Archive for the ‘Şiir’ Category

BAŞLAMAK YENİDEN

her şeyi tanrıya bırakmak da

bir tür yabancılaşmadır

ve bir erdemdir ölmek

ölümün ayağına gelerek

celladı bir adım da olsa

gerilettiğini bilerek

 

ve bir erdem olmalı yaşamak

sıkıp da dişini

her şeye rağmen

güne yeniden

yeniden başlamak

 

İBRAHİM KARACA

(‘Ardından’ – BELGE Yayınları – 1991)

(büyük usta İBRAHİM KARACA’nın bu şiiri ilk olarak 20.12.2009 tarihinde ‘aylak adamız’da yayınlanmıştı. bazı dostların ‘tekrara düşmüşsünüz’ diye hemen atlamamaları için bu notu düştük.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“nedim’e ve aylaklara..”

Ben ki uzun soluklu bir varoluşta buldum seni,

ben ki uzun soluklu bir yok oluş sürecinde tutundum

yapraklarınızdaki toprağa gebe olan çiy damlalarına..

ben ki hep gözü yaşlı olanların ve aidyet yoksunu olan bir ülkenin çocuklarıyla kucakladım sizi..

yaşamsız bir saha olsa da yeryüzünü varlığıyla güzelleştiren bir yanı var siz gibi güzel yürekli aylakların.

ben de biraz hiçleştim yokluğunuza, biraz soldum.. biraz ağladım, biraz güldüm.. çokça öldüm ve çokça azaldım..

diyorum ki ben, yüreğimdeki ses olan sizlere, gökyüzü hep mi kirliydi de bu kadar, ben durmadan biteviye çığlık oluyordum..

yeryüzü hep mi bu kadar yandaş bir ölüm kokuyordu da bizler yoksunluğa doğuyorduk durmadan..

bazen ne de iddialı bir avuç çocuk oluyorum… oysa gözlerim bile çocuk olmaktan büyüdü..

bazen o kadar güçlüyüm ki kendimi PLath gibi yeryüzündeki tanrı hissediyorum, ve siz gibi yüreği aylak olanların sayesinde hala dünya dönmeye dem vuruyor bu boşlukta..

olmasaydınız (k)… çoktan uçarı bir yıldız gibi kayardı kendi boşluğuna..

iç çekişler bitmiyor, biteceğe de benzemiyor. her tarafımızdan kan akıyor, ölümler doğuyor durmadan yeni günlere.

işte şurada yanı başımızda bir halk ağlıyor yine ve yine olan çocuklara oluyor.. ve yine ne diyordu şair: unuttun mu bir halk gülüyorsa gülmektir.. böyle yankılanan bir dipnot düşüyor zihnimize..

ben bütün sıfırları tükettim. sanırım bu günlerde daha çok kurmaya başlıyorum intihar eylem planlarımı..

sonra yüzü dokunulmamış bir hüzün olan intihar kokulu kadın şairlere sarılıyorum.. soluyorum ellerindeki delircikleri.. diyorum hani belki hala bize de yaşamda kalmanın iyi bir yanı olduğunu fısıldarlar..

oysa ahh Nilgünn.. dirimimsin, her gün öldüğüm diyerek beni serkeşliğe bırakan..

ve sen Nedim.. öyle güzelsin ki, yaşam renginden utanır.. ben seninle sevdim sevdayı..

sen delice delirmeseydin yarandaki kadınına ben hala böyle umuda maviler yakarmazdım ve kendimin ellerinden tutup dilek ağacına yalnızlıklar bağlayan çocuklara fısıldamazdım sevdayı..

seni.. sizi unutmak mı.. bu imkansızların eşiğinde bir sızıdır benim için.

öyle seviyorum ki sizleri inadına bir ölmek değil, yaşamak gibi..

suskunuz aylardır, acılar çektik.. çekiyoruz hala, ama yine de çığlık çığlığa olan yanlarımızdan hala her gece aynı yıldızlara bakarak fısıldıyoruz birbirimizin ruhlarına..

ve yine de alnına kırlangıçlar konan adamlar tanıdım, sevdim, aldım yüreğime..

usulcacıktan bir ayın karanlığında gelip öptüm alnından sizlerin, senin.. ondan hala suskuda da olsak, duyumsuyor ve duyumsanıyorsunuz yalnızlığımda.. yalnızlığıma çoğullanan bir intihar kokulu kadın şairle uyuyorum bugünlerde karanlığa.. ve cesedine yas tutan bir mezar taşıyla şiirler mırıldanıyorum..

 

MAVİNİN ÇIĞLIĞI

 

işte ondan bir parça :

 

“ne güzel büyüdük

kimseler bilmeden bizi.

iki kare çıkış hakkı

ilk hakkıdır insanın çocukluğu.

 

yedi cami yaptırsak nafile

düşününce acıttığımız böcekleri.

tuhaf ve anlamlıydı büyüsü

tek karınca dahi yemedi zil çalan ağustosböceği.

 

rutubet kokardı biraz

yer yatağı hayalleri.

çok çocuklu bir odanın uykuluğunda

bulaşıcıdır kâbus halleri.

 

sevemedik salıncak çengellerine

kavun asan büyükleri.

secde eden selvi ağacına kurduk biz de

topu topu bir halat ile bir minder tutan saadeti.

 

sidik kokusu, ısırgan şişiği

el arabasında taşıdık birbirimizi.

dilimizde aslına en yakın siren sesi

bilirsiniz; Asyalı çocuğun imgesi

 

Yahudi mezarlığına gömmek ile tehdit ederdi annem bizi

taşırsak eve sokak küfürlerini.

öğrenmenin ayıp olduğu topraklarda

itinayla uyuştururmuş meğer harflerimizi.

 

yalnızca kollarımla mutlu edebildiğim tek kadındı

gözlerimdi o sarı saçlı kızın devriyesi.

aşkın sarma-sarışık olduğunu düşünürken geceyarıları

kesesiz kangurular sürdü sefalarımı.

 

ne de çok bekledim askere gidince sevdiği

pencereden çalabilmek için gözlerini.

benim bir ada kızım oldu hayata dair

bir de motoru bozuk kayığım

küreklere kalırdı sevdam biterken akşamsefaları.

 

umut sendeler, her çakıltaşına inci deyince

akrep sinsi sinsi gülerdi halimize

hatırlayınca hayatın kürekte mahkûmluğunu

siyaha sabretmekten sıkılır

“ölsek” derdik “hiç olmazsa deniz dinlenir”.

 

öfkesi zehirli çocuklar büyüttü

kanımıza rengini veren kızıl düş perisi.

hissedilse de dolunay artığı fırtınanın patlayacağı

acıkan zihin kurtuluş sanıyor ağına takılan her sloganı.

 

hiç aldırmadan çevresine ve

kibrit başlarından oyma ateşten çembere

bir yalan uydurdu; inanıp, boğuldu sevi

ilerlerken başucumuzdaki portakal lekesi.

 

sıkıyönetimin gözü önünde

ekmek böldük biz birbirimize.

ne kadar sallasalar da düşün’ün ağacını

dalımızda çürüyecektik elbette.

 

tahrip gücü yüksek bir çocuk

hayatı budama peşinde şimdi.

bir kozaya sığmayacak kadar büyüyünce

tek güne sığdıramayacağını anladı ideallerini.

 

en zor anında harcamak için

cebinde saklıyor gıcır gıcır bir çığlığı.

tekmelemeyi kesince içindeki afacan sızı

canı çekiyor olmalı sahipsiz acıları.

 

sokakta dizi en çok kanayan

uçurtması uçurtmaların korkulu rüyası.

acıları kesip, sağlam bir kuyruk yaptı kendine

salınabilmek için devrimin gözlerine.

 

evden jilet aşırıp, kesti yanaşan uçurtmanın kuyruğunu

hayalinde aldatılmış bir kadın vardı.

o’na anlatmaya çalışıyor hâlâ;

birbirine sarılan iki uçurtmanın

bir daha asla uçamayacağını…

 

ÖZGE DİRİK / 2002-2003 İstanbul

BALİNA

Göğü gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim

dalıp çıkmalarım ‘orda bir şey’e dönüktü

kaç kez bir şey, başka bir şey

sıçradım hem yittim

hem belirlendim

derin durdum, teknenin altına girdim

sarstım

sarsıldım vuruşun gitgide usta vuruşuydu

sustum düşe düştüm

senin mi kan, yaralarımdan mı

hey kaptan

ne balinayım ben şimdi inadı içinde

ne senin mavi balinan.

 

GÜLTEN AKIN..

 

‘Uzak Bir Kıyıda.. Toplu Şiirler-III..’ GÜLTEN AKIN, YKY Yayınları, Ekim 2004, 145 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu; yaşamak…’

“ağzımız koksun, ama koksun, biz iğrençliğe de varız
yatalım, leş gibi yatalım, öylesine alıştığımız ki bu
bir kumru bir kumruyu tamamlasın
bir yılan, bir fare bir deliği kapasın bu
sadece bu.. “

Bir bahar günü en sevilen caddelerin birinde bom boş yürümek.. göz ucuyla süzülen vitrinlerde ucuz, indirimli bir şeyler bulup almak.. bir yanından tren geçen, sedirli bir çay bahçesinde oturup, saatlerce gazete okumak.. telefonu kurcalamak.. acıkınca patatesli bir gözleme yemek.. bazen ıspanaklı.. peş peşe keyifli keyifli yudumlanan demli çayların eşliğinde saatleri devirmek.. zamanın farkında olmamak..
bazen tüm bu sıradan yapılan şeyler sebebiyle gülümseyebilmek..
evet, yavaşlık.. sıradanlık..
Sadece BU..

“iş edinmişim öyle kimsesizliği
kendimi saymazsam – hem niye sayacakmışım kendimi –
çünkü herkese bağlı, çünkü bir yığın ölüden gelen kendimi
konuşmak? konuşuyorum, alışmak? evet alışıyorum da
süresiz, dıştan ve yaşamsız resimler gibi..”

Sesler.. hayatı, yaşamı anımsatan, çağıran sesler.. her kafadan çıkan sesler.. mutlu, mutsuz, acılı, sevinçli bazen ölümcül sesler.. ama, o sesleri duyamıyorum .. Kimse Yok muuu !!


“çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
değişmek..”

Bir film.. Bir replik.. “Köyümüzde yaşlı bir bekçi vardı, Gece devriyelerinde bağırırdı: “Herşey yolunda. Herşey yolunda!” Biz de huzurlu bir şekilde uyurduk. Sonra bir gece, bir hırsızlık oldu. Ve öğrendik ki meğerse bekçi körmüş! O, “Herşey yolunda!” derdi, biz de güvende hissederdik kendimizi. O gün, bu kalbin ne kadar kolayca korkabildiğini öğrendim. Kandırmanız gerekiyor. Sorun ne kadar büyük olursa olsun, “Herşey yolunda.”


“biz olmayan insanlarız, ya da çok kuşkuluyuz – böyle
nereden geldiniz, tam sizi soracaktım – böyle
biraz da soğuk almışım, biraz da içki, biraz da bahçe
yukarı çıkalım, hadi çıkalım, annem çay pişirir size
çünkü o bizim yukarda her zaman bir mavi olur
güneşler girer çıkar ellerinize..”

Bir kitap.. bir aşkı anlatacak, okursam.. okuyamıyorum.. yüzümde aşka yabancı olma ifadesi.. aşk, bomboş bir park şimdi.. kimsesiz.. umutsuz.. sahici olmayan..

“işte bir sevgilinin bırakıp gitmesi üzerine
apışıp kaldığımız, yatıverdiğimiz yemekten sonra
saatin kaç olduğu – üstelik sorulmaz ki
sabaha kadar sabaha
uyuyup uyandığımız
bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız.”

Doğduğumu hatırlıyorum.. sonra öldüğümü de .. çok oldu öleli.. ço
k zor oldu ikisi de.. hep hatırlıyorsun.. hep hatırlıyorsun..

“biz ne garip şeyleriz ki; doluyuz, bazıyız, avuntuluyuz
ve bizim en güzel öldüğümüzdür bu: yaşamak
ben biliyorum, yalan mı, siz de biliyorsunuz.”

Umutsuzlar Parkı/Edip Cansever

‘TAFLAN’

-Araf-

Ustaların bir kaçı atladıktan sonra,

tüm korkularını bir kenara bırakıyor acemi yağmur damlaları..

 

Sen hala düşmekten korkuyorsun..

 

-Sahne 1-

 

Yağmur yağdığında bu şehre, hiç sevilmez şemsiyeler.

Her yalnızlık yeni bir sevgili edinir,

dindiğinde, şemsiyelere nefrete kalınan yerden devam edilir..

 

-Sahne 2-

 

Reglini saklamıyor Tanrıça İrene,

göğün kapısı şimdi bembeyaz..

Ayetlerin kırmızı zamanlara yer çektiğinden beri böyle bu,

bir de hikaye içinde altı ilk çizilen cümlelerin küfü var,

eskiyen kokusu..

 

Bazen bir köprü uzuyor karşı kıyıya,

geçmek istiyorsun

bacaklarından yere doğru yumuşacık akıyor kasların.

Kimse geçmeden kapanıyor köprü,

sözlerinin dudaklarındaki çatlaklar iç içe giriyor,

metanet katlediliyor..

 

-Sahne 3-

 

Uyuyamıyorsun,

yatağın altında şehrin gürültüsü,

dolabından sızan, annenin patiskalara sarılı ninnileri,

komşudan yayılan yanık et kokusuna karışıyor odanda.

 

Yalnızlığın anormal alkol tüketimi,

senden çok daha önce ölen bir sesin çığlık gereksinimiyle,

şehrin üzerine kusuyorsun herşeyi.

 

Gardiyan yatağının kenarında,

elinde yağlı ebonit bir jop

ne zaman sigara isteyeceğini bekliyor tutkuyla..

Belinde sallanan anahtarlar

daha önce hiç duymadığın bir özgürlüğün şarkısını mırıldanıyor,

köprü açılıyor,

senin canın sadece sigara istiyor..

 

-Sahne 4-

 

Beni affedebilecek misin ?

 

İçimde seni saklamaktan öyle yoruldum,

cehenneme gidiyorum..

 

‘DÜŞSEL’

YAŞAYAN HECE

Napsan boş, hep orada olacak, istemedikleri yerde bittikçe,

gece çöktükçe, süt döküldükçe,

araba yürüdükçe ve her çöküntüyü geçtikçe ve ağız dolusu sövdükçe

orada olacak, peşine köpek salsanız da hiç şaşmaz

yine orada olacak, avlanmaya kalktıkça, izini sürdükçe döne döne

o yine orada olacak, yanı başında herkesin, kavga sürdükçe, dile döküldükçe

her şeyde her yerde, büyüdükçe, eğildikçe

orada olacak, anam avradım olsun, yaşayacak bu hece : çe.

 

JULIO CORTÁZAR 

 

‘SON RAUNT’, JULIO CORTÁZAR, Çeviri : AYŞE NİHAL AKBULUT, YKY Yayınları, 407 Sayfa, Ocak 2009..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Herkesin İki Meleği Vardır…

Silinsin diye midir tüm kelamlarım…

Deniz kumsalını silmek için mi dalgalanır…

Ya rüzgâr ne varsa silip süpürmek için mi ıslık çalarak geçer şehrimden…

Sözlerde öyle değil midir uçup gitmez mi dimağın dilinden…

Nasıl da iz bırakır sözden anlayanın zihninde…

Söz ağızdan çıkmaya görsün kalem kağıda dokunmaya kıyamazken…

Sen dilini döndürürken ağzında en acı cümle yerini almıştır bile…

Aç gözlü bir kurdun masum kırmızı başlıklı kızı tuzağa düşürmesi gibi acıdır söz söylemek…

 

Kelimelerinde mayınlar saklı…

Adım atsam patlayacak göğsümde…

Dipsiz bir yara açılacak tinde…

Yar yar diye bağırasım gelir de…

Sesim düşmez kâğıdın üzerine…

Uç biter kalem kırılır…

Evvel zamanın diline düşer zaman…

Samanlık seyran olur da seyrine dalamazsın saçlarımın…

Günahın kucağındayken -günah çiledir elzem elzem yazılır alnına- herkesin iki meleği vardır…

İyiler ve kötüler gibi…

 

Hasibe…

‘şiir bir barış sığınağı değildir / şiir yırtıcı gücü savaşın..’ – YEVGENI YEVTUŞENKO

ÖNDEYİŞ

 

Bambaşka bir insanım ben,

hem çalışkan

hem tembelim,

bir amacım var ama amaçsızım yine de!

Elim her işe yatmaz öyle,

beceriksizim,

utangacım, kabayım,

hem kötüyüm

hem iyiyim.

Kutuplar birleşir içimde

Doğu’dan Batı’ya kadar,

kıskançlıktan sevince kadar.

Bilirim, böylesi sevilmez insanım,

ama asıl değerli olan

bana kalırsa kutuplardır!

Saman yüklü bir kamyon gibi

yüklüyüm ben de.

Sesler arasında uçarım,

dallar arasında uçarım,

gözlerim kelebeklerle dolu,

samanlar taşar her yanımdan.

Bütün canlıları selamlarım!

Tutkuluyum, ateşliyim, coşkunum!

Sınırlar dikilmiş önüme;

bilmiyorum Buenos Aires’i, New York’u

bilmek isterim;

Londra sokaklarında gezmek

ve kırık dökük İngilizcemle

canım kimi çekerse

onunla konuşmak isterim.

Çocuklar gibi asılıp bir tramvaya

dolaşmak isterim sabahları Paris’te.

Sanatın da, benim gibi,

çeşitli yanları olsun isterim;

yorsa da beni sanat,

canımı çıkarsa da,

kuşatılmış olmak isterim sanatla.

Her şeyde kendimi görürüm biraz;

yakınlık duyarım Yesenin’e,

Walt Whitman’a,

Bütün çalgıları avucunda tutan

Moussorgski’ye,

Ve el değmemiş çizgisini götüren Gauguin’e.

Kayak yapmayı severim kış gelince,

uykusuz gecelerde şiir yazarım;

sevmediklerimle alay etmeyi

ve tutup bir kadıncağızı

derenin bir kıyısındaa öteki kıyısına

geçirmeyi

severim.

Kitaplara dalarım, çalı çırpı taşırım;

umutsuzluğa kaptırırım kendimi bazen,

ne istediğimi bilmez olurum.

Ağustos’un kavurucu sıcağında

buz gibi bir karpuz dilimini

kemirmek hoşuma gider.

Ölüm aklıma bile gelmez,

şarkı söylerim, içki içerim,

kollarımı açıp çimenlere uzanırım,

bu koskoca dünyada bir gün ölürsem

dünyanın en mutlusu olarak öleceğim. (1957)

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ŞİİR

 

Şiir bir barış sığınağı değildir

Şiir yırtıcı gücü savaşın.

Onun da taktikleri vardır, kendince oyunları.

Savaş savaş olmalı.

Şair bir asker.

Ve haklıysa,

hakkıdır her şeyi denemek de

dalarken duman ve ateşin ortasına.

Geride o gizlice sürünen fareler

nasıl bilebilir kaç adamın

çarpıştığını ateş altında?

Titreşen fareler

cepheden o güvenli uzaklıkta.

Onlar için,

-o fareler ah-

göstermelik bir tavırdır cesaret olsa olsa.

Ve hepsi hepsi ihanettir

savaş yöntemleri de..

Nedir işleri peki hainin

kendini yüceltmek için

onun mertebesine

damgalamak kahramanı ‘hain’ diye.

Şair dediğin

Kutuzov gibi olmalı

apaçık görünmeli yerine.

O, geri çekilir kimi

tam ilerlemeye.

Bitkindir,

bir kuyudaki suyun yarısını tüketir.

Uyumak ister elbette.

Ama bir başkumandanın gözleri,

iç benliğidir ona kumanda eden

hep bir yükseklikten

görmek için ilerisini.

Onun güçlü elleri

saatine ayarlıdır topların

yük trenlerinin

bayrakların.

 

Ki onlar

düşünüyor sansınlar sağdaki süvarilerini.

Oysa o soldakilerin şafaktan beri

hücum borusunu beklediklerini bilir,

Ormanın gerisinde

burun delikleri titreyerek

ateşe hazır.

Şairin savaşı

ne zaferin şanı,

ne rütbe, ne emirler adınadır.

Varsın olsun ona sağdan soldan

kara çalanlar!

Küçülür yalancılar onun bakışlarıyla.

Sadedim odur – bir şair…

şair can verdiğinde,

ölümünde bile, evet

korkudan titretir.

Silahlarını indirmemiştir çünkü öldüğünde-

gazabı bakışlarında öylece kalır

korkarlar gözlerini gagalamaktan.

ve o hep aynı savaşçıdır,

öldüğünde de

öldüğünde de

yılgıdır düşmanın içinde. (1962)

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GENÇLERE YALAN SÖYLEMEK YANLIŞTIR

 

Gençlere yalan söylemek yanlıştır

Yalanların doğru olduğunu göstermek yanlıştır.

Tanrı’nın gökyüzünde oturduğunu ve yeryüzünde

işlerin yolunda gittiğini söylemek yanlıştır.

Gençler anlar ne demek istediğiniz. Gençler halktır.

Güçlüklerin sayısız olduğunu söyleyin onlara,

yalnız gelecek günleri değil, bırakın da

yaşadıkları günleri de açıkça görsünler.

Engeller vardır deyin, kötülükler vardır.

Varsa var, ne yapalım. Mutlu olamazlar ki

değerini bilmeyenler mutluluğun.

Rastladığınız kusurları bağışlamayın,

tekrarlanırlar sonra, çoğalırlar,

ve ilerde çocuklarımız, öğrencilerimiz

bağışladık diye o kusurları, bizi bağışlamazlar.

 

YEVGENI YEVTUŞENKO

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BABİ YAR..’, YEVGENI YEVTUŞENKO,, Çeviri : ÜLKÜ TAMER, NESRİN ARMAN, BROY Yayınları, Ekim 1997, 128 Sayfa..

 

NAZIM HİKMET İÇİN..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hayır, olmaz, yazamam, rica ederim, şimdi olmaz.. bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa daha önce, hapishanenin, hastalığın, yaşlanmanın etkileyemediği bu altmışlık delikanlı, bu sarışın boğa taptaze içimde yaşadığı sürece yazamam.. şimdi olmaz.. daha sonra.. söz veriyorum, yazacağım, hem de bu dergide, daha başka bir konuda: ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim.. paskalyanın yedinci günü, cumartesi sabahı dinlenmeye giderken aldığım ‘znamia’ gergisinin son sayısını da götürmüştüm yanımda, dergide ‘nazım’ın ‘yaşamak güzel şey be kardeşim’ adlı romanının son bölümü vardı.. yortu boyunca herkes onun değil, ‘papa xxııı. jean’ın ölümünü bekliyordu.. her saat, radyoların başında.. ve pazartesi sabahı papa hâlâ yaşıyordu.. ‘nazım’a gelince, hiçbir şey bizi uyarmamıştı, can çekişmedi, bir merdiveni çıkarken, ayakta, ansızın göçüverdi.. yaşarken öldü.. bir ağaç gibi devrildi.. bırakın da benim için gerçekten ölsün.. o zaman yazarım derginize, uzun uzun, benim için, başkaları için ne anlam taşıdığını yazarım, belki gelecek ay, yaza kadar, temmuza kadar izin verin bana, o’na pek yakışan temmuza kadar izin verin.. bundan on sekiz yıl önce hapishanede, büyük türk gizemcisi ‘mevlânâ celaleddin’ ya da iranlı ‘ömer hayyam’ gibi yazdığı şu dörtlüğün bir falcılık olmaktan çıktığını anlayacak kadar zaman bırakın bana :

 

‘paydos..’ – diyecek bize bir gün tabiat anamız,-

gülmek, ağlamak bitti çocuğum…

ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:

görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…’

 

yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşmesinden topu topu bir iki saat sonra, bir telefon.. ‘nazım..’ ey ölüm, ne de hızlı gidiyorsun günümüzde! iki saat bile geçmeden, bütün avrupa’yı geçmiş, beni aramışsın.. ‘yveslineler’de bulmuş, yüreğime işlemiştin, telefonla gelen, görülmeyen, düşünülmeyen, henüz bir sözcükten, bir adıldan başka şey olmayan ölüm, ve ben hayır diyorum, ‘nazım’ olamaz.. evet.. o.. ‘nazım’… başkası değil, ta kendisi.. bütün insanlar gibi, o da.. ve şiirindeki bir çocuğu anımsadım:

 

‘recep, damdan düşer gibi karıştı söze:

harbe girdiğin zaman, bir gavur öldürüp

bir yudum içersen kanını

korkun kalmazmış..’

 

ben onun kanından bir damla bile içmeyeceğim.. konuşmayan.. uçsuz bucaksız hayat.. ‘nazım’, senden bana ilk kez 1934’te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim.. dostluğumuz otuz yıl bile sürmeyecekti.. ne de az, otuz yıl.. 1950’de bizler, türk halkı ve dünyanın dört bir yanındaki ozanlar seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü, dosdoğru yaşamın içine daldın.. ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin.. demir parmaklık dışında on üç yıl, ya da ona yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam.. on üç yıl, hatırı sayılır bir şey.. hapishane dışında öldün, bu da bir şey.. ama öldün.. bu düşünceye alıştıracağız kendimizi.. ‘insan manzaraları’nı sensiz kafamızda canlandırmaya çalışacağız… senin deyişinle, manzarayı, ‘şu uçsuz bucaksız hayat’ı ağacın biri olmadan tasarlamaya uğraşacağız.. (6 haziran 1963..)

 

LOUIS ARAGON..

 

‘BİR SÜREKLİ İLKBAHAR..’ , LOUIS ARAGON, Çeviri: BERTAN ONARAN, PAYEL Yayınları, Mart 1999, 112 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yalnızlık

Bazen,

evin bir köşesinde kendi başına takılan,

ayağına küçük gelen bir çift terliktir yokluk.

Gözüne çarpar bir an, düşünürsün..

Düşünmekten öteye geçer, alır masanın üzerine koyarsın.

Tozlarını ıslak bezle alırken, ilgisizliğin için özür dilersin.

Kahve fincanının tam önüne koyarsın, kahveni içmek için elini uzatmalarının ve fincanı tutmanın periyodlarında bakarsın onlara.

Sonra konuşmaya başlarsınız ibraz ettiği yoklukla, farkında olmadan.

Sorarsın, cevap beklersin, susar..

Sorarsın, cevap beklersin, susar..

Sorarsın, susar,

sorarsın, susarsın..

Oysa en basitten başlamışsındır sorularına,

basitlik içeriyordur en zor soruların.

Sinirlerin bozulmaya başlar bir süre sonra,

çünkü kahve içilmeyecek kadar kötü değildir.

İkramı red, sinir bozucu olabilir bu gibi ortamlarda, bilinmelidir.

 

Kızdığını anlar.

Sorar, cevap vermezsin.

Sorar, cevap vermezsin.

Sorar, susarsın..

Bir çift terliği  kaale mi alacaksın ?

 

Düşsel