.

profesör bir katedrale sığınmış ve birkaç kilise görevlisiyle birlikte, zincirden boşanmış drikkes, hannes ve marizibill (köln bölgesi folkloruna ait şahsiyetler, bakınız apollinaire’in ‘alkoller’ adlı kitabındaki ünlü ‘marizibill’ şiirleri) halkı tarafından buraya kapatılıp kalmıştı.. özellikle bu sonuncular azgın görünüyorlar, kutsal bakire’yi, azize ursula’yı ve üç müneccim kralı alman tarzıyla yardıma çağırıyorlar, bu arada, kalabalığın arasında kendilerine yol açabilmek için yumruk atmayı da ihmal etmiyorlardı.. pazar duaları ve sofuca yakarışlarının arasına, şöhretini özellikle âdetlerinin üniseksliğine borçlu olan şair-profesör hakkında rezilce hakaretler karışıyordu.. başını yere eğmiş olan profesör, tahtadan yapılmış büyük aziz khristophoros’un altında korkudan donmuştu.. katedralin bütün çıkışlarına duvar çeken duvarcıların gürültülerini duyuyor ve açlıktan ölmeye hazırlanıyordu.

saat ikiye doğru, napolili kutsal eşya koruyucusu bir şairin, aziz ianuarius’un kanını şişede kaynarken gördüğünü bildiren telgrafı geldi.. kutsal eşya koruyucusu mucizeyi ilan ederek dışarı çıkmış ve mura (parmaklarla oynanan bir oyun) oynamak için aceleyle limana gitmişti.. bu oyunda istediği her şeyi kazanmış ve sonunda kalbine bir bıçak darbesi almıştı..

telgraflar, gün boyu birbirini izleyen şair tutuklanmalarını haber veriyordu.. amerikan şairlerinin elektrikli sandalyeyle idamı saat dörde doğru öğrenildi..

paris’te, fazla tanınmadıkları için başlarına bir şey gelmemiş olan, sol kıyıdan birkaç genç şair, closerie des lilas’dan, şairler prensinin kapatıldığı conciergerie’ye doğru bir gösteri örgütlediler..

göstericileri dağıtmak için bir alay geldi.. süvariler silahlarını doldurdu.. şairler silahlarını çıkarıp kendilerini savundular, fakat bunu gören halk arbedeye karıştı.. şairleri ve kendini onların koruyucusu ilan eden herkesi boğdular.

bütün dünyada hızla yayılan zulüm işte böyle başladı. amerika’da ünlü şairlerin elektrikli sandalyeyle idamlarının ardından, bütün zenci şarkı besteciler, hatta hayatları boyunca hiç şarkı bestelememiş birçok kişi linç edildi. daha sonra sıra beyazlara ve bohem edebiyatçılara geldi. avustralya’daki zulmü bizzat idare ettikten sonra tograth’ın da melbourne’dan gemiye bindiği öğrenildi..”   

 

GUILLAUME APOLLINAIRE..

 

‘KATLEDİLEN ŞAİR..’ , GUILLAUME APOLLINAIRE, Çeviri : NİHAN ÖZYILDIRIM, KANAT Yayınları, Aralık 2004, 202 Sayfa..

 

‘çılgınlıktır başkasına sunulmuş bir sevi bakışının arkasından koşturmak; en büyük yeminler bile samançöpü gibi kalır kandenizinde kabaran aşk dalgası önünde..’ – SOYSAL EKİNCİ

DÜŞSEL SORGU

..

-XI-

 

deldi toprağın karnını yine en yumuşak yerinden. yöneldi ekinlerine bir on yıldır kendi yatağının derinliklerinde akan yeraltı ırmakları, kavrulurken başaklar, görünmeyen alevlerin içinde birer mısır tanesi gibi patlayan.

havada yağmur, havada sürüp giden bir ıslaklığın gittikçe yaklaşan karartıları var.

ey geceleri düşlerime yalnız elleriyle gelen kadın.

ey düşlerime akan dalgaları mavi gömlek, etekleri yeşil nehir.

ey sonsuz karışımlarıyla yüreğimin bunaltısı şehir; geleceği bana bağışla! bağışla ki, şartı budur yüreğimin mutlak sevgiye dönmeye. bağışla ki, dökeyim sırtımdaki bütün acı taşlarını senin deli sularına…

 

-XII-

 

gerilmiş bir keman telidir yüreğim. şimdiden hazırla kendi yüreğindeki mızrabı; yüreğimin tellerine incitmeden nasıl dokunduracağını.

hiç bilinmez kimin kime sadık kalıp kalmadığı. Kendi ölçülerini de değiştirdi, ihanetin ruhlarımızda sonsuza değin kalacak izleri. çılgınlıktır başkasına sunulmuş bir sevi bakışının arkasından koşturmak; en büyük yeminler bile samançöpü gibi kalır kandenizinde kabaran aşk dalgası önünde..

(çok şeyler katılabilir; ruh ve bedeni birlikte tutan insani bir aşkın iki insandan çaldığı zamana: dinlenebilir pencere pervazından süzülen mırıltısı, evin yakınında akan küçük ırmağın. akşam komşulara gidilir. gece yapılan şiir egzersizleri sabah bir dosta gönderilir.)

 

-XIII-

 

dün gece ellerimdeydi ellerin. bana kırların yüzündeki yeni hüzün çiçeklerini gösterdin, yüzün yoktu. yüzünü neden  başka birine bıraktığını sormadım. gözlerimde görebilirdin ruhumdaki orman yangınlarını; yüzün olsaydı yanında ve gözlerin.

sana türküler söylerdim. eskiden uzaklardan söylediğim türkülerdekine benzemiyor sesim. karlı doruklardan zümrüt çayırlara inen turna avazlarına karışırdı sesim. seninle çıktığım düşsel yolculuklarda önüme dikilen yaban gülleri, içimi karartan umutsuzluğunbaşıboş yellerini, dizginler, çürütür, redderdi.

ilk gençliğimdeydim, gece-gündüz yakardı bedenimi sıcaklığındaki herkesçe özlenen sonsuz mutluluk…

 

SOYSAL EKİNCİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEVDANA GÜCÜM YETMEZ

 

birleşen iki elin arasındaki güller

kalbimi delip geçecek

damar damar bir toprağın bağrında

en güzel yeri kendine seçecek

ve kıpkızıl akan bir çeşmenin başında

damla damla doldurup kana kana içecek

 

kararsın neye yarar

sensiz geçen gecelerimi aydınlatmayan gündüzler

utanç dolu bir yaşamın imbiğinde

elim hep maviye gider

 

sevinin en sıcak en duru kaynağından

kana kana içmişken gönlümüz

şimdi bozulmuşu gibi

hüzünlü ve solgun nefretimiz

 

EYLÜL’ün sıcağındayız

EYLÜL’ün sıcağında

mart karları yağdı hasretimizin bozkırlarına

 

parçalanmış soyka deniz

çalınmış alınteri

uzanıp öpüyor mavi sular

kıyı gibi talancının göbeğini

doyumsuz melez ve kısır geceler

umut dolu yüreğimiz yine de

sevdana gücüm yetmez

sevdan başımdan gitmez

sığınacak yer arar..

 

SOYSAL EKİNCİ

 

‘BİRİ YİTİK İKİ ÜLKE..’, SOSYSAL EKİNCİ, BELGE Yayınları, Ekim 1989,158 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BULUNMUŞ ÇEVİRİLER..’ – CAN ALKOR

YAĞMURLAR, VII

 

‘ey yağmurlar, yıkayın insanın yüreğinde o en güzel sözlerini insanın : en güzel deyişleri, en güzel ayetleri, en iyi kurulmuş tümceleri, en güzel yazılmış sayfaları. Yıkayın, yıkayın insanın yüreğindeki yanık havalardan, ağıtlardan aldığı tadı; çoban türkülerinden, rondolardan aldığı tadı; yıkayın en başarılı anlatımları, attika söyleyişinin tuzunu, yapmacıklı söyleyişin balını, yıkayın, yıkayın düş çarşaflarını, bilginin samanını: yadsıma bilmeyen adamın yüreğinde, tiksinme bilmeyen adamın yüreğinde yıkayın, yıkayın ey yağmurlar, insana bağışlanmış en güzel şeyleri… usun büyük yapıtları için en yetenekli insanların yüreğinde…’ (‘Yağmurlar’ şiirinden bir bölüm..)

 

ST. JOHN PERSE

 

ŞARKI

 

Uyandır içindeki uykuya beni,

Uyandır dünyalarımı kendine,

Ölü yıldızlarımı tutuştur

Daha yakın kendine.

 

Düşlerinde gör beni dünyamdan uzak,

Evimde gör, alevlerin evine kadar,

Doğur beni, yaşa, öldür beni

Daha yakın kendine.

 

Kendime daha yakın, sana kadar,

Daha yakın doğumun alevine,

Al beni sımsıcak, al beni

Daha yakın kendine.

 

GUNNAR EKELÖF

 

BİR KEZ DAHA SENİ GÖRME UMUDUM…

 

Bir kez daha seni görme umudum

kayboluyordu;

 

sordum, beni sendene öylesine

ayıran şey, bu imgeler ekranı, ölüm işaretleri mi

taşıyor yalnız, yoksa geçmişten bir şey,

ama çarpıtılmış, ama solmuş, var mı içinde,

bir parıltı senden kalan:

 

(Modena’da, kemerler altında,

üniformalı bir uşak iki çakal dolaştırıyordu

çekip tasmalarından).

 

EUGENIO MONTALE

 

‘BULUNMUŞ ÇEVİRİLER..’, Derleyen ve Çeviren: CAN ALKOR, NORGUNK Yayınları, Şubat 2012, 58 Sayfa..

İçindekiler:

 

Bulunmuş Çeviriler :

W. H. Auden,

Gottfried Benn,

Eugenio Montale,

St. John Perse,

Ezra Pound,

Georg Trakl,

 

İkinci Elden :

Amanda Aizpuriete,

Gunnar Ekelöf,

Fernando Pessoa (Alvaro De Campos),

Gonzalo Rojas,

Olga Sedakova

Notlar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bedenim aşkın çamurudur..’ – ADONIS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“şiirimin temel yapısı, yani başlangıç noktası: tanrısal sezgi yoluyla hayata bakmadım.. şiirim hem discursif, hem de sezgisel oluşturucu olarak belirginlik kazandı.. şiirim, parçalanan arap kuşağını, dağılan halkını sergiler.. araplar için ölüm, basit ve doğal bir olaydır, iyi tanıdıkları toprağa dönüştür.. şiirlerimde adı sıkça geçen ‘şamlı mihyar’, ‘adonis’in yansımasıdır.. doğada çocukluktur, saflıktır, iyiliktir.. onun için şiirimin arka planında bir mistisizm yatar.. ‘şamlı mihyar’ sürekli devinim halindedir, dinin kalıplaştırdığı toplumu sarsmaya gelen ve sürekli haksızlığa karşı çıkan bir devrimcidir.. şiirimdeki temel gelenek budur : şiirim geleneğe dayalıdır.. ama bununla birlikte şiirim, arap şiir geleneğine yeni bir yol, yeni bir soluk getirmiştir ve arap şiir geleneğine şiirimle yeni bir giysi biçip dikerek giydirdim.. şiirim ‘hallaç’ ve ‘niffari’nin temeli üzerinde yükselmiştir..”

 

ADONIS..

 

‘AYNA VE DÜŞ..’, ADONIS, Çeviri : METİN FINDIKÇI, AVESTA Yayınları, 2002, 142 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“..

..

..

 

Kadın :

 

senin için ölüyorum. sana olan sevgimden

bir yanım eksik uyandığımı görmüyor musun?

senin için ölüyorum,

kararsızlığın içine düşüyorum.

benliğimi duyumsamadan, bedenimi duyumsamadan,

nerede yaşadığımı bilmeden bu güzel

bedenimin ardında.

her şeyi.. neden, oysa, neden açığa vurmuyorum :

oysa hayatın eşsiz olmasını istiyorum

neden, oysa, neden insan gibi doğal yaşayamıyorum, ölümüm

söylediğim her yerde : sen vatanım olmasan

zamanın düşmanı olan şey dostum olur mu?

 

(sessizlik..)

 

böylece ey aşkın bedeni sesimi sana bırakıyorum

bana, yolumdaki zerreciklerin yarasını ellerinle sunman için

 

kuldum- belki de tanrı diye kocamın aşkını bildim.

kocam- şimdi tapınağım diye bildiğimdi.

isteklerimizden başka hiçbir şey gidip gelmez aramızda.

 

(sessizlik..)

 

ey gurbet seni yeryüzünün her köşesinde seviyorum,

çocuğuma ne söyleyebilirim

kendi beşiğinde gurbetteyken?

babasının yatağını unuttum, bana şehvet olan şeyi de,

yıllardır kullanıldığımı bilerek arıyorum şimdi,

söylesem mi? günahkarlığı onaylar gibi. iştahla,

güzelliğiyle yağarken gökyüzü ve yeryüzü bardağımıza.

gökyüzü inlediğinde peygamberler bilir ne olduğunu

görüyor musun, filinta

damatların mutluluğunu? ancak

aydınlatana bedenini ver bana, ey sen, koynuna al beni, esiri

olayım beni büyüleyen organlarının.

 

(sessizlik..)

 

bağrından ve boğazından gelen bir kokun var senin, son

buluşmamızdan damla damla damlayan, içine

boşaldığın ve boşaldığım. açılırken

içime akan bir şelale olan. gecemin ışığında şeffaf.

yarılan – yerde

depremi kendine kardeş yapan

göbeğimde gizli,

saldırganlığını ve savunmasını yalnızlaştıran.

iyileşeceksin, içindekini yeter ki uyandır. benliğimle ve

ölümümle yüzleşmeme

sen neden olacaksın, özgürlüğüm gibi.

günahlarımla selamlaşacağız

bu sürecin sonunda.

ölümüm. ecelimle

kısmetim benliğinle. resim ve şiiri gibi bir iklimdir sende

ve içimde yitenle,

içindeki zerreciklerle daha da çoğalırım, orman gibi.

içinde görmediğim mevsimlerim bile olacak, içinde – ne ateşim

ne toz. ot

su birikintileri gibi fışkırır topraktan,

içinde yitişini görüyorum, yitişimi, al beni.

bedenim aşkın çamurudur, işte benliğimi sana

teslim ediyorum.

 

(sessizlik..)

 

..

..

..”

 

ADONIS..

 

‘TARİH KADININ BEDENİNDE PARÇALANIR..’ ADONIS, Çeviri: METİN FINDIKÇI, ARTSHOP Yayınları, 134 Sayfa, ne yazık ki basım tarihi kitaba koyulmamış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAÇIŞ..

Bundan başka bir şey değildi aşkımız:

gider, dönerdi gene ve bize

gözleri kapalı, uzak, çok uzak

mermerleşmiş bir gülümseme getirirdi

yitik sabahın otunda

garip bir deniz kabuğu

ruhumuzun inatla açıklamaya çalıştığı.

 

Bundan başka bir şey değildi aşkımız:

sessizce yoklardı çevremizde ne varsa,

açıklamak için ölmek istemeyişimizi

bunca coşkuyla.

Ve tutunduysak başkalarının bellerine,

vargücümüzle sarıldıysak boyunlarına,

soluğumuz karıştıysa

bir başkasının soluğuna,

ve yumduysak gözlerimizi, bundan başka

bir şey değildi:

bu derin acıydı yalnız, tutunabileceğimiz,

kaçışımızda.

 

YORGO SEFERIS.. (1900-1971)

 

‘ÇAĞDAŞ YUNAN ŞİİRİ ANTOLOJİSİ..’, Hazırlayan : CEVAT ÇAPAN, ARTSHOP Yayınları, 2009, 240 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA..’

SAVAŞ ANNELERİ

 

Baktıkça savaşın korkunçluğuna

Her yeni kurban alışında bir çarpışmanın

Ne dostlardır acıdığım, ne asker dulları,

Ne de kendisi ölen kahramanın…

Ah, kadın bulur bir avuntu gönlüne,

Ve en iyi dost unutur dostunu;

Yapayalnız bir yürek var ki bir yerde ama,

Unutmaz girinceye dek mezara!

Biz ikiyüzlülerin günlük işleri

Ve onca bayağı, sıradan şeyler arasında

Baktım göz ucuyla şu dünyada birilerinin

Yürekten süzülen kutsal gözyaşlarına

Gözyaşlarına yoksul annelerin!

Yer yok yüreklerinde onların unutmaya

Ölen çocuklarını kanlı topraklarda,

Suya sarkan dalları sanki salkımsöğütlerin

Hep eğik başları, hep aşağıda…  (1855)

 

NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÇOCUKLARIN AĞIDI

 

Kardeşler, dinlerken lanetlerini umursamadan

Yaşam kavgasında tükenip giden insanların,

Acaba duyuyor musunuz onların ardından

Sessiz gözyaşlarını ve acısını çocukların?

 

‘Mutlu yaşar her canlı

Pırıltılı yıllarını çocukluğun,

Alır çılgınca yaşanan çocukluktan

Alır oyunların, sevinçlerin haracını.

Ama kısmet değil bize kırlarda,

Altın rengi ovalarda koşup oynamak:

Çeviriyoruz, çeviriyoruz, çeviriyoruz fabrikalarda

Çarkları sabahtan akşama dek!

 

Döküm çark dönüyor,

Çark uğunuyor, ve bir rüzgâr kopuyor hızından,

Baş alevler içinde, baş dönüyor,

Ve yürek çarpıyor, çevredeki her şey dönüyor:

Gözlük camlarının üzerinden bizi gözetleyen

Kırmızı burnu acımasız ihtiyar kadının,

Duvarlarda gezinen sinekler,

Duvarlar, pencereler, kapılar, tavanlar,

Giderek daha hızlı dönüyor! Başlıyoruz çıldırasıya,

Avazımız çıktığınca bağırmaya:

– Ey korkunç dönüş, biraz dur!

Fırsat ver zayıf belleğimizi toparlamaya!

Ağlamak da yararsız, dua etmek de

Çark durmuyor, çark acımıyor:

Lanet şey dönüyor- gebersen de,

Gebersen de vınlıyor, vınlıyor, vınlıyor!

 

Bu kölelik içinde, bitkin,

Sevinmek, hoplayıp zıplamak nerde!

Şimdi deseler ki hadi kırlara çıkın,

Çıkar uyurduk serilip çimenlere.

Ama dönmemiz gerek hemen eve,

Ne diye gidiyoruz ki sanki oraya?..

Tatlı geliyor evde avunmak bize:

Oysa keder ve yoksulluktur karşılayan bizi eşikte!

Orda, yorgun başı yaslayıp

Solgun annenin göğsüne,

Dağlıyoruz yüreğini zavallının

Sarsıla sarsıla ağlayarak hem ona, hem kendine..’ (1860)

 

NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA..’ NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV, Çeviri: ARİF BERBEROĞLU, EVRENSEL BASIM YAYIN, Eylül 2008, 96 Sayfa..

 

Sokağın Üvey Oğlu

Bir varmış hep yokmuş bu şeyler.

şeyler dediğim ne ben de bilmiyorum,

sen de bilme kadın, o da bilmesin.

 

Eli ayağı kesilmiş bir ağacın dibinden topladım

bizi demin, biz ne çok sığınak ararken sığınağın

kendisi olmuşuz böyle.

Diyordum ki, eli taşın altında kalanlar, acısını

eteklerimde arıyordu. Etekte yandı, ağacın dibinde

oynadığım toprakta. .

 

Ve topraktan arda kalan solucanları da yuttum…

 

Peki ya seni özlerken fısıldadığım o çorak gözlü çocuklar,

onları hangi dağın içinde bulacağız…

 

Yakılası düşler kalmadı gene, sarılacak bir tendeki sevgili de.

Neye dokunsak kar üstünde yanılsayan bir güneş yanığı..

Ve ellerinin esmer yanında üşüyen düşbaz çocuklar

çoğalıyor ölerek..

Sonra kimsesizliğini yutmuş bir rüyada buluyorum kendimi.

Rüya ve gerçek arasında sıkışmış bir mezarlıktayım şimdi.

Kendini tanrı ilan eden hayale ilişiyor gözlerim:

Sokağın Üvey Oğlu..

 

Gözlerini gözlerime dikip haykırmaya başlıyor,

Bir mezarda içip, sevişip, ölümü beklemek istiyorum.

ve çığlıklarla devam ediyor geceye ve ekliyor. Diyor ki,

diz çöker, sevişir, ölümü beklerken mutlu olurlar,

gebermekte umurumda değil, sadece özlemlerime kavuşmak,

yasaklara baş kaldırmak ve küfredercesine, şiir okurcasına

yaşamak istiyorum. ölürcesine yaşamak o zaman umurumda olmaz.

Kibarlık ne ya.. öpüşüp, sevişip, s.., içip burada, bu kimsesizliğini

yutmuş mezarlıkta ölümü beklemek istiyorum.

Bunu istemek niye hayalim değil, Mavi.

Bana ne olup olmadığı belirsiz tanrıdan, kitaptan..

Evet ! Tanrı, evren bizi kıskanır. sonra yanımıza gelirler,

elimizde onlardan daha güçlü bir silahımız olur;

İsyan, özgürlük ve hiçlik…

 

Gözlerim aralanır gibi oluyor yavaştan..

O an bir şey oluyor ve mezarlıktaki kimsesiz ruhlar

ruhumu ele geçirmek için ayaklanıyor.

Ve kendisini tanrı ilan eden Sokağın Üvey Oğlu,

ayaklanmanın öncüsü olarak kusuyor ruhuma.

Bekle Mavi, eğiliyorum senin sancıyan ruhuna ve

anlatmak için en günahkar acılarımı. Dokunuyor tenime,

darmadağın oluyor, çatlıyor bedenim, dağılıyorum.

Kulağımda sesler, ruhumda üvey çocuklar, avucumda

birikmiş gözyaşları…

 

Karanlıkların ihtiyarlattığı mavi bir çığlık düşüyor gökten,

ve dans etmeye başlıyorum Sokağın Üvey Oğluyla…

 

Mavinin Çığlığı

Mayısta Ellerin…

Ellerin, ellerinde saklı evren…

Yakılan tüm ağıtlar, yazılan destanlar, söylenen türküler

Dudaklarından süzülen nağmeler

Aslında avuçlarında tuttuğun bir evren…

 

Ellerin, ellerinde saklı ömür…

Bir şiire başlarsın…

“Ölmek daha kolaydır, sevmekten.”

ve yakalayamazsın şiirlerin ezgisini…

Derindir gözlerindeki mana…

Kaybolmaktan değil bulamamaktan korkarsın…

Ve yaşamaya koyulursun hiç ölmeyecekmiş gibi…

 

Ellerin, ellerinde saklı mevsimler…

Eylülde başlar ayrılığı birleşen ellerin…

Kasımda buz tutar eller ve

Şubatın soğuğu yerleşir kalbine

Taş çatlasa Mart ayının çıkışına dayanamaz taş kalbin…

Ya Mayısta ellerin…

 

Ellerin, denizleri karıştırır da yüreğimi harelendiremez derinden…

 

Hasibe…