Archive for the ‘Sayıklamalar’ Category

Günün Şarkısı ve Bu Vesileyle Sayıklamalar..

Günün Şarkısı : ‘Because The Night’ – PATTI SMITH..

‘canım hep sıkkın.. nasıl yenilmez , bitmez , tükenmez bir sıkıntı bu anlamıyorum.. canımın sıkıntısı artık nereden , kimden kaynaklanıyor düşünemiyorum bile..

eski adıyla ‘ikizim’ yeni adıyla ‘yalanım’ belki en büyük can sıkıntısı sebebim.. belki de tek sıkıntım.. yüklenmek de istemiyorum ona fazla.. o benden kırılgan.. gülüyorum işte şimdi hin hin.. hem onun için canımın sıkılmasının belki tek sebebi diyorum , hem yalanım diyorum , bir de ona hala üzülüyorum , çok kırılgan diyorum..

kırılgan insan yalan söyler mi.. boş ver bunu başka zaman tartışırız..

‘ikizim’ yada  yeni adıyla ‘yalanım’la müzik dinlemeyi çok severdik.. herhangi bir gölün kenarına (en çok da o kara şehrin yanındaki göl) ya da boğazın en yüksek noktasında bir uçurum kenarına arabayı çekip konuşmadan saatlerce müzik dinlerdik..

bazen bazı şarkıları onlarca defa dinlerdik.. o dalıp giderdi başka yerlere.. maviliğe bakarak ben de ona dalar giderdim.. bazen de onun kafasının içinde gezinmeye çalışırdım bir salak gibi..

omzuma yaslanır ya da dizlerime uzanır uyurdu , yanımdaydı ama sonra anladım ki hiç yanımda değilmiş , çok uzağımdaymış..

yakalayamamışım hiçbir zaman onu ve düşüncelerini..

en çok şiir okurken severdim onu.. ya da araya bir iki dize sokuşturduğu zaman edip’ten ya da turgut’tan..

‘saatlerce konuşsa keşke derdim , hiç susmasa..’ bu cümle aynı zamanda onun benim için en çok söylediği ve yazdığı cümleydi.. ne tesadüf , ne komik ve ne acı..

hele sayfalar uzunluğundaki şiirleri elinde kitap varmış gibi ezbere okuması ve sonra gülümsemesi..

sadece o gülümsemesi ve susuşu üzerine yazmak isterim binlerce sayfa.. ve bitmesin o yazdıklarım , sona gelmeyeyim hiçbir zaman.. son nefesime kadar sadece onun o gülümseyişini yazayım..

ona bir kere çok ağır yazmıştım.. bana bir kalp borçlusun diye.. gerçekten o zamanlar buna inanıyordum.. kalbimi delik deşik eden , ona en çok zarar veren ve her geçen saniye kalbimi kemirmeye devam eden oydu.. öyle düşünüyordum..

sonra lütfetti onu gördüm bir ara.. gözlerine baktım.. bana ‘sana gerçekten bir kalp borçlu muyum’ diye sordu.. kıyamadım kendisine , evet diyemedim.. hayır dedim.. borçlu değilsin.. kim bilir belki bir karaciğer ya da pankreas ya da mide borçludur.. yazarken bunları yine gülüyorum , gülerken bir yandan da gözlerimden yaşlar akıyor.. bizim ‘güneşe’ benziyorum böyleyken.. hem ağlarım hem gülerim hesabı..

‘yalanıma’ kıyamadım işte o anda , kendimi inkar ettim , kendime ‘yalan’ söyledim.. oysa suratına haykırmak istiyordum..

şimdi yine diyorum bana bir kalp borçlusun ‘yalanım’.. çünkü öyle bir hale getirdin ki bu kalbi.. kalp denmez.. bir enkaz bile değil..

pazar günü kitaplarımın arasında dolanırken elime bana verdiğin kitaplardan biri geçti.. bulunduğum her yerde karşıma çıkıyorsun ya evde de çıktın işte..

edip’in kitabı.. hatırlarsın..  kitabın sayfalarını ayakta karıştırırken birden sanki bir el kalbimi avuçladı ve güçlü bir şekilde sıkıp bıraktı.. belki de senin elindi.. dedim tamam.. buraya kadarmış.. son.. the end.. khalas..

elim ayağım boşaldı.. tutunacak bir yer aradım.. uzandım hemen.. dakikalar değil saniyeler geçmiyordu.. o el bir daha sıkacak mıydı.. bekliyordum.. hayatımda böylesini yaşamamıştım sanırım..

uzandığım yerde bu bir uyarı mıydı acaba dedim.. hoyratça kullandığım vücudumun bir uyarısı.. demir olsa dayanamazdı bu uykusuzluğa , içkiye.. hemen karar verdim içkiye uzun bir ara yine.. çok kararlıydım.. çok kararlar veririm böyle içkiyle ilgili.. bazen beş dakika sonra o kararı ezer geçerim.. işte o gün böyle düşüncelerle boğuştum durdum , hiç evden çıkmadım..

ertesi gün sabah korkarak çıktım çöplüğüme , kadıköy’e geldim.. hep tetikteydim , sanki bir şeyler yapabilirmişim gibi bekledim o elin kalbimi tekrar sıkmasını..

ama bir şey olmadı..

kadıköy’de gün boyu abidin dayı ile dolaştık , modaya çıktık.. çay bahçesinde ayazda dışarıda denize karşı oturup eskilerden konuştuk denize bakarak.. modadan dönüşte ümo kesti yolumuzu.. yürürken kendi kendime devamlı ‘ yanımda abidin dayı ve ümo varken kalbimi kimse sıkamaz’ diyordum.. rahata aldım yani bir anda..

halbuki gece bir düğün vardı.. esas o canımı sıkıyordu.. düğünleri hiç sevmem.. katılmak istemem.. yanlış anlaşılmasın evlenenlerden dolayı değil düğün ortamları sıkıyor beni.. bir de çok şey yapmacık geliyor.. tüm düğünler özünde aynı.. hep aynı nakarat..

bu aralar sanki benim inadıma düğünler arka arkaya.. ama hepsi sevdiğim kardeşlerimin mutlu günleri , katılmamak olmaz.. memo’nun nişanında olanları ‘halo’ burada anlatmış ayrıntılarıyla.. bana laf etmek düşmez o yazı üzerine.. sadece memo’ya ve neslihan kardeşime ömür boyu mutluluklar diliyorum buradan tekrar.. ve son söz olarak ‘halo’muzun eşine ‘halo’ya aldığı o sağlam çoraplar için tebriklerimi iletiyorum buradan.. gerçekten yarım saat boyunca bir çorabın lastikleri nasıl bir yetmişlik rakı şişesini tutar hala hayretler içindeyim-z..

neyse bu hafta başında olacak düğün içkili ve yemekliydi.. ama ben karar vermiştim içmemeye ya.. pehh.. akşam kalktık gittik düğüne.. oho kimler yoktu ki.. yirmi yıl öncesinden arkadaşlar.. masamıza kurulduk.. mükellef bir meze tabağı zaten hazır bekliyordu.. ne ararsan var tabakta.. yarısı memleketten mezeler..

ben yan gözlerle girişeyim mi hemen tabağa diye bakarken işte o an geldi.. garson bey yaklaştı.. ‘içecek ne alırdınız..’ rakı , şarap vs.. ne istersen var sınırsız..

bir an zaman durdu.. yanımda bizim oralı canım arkadaşlarımdan ‘tt’ vardı , benden önce yerime cevap verdi : ‘rakı içer o rakı’ dedi.. göz kırparak ‘la bugün kandil’ dedim.. hemen başladı harabi’den ‘kandil geceleri kandil oluruz’ diye türküye.. sonra arkadaş ‘hem bugün sevgililer günüymüş my honey’ diyince ben kahkahayı patlatmadan önce garsona kafamla getir dedim..

masamız oldukça kalabalıktı.. bazı arkadaşlar eşleriyle gelmiş doğal olarak.. biz de üç erkek arkadaş yanlarına oturmuşuz.. artık bizi idare edeceklerdi..

neyse az sonra garson elinde ‘şerbet’ şişesiyle geldi.. yanımdaki hemşerimle ben aynı ekoldeniz.. garsonun elinden şişeyi kaptık.. canım suyu da getir dedik.. hiçbir zaman garsonlara ya da başka birisine rakı doldurtmaz gerçek demci.. (‘demci’ lafını da güzel insan aydın boysan üstattan öğrendim.. aydın boysan bir derya.. gerçi bizim ‘halo’ onu beğenmiyor.. içmeyi bilmiyor diyor onun için ve biz gülüyoruz bunu dediği zaman..)  çünkü bilen var bilmeyen var.. bir de her demcinin kendine göre bir içişi ve ayarı var..

önce arkadaş doldurdu kendi kadehini sonra ben aldım , önce kendiminkini sonra yanımda oturan diğer arkadaşın rakısını doldurdum.. ben doldurdum diğer arkadaşınkini çünkü o içmeyi zaten bilmiyor.. sonra verdik garsona şişeyi..

yanımdaki hemşerimle en son üç ay önce yine bir düğünde boğaza karşı içmiştik.. düğün içkisizdi.. biz düğünden kaytarıp yandaki işletmeye gidip orada bir büyüğü yirmi dakikada devirip sonra düğün mekanına dönüp düğüne neşe saçmıştık..

ve işte yine biz başlıyorduk içmeye.. ama benim hep aklım göğsümde.. el sıkar mı diye bekliyorum tetikte.. sonra ‘tt’ hadi sağlığına kardeşim dedi ve kadehler kaktı , ilk kadehlerimiz hep fondiptir ‘tt’yle.. masadakilerin şaşkın bakışları ararsında rakı kadehleri boş olarak masaya iniş yaptı.. ‘tt’ arkada duran garsona sadece ‘canım’ dedi ve şişe tekrar geldi.. ikinci kadeh , üçüncü kadeh ve tam gaz devam.. ‘tt’yle durmaksızın içeriz istesek , bayılana kadar ya da ölene kadar belki.. şimdiye kadar bayılmadık ya da ölmedik hiç onunla.. ama hiç bozmadık kendimizi.. belki de hemingway’in ‘alkolik , kendisinden fazla içemeyen adamdır’ sözündeki gibiydik.. kim bilir..

içtikçe unuttum gelip kalbimi sıkacak eli.. bir ara sanırım masaya damatla gelin gelmiş , tebrik etmişiz , gülücüklerle dolu fotoğraflar çektirmişiz.. hatırlamıyorum.. sadece ‘tt’nin o kara gözlerini gülümseyerek kısması ve sağlığına diyişi aklımda kalmış.. zaman nasıl akıp gitmiş anlamadım bir baktık masada ikimiz kalmışız , bir de göğsümde sımsıcak ‘yalanım’..

(göl fotoğrafları : crockett..)

canım arkadaşım ‘tt’ gece yarısından sonra uçacaktı memlekete.. ‘hadi biz de ikileyelim’ diyip , bir başka düğüne kalmasın görüşmelerimiz temennileriyle kalktık masadan.. düğün sahipleriyle vedalaşıp attık kendimizi sokağa.. sonra sarıldık birbirimize gecenin ayazında..

sabah olduğunda rakının lezzeti hala damağımda geziniyordu.. ama arkası kesilmeyen öksürüklerden sonra karar verdim tekrar bir süre içmemeye.. tabi canım içmeyiz..

kahvaltı etmeden çöplüğüme geldim.. kimse yoktu.. çayı demledim ve pastanelerimden pastane seçip gidip ne kadar zararlı şey varsa aldım geldim , tıkınmaya başladım..

sonra günlük rutinler başladı.. her şey aynı.. gün boyu içmemek için kendimi motive ediyordum.. ama akşamüstü olduğunda hüzün çöktü yine..

canım nasıl bir kadeh rakı ya da buz gibi bir bardak bira çekti kimse anlayamaz.. bir alkoliğin çırpınmaları ya da istekleri değil bunlar.. ‘yalanım’la tartışmalarımız hep bana ‘alkoliksin’ demesi üzerine başlardı.. ben alkolik değilim derdim o da ısrar ederdi.. ben de ona ‘sen sigara bağımlısısın , ben alkol almadan durabilirim ama sen sigara içmeden duramıyorsun’ derdim.. ‘halo’ ekolünden gelenler alkolik değildir , kabul edemem bunu.. ayrıca herkes bilir içkiye verdiğim radikal ara verişleri.. bu bambaşka.. ama yendim kendimi , hemen gittim bir tur attım moda’da..

sonra döndüm çöplüğüme müzik dinleyeyim dedim.. hep yanımda duran ‘yalanım’ gülümseyerek fısıldadı birden.. ‘deep purple dinlemek istiyorum’ dedi.. gülümseyen yüzüne dokunmak istedim hep öpmek istediği parmaklarımla.. ama elim boşlukta kayboldu.. ve deep purple çalmaya başladım.. sonra jefforson airplane’e geçtim ve sonra patti smith’de takıldım , kaldım..

patti smith’in yorumuyla white rabbit’i dinledim defalarca.. çaldı çaldı.. patti smith çalıyor ve ben daha beter hüzünleniyorum..

hüzün , isyan , öfke  dolduruyor içimi.. içmek istiyorum..

kahretsin diyorum ve içmek istiyorum.. 

patti smith..

çok şeyi alevlendiriyor içimde yine..

adela’dan sonra beni en çok heyecanlandıran , içimde bir şeyler uyandıran kadın herhalde patti smith’dir..

white rabbit’le artık uçuşa geçiyorum.. uçmaya başlıyorum gökyüzünde yalanıma doğru.. arkamdan adela kollarını açıp kendisine çağırıyor.. adela’ya ‘üzgünüm’ diyorum ve denizin üstünden ‘yalanım’a doğru yol alıyorum..

o an aklıma yine saçma sapan düşüncelerimden birisi geliyor.. dünyanın en güzel şarkı söyleyen  kadını kim janis joplin mi , patti smith mi karar veremiyorum.. karar vermek de istemiyorum zaten.. neye karar verdiysem altında kalmadım mı o kararların..

içmedim..

zaten patti smith sarhoş etmişti beni yeterince..

dedim yarın bir günün şarkısı yazısı yazayım.. epeydir yazmıyorum günün şarkısı ve içmediğim bugünün anısına günün şarkısı olarak patti smith’den seçeyim..

ama hangisini seçeyim ki.. işte yine bir karar verme işkencesi..

‘dead man walking’ filminin şarkılarından olan ‘walkin blind’mı olsun , jefforson airplane coverı ‘white rabbit’mi.. karar veremedim uzun süre..

ama sonunda tabi ki ‘because the night’ta karar kıldım..

bugünün şarkısı dünyanın en güzel şarkı söyleyen iki kadınından birisi olan patti smith’den ‘because the night’.. müzik kutumuzdan hem  ‘because the night’ şarkısını hem de ‘white rabbit’i dinleyebilirsiniz..

bir bruce springsteen şarkısı ve patti smith yorumu.. 

sonsuzluğun şarkısı ise yine onun yorumuyla ‘white rabbit’ olsun..

ve son sözler..

‘yalanım’ bana bir kalp borçlusun..

sizler ise aylaklar hiçbir şey borçlu değilsiniz , biz size çok şey borçluyuz..

‘adela’m seni unutmadım.. kırılma.. ben sana hayatımı borçluyum adela.. başka bir yazımda bitirdiğim gibi bitireyim yine.. senin dizelerinle.. ‘ayaklarının dibindeyim hep ben.. uzun bir süredir nefes alamıyordum zaten..’

müzikle ve gülüşünüzle kalın..’

 

Crockett..

 

(Patti Smith , ‘Horses’ albümünü ‘marjinallere , ucubelere ve toplumdan dışlanmışlara yapılmıştır bu albüm’ diyerek bizlere armağan etmiştir..)

BECAUSE THE NIGHT.. 

take me now baby here as i am
hold me close, try and understand
desire is hunger is the fire i breathe
love is a banquet on which we feed..

 

come on now try and understand
the way i feel when i’m in your hands
take my hand come undercover
they can’t hurt you  now,
can’t hurt you now, can’t hurt you now..

 

because the night belongs to lovers
because the night belongs to lust lovers
because the night belongs to lovers
because the night belongs to us..

have i doubt when i’m alone
love is a ring, the telephone
love is an angel disguised as lust
here in our bed until the morning comes..

come on now try and understand
the way i feel under your command
take my hand as the sun descends
they can’t touch you now,
can’t touch you now, can’t touch you now..

with love we sleep
with doubt the vicious circle
turns and burns
without you i cannot live
forgive, the yearning burning
i believe it’s time, too real to feel
so touch me now, touch me now, touch me now..

because tonight there are two lovers
if we believe in the night we trust
because tonight there are two lovers
because the night belongs to lust
because the night belongs to lovers
because the night belongs to us..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER..

‘kalkedon yayınları türkiye’deki sinema kitaplığının bir eksikliğine son verecek bir kitap yayınladı yakın zamanda : doğu asya sineması.. david carter’in derleyip yazdığı kitap nejat ağırnaslı’nın çevirisiyle raflarda yerini aldı..

kadıköy’de olanlar şanslı diyeceğim kalkedon yayınları diplerinde caferağa spor salonunun karşısında , oradan indirimli şekilde alabilirler.. her ne kadar ben orada kitapla ilgili küçük bir komedi yaşasam da..

ben genelde tanımadığım , girmediğim kitapçı ya da mağazalardan alışveriş yapmayı sevmem.. sıkıntı basar.. sanırım bir psikiyatriste görünmem de yarar var bu konuda.. gülüyorum.. neyse kalkedon yayınevi de böyle pek uğramadığım ama her gün vitrinine geçerken bir iki kere baktığım bir kitapçı.. işte böyle geçişlerimden birinde baktım ula o ne kapağında ‘old boy’dan bir sahnenin olduğu bir kitap duruyor vitrinde.. neyse binbir zorlukla kendimi ikna ederek içeri girdim.. masalardan birinden bir hanımefendi kalkıp buyrun dedi.. ‘doğu asya sineması’ kitabından bir adet istediğimi söyledim.. bayan bana anlamayan gözlerle baktı , hangi kitap dedi.. ben tekrar ettim.. bilgisayardan bakmaya başladı.. off en sevmediğim sıkıcı anlar bunlar.. ama beni bir gülümseme tuttu , gülümsemem bayanın aramasının uzun sürmesi ve kitabı bulamamasıyla arttı..

tam kahkahaya dönüşecekken kendimi tuttum çünkü o sırada bayan bana dönüp üzgünüm böyle bir kitap yok dedi.. ben ağzımı açayım mı , ağzımı açarsam kahkaha atar mıyım diye düşünürken yahu ben yanlış mı girdim acaba diye de kendimi sorguluyordum.. kalkedon kitapçısı değil mi diyeceğim ama orası , ki olmasa bile vitrinde zaten var kitap..

vitrinde duran kitabı bilgisayarda arıyoruz.. kendimden şüphe ettim bir ara , la yine mi ayakta uyuyup rüya görüyorum diye düşünürken bayan yan odadaki yine bilgisayar başında oturan bir beyefendiye dönüp kitabın adını söyleyince o bey de bilgisayarda aramaya başladı.. o an bir yok olmak istedim yeryüzünden bir de geri dönüp çıkıp dükkan dışında iyicene bir gülüp geri dönmek istedim.. ama o beyefendi de yok böyle bir kitap dedi.. ben artık koptum , dayanamayıp gülerek dedim ki tamam kitap yok bilgisayarda ama ben vitrinde duran kitabı alabilir miyim , orada bir tane var dedim..

bu sefer ikisi birden güldü ve bayan hızla vitrine koştu , gülerek kitabı getirdi.. bizim kitapmış dedi , evet dedim kalkedon’un kitabı ve gülümsedim.. kahkaha atmayı dışarıya bıraktım..

ben yoğunluklarına verdim onların.. hem kitap hazırlamak , yayınlamak hem de kitapçı ve cafe işletmek zor işler bu devirde.. böyle yoğunlukta olur böyle aksilikler dedim.. hem ne güzel işte asık suratımıza bir an olsun gülümseme yayıldı.. neyse teşekkür edip çıktım.. arkadaşlar belki beni hatırlamazlar ama üç hafta önce filan yaşanan bir olaydır bu.. not düşeyim dedim tarihi..

neyse poşetten hemen çıkarıp yolda inceledim biraz.. güzel bir kitaba benziyordu.. mekana gittiğimde daldım kitaba..

gerçekten güzel bir derleme.. tayvan , çin sinemalarından tutun her iki kore’nin sinemalarına kadar doğu asya’daki sinema sanatına ve yapıtlarından geniş bir alanı anlatıp , örnekleriyle sunmuş.. bazı bölümleri biraz yavan ve sırf bahsetmiş olmak için bahsedilmiş gibi dursa da kitap yine de büyük bir açığı dolduruyor.. özellikle bu coğrafyanın sinemalarına ilgi duyan ankaralı cevo’ya (ki cevo bu hafta sonu bana sürpriz yapıp beni ziyaret etti , çok sevindim gelişine) , ‘entekyeli’ yönetmen gökhan kardeşime ve bana oldboy’un müziklerini hediye ederek büyük güzellik yapan ama sonra beni nedense unutan beyoğlu’ndan deniz kardeşime tavsiye ederim bu kitabı.. mutlaka edinsinler..

bizim ‘japon sülo’ya gösterdim kitabı ama beyefendi animelerle , mangalarla ve kore dizileriyle kafayı bozduğundan kitap pek ilgisini çekmedi.. ee ne de olsa 90 gençliği böyle oluyor.. kitaba değil görsel bakıyorlar , yani kolaya kaçıyorlar diyeceğim ama bu japon sülo için geçerli değil çünkü japon sülo okumanın da hastası.. o kadar yetenekli ki okuma konusunda okurken uçan tekme bile atabiliyor istediğiniz kişiye..

bu arada yakında ‘japon sülo’nun bana verdiği ‘death note’ üçlemesi filmle ilgili yazacağım tabi o kadar ısrarıma rağmen eğer o yazmazsa ‘aylak adamız’a bu filmlerle ilgili.. bence gayet başarılı bir üçleme.. her açıdan başarılı filmler.. animelerini izlemedim.. animeleri de çok başarılıymış , belki vakit bulursam izlerim bir gün ‘death note’un animelerini de..

death note’un özellikle ilk iki film sürükleyiciliğiyle hollywood yapımlarını ezer geçer.. hele ‘l’ karakteri unutulmaz bir karakter.. ‘l’ canlandıran ‘kenichi matsuyama’ ile ‘light yagami’yi canlandıran ‘tatsuya fujiwara’ müthiş performans sergiliyorlar ilk iki filmde.. son filmde ‘l’ karakterini canlandıran   ‘kenichi matsuyama’ oyunculuk kariyerinin sanırım doruğuna ulaşıyor..

gerçi duyduğum kadarıyla hollywood bu filmlere de el atmış filmlerin tekrar çekimi için.. ama ellerine yüzlerine bulaştırırlar eminim.. tıpkı yakın zamanda izlediğim ‘tzametti-13’ filminin gela babluani tarafından tekrar hollywood için çekmesiyle.. film kuru , yavan olmasının yanı sıra sırf gişe için yapıldığı o kadar belli ki.. çok merak ediyorum.. gela babluani’ye bir fırsatım olsa keşke sorsam :  ‘daha üç dört sene geçmeden ve senin ilk filmin olan  ‘tzametti-13’ ü sen niye durup dururken tekrar çekersin kardeşim’ diye.. gerçekten anlamıyorum.. ve sen o ilk filminle gayet başarılı bir iş çıkarmışsın.. bence bir başyapıttı ilk ‘tzametti-13’.. ama durup dururken gela babluani gitmiş filmi bir de amerika’da çekmiş.. ee ne ortaya çıkmış koca bir hiç.. filmin tekrar çekiminde oynayan ‘fifty cent’ gibi parayı gerçek hayatında bıçakla kesip yediğini gösteren fotoğrafları medyaya dağıtan görmemişliğin abidesi adamlar oynuyor diye çok kişi izleyecek sanmışlar herhalde tekrar çekimde.. ama bir fiyasko.. gela babluani yeni yapımlarla uğraşsaydı keşke.. çok ümitliydim kendisinden..

konuyu epeyi dağıtık sanırım.. ‘doğu asya sineması’ndan , ‘death note’ filmine oradan gela babluani’ye kadar uzandım.. ne beyin var kardeşim bende de.. rahatsız bir beyin.. konuşurken de böyleyim.. alakasız konular arasında çok güzel bağlantılar kurar daldan dala sıçrarım.. ama yine de seviyorum kendimi ya.. koptum burada gülmekten.. hayatta hiç kendime seni seviyorum dememiştim.. püff..

neyse yazı konusu kitabı bence doğu asya sineması’na meraklıysanız alın.. meraklı değilseniz bile alın sinema dünyanızda yeni bir ufuk açar.. kalkedon yayınlarına ve kitapta emeği geçen başta çevirmen nejat ağırnaslı olmak üzere herkese teşekkür ederiz..

kitaplarla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

Kitap Arkası :

‘bölgedeki bütün ülkelerden pek çok film, kendi ortak budist ve konfüçyanist miraslarının izlerini yansıtır.. çin toprakları ve kuzey kore filmleri de komünist ideoloji ile şekillenmiştir.. bazı büyük yönetmenlerin yapıtlarında doğu asya’ya özgü görsel sanatlardaki geleneksel çizgilerin etkisini izlemek de mümkündür : imgelem, çerçeve içindeki kompozisyon, boşluk algısı gibi.. dövüş sanatlarının biçimleri de, en popüler eğlence ürünlerinden en başarılı sanatsal kazanımlara, filmlerin başarısına büyük oranda katkıda bulunmuştur.. her ülke filmleri aracılığıyla kendi özgün dövüşü sanatları formunu popülerleştirebilmiştir.. çince konuşan bölgelerde kung-fu ve tai-chi, japonya’da kendo ve karate, kore’de (özellikle güney kore’de) tekvando ve taekgyeon öne çıkmıştır..

güney ve kuzey kore sinemalarının ortak başlangıçları olduğu ve ikinci dünya savaşı’nın sonrasına kadar ortak bir tarihi paylaştıkları için bu kitaptaki tarihsel dökümde bunlar süreğen bir anlatının parçası olarak japon hakimiyeti altındaki dönem, güney kore ve kuzey kore başlıklarında üç parçaya bölünerek sunulmuşlardır.. tayvan örneğinde anakara çin’den mülteciler tarafından kurulan yeni bir ülke olduğu ve japon hakimiyeti boyunca çok az sayıda film üretildiği için bu ülkenin sinema tarihini çin sinemasından bağımsız olarak sunmak mümkün olmuştur..

bu kitap, doğu asya sinemasında başlangıcından günümüze kadar olan gelişmelere geniş bir bakış getirmeye çalışıyor.. seçilen yönetmenlere ve onların filmlerine sağlanan özet bilgilerin bu yönetmenlerin filmlerinin bütününü daha derinlikli incelemeleri için okuyucuları teşvik edeceği düşünüldü.. yazarın seçkisinde tarihsel önem, sanatsal başarı, yenilikçilik, tanrının önemli örneği olma, bir açıdan özgünlük, bir akımı temsil etme, kendi ülkelerindeki sosyal ya da kültürel bir temayı yansıtmak ya da bir yönetmenin kariyerindeki dönüm noktalarını yansıtmak gibi kriterlerin bir ya da daha fazlasını sağlayan filmlere yer vermiştir..

DOĞU ASYA SİNEMASI , DAVID CARTER , Türkçesi : NEJAT AĞIRNASLI , KALKEDON Yayınları , Ocak 2011 , 259 sayfa..

‘YENİ YILDAN TOM WAITS GECESİNE..’

‘YENİ YILDAN TOM WAITS GECESİNE..’

 

‘n…ma.. 

bugün çok özledim seni..

belki gelir

seni güldürürüm diye düşündüm..

ya da sen gülerken

beni mutlu kılmak için güldüğünü..

 ÜMO..’ 

‘yeni yıl yazılarını , yıl dönümleri yazılarını yazmayı sevmem daha doğrusu beceremem.. uzun süre bekledim diğer ‘agalar’ belki yazar bir iki yazı diye ama yazmadılar.. şaşardım zaten bir iki yazı patlatsalardı.. yazı yazmak artık bir külfet gibi görülüyor herkes için.. zor geliyor insanlara iki satır bir şeyler karalamak.. benim içinse içmek kadar güzel bir şey yazmak.. tabi fırsat bulursam.. özellikle ‘reis’ bilir yazarken ne kadar zorluklar yaşadığımı.. hangi ortam ve şartlarda nasıl kaçamak yazı yazmaya çalıştığımı çok iyi bilir.. bazıları öyle küçümsüyor ki yazmak , üretmek , paylaşmak gibi konuları.. ‘başka işiniz mi yok sizin’ diyorlar.. oysa bunu diyenler boş muhabbetlerin , meşgalelerin önde giden müdavimleri.. sadece acı acı gülümsüyorum onlara.. facebook sayfalarında bir şeyler beğenmenin peşinde koşanların , sabahlara kadar msn kovalayanların , tweeter mı her ne ise o dalgada kim ne yapıyor diye merak edenlerin ya da yine o dalgada ahkam kesip propaganda yapan ucuz siyasetçilerin peşinde koşanların , saatlerce bilmem kim gol atmış kaç gol atmış diye bahis sitelerinin başından ayrılmayanların gıcık olduğu bir tipim ben.. yazmak , paylaşmak , üretmek cesaret işi.. eleştirmek kolay.. dalga geçmek kolay.. ama yazmak isteyen herkese diyorum fütursuz ve korkusuz olun , buyurun size ortam..  biraz ‘ümo’ gibi olun.. ‘ümo’nun dün itiraf ettiği gibi dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçısı ‘zeko’ gibi cesur ve delikanlı olun.. ay gene delikanlı diyerek cinsiyetçi bir cümle kalıbı kurmuş oldum.. tühh ne etsek de bu cümleyi evirip çevirsek ‘ümo’.. neyse burada bu bahsi keselim yeni yıl yazımıza girelim , iş başa düştü yine..  

sekiz gün önce bir yılı daha tarihe gömdük.. her geçen sene biraz daha yaşanmaz , cehennemleşen bir dünyaya doğru adım adım gittiğimiz bir gerçek.. bu gidişatın da değişeceği pek görünmüyor..

doğru umutsuz yaşanmıyor.. hem umut , ‘ümo’nun diğer adı.. biz aylakadamız ailesi olarak umutsuzluğun üzerine kahkahalarımızla saldırıyoruz.. kahkahalarımızla gülerken gözlerimizden hüznümüzün , neşemizin yaşları akıyor umutsuzluk illetinin üzerine yok etmek için..

gülen insanları hep sevmişimdir , çevrem hep fütursuzca gülen , kahkaha atan insanlarla dolu.. mesela ‘sokak kedisi’ kardeşimiz vardır.. yaşadığı onca olaya , zulme karşı sizi dinlerken ya da kendisi konuşurken yüzünden hiç eksilmeyen tebessümünün ortam neresi olursa olsun birden kulakları sağır edici bir kahkaha patlamasına dönüşmesi an meselesidir..

yine ‘ümo’ , en ciddi ortamda bile o sahte ve saçma ‘ciddiliği’ yerle bir eder bir anda kahkahalarıyla.. reis , gürsel , komşi , sarı , yücel de gülme ve kahkaha konusunda sınır tanımaz.. ama ben her zaman ‘sokak kedisini’ tek geçerim bu konuda..

bizim tek gücümüz kalemimiz ve kahkahalarımız.. yeni yılda da güzel şeylerin , en azından güzel bir şeylerin kırıntılarının olmasını , yaşanmasını hepimiz için diliyorum ve istiyorum.. en azından daha fazla güldüğümüz bir yıl olsun..

benim açımdan aynı monotonlukta ve anlamsızlıkta geçti 2010 yılı.. hayatımın en büyük ‘yalanı’nın artçı sarsıntıları kalbimi kanata kanata parçalamaya devam etti , çoğunlukla onunla cebelleştim , yıkılmamaya çalıştım.. ‘yalan’ım uzun süren işkencesinden sonra lütfetti , çağırdı.. gittim demeyelim mal gibi koştum hemen yaşadığı o uzaktaki karalar içindeki deniz kıyısındaki şehre..  kendisiyle oturdum iki defa.. iki görüşmemizde de sustum.. sadece onu izleyip , duymak istedim.. hep gözlerinin içine baktım , orada ‘yalan’ı gördüm.. dudaklarından dökülen her ses demetinde ‘yalan’ı duydum.. ona bakarken hep düşündüm , düşündüm : bana kesilen bir ceza mıydı yoksa uzaklardan kıkır kıkır gülünen bir oyun muydu hala çözemedim , bilemiyorum.. bilmek de istemiyorum artı.. hayatımın en büyük hayal kırıklığı oldu.. anladım ki ‘yalan’ için  sadece bir teselli aracıydım hayatının bir dönemi için.. işi bitti ve sifonu çekti , ben şehrin lağımına karışıp giderken kendisi yeni alemlere aktı acımasızca.. ne yapalım hiç delikanlı olamadık , kollarımızı ufuklar kadar açıp yıldızlara bakıp   altımızdan tabure çektiremedik ancak üstümüze sifon çektiler hep.. bu da benim niteliksizliğimin , hiçliğimin bir delili işte..

neyse o da ‘boş karaktermiş’ anladım.. bana ‘yalan’dan geriye lanet olası yaşanmışlıklar , anılar kaldı..  bir gün bu ‘yalan’ı yazmaya başlayacağım burada ibreti alem olsun diye.. her şeyiyle yazacağım.. bana yazdıklarıyla , söyledikleriyle başlayacağım sonra ince , kalın yağacağım kendisine buradan.. ‘yalan’la ilgili bahsi burada şimdilik ‘kalın’ bir şekilde kapatmak istiyorum ingeborg bachmandan bir alıntı yaparak : ‘faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar..’

deniz kenarındaki o kara şehirde yaşayan ‘yalan’ım : inan senden daha acımasız bir faşist görmemiştim hayatımda..

işte bu acılar , kıvranmalar içinde geçen sene daha önceki senelerin bir kopyası şeklinde geldi geçti derken yılın son ayı ‘güneş’imize kavuştuk.. soğuk kış günlerinde gençliğimdeki gibi yaka bağır açık dolaşabiliyorum artık onun sayesinde.. hayatımdaki tüm savaşımların bozguna uğrayanı olarak buz gibi anlamsızlığımın içinde cebelleşirken onun çığlıklarıyla biraz olsun güç buldum silkindim.. yalansız bir dünyada mutlu bir yaşam diliyorum güneşime..

geçen yılın diğer bir güzelliği de aylakadamız’ın daha da büyümesi ve güçlenmesiydi.. adım adım , sakin sakin ilerlediğimiz yolda artık fren tutmuyor aylakadamız.. koptu gidiyor.. ona layık olmaya ve onu devamlı güncellemeye çalışıyoruz büyüyen ailemizle.. ‘sarı’ aramıza katıldı – biraz sahteden olsa da – .. sevindik ‘sarı’ya ama ‘sarı’nın nefesi kesildi hemen.. diz çöktük , yalvardık yazması için ama artık biz de tükendik.. ‘güneş’ bile ondan çok üretim , paylaşım yapıyor..

‘sarı’dan sonra biz başkalarını beklerken güzel bir sürprizle ‘yücel’ kardeşimiz de yüreğini koydu ve eminim o hepimizden daha çok üretim , paylaşım sunacak burada..

arkasından aylardır süren uğraşımdan sonra ‘komşi’ yani ‘fran(sı)z kafka’yı da aylakadamız neferi yaptım.. güzel bir giriş yaptı , arkasını bekliyoruz tabi ‘güneş’ izin verirse..

yakında bomba bir sürprizim daha geliyor : ‘ümo..’ bu transfere en çok ‘reis’ sevinecektir.. benim ümom kim ne derse desin içiyle dışıyla bir olan bir yiğit.. durulmayan bir asi nehir.. sadece ikimizin başından geçenleri buraya yazsa fırsat bulamayız bu sayfalarda yer bulmaya.. sabırsızlıkla bekliyoruz ümoyu..

geçen yılın biraz olsun beni gülümseten kazanımlarımdan birisi de izmir’den ‘aslı’ kardeşim oldu.. uzaklardan sesiyle umut oldu , güç verdi bize.. ufkumuzu da açtı paylaşımlarıyla.. kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır buradan.. eyvallah..

başka başka neler anlatayım 2010’la ilgili düşünüyorum da hep aynı şeyler işte.. 2010’da ‘dolu poşet , boş poşet’ ya da ‘dolu şişeler , boş şişeler’ arasında geçti gitti , kurtulduk.. ‘halo dayıyla’ güzel güzel içtik hep.. o 73 ben 37 yaşımdayım.. rakamları tersine çevirmek daha doğru çünkü benden daha genç olan o.. halo dayıyla maceralarımızı uzun zamandır yazmıyorum.. bir düzenleme yapıp ‘haloyla maceralar’ ya da başka bir ad altında yazmaya başlayacağım haftalık yazılar olarak.. halonun vakti yok yazmaya , en azından onun ağzından aktarıp buraya ben yazacağım onun maceralarını , incilerini..

işte böyle geçti 2010 derken 2011’den de sekiz günü hızla yedik.. dün 2011’in ilk büyük buluşmasını biraz fireyle de olsa yaptık (fireler : komşi , yücel , sarı , alki) ‘ümo’nun sponsorluğunu yaptığı ‘tom waits gecesinde.. benim haberim yoktu ‘ümo’ herkese haber salmış ‘mekanda’ ‘tom waits gecesi’ var kaçırmayın diye..

gelin çay içelim diye çekirdek kadroyu çağırdığımda öğrendim dünün ‘tom waits gecesi’ olduğunu.. iyi dedik artık bazı gecelerimizin en azından ismi de olur , daha anlamlı içeriz dedik.. biz çay içemeye başladığımızda ‘ümo’ bira vakti geldiğinden içmeye başladı.. sonra tabi ‘ümo’nun göbeğime ve suratımın bilumum yerlerine öpücük saldırılarında aldığım bira kokularına dayanamayarak ben de hızlı şekilde birayla giriş yaptım ‘tom waits gecesine..’ işin en komik yanı ‘tom waits gecesi’ müzeyyen senar’ın agora meyhanesi ile başlamıştı ve müzeyyenle devam edip zekoyla (ümonun söyleyişiyle) sürmekteydi.. mekandaki alkol rakı hariç tükenince ümo ve gürsel alkol takviyesi yapmaya gittiler.. yeterli viski ve bira stoğu yaparak geldiklerinde yanlarında tanımadığım bir çocuk elinde valizle gelmişti.. kim bu la demeden gürsel ahmet babanın yeğeni dedi.. isviçreden biraz önce gelmiş.. ahmet baba o kadar yoğun çalışıyor ki bu soğukta yeğeni kadıköyün tekinsiz sokaklarında unutmuş.. neyse bizim reisle , ümo hemen sıcacık kollarını isviçreli vural’a açtılar , bağırlarına bastılar.. vural’ı bizim komşi ameliyat edecekmiş o yüzden ta isviçrelerden kalkıp gelmiş ancak komşiyle olan bir iletişim problemi ve teknik tıbbi problemler nedeniyle ameliyat ertelenmiş.. biz bu ifadeyi iki üstadımız halo ve abidin dayı ve üstadların yamakları olarak gürsel , ümo , ben , reis aldıktan sonra vuralımızla hemen kaynaştık ve tom waits gecesine onu da zorla kattık ahmet baba gelene kadar..

vural ‘tanrım nereye düştüm’ diyen bakışlarla bizim muhabbetimizi seyrederken gürsel abisi kalın bir viski bardağı dayadı burnuna ‘hade iç bakalım’ diyerek..

bunun akabinde benim şeytanlığım tuttu ‘yahu ümo bu kadar cimrilik olmaz kardeşim , niye çikolata filan getirmedin viski için..’ dedim ve fitili ateşledim.. en az yarım saat ümoyu taarruza aldık çikolata için ama benim asıl amacım ta alplerin doruğundan , çikolata diyarından iki valizle gelen ve muhtemelen lezzetli çikolatalar ile dolu valizlerdeki çikolata ve olası viski zulasını patlatmaktı.. ama vural biraz türkçeye yabancı kaldığı için ve bizleri tam olarak anlayamadığı için sanırım o zulaları deşifre etmedi.. ümo da lanet olsun diyip kalktı tekrar bakkala gitti.. elinde bir torba dolusu çikolatayla geri döndü , alın gözünüz doysun diyerek kafamıza attı.. reis gelen çikolataları meyve ve çerez tabaklarının yanına başka bir tabağa kırmaya çalışırken ortadan kaybolan isviçreli vural elinde bir paket bademli çikolata paketiyle görününce ortamda bir an ölüm sessizliği oldu.. herkes birbirine baktı sadece ortamda ‘zeko’nun yürek yakan sesi yankılanıyordu.. ve o sessizlik birden ‘ümo’nun dehşet bağırtısıyla yok oldu.. ‘ulan iki saat burada demedik laf bırakmadılar bana çikolata yüzünden , kalktım mal gibi aşağıya gittim çikolata aldım bu fakirlere ama senden ses çıkmadı.. ta ki ben geldikten sonra çikolata çıkarıp yiyin diyorsun , bana kastın mı var vural , niyetin ne la oğlum senin’ diyince herkesten kahkaha tufanı koptu.. vural ‘abi ben anlamadım’ dese de ümo sevgi dolu bakışlarla ona kafasını uzun süre salladı.. neyse baktım vural viskiyi yuvarlayamıyor bir türlü dedim ki ‘soda ister misin viskine’ , ‘yok’ dedi istemem.. ama her viski bardağı ağzına giderken yüzü şekilden şekle gidiyor dayanamadım aldım zorla bardağı , içine biraz soda koyarak seyrelttim viskisini.. baktım yağ gibi akmaya başladı isviçreli vural’ımın boğazından viski.. vural’ın yüzü biraz öncenin gerginliğine rağmen gülümsemeye başladı tekrar alkol kana yayılınca.. ama hala ümo’ya çekinerek bakıyordu.. oysa ümo o sırada muhteşem ‘tom waits gecesinde’ çalan zeko ve diğer sanat müziği parçalarıyla halay çekiyor , dans ediyor , zafer işareti yapıyordu reis’le beraber.. ve o sırada haykırarak gecenin itirafını yaptı ümo : ‘bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sanatçısıdır zeko her şeyiyle..’ biz bu itirafla çalkalanırken  isviçreli vural’ın gözlerinde halen tedirgin bakışlar fark ediliyordu yine ‘ne biçim bir ortam burası , dayım nerelerde kaldı’ dercesine..

biraz sonra biz boyut değiştirmeye başladığımız esnada ‘zeko’dan , ‘cirrus’un eşsiz müziğine geçerken isviçreli vural’ın yüzündeki endişe daha da arttı.. cirrus’un muhteşem solisti ‘naval ben kraiem’in eşsiz sesiyle ümo , ben , reis bulutlara tırmanmaya başladık ümo’nun kendi elleriyle inşa ettiği merdivenle.. ümo dans konusunda da bir numara.. reisin gözleri yaşardı , kasıkları patladı ümonun eşsiz figürlerine gülmekten.. dansı kesen ümodan basel diyarından gelen vural’a o sırada yeni taaaruz başladı.. ‘sigaran var mı la vural’ dedi.. vural çikolatadan bozulan sicilini düzeltebilmek için hemen ‘var abi’ diyerek ön odadaki valizlerine koştu.. oradan yirmilik bir sigara boxunu kapıp gelirken yolda gürsel yakalamış vuralı ,  içinden sadece bir paket getir demiş yoksa o boxtan geriye bir şey  kalmaz.. bunun üzerine elinde bir paket sigarayla gelen vural bu sefer ümonun daha şiddetli bir tepkisiyle karşılaştı.. ‘bu ne la kafa mı buluyorsun bizimle , bu mu isviçre’den getirdiğin sigara , bu kadar mı lan’ diye fırçayı kayınca vural koşup hemen bir paket sigara daha getirdi.. sonra ümo ve reis onu çapraz sorguya aldı.. ağır ceza davalarının uzmanı ümo soru üzerine soruyla vuralı darmadağın etti.. ‘vural olum çantanda ne var.. kaç paket sigara var.. ahmet babaya ne getirdin.. yeğenlerine , kuzenlerine çikolata getirmedin mi.. viski yok mu la’ diye ölümcül sorularla vural’ı intihar aşamasına getirdi.. vural eminim o anda içinden ahmet dayısına yağıyordu ‘nerde kaldın dayı’ diyerek.. ama işte o çapraz sorgu tam nemalanmaya dönüşecekken ahmet baba geldi arabayla yeğenini kurtarıp kaçırdı.. vural’la vedalaşırken ümo esas bombayı patlattı : ‘oğlum vural biraz anlayışsızsın , ama hoş çocuksun.. sende de bizdeki gibi bir eşcinsellik seziyorum , çekinme rahat ol biz de öyleyiz , sevdim seni.. lan oğlum sen bize takıl tatil süresince , ahmet dayını boş ver’ diyince vural’ın kafa resmen açıldı , yüzü kızardı , bir gülümseme yayıldı yüzüne.. içinden ‘belki de başıma birazdan neler gelecekti burada , dayım tam zamanında geldi’ diyordu.. tabi ümo’nun bu takılmasına bizler yerlere yıkılarak tepki verdik.. acımasız , homofobik bir dünyada bulunabilecek ayrımcılık düşmanı , en geniş ve rahat insanlar bizim ortamdaki aylaklar.. insanların nerede yaşarlarsa yaşasınlar sahip oldukları bu homofobiyi hiç anlamıyoruz , anlamayacağız da..

baselli vural bir daha mekana adım atar mı bilmem fakat gerçekten hoş çocuk.. sıcakkanlı , yüzü gülen birisi , ortamı biraz çekinerek de olsa hemen tolare etti.. ona da aylakların arasına hoş geldin diyoruz ve ilk gecesinde yaşadıkları için geçmiş olsun diyoruz..

vuralı yolladıktan sonra biz soap kills ve cirrus’la uçmaya devam ettik.. arada mola verip vuralı konuşup , kahkahaları koyuveriyorduk.. sonra ilerleyen saatlerde gelen hüseyin’den öğrendik ki ahmet baba çok kızmış sigara boxunun patlatılmasına , meğer bir arkadaşına sipariş getirmiş özel olarak.. sıkma canını ahmet baba yabancılar içmedi.. ha bu arada bahsi açılmışken ben sigara içmem , tütün mamulleriyle aram hiç yoktur.. ben , ciğerim , komşi , ahmet baba ve abidin dayı hariç herkes sigara içiyor maalesef.. ama bizim mekanda sigarayı yazın cehennem gibi sıcak , kışın sibirya gibi soğuk olan içinde klima motoru bulunan kapalı balkonda yani zehir odasında içmek isteyen içer.. umarım sigarasız bir dünyanın olduğu günleri de görürüz.. nedense hiç toleransım ve hoşgörüm yok sigara konusunda.. küçüklüğümde babamın sigaralarını sobaya attığım için yediğim dayaklardandır belki bu tepkim bilmiyorum..

‘tom waits gecemiz’ şen şakrak devam edip bir süre sonra nihayetlendi.. herkes mekandan ayrıldı ben yine tek başıma kalakaldım sessizliğin içinde yalnızlığımla beraber.. herkesin gidecek bir yeri var , benim yok işte.. ‘gidecek bir yeri olmamak’ üzerinde çok yazılacak bir konu.. yazarız bir ara bununla ilgili de..

ha gecenin en önemli olayı ‘tom waits gecesi olmasına rağmen bir tane bile tom waits şarkısı çalmamasıydı… bu da gecenin sonunda güldüğümüz ayrı bir husustu.. halo dayının deyimiyle ‘bu konu bizi de düşündürtmektedir..’

içimde kalmasın halo dayının bu cümlesinin geçtiği olayı da hemen anlatayım sizlere yeni yılın ilk halo dayı macerası olarak..

halo dayı bir arkadaşının suç makinesi olan genç yaştaki oğlunun yaklaşık bir düzine suçtan aynı dava içinde yargılandığı dosyasının ilk duruşmasında sıra kendine gelince kalkıp uzun bir savunma tiradına girişiyor : ‘müvekkilim şöyledir , böyledir ; ailesi şöyledir , böyledir ; bu suçları işlemesi hayatın olağan akışına aykırıdır ; iyi aile çocuğudur  , sabıkasızdır , sabit ikametgah sahibidir’ falan filan diyerek yaklaşık bir saat süren uzun bir savunma yapıp çocuğun tahliyesini istedikten sonra mahkeme hakimi gülümseyerek ‘iyi de avukat bey çalıntı oto da ve girilen evde müvekkilinizin sayısız parmak izi tespit edilmiş , bu konu da ne diyorsunuz peki’ diyince halo dayı da gülümseyip , kıkırdayarak ve ne diyeceğini bilemeyerek ‘yani yani’lerini tekrarlayıp düşünmek için süre kazanarak ‘evet efendim bu husus bizi de düşündürtmektedir’ diyince salondaki herkesi bir gülme krizi tutuyor.. dayı duruşmadan çıkıp gelip bize bu olayı anlatınca artık bu cümle kalıbı bizim dilimize de kazandırılmış oldu işte..

neyse bayağı uzun bir yeni yıl yazısı oldu , umarım 2011 hepimizi biraz olsun gülümsetir diyorum ama bu dileğim de ‘bir hayli beni düşündürtüyor’ bu karabasan dünyanın içinde..

 

Crockett..

(halo dayının duruşmalarda taktığı kravatlardan birisi : kurbağalı kravat.. şaka ya da espiri değil yüzde yüz gerçek..)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…) 

Sola döndüm. Köşe kalabalıktı.İnsanlar benim için  ne olduğu belirsiz bir durum karşısında sabahın dokuzunda bir araya gelerek kendi eşsiz yorumlarıyla birşeylere katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bulunulan yer  apartmanımıza komşu bulvara açılan  köşeydi. Biraz daha yaklaştım. Kalabalık içinde iki kişi  kazdıkları bir çukurun başında durmuş karşılıklı  yorumlar yapıyorlardı. Kır saçlı  ve elinden sigarayı düşürmeyeni “biraz daha kazalım tıkanan boru buradadır kesin!” diyordu daha uzun boylu  ama çırak  görünümlü olanına. Bu sonuncusu ki  ismi Bay O. idi ,uzak bir mekana doğru seslenircesine  “daha önce getirdiğim hortumu uzatırmısın E. !” diye haykırdı. E. de sigarayı elinde tutan bir patron edasıyla tutarak  arkasına dönüp üçüncü kişiye hortumu uzatmasını söyledi. Usta çırak ilişkisi bu olmalıydı sanırım.  Kenardan devam edip ortamdan uzaklaştım.

Neler olduğunu bilemeden yürüyordum taşlı çakıllı  yolda. Ayakkabımın ucu arada bir büyükçe taşlara takılıp derin kesikler halinde çiziliyor , ben de yere yüzüstü kapaklanacak oluyordum. Hava çok sıcak , Güneş’se caddedeki tektük ağacın gölgesini bile eritircesine tepemdeydi.

Uzaktan hızla yaklaşıp yanımdan geçen  otobüsün sıçrattığı suyla kendime geldim. Üstüm çamur  olmuştu. Otobüsün ardından “Hayvan!” diye bağırdım. Otobüs birden durdu. Şoför penceresinden karakuru bir tip sarktı  ve ” bas git belanı benden bulma ,kafanı patlatırım senin !” , dedi.  Ona doğru yürüdüm.  Otobüstekiler arasında  bazı sesler yükseldi ve şoför tekrar içeri girerek yoluna devam etti . Adama cevap verememiş olmak  çok koymuştu. Oysaki tek istediğim yanımda  ki hanımefendinin  bakışları altında  bana karşı terbiyesizlik edilmesini engellemekti. Yanıma baktım birden ama hanımefendi yoktu. Paltoma sarındım yoğunlaşan tipinin soğuğu altında. Biraz daha yürüdüm. Köşedeki yeni görünümlü derme çatma marketçiğin yanına ulaştığımda kapısındaki dereceye doğru bakışlarım kaydı. Eksi yirmi yedi  dereceyi kendi kendime sayıklarken kayarak kıçüstü yere çakıldım.

Birileri başımda bitiverdi hemen. “Ne oldu ? Fenalaştın mı ?” sorusuyla  kafam aydınlandı. Ancak soru ya da o an yağan sorular gerçekten hatırımı sorar tonda değil de daha çok  etrafımdaki insan sayısını artırmaya yönelik tondaydı.  “Adam sıcaktan bayıldı galiba” dedi yaklaşık on kişiye ulaşan kalabalıkta  en arka sıralardan  minyon tipli memur kılıklı bir zat. “Şimdi iyi ,iyi !” , diye insanları rahatlatmaya çalışan  yaşlı bir kadın tarih öncesinden kalma yamalarla dolu koltukaltı çantasını düzelterek umursamaz bir edayla uzaklaştı bölgeden.

Ayağa kalktım. Sol ayağımdaki ayakkabımın ucunda  kocaman bir delik ve  araya giren bir taş ile rahatsız oldum.  Ayağımı sallayarak  taştan kurtulmaya çalıştım. Ama başarılı olamadım. Kalabalık dağılmıştı. Bulunduğum yere komşu apartmanın  girişindeki basamaklara oturdum. Kafamdaki şapkayı kenara koydum. Ayakkabımı çıkararak taşı  düşürmeye çalıştım . Az önceki yaşlı kadın tekrar belirdi . ” Paran yok galiba senin” dedi ve kenarda duran şapkama birkaç bozukluk bırakarak kendisinden beklenmeyecek  bir hızla uzaklaştı. O sırada kadının  konumlandığı yerin tam karşısında burnunun içinde maden ararcasına serçe parmağıyla karıştıran bir sarışın , saçları yana taralı bir ufaklık belirdi. Ayakkabımdan çıkardığım şeyin bir köpeğin taş kesilmiş dışkısı olduğunu görünce iğrendim ve çocuğa fırlattım. Çocuk gülerek kaçıştı. Az ötede ki  eczaneden çıkan ve ağabeyi olduğunu sandığım kişiyle çarpıştı. Ağabeyi bir kaç yaş büyük şişe dibi gözlüklü  kocaman gözlü sevimli biriydi. “Yine altına işemişsin velet! Seninle mi uğraşıcam gir içeri!”  , diyerek askılı pantolonunu düzeltti. Çocuk içeri daldı. Fırlattığım  taşlaşmış dışkı ise  oraya yeni ulaşmış  sokak köpeğinin ilgi odağıydı şimdi. Birkaç kez kokladıktan sonra dişlerinin arasına alarak karşı kaldırıma geçti ve yanıma geldi. Dışkıyı yanıbaşıma bırakarak  ortadan kayboldu.

Ayakkabımı giyip tekrar yola koyuldum. Her adım atışımda soldaki ayakkabımın ayrılmış olan tabanı palet gibi yalpalanmaya ve yere takılmaya  başladı. Kendi adıma artık böyle  paspal olmaktan utanmıyordum. Benim için önemli olan diğer ayakkabımı da kaybetmemekti. Yoksa parasız pulsuz bütün yazı nasıl geçirebilirdim? Ayakkabımı düşünürken şapkamı orada unuttuğumu hatırladım. Umursamadım. Tökezlemelerim ayakkabımın taşlara takılmalarıyla daha da artmıştı. Yürümek ne kadar zorlaşsa da taşlara takılmam bunun gerçek nedenimiydi bilmiyordum, yoksa yürümeyi mi unutmuştum?  Yürümek neden alın yazımızdı ? Gerçekten yürümek zorunda mıydık diye düşünmeye başlarken binaya ulaştım. Karşımda ki , uçsuz bucaksız pencere tarlası gibi uzanan kocaman bir yapıydı. Otomatik kapı açılıp ana koridora girdiğimde  O beni karşılıyordu. Sarışındı. Uzun boyluydu. Cildi  Güneş parlaklığındaydı. “Sen  kaç derecesin?” diye sordum. Tam cevap verecekken  yanımızdan küt kızıl saçlı  , kocaman çok güzel gözleri olan bir anne geçti göbeğindeki kocaman tümsekle . Tam bir yuvarlaktı göbeği. Gözlerimin içine bakarak biraz da belini tutarak önündeki hemşireyi takip edercesine gözden kayboldu. O ise tekrar bana döndü. Cildinin parlaklığı üzerindeki beyaz önlüğe de yansımıştı. “Elinde ne tutuyorsun?” dedi. “İşte ayakkabım!” dedim neden olduğunu bilmediğim yarım bir sevinçle. ” Elinde ayakkabı  yok ki! Buraya  kadar yalınayak nasıl geldin?” dedi. Gerçekten de yalınayaktım. Güneş’in  ışınları  şeklindeki saçlarını iki yana sallayarak elini ceketimin cebine soktu. Cebimden ufak bir defter çıkarıp içine birşeyler yazdı ve tekrar cebime koydu. “Hadi artık gidebilirsin sana bir taksi çağıracağım . Birazdan gelir. İlaçlarını da yazdım ihmal etme” , dedi. “Bir daha da yalınayak gezme , ayaklarını çamur içinde bırakmışsın. Bu soğukta donmuyor musun?” diye ışıldayan gözlerle baktı. O kadar cümleyi nasıl söylediğini anlayamadan geri döndüm. “Ben seni görmeye geleceğim zaten”, diyerek hemşire bankosuna döndü. Binanın otomatik kapısı açıldı ben yaklaşırken . Ama başka birileri girdi  telaşla dışarıdaki termometrede  görünen eksi yirmi yedi derece ile birlikte . Soğuğu yüzümde hissetmemle gözümde ışık çakmaları başladı ve ben biri tarafından fırlatılmışçasına sırtüstü yere kapaklandım. Arkamdan bir sesin  altın sarısı saçlarıyla ” Baba! Baba!” diye haykırışını duyarak kayboldum kendimde. “Baba! Baba!”  

                                                                     Güneş’imize (31.07.2010)

‘Fran(sı)z Kafka’

Ne yazmak gerektiğini bilmediğin  zamanda yapabileceğin en iyi şey kaleminden süzülen mürekkep izini kaleminin gittiği yönde saklamaktır. İşte o zaman sakladığın mürekkep  gölgeleri ışık olur yazmana . Ve bir de yanında yamacında göğe yükselen dayanılmaz bir müzik varsa , o şahaneyi yaratmana bir nefes kaldığı andır.

                                                                 ( Ne olduğu belirsiz bir tarih…)

‘Fran(sı)z Kafka’

“warmer place”

“warmer place”

‘selam olsun aylak adamlara…
aslına bakarsanız sizi uzun süredir takip ediyorum, ve itiraf edeyim bilgisayarı açtığım an vakit kaybetmeden -yeni bir şeyler var mı- diye ilk göz attığım yer oldu burası. yenileri görünce başlayan heyecan ve iç kıpırtısı kadar, bir şey göremediğimde de bir iç sıkıntısı başlıyor tabi. neyse fazla uzatmadan başta yüce insan crockett, yeni tanıştığım ve yüzünden gülücük eksik olmayan reis ve ulu bilge sarı olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum. hepinizin yüreğine sağlık. şunu da belirtmeden geçmeyeyim, her yeni paylaşımı okuduğumda beynimin içinden “bende şunu yazayım, şöyle yazayım, böyle yapayım” diye binlerce milyonlarca konu, cümle, kelime geçiyor, bir gaz geliyor, bir heyecan basıyor ama sonrası üşengeçlik midir nedir kaybolup gidiyor. bakarsınız ileride birkaç naçizane gönderi yaparım, yayınlamak siz değerli aylak dostlara kalmış tabi.
ben başlamışken –gerçi başta fazla uzatmadan dedim ama- vazgeçtim uzatayım biraz. öncelikle reisin birkaç tanımlamasına kulak misafiri oldum aylak adamızla ilgili. önce “bizden sonraya bırakabileceğimiz bir miras”, sonra “çocuğumuz o bizim” ve  “hayata isyanımızdır aylak adamız” tanımlamaları beni bi titretti, bi bilinmez hale soktu, bilinsin isterim.  heyecanla takip etmeye devam, ama arada yazmama aralığını uzattığınız oluyor, dikkatinizi çeker, protesto ederim…
gelelim biraz önce crockett babadan okuduğum ve bir şeyler eklemek istediğim n. atlas gecesine…  müthiş bir geceydi. ben mabede gelmeden önce iki bira üstüne iki tekila yuvarlamıştım zaten. her ne kadar gürsel brother’ın baskıları olacağını bilsem de bu bünye black jack’e ne kadar karşı koyabilirdi ki. sonuçta ard arda gelen müzik istekleri, gırgır şamata bir muhabbetle birlikte süper bir gecenin başlangıcının orta yerine düşmüştüm.  “ne de olsa  mülkiyet hırsızlıktı ve paylaşmasam kızardı oradaki arkadaşlar” diye kendimi kandırarak viskiye yumuldum haliyle. gürsel brother hafif tozumuzu aldı tabi ama bende kayışın kopma noktasında olduğum için hassireleeee tarzı yumuşak bi tepkiyle geçiştirdim. sonra caro emerald , emily wells, geç oldu, hadi son bir duble daha, kapılar kaçta açılıyodu, konser kaçta, umo nerde falan derken bahariyede kıçımız donar halde zıplayıp “natacha sen bizim her şeyimizsin” diye haykırırken bulduk kendimizi. niye crockett babanın anlatımı üstüne bu kadar ayrıntıya giriyorum diye de bi stres geldi şimdi nedense. neyse organizatörümüz ulu bilge sarı’nın masa muhabbetiyle birlikte, yarı sponsoru olduğum votka şişesinden de payımıza düşeni aldıktan sonra uçuş tamamlandı ve bulutların üzerine çıktık haliyle. çıkışta yaşanan “warmer place” muhabbetini de ölümsüzleştirmek isterim biline. herşeyiyle süper bir geceydi sonuçta. çingen müzikleri tantanasından sonra organizatörümüz çıtayı epey bi yükseltti diyebiliriz. devamını heyecanla bekliyoruz.
uzadı biliyorum ama az buçukta behzat ç’den dem vurayım diyorum. aslında pek televizyon izlediğim söylenemez ama ilk üç bölümünü anadolu turunda internet olmayan birkaç otele denk gelince vakit geçirmek için izledim. müthiş heyecan yarattı tabi bende. ama sonra istanbul’a dönünce -tv izlememekten kaynaklı- uzunca bir ara izleyemedim. geçen hafta 11. bölüme rastlantı sonucu gözüm takıldı ve izledim. crockett senden özel ricamdır, bir akşam koltuğumun altında bir şişe black jackle mabede geliyorum, şişenin gereğini yapıyoruz ve senden tüm bölümleri set halinde alıp karanlığa karışıyorum…
neyse dostlar tüm emeği geçenlere tekrar teşekkürler…  her daim takipçinizim…
selam olsun aylak adamlara…’

‘Yücel’

kadıköy’de natacha atlas’ı dinlemek..

kadıköy’de natacha atlas’ı dinlemek..

11 aralık günü karlı , buz gibi bir istanbul gününün son saatlerinde natacha’yı dinlemeye kalabalık bir grup halinde koştuk gittik..

baştan başlayalım.. öğlen vakitlerinde eskiden maçlara gidilmeden önce yapıldığı gibi erkenden dergahımızda toplanmaya başladık.. hafiften viskiyle ince kalın oynamaya başladık.. sonra ben ve bazı müritlerimiz biraya kaydı.. behzat ç. pirimiz  gibi bomontinin hastasıyız.. arkadaşlar koca jack şişesinin dibine doğru kayarken ben bomonti ve arkasından reis’in deyimiyle ‘oğlan birasıyla’ devam ettim.. reis de dört haftalık içki orucunu öyle bir bozdu ki hem koptum hem korktum.. reis viskiyle girdi , votkayla devam etti , birayla gecenin sonuna selam çaktı.. ama ilginçtir ki en ayığımız oydu gecenin sonunda.. kafamız nal gibi olmaya yakınken konsere gelemeyeceğim diyen ümo aradı , ‘ben de geliyorum bilet bulun la bana’ dedi.. olur dedik ama sonra tabi ki unuttuk.. bir süre sonra aklımıza geldiğinde internetten satışın bittiğini varsa girişten alınabileceğini öğrendik.. neyse saat on olduğunda ayaklandık bahariye’ye çıkmamızla sulu kar ve bayıltıcı bir soğukla sarsıldık.. opera salonunun önünde ümo’yu beklemeye başladık.. kendisi akademik bir toplantıdan gediğini söylüyordu ama bizi ingilizce , türkçe , fransızca selamlamasından anladık ki pek akademikmiş toplantı.. onun kafa da hafif naylondu.. sonra maça gider gibi kahkahalarla natacha’ya tezahüratlar yapa yapa altıyola gelip taksilere binip yola koyulduk..

konser gece yarısı gibi 23 30’da başlıyordu.. biz izdihama uğrayabiliriz diye kafamız bir ton dolu saat 22 30’da kapının önündeydik ama konser değil de taziye evi gibiydi salonun önü.. girdik 15-20 kişi salonun önünde bekliyordu… kafamız zaten güzel ‘hayırdır’ dedik..

neredeyse içerdeki kalabalık kadar bir grupla biz girdik içeri.. kimler yoktu ki reis , sarı (böyyük konser sponsorumuz) , gürselim ve eşi emel ,  alki ve eşi rahşan , ümo , yücelim ve bendeniz..

salon bizim gelişimizle ölü toprağını üstünden attı.. kafamız bir dünyaydı çünkü.. kahkahalarımız , bağıra çağıra konuşmalarımızla kıyameti kopardık.. daha önce onurlandırmadığımız salonun içini kontrol ettik hemen akabinde içki fiyatlarını kontrol ettik.. salon ferahtı ama o ferahlığı içki fiyatları yerle yeksan ediyordu.. el insaf dedik ama yine de kaydık içkilere devamla.. içki sponsorlarım reis , ümo , gürselim ve emeldi.. onlara sonsuz teşekkürlerimi buradan sunuyorum.. ama o biralar hiç lezzetli değildi bari düzgün bir bira koysalardı , mesela bomonti ya da ‘oğlan birası’.. reis bu ‘oğlan birası’ deyimi çok cinsiyetçi be yahu , behzat abimizle bu tabiri bir tartışalım hatırlat..

her neyse gecenin ilk sürprizini konser başlamadan sarı yaptı yine.. ortadan kayboldu bir anda.. sonra baktık ki sahnenin en önünde ağamız bize stant tutmak için garsonlarla pazarlığa başlamıştı.. yapma etme derken sekiz tane kaliteli votka şişesi fiyatına bir standı tuttu ve stant sponsorlarımız da (yani kurbanlarımız) alkiyle , yücelim oldu.. stant dünya paraydı , bir şişe votka , çerez ve enerji bilmem ne içeceği veriyorlardı.. hikaye.. yazık , günahtı o paraya ama sarı bu durmadı işte.. sonra sarı’nın neden o standı tuttuğunu anladık.. stratejik olarak en önemli noktadaymış kendisi için.. yabancı bir bayan grubunun tam dibiydi ve sigara içmeden durmayan sarımız konser boyunca hiç kımıldamadan stanttan ayrılmadı elinde bardağıyla gülücükler saçarak konserden çok o grupla ilgilendi.. saygı duyduk o müthiş markajlarına.. iki bin kişilik salonda bilmiyorum neden konser başlamadan önce ancak iki yüz elli kişi vardı bilet fiyatlarının çok ucuz olmasına rağmen.. belki havadan , yol koşullarındandı kim bilir ama bu fırsat kaçmazdı bence..

salonun tek stant sahibi ve tek hakimi bizim gruptu.. aman ne önemli şey , gülmekten yıkılıyorum burada.. resmen terör estiriyorduk salonda.. reis , sarı , ümo ve ben dördümüz bir arada , sonrada bize yücelim de ayak uydurdu ve salon konserden çok bizi izledi ve ses çıkaramadan boyun eğdiler.. sarı , garsonları öyle bir seviyordu ki bize yaklaştıklarında sanırsın salonun sahibiydi sarım..

sadede gelelim o büyük an geldi ve önce natacha atlas’ın konser ekibi sahneye çıktı ve hemen akabinde natacha atlas ablam sahneye çok güzel ortadoğu esintileri taşıyan bir kıyafetle çıktı ve çoktan onların katına eriştiği büyük arap sanatçıları gibi oturarak şarkı söylemek için yerini aldı.. şarkılara başlayana kadar alkış tufanı bizim grupta kesilmedi çılgınca tezahüratlarla birlikte.. natacha ablam döktürmeye başlayınca fark ettik ki seyirci sayısı gibi ses düzeni de çok kötüydü.. konser sırasında iki kez şarkıya ara verdi ve kendisi özür diledi ses düzeni için.. şarkılar kalbimizde beynimizde arka arkaya patlıyordu.. hele natacha atlas bir şarkı esnasında göbek dansına başlayınca kalbimiz duracak gibi oldu , yer ayaklarımızın altından kaydı.. bu arada ben , sarı ve reis’in dikkati bir yandan da bayan piyanist ‘kardeşimiz’ üzerindeydi.. tam bir karizmaydı.. adını sonra uzun araştırmalarımız sonucu öğrendik tabi.. hastası olduk onun da..

kafalar on numara olduğunda sarı belirlediği hedeflerine kilitlenmişti ; ben , reis ve ümo ise her türlü narayı atarak sevgimizi , saygımızı sunuyorduk natacha ablamıza şarkıların sonunda..

şarkılar , danslar birbirini izledi.. ve o soğuk istanbul gecesini sımsıcak bir yaz gününe çeviren natacha atlas rüyası sona erdi ama o kadar kötü bir ses düzeninde ağırlanmasına rağmen yoğun alkış üzerine tekrar sahne alarak bir şarkı daha armağan etti bize sağolsun , varolsun..

ve sonra rüya bitti ve biz buz gibi havaya attık kendimizi..

fakat sarı yine ortada yoktu.. gürselimle beraber gecenin son sürprizini yapmaya gitmişti.. beş dakika sonra gülme krizine girmiş bir şekilde sarı’yı çekiştire çekiştire getiriyordu gürselim.. fotoğraf çektirmeye kulise natacha atlas’ın yanına gitmişler sarı’yla.. ama sarı fotoğraflar çekildikten sonra tutmuş çocuk sever gibi sarılmış natacha’ya ve natacha atlas’ın kafasına vurup durmuş ve ‘yine gel la’ demiş.. natacha neye uğradığını şaşırmış tabi.. sarı biraz kendine gelince sarıyı çeke çeke taksi durağına gidip sırayla evlerimize doğru tevzi olduk.. ertesi gün sarı ayıldığında ilk yazdığı ‘la bu karı bir daha istanbul’a gelmezse bunun en büyük sebebi benim yaptığımdır’ oldu..

natacha atlas büyük sanatçı kim ne derse desin , sahnesi de çok iyi.. kendisine sonsuz teşekkürlerimizi , sevgi ve saygılarımızı buradan bir kez daha sunarken , aynı zamanda kendisinden bu kötü ağırlanma nedeniyle bizler özür diliyoruz aylakadamız ailesi olarak.. lütfen yine gel diyoruz ve şunu bil ki : söz veriyoruz bu sefer sarıyı konser boyunca ve ertesinde sen istanbul’dan ayrılana kadar elleri bağlı tutacağız..

du bakalım.. sarı jijimle , reisim neler yazacak konser hakkında merakla bekliyoruz..

yüreğine sağlık natacha atlas..

(not : piyanist midir nedir gelirken o kardeşimizi de getir unutma lütfen..) 

Crockett..

Günün Şarkısı : POLITIK KILLS – MANU CHAO..

Günün Şarkısı : POLITIK KILLS – MANU CHAO..

televizyonlardan , radyolardan , gazetelerden akan politika cıvıklıklarından bıkanlar için bugünün şarkısı manu chao’nun anlamlı ve tekerleme gibi olan ‘politik kills’ şarkısı olsun.. baş döndüren hızda değişen dünya ve ülkemiz politika gündemi cıvık olduğu kadar suya sabuna dokunmayan bir kapsamda ve hep aynı konular üzerinde dönüp dolaşıyor.. yıllardır hep aynı nakarat..

referandum hikayesi sürecinde niye aylakadamiz’da referandumla ilgili bir yazı olmadı diye tepkiler de geliyordu.. neden olmadı , neden renk verilmedi gibi tepkilerin yanında korkaklıkla da suçlandık.. güldük geçtik.. günümüz burjuva siyasetinin kompedanlarının kendi aralarındaki güçler dengesi savaşı için taraf gösterecek değildik..

zaten şu demokrasi ve oy kullanma meselesi kadar beni güldüren bir mekanizma yok.. bazıları işi o kadar ciddiye alıyor ki , mesela mesela mesela kim diyelim örneğin bay j.. beğenmediniz mi o zaman bay q olsun.. ha cinsiyetçilik mi oldu durun o zaman bayan x ve bay q olsun.. bunlar böyle seçim geceleri uyku uyuyamıyor.. yatakta bile , birbirilerine değil de tavana bakarak  kime ya da nasıl oy vereceğiz diye konuşup , planlar kuruyorlar , tartışıyorlar.. e tabi kolay değil ertesi gün ikisi ülkenin yönetimini ve gidişatını belirleyecekler..

uykusuz gecenin sabahında erkenden yataklardan kalkılıyor , traşlar olunuyor , saçlar toplanıyor , makyajlar yapılıyor , güzel kıyafetler giyiliyor , parfümler sıkılıyor , kimlikler ve seçmen kartları alınıyor , yola çıkılıyor..

ama ama ama , amanin o da ne.. şarrrr.. bereket yağıyor bardaktan boşanırcasına.. sanki yüce gök ‘ulen pazar pazar rahat mı rahatsız etti sizleri , ne işiniz var gidip oy kullanacaksınız , başka işiniz mi yok’ der gibi yağmuru boca ediyor üzerlerine.. bir yandan en ufak yağmurda bile göle dönen kaldırımlarda sürpriz kaldırım taşlarına basınca fışkıran suya ve yapanlara  küfrederek , bir yandan ıslanarak ve arabaların fışkırttığı sulardan kaçarak o yüce amaç uğruna sandıklara doğru yola devam ediliyor..  

yolda hala kafada dönüp dolaşıyor kime versek kime versek.. acaba doğru mu yapıyoruz.. yoksa öbürü mü daha iyi..  ve o anda kendisini o kadar güçlü hissediyorlar ki , oylarının değeriyle gurur duyuyorlar..

sırılsıklam vaziyette sandığa varan bayan x ve bay q bir de upuzun kuyruğu görünce dizlerinin bağı çözülüyor yorgunluktan , sinirden.. buğulanan gözlükler , ıslanan saçlarla , kapanmayan şemsiyelerle uğraşılıp vakit geçiriliyor.. sonra sıra yavaş yavaş kendilerine geldikçe heyecan ve gerilim artıyor.. ve sandığa doğru oy pusulası alınıp gidiliyor.. en güzeli de burası.. sandık başında da bir müddet düşünülüyor elde mühür.. şuna mı buna mı kime bassam mührü.. kolay değil ülkenin geleceği parmaklarının arasındaki mühürde.. dann diye vuracaksın mührü ve ertesi gün bambaşka bir ülkeye uyanacaksın.. aman bir kaç saniye daha düşün bayan x , bay q..

ama tabi o kadar da değil yahu , fazla düşünürsen de arkadan homurdanmalar artmaya başlar.. ‘hadi kardeşim ne yapıyorsun iki saattir , mührü mü yuttun yoksa..’ o anda birden heyecanla ve telaşla dann diye mühür vurulur.. ha bitti mi bitmez.. televizyonda gösterdikleri gibi mürekkep diğer taraflara sıçrayıp oy geçersiz olmasın diye pusula üf üf üflenir güzelcene , sonra kuruduğundan emin olunduktan sonra oy pusulası ters tarafa doğru katlanır ve zarfa özenle konulup cumbur lop sandığa atılır.. işte bu be , işte bu.. başardınız bayan x ve bay q.. bravo sizlere..

sonra çiftimiz çıkar evlerine doğru yol alırlar ve o heyecanlı bekleme süreci başlar.. seçim gecesi ve ertesi gün ise ayrı uzun hikayeler içerir.. kısacasını söyleyeyim : bayan x ve bay q’nun hayatında bir şey değişmez.. yine aynı kaldırımlardaki çamurlu su tuzakları , yine aynı kredi kartı sorunları , yine aynı çocukların okul giderleri , yine aynı sıkış tıkış belediye otobüsleri yine aynı geçim derdi , yine aynı trafik sorunları , yine aynı politik sorunlar dedikleri politika malzemeleri , yine aynı yine aynı yine aynı.. e değişen ne oldu.. p partisi gitti mesela pp partisi geldi ne değişti.. hiçbir şey.. o zaman kasmayın rahatta olun..  manu chao günümüz dünyasındaki politika zırvaları ve kandırmacaları için çok güzel yazmış ve söylemiş.. hep beraber dinleyelim nakarat kısmında en azından eşlik  edelim manu chao’nun ‘la radiolina’ albümündeki ‘politik kills’ şarkısına.. son olarak da ‘sarı’nın dipnotuna cevap vereyim : hoş geldin ‘sarı’ şekerim , hoş geldin..

 

Crockett..

  

POLITIK KILLS..

politik kills politik kills politik kills
politik kills politik kills politik kills
politik kills politik kills politik kills
politik need votes
politik needs your mind
politik needs human beings
politik need lies

thats what my friend is an evidence politik is violence
what my friend is a evidence politik is violence

politik kills politik kills politik kills
politik kills politik kills politik kills

politik use drugs
politik use bombs
politik need torpedoes
politik needs blood
thats what my friend is an evidence politik is violence
what my friend is a evidence politik is violence

politik need force poltik need cries
politik need ignorance politik need lies

politik kills politik kills
politik kills politik kills

politik need force politik need cries
politik need ignorance politik need lies

politik kills politik kills
politik kills politik kills..

MANU CHAO..

TONY KHALIFE..

TONY KHALIFE..

 ‘I’m the sand with drifting ears
I carry the dance of eastern winds
fashioning melodies of peace
I’m the rose with broken tears..’

tony khalife

‘girişleri uzatmayı o kadar seviyorum ki yazarken.. esas anlatacağım konudan adeta fersah fersah ötelere uçuyorum.. uzun zaman oldu yazmayalı , bu hasretle bugün de biraz daha girizgahı uzun tutarım.. yandınız..

insan hayatında bazı dönüm noktaları olur.. bazı olaylar , bazı insanlar , bazı şeyler sizin hayatınızda belirgin değişikliklere yol açar.. benim hayatımda da çok olmuştur böyle dönüm noktaları , nefes aldıkça da olacaktır.. bunlara sayısız örnek verebilirim..

örneğin 1996’da hayatımda yaşadığım seri ve sonu gelmez olaylar hayatımı değiştirmekle kalmadı çok sarsıcı etkiler , derin izler bıraktı.. 365 günlük 1996 yılı hayatımın herhalde o zaman ki yaşım olan 22 yıla bedeldi.. 22 yılda yaşamadıklarımı bir sene de yaşamıştım.. güzel şeyler de olmuştu fakat çoğunlukla hayatımı yıkıp geçen olaylar o sene olmuştu.. itiraf ediyorum beynim o yıl hava almaya başlamıştı ilk kez ve bir daha da iflah olmadı.. neyse bu 1996 dan seri yazılar çıkarırım bir ara..

başka ne örnek vereyim diye düşünüyorum dönüm noktalarına aklıma hemen sen geliyorsun , ikizim.. yıktın geçtin..

en önemlilerinden birisi de 1990’ların sonuna doğru truffaut’yu keşfetmem.. arkasından godard’ı.. truffaut’ya kimi zaman tanrım , kimi zaman her şeyim diyorum , kızıyorlar.. truffaut ve godard’ı bir gün tüm insanlık tekrar keşfedecek , anlayacak ve sevecek tabi zeki müren’le birlikte..

ritsos ve edip cansever de öyle..

dostoyevski , yusuf atılgan , anna kavan ve celine.. bunlar da en önemli dönüm noktalarım oldu..

şolohov ile bukowski ve fante ise hayatımın temel taşları oldu belki de..

‘kardeşim’ ‘güneşim’ oldu , yetişemediğim , yetemediğim konularda o bana ışık tuttu.. ondan sonra ‘chris’ ve ‘mirza şeyhim’ ise ufkumu açan insanlar oldu.. ‘chris’ , hayatımın büyük bir kısmını işgal eden ‘sinemaya’ daha da fazla ilgi duymamı sağlayan ‘ken loach’u tanımama vesile oldu.. hayır işledi ‘chris’ farkında değil ama ben ‘chris’e çok vefasızlık yaptım , ihmal ettim kendisini.. ne telefonu ne adresi kaldı elimde.. bir gün cnntürk’te karşılaştım kendisiyle ama nerede olduğunu öğrenemedim.. umarım en kısa zamanda moda sahillerinde karşılaşırız bu yürüyen kütüphaneyle..

hayatımın şanslarından birisi de ‘reis’in hayatıma ‘kayması’ oldu.. bu çatlak ‘bebeği’ : ‘aylakadamız’ı birlikte yaptık..

sonra bir gün ‘meçhul’ ile karşılaştım.. gaye boralıoğlu.. onun için ne desem azdır..

işte böyle bir sürü başlık açabilir herkes , sayısız ama bunların bazıları size ve hayatınıza yön verir.. bir gün bu dönüm noktalarıyla ilgili de yazacağım , kaç yazı çıkar , kaç sayfa sürer bilemem ama ilginç şeyler çıkacak diye düşünüyorum..

benim demek istediğim olaylar dışında , insanlar dışında bazı sanat eserleri , kitaplar , kulağa çalınan bir ezgi de sizin hayatınıza yön verebilir..

benim en dağıttığım , yokuş aşağı gittiğim dönemlerde hep karşıma bir ‘tony’ çıktı.. tony cliff , ‘tony – georges khabbaz’ ve birisi de işte ‘tony khalife’..

başka bir müzisyen üzerinde çalışırken tesadüfen dank diye karşıma çıktı , kuruldu tony khalife.. ‘beni dinle , beni mutlaka dinle’ diyerek adeta beni hipnoz etti bakışlarıyla.. bir ön dinleme yapayım dedim.. nerede.. kapıldım gittim.. açtım bu arkadaşımızı dinlemeye başladım..

lübnanlı bu kardeşimizin müziğinde yerel ezgilerin yanında uzakdoğu tınıları da hemen fark ediliyordu.. ilk dinlediğimde kafam on milyondu , müzik girdi ve arkasından tony’nin sesi.. önce bir gülümseme yayıldı yüzüme.. sonra havalanmaya başladım.. kendimi yatırdım tony’nin sesine.. adeta bir iran halısına uzanmış gökyüzünde uçuyordum.. ne dert ne tasa kaldı.. esriklik , alkol uçtu gitti.. temiz hava , bol oksijen gibi ruhumda yayıldı tony’nin müziği.. onca umutsuzluğa boğulu kalbim bir an olsun sevinçle dolmuştu..

sonra biraz daha araştırdım tony khalife’yi.. epeyi bir doküman toplamıştım hakkında.. ama tony hakkında ne yazsam azdı.. ve kelimeleri yana yana koyamıyordum yazarken onun hakkında.. hep erteledim , erteledim.. bir türlü cesaret edemedim yazmaya..

yollarda geçerken son aylarım , uzun bir yolun ortasında her yorgun anımda yaptığım gibi yine tony’nin müziğine sarılmıştım geçen hafta.. o anda tony’i dinlerken ‘ya (g)jamil’ şarkısı gözlerimden boşalttı tüm özlemlerimi.. akan gözyaşlarım değildi.. ikizim , sana ve tüm sevdiklerime olan özlemimdi gözlerimden akanlar.. tony’e olan özlemimdi aynı zamanda.. haksızlık ettiğimi düşündüm tony’e..

karar verdim , çekip bir kenara yazacağım hemen dedim.. tony hakkında , ufacık bir şeyler olsa da , kötü bir şey olsa da yazmaya karar verdim..

gözünüz aydın burada giriş bitti.. yazının üçte ikisi böylece giriş oldu..  

tony khalife 1964 beyrut doğumlu.. lübnan iç savaşında çocuk yaşta eline gitar yerine silah tutuşturulmuş kendi deyimiyle.. yine hayatı kendi kelimeleriyle ‘müzisyen , şarkıcı , söz yazarı , besteci , yogi , öğretmen , çocuk-savaşçı ve sevgi ve barış elçisi’ olarak geçmiş bir insan..

iç savaş sırasında hep bir kaçış ararken müziğe doğru başaramamış bir türlü ve iç savaş sırasında defalarca yaralanan tony khalife daha sonra girdiği kolejde müzik eğitimine kavuşmuş.. savaştan arta kalan zamanlarda  biraz olsun müziğe vermiş kendisini , değişik gruplarla çalışmış bu zaman diliminde.. ilk grubu ‘the marvels’le birlikte birçok çalışmaya imza atan tony khalife 1981’de en iyi gitarist seçilmiş lübnan’da.. bir süre sonra solo çalışmalarına , kendi bestelerini yapmaya başlamış arkadaşımız..

1984 yılında 20 yaşlarındayken ve o zaman kadar toplam dört kere savaş sırasında yaralanmış olan tony khalife , los angeles’ta bulunan ‘guitar institute of technology’ enstitüsünde okuma fırsatını yakalamış ve 1984 yılında abd’ye gitmiş.. los angeles’a ulaştığında yanında iki gitarı , az miktarda ingilizcesi ve cebinde sadece okul parası varmış ustanın..

amerika’daki müzik yaşamı , hayatını tamamen değiştirmiş.. uzakdoğu felsefelerinden etkilenmiş , iyi bir yogi olmuş.. bu felsefeler ve barış umudu şarkılarına işlemiş.. şarkılarını arapça ve ingilizce seslendirmiş..

ustad zakir hussain’le de çalışan ve ondan ders alan tony khalife’nin ilk albümü alternatif jass fusion tarzında olan   pandhari’ olmuş.. daha sonraları diğerleri takip etmiş bu albümü : ‘fish out of sea’ , ‘the music shelter’ ve son albümü ‘transcendence (2007)..’

halen los angeles’ta yaşamaya devam eden tony üstadın şarkılarını bulun dinlemeye çalışın.. imkan buldukça aylakadamız müzik kutusunda yayınlıyoruz tony’nin şarkılarını.. ‘yashoda’ şarkısı hakkında çok mail aldım.. çok beğenildi bu şarkısı.. bence ‘ya gamil’ şarkısında söylediği ‘haffifli azabi’ (azabımı dindir) nakaratının işlemeyeceği bir kalp yeryüzünde yoktur..

gülüşünüze müzik eşlik etsin her zaman  , müziksiz kalmayın..

Crockett..

YASHODA..

‘your glory

is in beauty of your soul

you whom has gotten used

to the wounds

 

i cry to the light , to you i cry

to whom can i turn , to you i cry

i cry to the light , to you i cry

oh giver of glory

i shall give only compassion in return

 

yashoda , these dark days

be gone ,

may they never come again ,

i shall give only compassion in return

 

together

we’ve gathered by the source

gather us soul of our eyes

 

i cry to the light , to you i cry

to whom can i turn , to you i cry

i cry to the light , to you i cry

oh giver of glory

i shall give only compassion in return

 

yashoda , these dark days

be gone ,

may they never come again ,

i shall give only compassion in return

TONY KHALIFE

yollarda..

‘uzak nedir ?
kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir ?’

 İSMET ÖZEL

yollarda..

‘öyle bir durgunluk var ki üzerimde ne düşünmek , ne konuşmak , ne de yazmak istiyorum.. artık nefes alışlarım bile belli değil sanki.. susmak ve sessizliğimin içinde öylece kalmak istiyorum.. günlerdir ‘reis’ niye yazmıyorsun çok boşladın aylakadamız’ı diye bana fırçayı kayıp duruyor ama bendeki bu isteksizliği nasıl anlatabilirim ona bilmiyorum.. nefes almak için nefes alıyorum , yemek yemiş olmak için yiyorum her şey mecburiyetten.. yazmak , hele aylakadamız’a yazmak mecburiyet olmadığı için , dünyanın en güzel olaylarından birisi olduğu için ve asla mecburiyet gibi bir şeyi  düşünemeyeceğimden  kıyamıyorum abuk sabuk şeyler yazmaya.. o yüzden siteyi takip ediyorum bu aralar.. sadece bu..

fakat ilginçtir ki aylakadamız’da yeni yazıların sıklığı azalmasına rağmen giriş sayısı sanki bize inat artıyor , öyle bir genişliğe ulaştı ki site her gün yorumladığımız da ‘reis’le birlikte ikimizde anlam veremiyoruz.. onlarca profesyonel yazarı olan sitelere giriş oranları , okur sayıları ‘ip’ bazında belliyken , okunan sayfa sayıları belliyken bizim sitedeki bu inanılmaz takipçi sayısı duygulandırıyor ikimizi de.. ikimizin de çocuğu yok fakat ‘reis’in deyimiyle bu site ‘hayatta sahip olacağımız yegane çocuk..’ elimizde büyüyor.. fakat işte günlerdir bu çocuğa kıyamadım , yazamadım , ekleyemedim bir şeyler.. yığınla ekleyeceğim konu var , umarım üzerimdeki bu durgunluk uçar gider yakında..

ilginç olan şeylerden birisi de günlerdir süren bu durgunluğuma rağmen o kadar hareketliydim ki fiziksel olarak tahmin edemezsiniz.. kalp spazmı , hastane olaylarından sonra yerimde durmadım , kaç kilometre yol yaptım direksiyon salladım ben de artık hesaplamıyorum.. yollar akıp gidiyor bir yerlere hep.. öyle güzel ki yol yapmak , yollarda bitip tükenmek.. yolculuk kadar güzel , sıkıcı olmayan bir şey var mı bilmiyorum.. hele yanınızda kafa dengi bir yol arkadaşı – yoldaş varsa püffffff.. dadından yinmez bre.. yanımda seyahat edenler o kadar şanslıdır ki çünkü hep oturup izlerler , konuşurlar ve asla yorulmazlar.. neden mi ben o arabadaysam benden başka kimse araba kullan-a-maz , böyle bir takıntım var işte.. çok seviyorum araba kullanmayı.. zaten sevgili arkadaşlarımdan biri bir ara demişti sen avukat değil şoförsün diye.. hala gülmekten kırılırım bu lafı hatırlayınca.. evet aslında avukat değil uzun yol şoförü olsaydım kıyak olurdu.. hele hele tır ya da kamyon şoförlüğü mükemmel olurdu.. ama ne yapalım nükleer enerji mühendisliği mi doktorluk mu radyo televizyonculuk mu derken işte çok alakalı bir meslek seçtik hukukçu olduk.. gülmeyin sakın ben de insanım , ne yapalım avukatlık hep idealimdi ama ben sabiyken nükleer enerji ve doktorluk da ilgimi çok çekerdi.. fakat radyo televizyondan ikinci sınıfta atıldıktan sonra hep idealim olan hukuk ağır bastı biz de yön değiştirdik.. ama hiç pişman olmadım.. kişiliğime en uygun meslek buymuş.. yoksa bu kadar özgür ve aylak nasıl olabilirdim..

yaptığım yolların birinde uzun zamandır görmediğim ve göremediğim ‘cenaze’ ile karşılaştım.. bana olan haklı sitemlerini yaşının küçüklüğüne rağmen öyle ince , öyle kırmadan söyledi ki tutup bir kez daha sarıldım kendisine.. özürlerimi ve nedenlerimi üstü kapalı olsa da kendisine anlattım.. sonra bir hafta kadar beraber takıldık , kendimi affettirmeye çalıştım biraz.. içerde amcası yüzünden kapalı kaldığı 8 aylık süreyi ona unutturmaya çalışıyordum ilk başlarda ama o anlattığı hikayelerle bizleri hep kahkahaya boğdu.. hele ‘ayna’ ile muhabbetlerini , ‘ayna’ ile kavgalarını , inatlaşmalarını anlattığında gözlerimden yaş geldi gülmekten.. sırf ‘ayna’ yüzünden 40 metrekarelik koğuşta ‘ayna’ ile karşılaşmamak ve muhatap olmamak için yedi ay boyunca gündüzleri uyuyup , geceleri tek başına koğuşta uyanık durduğu , duvarlarla kapılarla arkadaşlık edip konuştuğu günleri anlatınca içimde bir şeyler ezildi gitti.. ona babasıyla hukuki seyir konusunda tartıştığımız ve beni dinlemediği için anlaşamadığımızdan yardım edemediğimi anlatsam kaç yazardı ki..

‘cenaze’ bana anlattıkça anlattı fakat sorularıyla beni bazen öyle bunalttı öyle bunalttı ki o sordukça ben onun önüne alkolü dayıyordum.. ama susacağına öyle açılıyordu ki sorularıyla kafamı da açıyordu.. ‘halo’muz ‘dayı’nın ‘denizler bu kadar yağmur yağmasına rağmen neden taşmıyor’ , ‘faks makinesi binlerce kilometre uzaklığa amerika’ya misal nasıl yazının ya da resmin aynısını yollayabiliyor’ gibi   ilginç soruların benzerlerini bıkmadan usanmadan tekrar tekrar soruyordu.. ‘savcı mı büyüktür hakim mi.. , polis mi savcıyı savcı mı polisi hakim mi polisi tutuklar.. vali mi büyük savcı mı’ diye garip garip sordukça soruyordu.. bir ara rüyadayım bile sandım.. çünkü ‘cenaze’nin sorduğu sorular karabasan gibi iki saatte bir tekrarlanıp duruyordu.. ama sonunda bu sonu gelmeyen soruların hiçbir suçu olmadığı halde abuk subuk nedenlerle haksız tutukluluğun yarattığı travma nedeniyle ortaya çıktığını anladım ve bıraktım ‘cenaze’yi konuştukça konuşsun istediği kadar.. aslında ‘cenaze’ lakabının tam tersi kişilikte bir insan , lakabıyla uzaktan yakından ilgisi yok.. bu lakabı kendisine takan amcasına aslında bu lakap uyuyor.. bu konuda da uzlaştık kendisiyle büyük kahkahalar eşliğinde.. tutuklulukta yaşadığı komik olayları bir ara anlatırım..

‘cenaze’nin tek sustuğu anlar ‘yüce sezar’ ve başkan ‘bezelye’ ile amik ovası 52 derece ile yanarken batıayaz dağlarında 26 derecede çam ağaçlarının altında yaptığımız uzun sohbet ve yemek anlarıydı.. orada sustu çünkü ‘yüce sezar’ çocuğun bütün dimağını sohbetin başında söylediği sadece tek bir cümleyle yerle bir etti.. dakikalarca elinde çatal kalakaldı.. sonra dönüp bana ‘abi bu adamlar mı seni buluyor yoksa sen mi onları buluyorsun’ diye sordu.. ben de gözlerimde yaşlar gülümsedim sadece.. bir ara ‘yüce sezar’ın balzac cafe de yaptığı gafla bu son gafını anlatmaya çalışırım ne kadar anlatılabilirse.. ama ‘yüce sezar’ın kötü niyetinden değildir bunlar , ‘sınırsız özgürlük’ kavramından diye düşünüyoruz.. düşünün öyle bir adam ki elli küsür derecelik sıcaklıktan gelmişiz : 26 derece sıcaklık , bol oksijen , bol rüzgar , çam kokusu var ama ‘yüce sezar’ henüz yarım saat geçmeden ‘ben üşüdüm , hem burası çok sıkıcı artık gidelim’ diyen birisi işte.. ‘bezelye’ , belediye başkanlığı döneminin yoğunluğundan olsa gerek çam ağaçlarının altında , müthiş serinlikte yemekler gelene kadar biraz kestirmek istediği sırada ‘yüce sezar’ın bu lafını duyunca kafasını yattığı yerden kaldırıp ‘sakın kızmayın yüce sezar’a , bol oksijenden beyni ambele olup , stop etti yine , bırakın yola insin minibüsle cehenneme gitsin , muhatap olmayın’ dedi.. tabi biz güldük çünkü bulunduğumuz mıntıkadan dört saatte bir minibüs geçiyordu sanırım.. ‘yüce sezar’ da bizimle paşa paşa oturdu ama mızıkçılığını yapıp durdu..

bakmayın ‘cenaze’nin lafı bir yandan çok doğru nerden buluyorsun bu arkadaşları dediğinde.. örneğin ‘bezelye’.. belediye başkanı olduktan sonra ne arar ne sorar oldu ancak biz arayacağız soracağız.. aradığınızda da hep aynı nakarat kaç kere aradım seni ulaşamadım nerelerdesin be usta der.. ‘politikacı’ işte.. iki ay önce ‘ciğerim’le urfa dönüşü yolumuzdan gidişli gelişli 680 kilometre fazla yapıp yanına uğrayalım bir sürpriz yapalım dedik.. şehre girdiğimizde aradık kendisini nerede makamında mısın diye sorduk.. ‘hayır , il merkezinde bilmem ne parkındaki bilmem ne kahvesinde kağıt oynuyorum’ diyince dumura uğradık.. lan mesai saatinde işin ne parkta demeye fırsat vermeden ‘hava çok sıcak o yüzden’ dedi , ikimiz beraber kahkahayı attık.. meğer esas dumur konuşmanın ilerleyen bölümlerinde bizi bekliyormuşuz bilemezdim.. ‘tamam o zaman parkın ana kapısına gel bekliyorum’ diye konuşunca tarihe geçecek sözü söyledi : ‘şu el bitsin geliyorum usta’.. artık bu sözü işittikten sonra benim ne gibi veciz sözler sarf ettiğimi tahmin edebilirsiniz.. telefonu son veciz sözümden sonra suratına kapattım ‘bezelye’nin.. ‘ciğerim’e de ‘boşver bu sibop kapağını’ dedim ama ‘ciğerim’ çok ısrar edip ‘görelim , uzun zaman oldu’ diye söyleyince  ‘kendin ara laleyi’ dedim.. sonra ciğerim aradı ‘bezelye’ efendiyi ve ustası ‘ciğerim’in sesini duyunca emir telakki edip koşa koşa geldi ‘bezelye’.. ben mi.. ben arabadan dahi inmedim , elini sıkmadım , ‘ciğerim’le ayak üstü sohbet ettiler sonra onu geride bırakıp hızla kaçtım o şehirden.. ama iki ay sonra kendim aradım ve çamların altında bizlere güzel bir özür yemeği sundu.. yemeği geçelim tabi ki sohbetti önemli olan ve rüzgarın çam ağaçlarını okşarken çıkardığı o eşsiz ıslığı..

benim tayfam hep böyleler ama hepsini çok seviyorum bu ‘topitoplar’ın.. kıyak adamlar vazgeçemiyorum tüm uçarılılıklarına rağmen..

işte günler böyle geçiyor üzerimdeki durgunluğun aksine : hep yollarda , çok hareketli ve renkli.. nasıl bitecek , nasıl kurtulacağım bu durgunluktan bilmiyorum.. ha ‘reisim’ nasıl..’

Crockett..

‘olur mu gülseren teyze.. ha salih abi ha ben’

‘olur mu gülseren teyze.. ha salih abi ha ben..’

bir aydan fazla oldu sanırım senden haber almayalı..

en son haziranın yirmi dördünde görmüştüm seni..

yani tam bir yıl aradan sonra.. ve sonra o günden beri seni göremedim.. sen kayıplara karıştın yine..

nereden nasıl ulaşabilirdim sana bilmiyorum ‘ikizim’.. kayboldun gittin.. bilmiyorum belki de bir yıl aradan sonra benimle görüşmek istemen benim acılarımı derinleştirmek içindi.. olabilir mi böyle bir şey.. oysa bir yıl aradan sonra gölün kenarında seninle birlikteydik yine.. sanki bir gün önce görüşmüştük seninle.. hiçbir şey olmamış gibi konuşman ve davranman.. bir yıl boyunca çektiklerimden şüphe duydum sana bakarken , seni dinlerken.. yoksa yaşamamış mıydım ben o günleri..

hiçbir şey diyemedim , neden diye soramadım bir kere bile sana o gün.. havadan sudan konuştuk çünkü gelirken arkadaşını da getirmiştin.. sana bakıp gülümsedim , konuşmanı dinledim..

seni , sesini ne kadar özlemişim senin..

sonra zaman aktı geçti gitti ve sen de gittin.. gidiş o gidiş..

sonra ne mi oldu.. seni aradım , mesaj attım , mail attım , her yerden aradım.. ama sen sır olmuştun..

ben de sensizlik cehenneminin içinde daha az acı çekmek için sırdaşım , teskin edicim alkolüme daha da gömüldüm..

sonuç mu :

bana bir kalp borçlusun ikizim..

geçen çarşamba oturduğum yerde bir kalp spazmı geçirdim..

sanki geleceğini biliyorlarmış gibi arkadaşlar yanımda oturuyor , havadan sudan konuşuyorduk..

sonra güzel bir ağrı hem göğsüme hem koluma girdi.. bütün vücuduma göğsümden yayılan bir sıcaklık da eşlik etmeye başladı.. kendimi sıktım , durdum , belli etmedim..

sonra yer altımdan kaymaya başlayınca ve ağrı şiddetlenince arkadaşlara durumu belli ettim.. ve apar topar hastaneye..

kalp hastalıkları hastanesi olmasına rağmen acilinde bekleyen doktor kardeşlerim ikinci kez beni orada ‘kalpten götüreceklerdi’.. başımda dört arkadaşım gülüp sıranın bana gelmesini bekliyorduk.. nöbetçi doktor teşrif edip önce kafa buldu benimle.. ama ilk ekg’yi eline aldıktan sonra yüzünü buruşturunca ben sakat bir durum olduğunu anladım , acı gerçekle yüzleşmem gerektiğinden ‘ne var’ dedim.. buz gibi boğuk bir sesle ‘kalp krizi olabilir’ diyince yamuldum.. oysa ben daha çok içecektim.. ‘bir yanlışlık olmasın’ dedim.. izleyeceğiz diye yine soğuk bir şekilde cevapladı.. daha önce de başıma aynı şekilde bir olay geldiğinden hemen salmadım kendimi..

alete bağladılar beni izlemeye başladılar.. sonra tekrar bir ekg bu sefer doktorun yüzü daha da buruştu.. ne var diyince anjiyoya alabiliriz , kalp krizi olma riski yüksek dedi.. benim bu sefer gardım düştü.. ya yapma etme doktor dedim.. arkadaşlarımdan birinin eve gidip eski ekglerimi ve testlerimi getirmesini istedim.. arkadaş koştu , dosyamla birlikte annem babam da geldi.. üzüldüm onları böyle korkuttuğum için..

sonra doktor eski tetkiklerime bakınca yüzü gülümsedi o an.. eski ekglerinizle uyumlu bugünküler.. sizin kalp atışlarınız size özgü dedi.. gülümsedim tabi o kalbin içinde ‘ikizim’ var dedim kendi kendime.. sonra doktor kalp krizi olmayabilir , kan , eko vs testler yapacağız akşama kadar buradasınız ama yatırabiliriz de duruma göre’ dedi.. ben yatmaya razıyım o hastanede yeter ki kalp krizi demeyin bana.. neyse kanlar alındı , eko yapıldı.. ve beklemeye başladık.. eko temiz çıkmıştı ama kan testleri bekleniyordu.. insan hasta olunca doktora dönüşebiliyor bir anda.. her şeyi kapıyordu beklerken ve bir anda doktor olabiliyordun..

testlerden troponin testi esas olandı.. iki kere altı saat arayla yapıyorlar.. temiz çıkarsa yırttın gibi oluyor.. neyse beklemek en kötüsü ama mecbursun bir kere.. beklerken hastane bir anda ana baba günü oldu sağ olsunlar önce ‘halo dayı’ , sonra diğer arkadaşlar akın etti.. haber vermek istemediğim , kendi derdi başından aşkın binlerce kilometre ötedeki canım kardeşim aradı.. bana moral verdi her zaman ki gibi.. ‘turrup gibisin abi , merak etme bir şeyin yoktur’ dedi.. gülümsedim.. marcos gibi olurdum ben de o zaman turp gibiysem.. sevindim.. marcosun dediği gibi : içi beyaz , dışı kırmızı.. bütün ihtimallere açık bir insan..’ 

tutsan tutsan bir yere kadar dayanıyorsun , en son bir yerde insan duygulanıyor boşalıyor gözyaşları.. kardeşimle konuştuktan sonra gözlerim doldu ve beklemeye başladım..

‘halo dayı’ da gelince kadro tam oldu.. ben hem kendime hem de etrafımdaki aileme , arkadaşlarıma ve ‘halo dayıma’ moral vermeye çalıştım..

espri olarak ‘hazır gelmişken halo senden de kan alsınlar bir check uptan geçiver’ diye söyleyince halo hemen kendini hastane bahçesine atıyordu.. sigara içip sonra tekrar geliyor , bacaklarıma ayaklarıma omuzlarıma masaj yaparak beni teskin etmeye çalışıyordu dayı ve ben her seferinde ‘halo’ya  ‘hayırdır , niyeti bozdun mu dayı.. hasta hasta bizi götüreceksin yani..’ diyince ‘halo dayı’ anne ve babama dönerek ‘sapık bu’ ya diyip yine hastane bahçesine kaçtı defalarca..

neyse beklemelerimiz sonunda iki troponin testinden de ‘kalbimizin akıyla’ geçince yırttık dedim.. ama saniye geçmeden doktor ‘olmaz beyim , yarın sabah efor testine teşrif edeceksin’ diyince ayaklarım titredi.. çünkü defalarca kötü hikayeler dinlemiştim efor testiyle ilgili.. hele altı sene önce özel bir hastanede efor testi öncesi bana imzalatılan ‘ölümüm halinde sorumlu hastane değildir..’ beyanını da hatırlayınca uykusuz bir gece geçirdim yine.. bu hastanede prosedür de başkaydı.. daha önceki efor testinde olmadığı halde bu yaşıma kadar itinayla uzayan göğüs kıllarımı kesmem gerektiği söylenince hayırdır hazırlık mı yapıyorlar acaba diye düşündüm.. doktora ‘biz anadolu erkeğiyiz doktor , kılları mılları ne ayağa keseceğiz.. sakalımı bıyığı mı da keseyim mi bari’ dedim.. ‘ona gerek yok , elektrotların iyi yapışması için senin gibi postlulardan bunu yapmalarını istiyoruz..’ karşı espirisini yiyince gülümsedim sadece..

sonra gece boyunca sıfır uyku , o televizyon kanalından bu kanala.. sonra açtım bornova bornova’yı izledim.. ‘olur mu gülseren teyze , ha salih abi ha ben’ diyalogunu izledim defalarca geriye alıp alıp.. 

ve sonra sabah oldu.. kaktım , hazırdım ama o koşu bandında ne koşacak halim ne de moralim vardı..

gariban annemle gittik hastaneye , kağıt işlerini bitirdikten sonra annemi dışarıda bırakarak efor odasına aldılar.. beklerken bir kaç kez kapıyı açıp anneme baktım.. o da merak içindeydi.. onu da hastane kapılarında süründürmek moralimi daha da bozuyordu.. son kez görüyorum belki diyip , hep kapıyı açıp ona bakıyordum.. bir ara ciğerim aradı beklerken ona hakkını helal et dedim.. artık gözyaşlarım aktı akacaktı..

sonra vakit geldi üzerime garip bir file geçirdiler bandın üzerine çıktım , bilmem kaç tane elektrotu bağladılar sağa sola.. bayan doktor vardı yanımda.. evraklarıma bakınca yüzünü buruşturdu ve ‘özür dilerim , sizi en sağdaki banda alalım çünkü evraklarınızda -bilmem neden- (burayı ben hatırlamıyorum) bahsediyor , bu alet biraz parazitli , murat beyin aletine alalım sizi , yaşınız genç , vebal almak istemem’ diyince benim tansiyon uçtu gitti tepelere fırladı , elim ayağım boşaldı , ne demek vebal almak , ne demek yaşım genç.. kafam bulandı , başım dönmeye başladı.. neyse murat bey’in ‘aletine’ doğru aldılar beni.. ‘darağacına ya da giyotine çıkan mahkumlar gibi çıktım bandın üzerine tekrar.. koşmaya başladık yavaş yavaş.. uzatmayayım.. testi zar zor dilim dışarıda fakat başarıyla tamamladım.. raporum buradan da yırttığımı söylüyordu.. sonra aldık raporu doktor doktor dolandık.. hepsi bir ‘b.k yok , domuz gibisin , duygusal ya da sinirsel nedenlerle gelişen bir kalp spazmı’ dediler.. neye kafayı taktıysan düşünme onu falan filan dediler..

en son olarak da babamın yirmi yıldır doktoru olan bir kardiyologa gittik.. ‘kötü alışkanlık var mı’ diye sordu.. tabi annem oğluna laf kondurur mu.. sanki beni doktora verecekmiş gibi ‘yok’ dedi.. ben de dedim ‘ne yanlış yönlendiriyorsun doktor beyi , günlük ortalama on – on beş arası bira ya da iki büyük rakım var doktor bey’ diyince önce beni buz gibi bir sesle tebrik etti.. sonra ekledi ‘bir süre kullanmasan ve kendine dikkat etsen iyi olur’ dedi.. teşekkür ettim.. ‘bir süre’ lafı bana ödüldü çünkü.. hem ‘bir süre’ derken süre konusunda net bir zaman bildirilmediğinden bu süre bir gün de olabilir bir haftada olabilir diye bir yorum geliştirdim kafamda mutlu oldum.. bana bir ilaç verdi ‘bir süre kullan ama istersen’ dedi.. ilaç kalp ritimlerini , tansiyonu düzenliyordu.. olur olur dedim.. yemin etmişim altı senedir hiçbir ilacı kullanmamaya.. yalan bu ilaç işi.. kullanmadım kullanmayacağım da..

hastanede beni yalnız bırakmayan aileme , canım kardeşime , arkadaşlarıma , ‘halo dayı’ma ne kadar teşekkür etsem azdır.. onlara o gün yaşattığım stresten dolayı da çok özür dilerim.. sağ olsunlar , var olsunlar hastanenin bahçesini , koridorlarını , acil servisi doldurup beni bir an olsun yalnız bırakmadılar..  

hastane ortamından birkaç anekdot anlatayım.. geberirken bile aklım hınzırlıktaydı.. ilk olarak hastanedeki acil kısmında bana müdahale eden doktorun yine ilk sorusu şuydu : ‘yaş , sigara var mı..’ ama bu soruyu sorarken bana doğru eğilen doktorun önlüğünün cebinde (reklama girmesin baş harfini söyleyeyim) ‘w……’ sigara paketi bana doğru sırıtıyordu.. gülümseyip , ‘sigara yok , kullanmadım ve kullanmıyorum ama siz de kullanmasanız ya da paketi en azından hastaların gözüne sokmasanız daha inandırıcı olur bu sorunuz’ diyince doktor beyle aramızda soğuk bir rüzgar esti..

hastanede doktorlar kalp krizi değil , spazm olabilir diyince yıllar önceye gittim fakültede kendini şair sanan bir arkadaşımız vardı , kendini doğuştan şair sayan ama şiirlerinden hiç kimsenin bir şey anlamadığı bir arkadaşımız.. onun devamlı bize okuduğu ama her okuyuşunda bizi kahkahalara boğan fakat kendisinin okurken o sırada duygulanıp doruğa çıktığı ve gözlerinden yaş geldiği ‘spazm.. yaklaşıyor orgazm’ dizesi aklıma geldi.. kahkaha atacaktım fakat ağlanacak halime gülmemek için sadece içimden kahkaha attım dışımdan gülümsedim..

bir de hastane bahçesinde iki gün boyunca hasta önlükleriyle sağda solda saklanıp gizlice sigara içmeye çalışan hastaları görünce aklıma elia suleiman’ın ‘intervention divine’ filmindeki hastane sahneleri aklıma geldi.. orada da hastalar , hemşireler , hasta bakıcılar ve doktorlarla birlikte bahçede bile değil hastanenin içinde kardiyolojiye benzer bir klinik koridorunda volta atıp sigara içiyorlardı.. ben de daha gerçek bir versiyonunu izledim bu sahnenin.. insan nasıl bir yaratık , yaşamın kıyısındayken bile alışkanlıklarından vazgeçemiyor zararını bile bile.. 

neyse sonrası mı ‘ikizim’..

sonrası şu oldu efor testinden vesaire doktor ziyaretlerinden beş dakika sonra ben birkaç parça eşyamı aldığım gibi arabaya atladım ve yollara koyuldum yine peşinden.. nereye gideceğimi bile bilmiyordum.. herkes geçmiş olsun , ne oldu test sonuçları diye sorup arıyordu beni ve ben herkese yolda olduğumu , araç kullandığımı , şehir dışında olduğumu söylüyordum ve insanlar şaşkınlıktan sessizliğe boğuluyorlardı.. bir gün önce ölecek olan ben değildim sanki..laf yetiştirmemek için telefonları da açmadım bir süre sonra..

‘ikizim’ nerede olabilirsin dedim.. seni bulamasam bile ‘ikizim’ olabileceğin yerlerin yakınlarında olmak istiyordum en azından.. manisa , izmir , denizli , aydın.. dolandım durdum.. sana ulaşamadım telefonlarından yine.. ama belki aynı yıldızlara baktım seninle , belki de aynı havayı soludum.. belki de defalarca yanından geçtim..

uzatmayayım hastanedeyken doktorların temel sorusu şuydu ‘niye bu kadar üzgünsün’.. her soruşlarında gülümsüyordum.. niye gülümsediğimi sadece sen anlayabilirsin ‘ikizim’..

ha sen şimdi inanamazsın bana her zaman ki gibi.. ama hastanenin tüm kayıtları açık ‘ikizim’.. hoş , sen neyime inandın ki..

bütün yaşadıklarım ve bu son kalp spazmı sana ulaşamamamın , senden haber alamamamın sonucu ama sen her şeye değersin  ‘ikizim’..

ama artık bana ikizim bir kalp borcun var..

şimdi nerde miyim.. binlerce kilometre yaptım sana doğru belki de senden uzağa.. şimdi senden belki uzakta belki yakınlarındayım ama gerçek şu kendimden çok uzaktayım ve belki de sonundayım her şeyin ‘ikizim’..

bu sayıklamayı burada bitirirken ikizim , sana ve tüm sevdiklerime günün şarkısı olarak timur selçuk’tan ‘ispanyol meyhanesi’ni dinleyin diyorum..  

 

Crockett..

‘yeter, yeter.. öleceksek ölelim..
haydi vur kendini şaraba , kedere ve aşka vur..
daha içelim hey.. daha içelim hey hey..

ispanyol meyhanesinde bir gece
seninle, seninle başbaşayız..
üstelik , sarhoşuz adamakıllı.. daha içelim, daha içelim..
ispanyol meyhanesinde olduğumuzu kimse bilmesin..’

Timur Selçuk..