Archive for the ‘Sayıklamalar’ Category

Güvenli ve derin soluk alamıyorum…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Güvenli ve derin soluk alamıyorum… zaten çoktan her şeyin tadı değişti… ne uykularımın ne de uykusuzluklarımın tadı yok..

Kırık vazoyu anımsatan sabahlarımsa en sevdiğim vakitler… en azından birkaç dakika da olsa kendi soluğumda boğulabiliyorum..

Sonrası sevgili ece-l-im’in soluğu…

Kalbimde kocaman bir UÇUK… bir yere yığılıp kalmaktan korkuyorum.. kimselerle konuşamıyorum bir tek BABOŞ’um..

Onun cümleleri , ara sıra arayıp da dinlettiği şarkıları , izlediği ve tavsiye ettiği filmleri , gülüşü ,sarılışı.. öyle insan ki..

Benim her gece yatmadan öperek , sevip sarmaladığım delikanlı kışıma bahar gibi geliyor , baboşum..

Kırık kalplere iyi gelen dostlar hep olmalı..

Hafta sonu , yine bana çok iyi gelen dostlarımdan Sevgi Ablam onurlandırdı evimi..

Birkaç dakikanın bile hesabını yapıp sevdikleriyle daha çok vakit geçirmek için kendini hırpalayan tek bünye benim sanırdım..

Değilmişim , o  kocaman yeşil gözlerinden uykular akmaya başlayıp , gözleri bir japon gözüne dönüşse de , bitişlere , gidişlere karşı fazlasıyla direndi..

Poşetleri dahi uğur böceği resimli olan armağanlar getirmiş bizlere..

Belleğim yaş itibari ile eskisi kadar taze olmadığından biraz düşünmek zorunda kaldım bu uğur böceği sempatisini.. ve hatırladım… ki hatırlamasam da sevgi ablam anı mahalline çoktan gitti ve anlatmaya başladı..

O uğur böceklerini çok sevdiğini söylemiş bana , bundan tam 10 yıl evvel..

Bense hemen reddetmişim… şekilcisin demişim.. neden hiçbir faydası olmayan uğur böceğine bu bağlılık..

Üstelik bir de sorumluluk yükleyip dilek bağlıyorsunuz kanatlarına demişim…

Neden hamamböceği sevilmez deyip hamamböceklerine dair birçok sempatik gelebilecek özellikten bahsetmişim..

Duyanların hamamböceklerini yaşatma ve koruma derneği kurucusu olup dernek başkanı olma gayretim var sanacakları kadar abartmışım olayı.. ki ben bir Akdeniz akşamı koluna konan hamamböceği yüzünden yerinden fırlayıp kolbastı yapmış bir bünyeyim , korkarım çok…

O kadar çok üstüne gitmişim ki sonrasında karşımda duran o kocaman gözlerin havuz problemlerini aratmayacak hızda 1/3 nün dolduğunu  görmüşüm.. (en dayanamadığım eylem de budur…) ağlamak… belki de ben çok çabuk ağladığımdandır… yolda gördüğüm herhangi bir yaşlı teyze bile sus tesisatı kurabilir gözlerimde..

halen 50 kez izlememe rağmen hep sonunun değişeceği umudu taşır hem de çok başarılı ağlarım  ‘selvi boylum al yazmalım’da..

sevgi ablamın ağlaması çok fena üzmüş beni… ne aldığım zeki müren kaseti ne de dilime yapıştırdığım özürler hafifletmemiş vicdanımı.. çareyi kendimi bağlara bahçelere sürgün etmekte bulmuşum… hava o kadar sıcakmış ki güneşle sarmaş dolaş geziyormuşçasına…

ama ben sıcağa rağmen ,

ama ben korkaklıklarıma rağmen ,

ama ben bacaklarımın cılızlığına rağmen ,

ve en kötüsü hemen acıkıyor olmama rağmen ,

bir küçük kavanoz uğur böceği toplamışım sevgi ablama.. hiçbir uğur böceğinin yaşam hakkını elinden almadan üstelik..

birçok dilek dilemiş sevgi ablam..

çocuklardan daha şen gezmiş tüm gün..

uğur böceğine sevdamız bundanmış…

hangi hikayede olursak olalım yokuşun sonu dostlara çıkar…

gülüşünüzle ve dostlarınızla kalın…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Nice Yıllara Aga …

Bugün benim için çok anlamlı ve özel bir gün . Sevgili abim , kadim dostum , aylakadamiz ‘ ın bugünlere gelmesindeki tek insan . Kendisi her ne kadar bunu kabul etmese de , gerçeği en azından ben biliyorum o olmasaydı bugün bu site sadece isim olarak 3-4 kişinin girdiği bir site olurdu . O bu site için yüreğini koydu ortağa . En azından bu yolda beni yalnız bırakmadı o’na ne kadar teşekkür etsem azdır .

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ben aslına bakarsanız kalemi çok güçlü biri değilim pek beceremem yazı yazmayı . Ama içimden gelenleri yazıyorum işte . “Crockett” bugün bir yılı daha devirdi hayatından . Ve önümüzde güzel yıllar bizi bekliyor . İyi ki varsın , iyi ki senin gibi bir dostum var . İyi ki doğdun .

Sitede yazmaya başlayan , “lucy in the sky” , “ters” , “bulut” hoşgeldiniz diyorum aramıza ve  ailemize . Size de tek tek teşekkür ediyorum bu yolculukta yanımızda olduğunuz için . Ama teşekkürlerin Kralını Ece Temelkuran ‘ a gönderiyorum . Sitenin hitlerini maksimuma çıkarttı   habertürk ‘ teki yazısı  ile . İyi ki varsınız Ece hanım . Konu biraz dağıldı , dediğim gibi yazı yazmasını pek beceremem , duygularımı yazıya döktüğümde bunu pek belli edemiyorum ama herkesin “Crockett” gibi bir dostu olmalı bu hayatta .

İyi ki doğdun iyi ki varsın aga . Mutlu yıllara , güzel yıllara , gözlerindeki o gülüş hiç bitmemesi dileğiyle …

Blackhawk yada Crockett ‘ in deyimi ile Reis … 

 

karşındaki senin yansımandan başkası değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

karşındaki senin yansımandan başkası değil. 

Bir vakit önce yazmıştım bu yazıyı. Bir gece pıt diye çıkıvermişti içimden, nefes almadan, dönüp düzeltmeden, ikinci kez okumadan, şurası şöyle olsa nasıl olur diye düşünmeden, provasız alabildiğine gelişine vurduğum bir hikaye. Bugün yine yolumu kesti. Başucu kitabı gibi bir başucu yazısı. Ne yazmayı bitirebileceğim bir gün, ne de okumayı. Dönüp dönüp baktığım, hatırladığım, yokladığım, içimin terazisine koyup “bakıyım ne kadar yol almışım” diye tarttığım. Belki bir gün hayat izin verir, gerisini getiririm.

Karanlık basmaya yüz tutmuş, bomboş bir evin içinde “biz ne yapıyoruz?” diye soruyor kendine. Kendi sandığı besbelli “o”, “o” ise kendinden başkası değil. Hemen cevap geliyor: “Yüzümüzü hayata dönüyoruz.” Derin bir nefes alıp önce, sonra büyükçene bir yudum alıyor şarabından. “Elektrik yok, su yok, oturacak bir tabure dahi yok” diyor bu sefer. Karşıdan gelen cevap bir akbaba gibi pike yapıyor çürümeye yüz tutmuş kalp etine: “Bundan milyonlarca yıl önce, ne elektrik vardı, ne su, madam. Ama aşk vardı yine de.” Bu sefer şarap kesmiyor, bir sigara yakıyor. Derin bir nefes çekiyor, öksürüyor. “İyileşmeyen bir yaram gibisin. Kronik bir enfeksiyon gibi ta şuramda. İyileşti sanıp, sırtımı dönüyorum, belki unutursam kendiliğinden kapanır diye. Lakin nafile… Ne zaman yüzümü dönsem göğe, çat, zihnimin kapılarına dayanıyor, var gücüyle.”

Zil çalıyor. Kalkıyor yerinden, hali hazırda yarıladığı şişenin şimdi boş olan yerini bir zaman dolduran kırmızılık, artık damarlarında dolaşıyor. Ona edeceği kırmızı sözler tasarlıyor, kapıya kadarki birkaç adımda. Tüm dünyevi konforsuzluklara inat, ağırlamak için ilk misafirini kapıyı açıyor. Karşısındaki kendinden başkası değil. Ruhu “o”nun suretinde, “o” nun bedeninde, “o”nun gözlerinden bakıyor. Ayna gibi bir şey. Bir vakit önce ettiği, “Korkma, karşındaki senin yansımandan başkası değil” diye bir cümle geçiyor aklından. Yansımasına sarılıyor. Sarılıp, öylece kalıyor. 30 yıllık bir hasret bu. “Seni özlemişim” diyor. “30 yıldır görüşmedik. Nerelerdeydin?” Çantasından iki şişe daha çıkarıyor. “Gece belli ki uzun olacak” diyor. “Bir sürü hikaye biriktirdim sana.”

İki bedende tek ruh, yan yana oturup yere; sözcüklerin dünyasında geziniyorlar sabaha dek. Ağızlarından çıkan kendi sözleri, kulaklarına çalınan da. “İki” olduklarını unutup, aralarında asılı duran 30 yıllık uzaklığı yakın yapıyorlar. “Bir” olmaya kalkıyor kadehler. Parmak uçları köprüler kuruyor kıyıdan kıyıya. Uzak sandıkları meğer kendi nefeslerinden yakınmış onlara, şaşırıp kalıyorlar yabancı sandıkları toprakların bunca tanıdıklığına. Ying’ten yang’a uçuyorlar kelimelere binip. Işıklı, başka türlü bir evrene ışınlanıyorlar etten uzay gemilerinin içinde. Kapılardan geçiyorlar, duvarlardan. Tümden gelip, tüme varıyorlar.

“mişli ve ecekli bütün zamanların barbarlığını. sütlü ve ballı bir şarkı gibi siliyorsun. dudaklarında karanfilli bir sigara gibi tuttuğun gülümsemen. ve iki kadeh zevk parçası gibi salınan ellerinle. duruyorken sen. hangi kapı durdurabilir beni, madam?”

diyor biri.

“dur diyen kim? dayan var gücünle bütün kapılarıma. “

diyor beriki.

sonra sabah oluyor.

‘lucy in the sky’

kıldan tüyden sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 (resim : edvard munch , SCREAM..)

 

 

kıldan tüyden sayıklamalar.. 

‘hepimiz bazen sıkıldığımızda saçma sapan abuk sabuk şeyler yaparız değil mi.. neden yaptığımız o anda belki meçhuldür.. bir içgüdü , bir refleks belki bir anlık öfke.. ben bu duyguyu beş altı senede bir dinlendirmek için bıyıklarımı kestiğimde yaşarım.. ne alaka demeyin çok alakası var.. bıyık kesmek uzun saçı kesmek gibi çok zordur , düşündürür insanı uzun uzun.. makası alırsın eline saatlerce düşünürsün kessem mi kesmesem mi diye aynaya bakarak.. çünkü bıyık , saçınız gibi sizinle özdeşlemiştir.. ama kesmek gerekir bazen dinlendirmek için ve yine de el makasa ya da makineye gitmez..

ben lise ikinci sınıfın yaz tatilinde ilk defa bıyık bırakmıştım.. herkes dalga geçmişti.. ben de onlarla dalga geçmiştim.. bir de bıyık pistir diye bir safsata vardır.. evet pistir bakmazsan bıyığa pis olur.. ama kafanıza her gün tonlarca jöleyi , briyantini boca edip pisliğin dumanın tozun toprağın , egzoz dumanının içinde dolaşırsınız.. ne olduğunu bilmediğiniz kimyasalları sıkarsınız ya da sürersiniz parfüm , bakım kremi vs diye.. onlar pis değildir ama bıyık nedense hep pistir..

valla bıyık çok temizdir ve güzeldir.. bir kere her gün belki sekiz on kere kere yıkanırlar bol sabun ve suyla.. sonra da  tararsınız.. gülmeyin.. hele bazı yaşlı amcalar , dedeler bir de nerden bulurlar bilmem güçlendirmek için kremler filan sürerler , ben hiç kullanmadım krem mrem.. kim bilir belki çok yaşlanınca mecbur kalıyorlar.. bıyık temizdir , elimizden ağzımızdan daha temizdir ,  abartma değil 19 senedir bıyıklı birisinin söyledikleri bunlar..

hele bıyıkla bira içmek ne büyük zevktir.. yazık bayanlar bu zevki hiç tadamayacaklar.. gülüyorum şimdi kahkahalarla..

lise iki de yaz tatili bitip okul başlayınca bıyıklarımı kestiğimde moralim çok bozulmuştu.. tam da yeni oturmuştu bıyıklarım kestiğimde.. ilk kestiğim günlerde nasıl da yağıyordum hep nefret ettiğim eğitim sistemine.. okullardan ve eğitimden nefret ediyorum.. bence torna tezgahları daha az şekilcidir eğitim sisteminden ve okullardan.. ne vardı yani bıyıkla okula gitsem ne olurdu ki.. kime ne zararı var iki parça kıl , tüyün..

neyse ki son sınıfa geçmiştim.. liseyi üniversiteye gitmek için ya da iş hayatına atılmak için bitirmiyordum sanki bıyık bırakma özgürlüğü içindi tüm yaşananlar.. erkekler için konuşuyorum çoğu okul bitsin üniversite başlasın hemen saç uzatacağım hayalindedir.. hiç hayatımda saçımı uzatmadım , uzatmakta istemedim.. hep kısacık kestiririm saçlarımı.. neden bilmiyorum öyle seviyorum.. çünkü berber koltukları ayrı bir hikaye konusu benim için.. berber dükkanlarını ve berber koltuklarını tam bir işkence yeri olarak görürüm.. o koltuğa oturmamla kalkmam arasındaki süre bana yıllar gibi geliyor.. hele o berberlerin özenmeleri , saçma sapan şeylere takmaları of of..

keşke saçım hiç uzamasa ya da bir makine icat etseler biz kafamızı soksak böyle anında içinden kafamız tıraşlı çıksa.. oh ne güzel olurdu..

ya nerde böyle icatlar.. saçma sapan şeyler icat ediyorlar mesela ‘cep telefonu’ gibi.. yazı biraz uzayacak belki fakat biraz da cep telefonu konusunda yağayım sağa sola , kime değerse artık..

‘cep telefonu hayat kurtarıyormuş..’ yok ya ne hayat kurtarması cep telefonu yüzünden kaç hayat kararıyor , kaç ailenin ocağına incir ağacı dikiliyor biliyor musunuz.. cep telefonu hırsızlığı , gaspı , gasp amaçlı cinayetler , kıskançlıklar vs vs.. cep telefonu yüzünden bozulan ilişkiler..

‘bana neden çağrı atmadın’ , ‘seni aradım niye cevap vermedin’ , ‘mesajıma niye cevap vermedin’ , ‘bana niye dönmedin’ vs vs.. dön baba dön bu ne yahu..

eskiden cep telefonu mu vardı.. bizim kibrit kutularından ve iplerden yaptığımız telefonlar vardı sadece.. bir de o ahizeli telefonların güzellikleri , şıklıkları vardı..

şimdi nasıl ama herkesin cebinde bir bazen , iki üç telefon.. baz istasyonu gibi geziyor herkes.. neymiş şirket hattıymış ,  özel hatmış , gizli  numaraymış.. ha benim de iki tane var telefonum da , telefondan benim kadar nefret edip , ulaşılamayan insan yoktur.. sonra cep telefonlarının yaydığı radyasyon.. o apayrı bir akıllarla durgunluk verecek konu.. çocuklar artık okuma yazmayı kalemle kağıtla değil cep telefonundan öğreniyorlar..

sonra en önemlisi de insanların özgürlüklerini sıfıra indirişi var cep telefonunun.. en önemlisi de bu.. bu.. bu..

adam arıyor ‘niye telefonun kapalıydı’ diyor ya çıldırıyorum.. ‘sen kimsin la.. sana ne la-n..’ kapatırım kapatırım.. kural mı var.. beğenmezsen beğenme bana ne.. ben böyleyim kardeşim..

belki kenefteyim , belki banyodayım tövbe tövbe.. tutacaksın atacaksın kubura sifonu çekeceksin , kurtulacaksın bu esaretten..

sonra belki ge-ber-mi-şim , toprağın altına boncuk gibi yatırmışlar beni.. açamam telefonu nasıl açayım öbür tarafta.. öbür taraf henüz kapsama alanı dışındaymış.. reklamlarında anayasa , manayasa yapmaya başlayan gsm operatörleri henüz öbür tarafı kapsama alanına alamamışlar kusura bakmayın..

bir de geceleri aranmalar vardır.. tüm gün aramazlar hava kararır , tam böyle günün stresini atmak için gevşemeye çalışıyorsundur zırttttttttt telefon çalar.. nefret ,  nefret , nefret..

bakarım numaraya bakarım , bakarım , bakarım.. düşünürüm yahu arkadaş arayan gündüz niye aramaz.. neden.. tüm güne kıran girmiş sanki.. hele bizi gecenin hangi saati olduğu fark etmez ararlar ya biterim o aramalara..

‘alo arkadaşlarla oturuyorduk da bizim işin bahsi geçti arayalım bir durumu soralım dedik ne alemdeyiz diye..’ o anda ben yağmaya başlarım ‘senin ben işini de..’ neyse boş verin..

hele içki sofralarından sizi ararlar ya aman aman evlere şenlik.. ben karşı tarafın alkollü olduğunu hissedince direk küfür eder kapatırım.. ben ‘aksırıp tıksırıncaya kadar içmeyi’ şiar edinmiş birisi olmama rağmen nefret ederim böyle rakı masalarına meze olmaktan..

sonra bir de gece yarıları abuk sabuk mesajlar atılır size.. uykularınızı kaçıracak cinsinden.. onlara direk telefon açar yağarım zaten..

daha fazla uzatmayayım telefon hikayesini bir anımla bitireyim bu bahsi.. ben üniversite yıllarım sırasında bir yandan çalışıp işi öğrenmeye çalışırken yanında çalıştığım adam bana bir telefon vermişti , ilk çıkan cep telefonu markasından.. yaklaşık bir , bir buçuk kilo ağırlığında , telsiz gibi.. sanırım şimdi tarih oldu o marka.. o telefon abartısız evdeki ahizeli telefonlar kadar ağır ve ‘tır dorsesi’ gibiydi.. güvenlik kapılarından geçerken polisler ya da güvenlikçiler kafa bulurlardı : ‘adam öldürür bu beyefendi , silahtan tehlikeli , almasak mı içeri girerken bu telefonu’ diye.. o telefondan bir sene de zor kurtulmuştum , bayram etmiştim kurtulduğumda..

nereden nereye geldik neyse işte bu cep telefonu icat edilmeyeydi de berberler yerine bir makine icat etselerdi kafamızı içine sokup bir dakikada tıraşımızı olsaydık ne olurdu sanki..

işte ben de böyle bir berber , saç kesme fobisi ve yanlış anlaşılmasın sadece kendim için uzun saç nefreti olan bir çatlağım.. hadi çık çıkabilirsen işin içinden..

benim 1989’dan beri berberim aynı adam.. lisede bir arkadaşım orayı tavsiye etmişti.. ben de hep oraya gittim şimdiye kadar.. beni , ne istediğimi bilen tanıyan birisi bu ustamız.. az laf çok hızlı iş istiyorum.. ama nerede..

saçımın çoğu yerini makineyle aldırmama rağmen bir saç tıraşı bir buçuk saat sürer mi kardeşim.. deliriyorum , her defasında on kere kalp krizi geçirir gibi oluyorum.. bayılacakmış gibi hissediyorum kendimi.. hele yazları.. of of..

bir de gözlerini kapatamazsın hiç berberde.. hep tetikte olacaksın.. seni yirmi senedir tanısa bile bir abuk sabukluk yapar hemen bıyığınıza ya da saç şeklinize kendi kafasına göre el atar.. değişiklik yapmak ister.. hele bıyığıma dokunduklarında deliririm.. bir de tutarlar kulağınızdaki , yanağınızdaki , burnunuzdaki kılınızı tüyünüzü çakmakla yakmaya kalkarlar psikopat gibi ,  delirmemek elde değil..

bıraksana kardeşim ben maymundan geliyorum , bırak kulağımdaki kılı tüyü.. vardır bir hikmeti o tüylerin ne yakıyorsun.. sen saça bak saça.. olmazsa bir ara geleceğim sana bir ağda yap kafama komple , yüzüver tüm kılları tüyleri sana da bir daha iş kalmasın yahu.. delirtmeyin beni..

 ama eminim ben yaşlılığımda delireceğim bu berber meselesi yüzünden , öyle görünüyor.. alakası pek yok ama dün gece yarısından sonra romain gavras’ın (costa gavras’ın kendisi gibi yönetmen olan oğlu) ilk uzun metrajlı filmi ‘notre jour viendra’yı izledim.. başrolde en sevdiğim yabancı erkek oyuncu ‘vincent cassel’ oynuyordu.. cassel sevgimi , itiraf ediyorum ‘aşkımı’ anlatırım bir gün..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse bu vincent cassel son iki üç filmdir bayağı bir kıllı tüylü bir şeydi , saç sakal birbirine karışmış şekilde boy gösteriyordu..

en son aronofsky’nin siyah kuğusunda portman’a eşlik etmişti.. orada yine saçlar uzundu.. halbuki cassel hep kısa saçın hastasıdır benim gibi..

ancak dün izlediğim romain gavras’ın ‘notre jour viendra’ filminde saç sakal birbirine girmiş bir  psikanalisti oynuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘patrick’ adlı bu adam aynı zamanda yön-len-di-ri-le-bi-lir ve yön-len-di-re-bi-lir bir sosyopattır..

cassel yine bu karakteri canlandırırken on numara bir oyunculuk çıkarıyordu..

ırkçılığın kıçına tekme atan , attıkça da coşan coşturan bir film bu.. aidiyet kavramını sorgulayan , bireyselleşme mücadelesinde yaşanan savaşları da derinlemesine inceleyen nihilist ve anarşist öğelerin doruğa çıktığı bir yol filmi bu.. filmin çok sarsıcı anları var.. izlerken pataklandığınızda anlarsınız..

‘gaspar noe’ ve ‘haneke’den sonra tokat atan , sarsan , tartaklayan filmler yapan biri daha sinema dünyasına girdi ya romain gavras’la birlikte aman da ne güzel oldu.. çoğalın çoğalın.. tokatlayın insanları kendilerine getirene kadar.. 

konuya döneyim işte dünkü filmin ikinci bölümünde , ben ‘delirme evresi’ diyorum bu bölüme – bazıları isyan evresi diyor (isyan , delirmeyle birlikte olur , delirmezsen isyan edemezsin , delilik güzelliktir bir gün insanlık bunu anlayacak) – işte orada cassel öyle bir halde ekrana yansıyor ki saç , sakal , kaşlar kesilmiş halde bir anda ortaya çıkıyor.. dehşete düştüm.. beş on dakika sonra patrick’in himayesine aldığı ‘remy’ adlı gencin delirme sahnesinde ‘remy’nin eline jileti alıp saçlarını ve kafasındaki kılı tüyü kesmesi sahnesi vardı ki işte korkarım gözlerimden yaşların aktığı o sahnedeki gibi ben de bir gün öyle yapacağım bu berber işkencesinden kurtulmak için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

türkçesi ‘bizim de günümüz gelecek’ olan film mutlaka izlenmesi gereken filmlerden birisi olacak sinema tarihinde.. cassel ise yine en büyük oyuncu olduğunu ispatlıyor bu filmiyle..

ha bu arada filmi ‘ümo’ da izleyecek.. ‘ümo’ eminim gelip kafama kakacak filmi ama umurumda değil.. sinemaya bakış , hayata bakış gibidir.. değişir kişiden kişiye göre..

neyse efendim esas konumuza tekrar giriyorum.. (bu arada çaktırmayın esas konumuz neydi iki saattir onu düşünüyorum..)

işte uzun uzun 19 senelik ‘bıyıklı’ ben , geçen ay saatlerce düşünerek geçtim aynanın karşısına elimde makas uğraştım durdum kesebilmek için bıyığı.. en son yedi sene önce dinlendirmiştim sanırım.. kesemedim.. gittim uzandım..

birden aklıma iki sene önce izlediğim yine bir fransız filmi olan yönetmen emmanuel carrere’nin ‘la moustache’ (bıyık) adlı filmi geldi.. onu izleyeyim biraz belki ilham gelir gider kesebilirim sonra bıyığımı dedim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse benim çok sevdiğim ama yine ‘ümo’ ve diğer bazı arkadaşların ‘bu ne lan , film mi bu’ diye sert tepki verebileceği güzel bir psikolojik gerilim film ‘la moustache’..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

başrollerinde ise gözlerine aşık olduğum , kendisine ise uzun süre vurulduğum ‘emmanuelle devos’un ve ‘vincent lindon’un başrollerinde oynadığı 2005 yapımı bir film bu.. filmdeki baş karakter ‘marc thiriez’ adeta kendisiyle özdeşleşmiş olan , yıllardır hiç kesmediği bıyığını kesmeye karar veren başarılı bir mimardır.. karısı ve arkadaşları kendisindeki bu değişikliği fark etmediklerinde , kendisini kendi akıl sağlığından bile şüphe eder hale getiren bir girdabın içinde bulur kahramanımız.. ‘marc’ özenle planlanmış bir komplonun kurbanı mıdır yoksa dünya da korkunç değişiklikler mi olmaktadır.. cevaplarını filmin ilerleyen sahnelerinde belki bulabileceğiniz sürükleyici bir gerilim filmi bu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele bir vapur iskelesi sahnesi vardır ki dakikalar boyunca aynı sahne tekrar eder.. bir an kendinizi o vapur iskelesinin içinde sanırsınız.. o kadar özdeşleşirsiniz o sahneyle.. ben yeter bitsin diye neredeyse bağıracaktım o sahnede..

işte ben filmi tekrar koydum , izlemeye başladım.. hayran hayran bir süre ‘emmanuel devos’un gözlerinde kaldım , izledim , durdurdum filmi gözlerinde , sonra başlatıp tekrar izledim.. birazını izlerim diyordum sonra film aldı gene izletti kendini sonuna kadar..

film bittiğinde makası bırakıp kalktım bir hışımla elektrikli sakal makinesini çalıştırıp bıyığın dibine vurdum.. kendimi şekilden şekle soktum bıyığımı keserken.. içim kan ağlarken bir yandan da eğleniyordum..

ve işte bitmişti işkence.. gözlerimden bir damla yaş döküldü.. kestiğim anda özledim bıyığımı.. filmdeki gibi garip bir adam oluverdim o anda.. fakat yanımda ‘emmanuel devos’ yoktu , tek farkım buydu.. gülüyorum yine..

bıyıksız halimi ilk gören annem oldu bir çığlık attı , ‘oğlum ne yaptın’ diye bağırdı.. ‘sakin ol’ dedim ‘kökü bende , dinlendirmek için kestim..’ ‘bir sorun mu var’ dedi hemen.. ‘evet bir sorun var.. sorun hayat , sorun nefes almak’ diye bağırarak söylemek istedim ama anneme kıyamam , onun suçu yok hayatın böyle iğrenç , tekdüze , saçma sapan olmasından.. içimden bağırdım hayata..

sonra babam gördü , gülümsedi o da ‘hayırdır’ dedi.. ‘hayır hayır’ dedim.. beraber güldük..

sabah ‘ciğerim’ arabada yanıma oturduğu anda öyle bir kahkahayla çığlık attı ki ben de dikiz aynasına bakarak kahkaha attım..

sonra pirimiz ‘halo dayı’ gördü arabaya bindiğinde , ‘bu ne müdür , hayırdır niye kestin’ diye sordu.. ‘seni daha güzel öpebilmek için’ dedim , dediğim anda okkalı bir küfür savurdu öksürüklere boğularak gülerken..

ama hemen özledim bıyığımı ve kestiğim günden beri sakalımı kesmedim yine bıyık bırakabilmek için..

bıyık bir yaşam tarzı.. alışan onsuz yapamıyor.. zaten beyazlayınca keseceğiz.. ki sakala bıyığa ak düşmeye başlayalı çok oldu.. bari bırakın bizi kınamayı da bıyığımızı sakalımızı özgürce bırakalım be yahu.. ben bazen espri yaparım ‘ciğerim top sakallı , ben de bıyıklı doğmuşuz’ diye.. gerçekten bizi kimse bıyıksız , sakalsız bilmez , tanımaz..

ha bugün epeyi sayıkladım burada ama size tavsiyem yukarıdaki filmleri bulun izleyin.. ‘saçma film ,  böyle film mi olur lan’ diyin ama izleyin sonlarına kadar.

hadi size kıldan , tüyden bir film daha söyleyip sizi gene gıcık edeyim diyorum yunan bir yönetmenin filmi var onu da bulun izleyin.. değişik , değişik olduğu kadar da rutinin dışında bambaşka bir aşk hikayesi izleyin diyecektim ki vazgeçtim yine gıcıklık yapıp.. sonra anlatırım..

bu arada ‘aylak adamız’ benim tabirimle kelimelerle dövüşülen insanların pek birbirini tanımadığı bir çeşit ‘dövüş kulübü’ haline gelmeye başladı.. bu çok sevindirici.. herkes bilsin ki  yazarların çoğunu görmedik , sesini duymadık ve tanımıyoruz.. burası insanların kelimeleriyle hayatla ‘dövüştüğü’ ve yalnızlıklarını , umutlarını , acılarını , sevinçlerini , öfkelerini ve paylaşmak istediği şeyleri paylaştığı bir sahneye dönüşmeye başladı.. ne güzel.. ayrıca ‘lucy in the sky’dan sonra aramıza katılan  ‘ciğerim’e ve ‘bulut’a hoş geldin diyorum buradan.. ve sırada gelecek olanlara hazırlanın , sürprizler devam edecek..

bitirirken yukarıda o kadar anlattık hadi bari romain gavras’ın ‘notre jour viendra – bizim de günümüz gelecek’ adlı filminden bir replikle bitireyim :  ‘hareketlerim, davranışlarım sizi rahatsız mı ediyor.. güzel.. onları daha fazla yapacağım.. böylece nihayet olmam gereken kişiye dönüşebilirim.. ve bu nefrete , bu utanca rağmen beni olduğum gibi seveceksiniz..’

gülüşünüzle ve sinemayla kalın..’

Crockett..

 

 

‘ümo , reis , nazmi , asghar farhadi ve golshifteh farahani..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ümo , reis , nazmi , asghar farhadi

 ve golshifteh farahani..’

hayata yetişmek mümkün değil.. sinemanın hızına da.. tıpkı diğer sanat dallarındaki gibi..

iran sineması ise bir derya.. nereden başladım onu bile hatırlamıyorum ama kiarostami ve furuğ ile daldığım iran deryasına arkamdan cevo’nun tekmesiyle tepetaklak yuvarlandım , boğuldum.. elime nerede ne geçerse hepsini aldım.. bir film canavarı gibi tükettim.. cevo’yla majidi’nin ya da kiarostami’nin filmlerinin herhangi bir sahnesi için saatlerce konuşurduk.. onu yakalayan bırakmayan yerler beni de yakalıyordu.. sonra o gitti o kara şehirlerden birine , ben burada kaldım bir başıma deryanın içinde..

ara ara gelir cevo bende ne varsa alır gider.. geçenlerde geldiğinde tarumar edip arşivimi gitti yine.. sonra bir gün mesaj attı asghar farhadi’nin ‘about elly’sini izledin mi diye.. henüz izlemedim dedim.. o sıralarda asghar farhadi yeni filmiyle berlin’de en iyi film altın ayı ödülünü almıştı ve oyuncularda diğer ödülleri toplamıştı.. cevo hemen izle dedi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ben de kaç aydır beklettiğim filmi o gece uykum gelmesine rağmen geç vakitte attım makineye izlemeye başladım.. filmin başlamasıyla uzandığım yerden kalktım kendimden geçercesine dikkatle izlemeye başladım.. belki de filmin içinde kayboldum gittim.. zaten ilk sahnelerle birlikte ‘golshifteh farahani’ ile karşılaşmam benim dikkat kesilmeme yetti arttı bile.. ilk hangi filmde görmüştüm onu bilmiyorum ama elime onun oynadığı bulabildiğim tüm filmleri almıştım.. bu filmde oynadığını nasıl bilmiyordum ve nasıl atlamışım hala hayret ediyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

golshifteh farahani , iran sinemasının yetiştirdiği çok güzel ve yetenekli oyunculardan birisi.. nacer khemir’in bab’aziz’ini izleyen onu oradaki ‘noor’ rolünden mutlaka hatırlar.. nasıl unutulur ki o masalsı güzellik..

sonra kiarostami’nin shrin’in de o sinema salonundaki onlarca iranlı güzelliğin yüzlerinde kamera dolaşırken onun yüzü hemen nasıl da kendini fark ettiriyordu..

bahman’ın ‘half moon’ filminde oynarken de döktürüyordu..

hollywood sinemasının son yıllarda yetiştirdiği en iyi oyunculardan birisi olan leonardo dicaprio ile oynadığı ve emperyalist ajanların fink attığı ortadoğu ülkelerinde geçen dolapları ‘belli bir açıdan’ güzel anlatan ‘body of lies’ filminde yine   ‘golshifteh farahani’ oyunculuğunu ve güzelliğini konuşturuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bazen düşünüyorum  golshifteh farahani’nin sadece bir filmde görünmesi bile o filmi güzel yapabilir mi diye..

neyse golshifteh farahani’nin başrolde oynadığı ‘about elly’ adlı film insanı sarsacak kadar etkileyici bir film..

insan bir an nereye gidiyor , ne anlatacak bu film bize derken o monoton akış birden arka arkaya sarsıcı olaylarla bambaşka bir seyir izlemeye başlıyor.. filmin tek kusuru var kamera bazı yerlerde aksıyor.. kameranın piri cevo daha iyi anlatır bu konuyu.. belki bir gün kim bilir..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

filmin konusundan da kısaca bahsedeyim : ahmad yıllar sonra iran’a döner.. arkadaşları onun için deniz kenarında bir gezi düzenlemeye karar verir.. evli olanlar aileleriyle , bekarlar tek başlarına geziye katılır.. sepideh (golshifteh farahani) çocuğunun öğretmeni elly’i de (taraneh alidoosti) bu geziye davet eder.. elly , o sırada nişanlısıyla sorunlar yaşamaktadır ve bu gezi kafasını dinlemek için iyi bir fırsattır.. gezi sırasında spontane şekilde ahmad’ın diğer arkadaşları -en başta da sepideh- ikisi de bekar olan elly ve ahmad’ı birbirlerine yakıştırır.. elly durumu fark ettiğinde mahcup olur ve oradan ayrılmak ister ama sepideh kesinlikle bırakmaz , gitmemesi için eşyalarını saklar.. işte olaylar bundan sonra bambaşka boyutlara ulaşır.. bundan sonrasını anlatmıyorum çünkü insanı derinden sarsacak kadar etkileyici bir akışı ve sonu var filmin..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cevo’nun deyimiyle ‘iranlılar biliyor sinemayı..’ ne kadar da doğru , haklı bir cümle..

bu film bittikten sonra sabaha kadar uyuyamadım.. tekrar başa döndüm tekrar izledim.. milyonlarca dolar harcayarak , abartılı bütçelerle saçma sapan harcamalarla film yapmaya gerek olmadığını , çok sade ve hayatın içinden filmlerin nasıl yapılabileceğini asghar farhadi çok güzel göstermiş filminde..

bağırmadan çağırmadan iran özelinde kadın erkek ilişkilerinin nerelere vardığını da gözler önüne seriyor filmde..

benim gibi saçma sapan sebeplerle hala izleyemediyseniz bu filmi bulun izleyin.. ve siz de yüreğinize iran’ı ve isterseniz golshifteh farahani’yi koyun..

ben böyle etkilendiğim zamanlarda hemen yazmam filmler yada kitaplar filan hakkında.. beklerim bir süre.. o film ya da kitap filan demlenir içimde.. tekrar izlerim , tekrar okurum.. içinde yaşarım o filmleri ya da kitapları.. o eserin kahramanları beni görmezler ama ben yanlarında sessizce izlerim onları..

sabaha kadar uyamayan ben filmin ya da golshifteh farahani’nin sarhoşluğuyla tıngır mıngır mekana geldim öğlene doğru.. o gün hiçbir şey yapmak istemiyordum.. sonra mekanda birden kimse kalmadı , tek başıma kaldım.. bir süre filmle ilgili yazıları , eleştirileri bulup , okudum.. sonra açtım mekanda izledim filmi bir süre..

filmi izlerken reis geldi önce , sonra da ümo’yu çağırdık.. reis’le nedense ilk aklımıza gelen kişi ümo oluyor.. ümo’da hemen koşa koşa geldi..

ben içimde about elly’nin sarsıntıları demlenmeye başladık.. üç kişi oradan buradan konuşurken konu döndü dolaştı nazmi kırık’a geldi.. ümo ‘la votka limon’u izlemiş miydin’ diye sordu.. evet izlemez miyim , çok sevmiştim.. hem ben votka limon’u da çok severim bilirsin dedim..

‘ya onu bırak.. nazmi , hüner salim’in yeni filminde oynamış geçenlerde’ dedi.. vay dedim nazmi abim gene oyunculuğunu konuşturmuştur.. ümo dur arayalım dedi nazmi’yi ne zaman gelecekmiş öğrenelim.. aradı nazmi’yle sırasıyla konuştuk ümo , ben , reis.. baba dedik ne zaman geliyorsun.. özledik seni.. evet hiç tanımadığım nazmi abimi yıllardır görmüyormuşum gibi özlemiştim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nazmi ‘az kaldı geliyorum.. yakın zamanda bir film vardı hüner’in onda bir rolümüz vardı oynadık , şimdi özel bir durumum var , onu da atlatınca yanınızdayım’ dedi.. çok sevindik.. ne kadar gelmesini istediğimizi gelince benim ve ümo’nun gözlerinden anlayacaktır..

neyse telefonu kapattık üç aylak , nazmiden , sinemadan bahsederken ben de bir yandan hüner salim’in son filmine bakıyordum internetten.. o anda sustum kaldım durgunlaştım filmin adını okuyunca : ‘si tu meurs, je te tue’ (eğer ölürsen, seni öldürürüm..)

çok etkileyici bir isim derken oyuncu kadrosuna bakıyordum ki ilk başta isim olarak golshifteh farahani’yi görünce çığlık attım..

vay dedim nazmi abim , golshifteh farahani’yle oynamış bu filmde.. reisle ümo şaşırdı.. ilk başlarda hatırlamadılar golshifteh farahani’yi.. onlara resimlerini gösterince ve filmlerini sayınca hatırladılar , bilmez miyiz dediler o güzelliği..

filmi o kadar merak ettim ki.. hemen fragmanını açtım izledim.. bir bıyık hastası olan ve yirmi yıldır bıyıklı olan ben diyorum ki bıyığın uçları hariç nazmi abime bıyık pek yakışmış , güldürdü bizi.. hele fragmanda nazmi abimin söylediği türkü yıkıp geçti bizi , hem de bir kez daha hayran bıraktı oyunculuğuna o kısacık fragmanda.. golshifteh farahani ise o fragmanda tüm güzelliğiyle güneş gibi yakıyordu.. filmin merkezinin  golshifteh farahani olduğu fragmanda açıkça anlaşılıyordu.. defalarca seyrettik..

sonra ümo aynı nazmi abim gibi türküyü söyleyince gülmekten yerlere yattık.. nazmi abim binlerce kilometre uzakta olsa bile sımsıcak oyunculuğu ve o güzel yüreğiyle gecemizi aydınlatmıştı.. ah nazmi abim ah , senin gibi insanlara ne kadar ihtiyacı var bu ülkenin bilemezsin.. senin kıymetini bilmeyenlere yazıklar olsun ne diyeyim daha fazla ağır yazmak istemiyorum kalemin ucu kayar gider çünkü çok doluyum..

neyse işte o gece biz nazmi abimiz’de yanımızdayken yükümüzü yeterince alıp dağıldık evlerimize..

ben eve gittim önce half moon’u sonra bab’azizi , kazım öz’ün fotoğraf’ını , sonra yeşim ustaoğlu’nun ‘güneşe yolculuk’unu ve en son da ‘about elly’i tekrar koyup bazı sahnelerini izledim günün ilk ışıklarına kadar..

sonra ‘ikizim’ , ben sensizliğin dipsiz kuyusunda boğulurken kendimi tüm ağırlığımla suyun en dibine ulaşmak üzere bıraktım bir daha hiç uyanmamak dileğiyle about elly’de geçen şu cümleyle :

‘kötü bir son , sonsuz bir umutsuzluktan daha iyidir..’ (about elly..)

 

Crockett..

Ölüme Dair Konuşmalar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ölüme Dair Konuşmalar

Ben yazmayı pek beceremem kendini anlat deseniz iyi bir okurum derim sadece…

Bu gece öyle bir şiir okudum ki yazmamak mümkün değildi onun üzerine…

Hayatta hep iki tercihten birini seçmeye zorlanmış ben ve o iki tercihi de seçmeyecek ve illa benim koyduğum seçenek olmalı ve onu seçmeliyim diyecek kadar da inatçı ben, ilk defa evet ilk defa ölümü bu kadar net seçebildim.

“Ölüm bir hatıra gibidir insanda

Kah hatırlanır, kah unutulur

Fakat birgün, birgün nihayet

Gözle görülür elle tutulur”

Turgut Uyar

Bu mısra beni bu gece aklımı dolduran o saçma sapan hengameden kurtardı ve şirin devamında da Turgut Uyar’ın dediğini düşünüyorum şimdi.

‘Senin anlayacağın ela gözlüm şimdiden

Alıştırıyorum kendimi’

Ölüme alıştırabilir mi insan kendini, daha hayata alıştıramamışken? Ya da hala kendini tanıyamamış ben ölüm gelse tanır mıyım? Yani en azından bir gün önce bilsem geldiğini, tanısam onu, tüm hayallerim sığar mı bir güne?

İşin garip tarafı daha ben hayatı tanıyamadım, anlamıyorum insanları…(mesela; para için öldürenleri ve öldürülenleri, ya da statü için, ya da namus için…)

Ve ben yani hayattakilerden ziyade kendini ölülere yakın hisseden ben, ölümü bi kaçış addederken neden hala içimde acıyan bir yerler var…

Not: Beni Turgut Uyar’la tanıştıran çok değerli dostuma da ayrıca teşekkürlerimi bir borç bilirim. 

 

Ölüme Dair Konuşmalar

…İşte günlerden bir gün Ela gözlüm,

Yeni bir başlangıçta bitecek ömrümüz.

Amenna ve Saddakna,

Bari hoşça geçse günümüz…

 

Hangisine tasa edeceği, şaştık.

“Ölüm derdi, kalım derdi” derken

Dimyata pirince giden misali,

Yolun ortasına ulaştık…

 

Ölüm bir hatıra gibidir insanda,

Kah hatırlanır, kah unutulur.

Fakat bir gün, bir gün nihayet

Gözle görülür elle tutulur..

 

Şimdi taştan çıkardığım ekmekle,

Çorba içmekteyiz sıcak sıcak.

Fakat kim diyebilir ki Turgut,

Hatıra olmayacak?

 

Unutmak istiyorum zaman zaman,

Ne yapsam, ne etsem olmuyor,

Kabulleniyorum,

Kabulleniyorum da- gelgelelim

İçim içimi yiyor..

Nasıl ki, unutamaz insan

Bir kez gerçekten sevdi mi..

……………………

Senin anlayacağın Ela gözlüm şimdiden

Alıştırıyorum kendimi…

‘Turgut Uyar ,  Büyük Saat’

Eyvallah…

“TERS”

Yazının son notu : özellikle şapkalı ‘a’ları özleyenlerin mutlaka okumasını tavsiye ettiğim bir kitap Büyük Saat…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar… – III

 

 

 

 

 

                       

 

 

 

 

 

                   Hasta Parçacıklar – III… (Morbid Segmentations-III..)

 

“Bir Masal : Boşluk”

Hayat sokağında yürürken bir kişi;

Birden yerde bir karartı görür.

Meraklıdır ne olduğunu öğrenmeye.

Gölge değildir  ya da bir kara boya

“Belki de orada böyle bir şey yoktur”

            diye düşünür;

       ama etrafındaki yolun varlığı

       bu karartıyı var kılar.

 

Eğilir karartıya ve dokunmak ister ,

Karartıdan kara bir kelepçe

            yapışır bileklerine ansızın

ve çeker onu kendi hiçliğine doğru.

O anda hisseder boşluğun soğukluğunu.

      Etrafı kararır,

      Gözüne görünmez olur güneş ne de ışık

      Bir tek yukarıda bu boşluğun

              artık ulaşılamaz kapı’sı vardır .

 

Kişi yukarı bakar devamlı ,

Ellerini uzatır yakalayabilmenin

          umudu içinde

                        aydınlığın sıcağını

 

Ama boşunadır her şey

Boşluk yutmuştur onu

              ve onunla ilgili her şeyi ,

 

Ve umutsuzluk başlar

Bir şey yapamamanın

       kederi gelir ardından

 

Etrafına bakınır ,

Ama yoktur etraf

           yalnızca varlığı belli olmayan

                   bastığı zemin vardır.

                                           

                                   *

 

Çok geçmeden bir başkası gelir

              karartının başına

                        uzun hayat sokağında .

Ve meraklanır önceki gibi.

Karartının içindeki

                        farkeder yeni gelen kişiyi

                                   karartının üzerine düşen gölgesinden

Ve seslenir yukarı doğru

                        varlığını duyurmak için .

 

Yeni gelen işitir bu zayıf sesi

                        -zayıftır çünkü

                          yokoluş yolundadır sesin sahibi

                                ve neredeyse yolun sonundadır.

“Kurtar beni ! Uzat elini !” der ses

Yeni gelense uzatacaktır

                        ama tereddüt içindedir.

Ne olacağını bilememenin

            tedirginliği çullanır üzerine .

Kurtarabilir belki de eski kişiyi

                        bu uzatılacak el ,

Ama öte yandan boşluğa da düşebilir

                        elin sahibi .

Yine de çaresiz uzatır elini

Yakalar içeridekinin elini

Ama boşunadır her şey

Ve kaptırır kendini karanlığa .

 

Artık iki kişi de içeridedir .

Sorgularlar kendilerini ve

                        yaptıkları hatayı .

Ve anlarlar ki tek kişi yetmez

                        kendilerini çekmeye dışarı

Beklemelidir yeni gelecek olanı.

Etraflarını biraz seçer olmuşlardır ,

                        karanlığa alışınca .

Ve sanki yalnız değil gibidirler

                        çünkü kıpırdanmalar sezerler

                                   karanlıkta .

 

Bunları gözlerken yeni bir gölge düşer üstlerine

ve seslenirler yukarıya : “Kurtar bizi ! Uzat elini!”

“Ama sen de tut bir başkasının elini ki düşmeyesin bu kuytuya.”

 

Yeni gelen , sokaktan geçen bir başkasının  tutar elini

ve o da sımsıkı tutunur  yakındaki ağacın gövdesine .

Yeni gelen uzatır elini boşluğa ve yakalar ilk gelenin elini

Ama boşunadır her şey ;

İkisini de alır içine boşluk .

 

Ve otururlar umutsuzluk içinde

                        Bulundukları yerde.

 

                                   *

Oturdukları anda dehşete düşerler.

Çünkü az önce karanlıkta kıpırdaşanlar belirirler birden

ve ucu bucağı görünmeyen  insan tarlası

Hepsi başlarını  öne eğmiştir

            ve susmuşlardır.

İlk “yeni gelen” sorar birine şaşkınlık içinde bu durumun anlaşılmazlığını

Susan adam der ki yalnızca ,

“Kurtuluş yoktur bu hiçlikten ,

Ne kadar zıplarsan zıpla yukarılara doğru

Ve yardım işte dışarıdan – diğer yeni gelenleri  işaret eder ,

yoktur yine de çıkış”

 

Tüm insanlar bir zincir olsa ve destek yapsalar birbirlerine yine de çıkaramazlar seni buradan .”

 

“Ama bu boşluk …

            … yani bu boşluk …

                        bizi yuttu mu kısaca!?” ,der ilk yeni gelen telaşla.

 

“Aslında” der eskisi ; “boşluk vardır

            her zaman etrafta

                        tüm insanlar boşluktadır

                        ama o kadar yalnızlaştırılmışlardır ki

                        ve o kadar yabancılaştırılmışlardır ki

                                               İnsanlığa ,

                        yaşadıkları boşluğu sezmezler ,

                        ve boşluk  sürüp gider ömür boyu.

 

                        ama sen , ben ve

                                   tüm bu karanlıktakiler

                                               şanssızdırlar ,

                        Çünkü fark ederler boşluğun  varlığını

                        Ve perde arkasını görünce ,

                                   her şey sahteleşir

                                               ve zannedersin ki

                                                           gerçekte dışarısı vardır.

                        Çırpınırsın çıkmak için ,           

                                               ama başaramazsın.

                        Çünkü aslında

                                   Sen

dışarıdasındır.

 

                        Yalnızca fark etmişsindir

sahte dekoru.

                        Ve dekorun ardındaki ,

                                               sonsuz zifiri karanlık ,

                                               değiştirilemez çaresizlik

                        Seni kahreder

                        Ve sonunda biz eskiler gibi

                        Oturursun birşey yapmadan ,

                                   önceden dikildiğin yerde .”

 

 

O an  başka bir susan konuşur:

“Aslında bir söylentiye göre

                        vardır bu boşluktan çıkışın çaresi.

                        ama deneyenler yine de

                                   emin olamazlar yeni ortamın gerçekliğinden .

Ve yine başka bir söylentiye göre

            hayat sokağındadır kurtuluş ,

                        çok yakınındadır insanların.

 

Ama geçicidir her kurtuluş

            çünkü kurtuluşun temel şartını

                        insanlar sürdüremezler daima”

 

“Peki nedir temel şartı?” der ilk yeni gelen ;

“Onu yaşayarak öğrenirsin bu zifiri karanlıkta.

 

Bunca kişinin arasında

            doğrusunu tanımaktır , O’nu tanımaktır.

O ki seni çıkışın sıcaklığına götürecektir.” der az önce konuşan kişi.

“Onu nasıl tanırım” der  ilk yeni gelen .

“O ve sen .

Ararken sen onu

            bir çift ışıktır yanar

                        gözlerinin onu aradığı yerde

İşte hedefin odur , o ışığı yakalamaktır

                                   temel sorun .

            Ama aslında pek de kolay değildir onu yakalamak.

 

Çünkü ona ulaşmak için

            katedeceğin yolda

nice kişiler vardır

 aşılması gereken

                        ve nice yenisi çıkacaktır yoluna.

 

Ama ne olursa olsun ilerlemek gerekir ,

                        yılmadan ilerlemek hiçlikte ,

                        ulaşana kadar ilerlemek .

 

Yaklaştığın zaman görürsün ki

            her şey anlam kazanmaya başlar,

                        geçici de olsa bir anlam.

 

Önce sıcaklığını hissedersin O’nun ,

            hiçbir yerde bulamayacağın sıcaklığını .

Sonra da yaklaşırsın

            ve ruhunun kokusunu çekersin içine

                        doya doya .

Ve sonunda sımsıkı sarılırsın ,

            O ışıktan gözlerin bedenine .

Her şey güzelleşir adeta ,

Boşluk kaybolur sanki

            hayat sokağı başlar yeniden yürünmek için…

 

Ama her şey evet her şey yalnızca bir söylenti de olabilir.

Çünkü söylentiler çoktur

            bu hiçlikte ;

                        ne de olsa yoktur

yapacak bir şey.

Belki de yalnızca bir dekordur her şey

                                   ve ışıklı gözler .

Hani şu ana kadar kimsenin ,

                        buradan kurtulduğunun görülmeyişi de

                                   bunu gösterebilir.

 

Ve belki de tüm bu gelişenler

            yalnızca , fark ettiğin  hiçliği ve boşluğu

                        unutmandır geçici olarak .

 

Ama sonrasında yine

                        aynı karanlık olacaktır

                                   ve sen fark etmiş olarak

            Sahteliği ;

                                   tek çözümü üretmeye kalkarsın

o zaman .”

 

            İmalıdır bu son söz  ve bu imayı

                        anlamıştır ilk yeni gelen            

                 ve “sus!” der , “ daha fazla anlatma

                                   kapana kısılışımızı .”

 

O sırada üçüncü bir susan konuşur ;

“Ama belki de yine bir umut vardır

Tüm bu söylenenler birer söylenti olabilir

            önceki susanların ürettiği bir söylenti

Ve belki de bu karanlık bile sahtedir

            ve sen bu dekorun ardındaki bir gerçeği arıyorsundur.”

 

Ve diğer insanlar da konuşmaya başladılar

                                                           sırayla.

 

Hepsi yeni söylentilerden söz açtılar

                                   birbirinden farklı .

 

Ama hepsi birer söylentiydi.

İlk yeni gelen kişiyse

            yalnızca umuyordu :

            ışık saçan gözlerin gerçekliğini

                        ve susmayı hazmedemiyordu .

Kalktı bulunduğu yerden  ,

            zifiri karanlıkta kayboldu

            Işık saçan gözleri aramak için

            “bir umuttur yaşamak”

                        diyerek çıktı yola belki de…

‘FRAN(SI)Z’

(tarih, mekan , yer olmamalı ; sistem olmamalı , sadece “Kalb” atmalı “Nefes”te…)

 

( alakam olmayan ama elime boş olarak geçmiş bulunan 1998 tavukçuluk ajandalarından birinde bir yazı – fakültede bir vapur yolculuğunda yazılmış birkaç satır … “Onlar” söylemeye yeltendi … Ben devam ettim… “Ufukta pencerede ki belli belirsiz ışık…”  aydınlık oluverdi . )

(Buradaki Fransız ifadesinden Fransız hayranı falan olduğum düşünülmesin. Ülkem adliyelerinden bir alıntıya istinaden yazılmış bir takma isimdir bu. Dünyamızı oluşturan edebiyat ve felsefenin ilahlarından birilerine –onlar kendilerini bilir , atıflar yollamak için sadece Tarkovsky seyretmeyi ihtiyaç duymak da  yeter , siz merak etmeyin atıflar hedefine ulaşır…) 

Şu kısacık hayatımda ve herkesin şu kısacık hayatında soluğunu hissedebileceği  en delikanlı adam olan Crockett’ a  ithaf olunur .

‘Fran(sı)z’ 

            *                                 *                                 *

 

Bana bir adım uzak dur nokta ve virgül gibi…

                        Yazımdan  sız kağıdın ipeksi kokusuna kalbimden sızan al gibi…

Kendini kendin belle başkası değil…

                        Elindeki hayattır sadece ne de olsa bir de ufuktaki Güneş…

Çıplak ol ruhunla , kalbinin sesi uğruna Aşk ol…

                        Ta ki tenin kendini ruh edinceye kadar…

‘FRAN(SI)Z’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar – II…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar-II… (Morbid Segmentations- II)

 “ Ayrışma ”

 Uçsuz bucaksız sürülmüş  arazide  uygun bir yer arıyordum o gün. Amacımı gerçekleştirebilmek için  aslında her yer uygundu.  Belki de gölge bir yer bulmak daha iyi olur düşüncesiyle aranıyordum. Ama her şey doğal olmalıydı. Güneş de çarpmalıydı  yüzüme ve tüm bedenime. Benden tüm yeni yaşamları yeşertecek her şey sağlanmalıydı.

 Az sonra sıcağın etkisiyle arayıştan vazgeçerek bulunduğum yere oturdum. Bir süre etrafı gözledim. Tepemdeki güneşin yaydığı kavurucu sıcağa rağmen doğa susmuyor , toprağın nabız atışları gibi yükselen böcek ve kuş sesleri  ortalığı kaplıyordu. Yüzüme doğru hafiften esen rüzgar sıcak havayı biraz olsun katlanılabilir hale getiriyordu. Altımdaki sürülmüş toprak kurumuş ve çatlamıştı . Üzerimdeki her şeyi çıkarıp uzanmak zor olacaktı  bu yüzden. Ama toprak çivi gibi batsa da vazgeçmemeliydim. Belki de uzanacağım yeri biraz düzeltmek iyi olurdu. Ne de olsa toprağın bu sürülmüş şekli doğal değildi. Doğrularak altımdaki yüzeyi  altımdaki yüzeyi uzanılabilir hale getirdikten sonra üzerimdekileri çıkardım.  Sırtüstü uzandım. Sandığımın aksine toprak son derece yumuşaktı.  Kollarımı iki yana açtım. Sanki az önce duyduğum tüm sesler  kaybolmuştu.  Yalnızca kendi soluğumu duyuyordum. İlk kez bu kadar temizdi sanki ciğerlerimden çıkan ses. Ama neden susmuştu her şey . Kuşlar , böcekler  bile susmuştu  . Oysa ki ben onları bekliyordum. Beni ayrıştıracak olan tüm canlıları . Ama hiç biri konuşmuyordu.

 Öte yandan  birileri tarafından izlendiğim hissine kapıldım. Uzandığım yerde kafamı sağa sola çevirip baktığımda ortalıkta  kimseler yoktu.  Zaten bu mevsimde insanların buraya gelmesi için bir neden de göremiyordum.  Ancak mutlaka izleniyor olmalıydım.

 Rüzgar da kesilmişti.  Duyduğum sadece kendi soluğumdu.

 Az sonra alnımın sağında  bir hareketlenme duydum. Bir leş böceği  yaklaştı yanıma . Bir süre beni izledi ve   sonra bacaklarından  öndeki ikisini burnumun üstünde  gezdirdi. Ancak herhalde beğenmemiş olacak ki  geldiği yönde geri döndü.  Neden saldırmamıştı .  Beni izleyen doğa bir şeyleri bekliyordu sanırım. Soluğumu dinliyorlardı ve belki de kalp atışlarımı. Canlılığımın tek  belirleyicisi olan bu sesler kesilmedikçe  belki de başıma toplanmayacaklardı.

 Bir süre soluğumu tuttum. Ancak  bu kez kalp atışlarım  inletiyorlardı adeta ortalığı – normalde hiçbir zaman duymadığım kalp atışlarım… Kalp atışlarımı durdurmanın bir yolu olmalıydı. Soluğumu tutmaya devam ediyordum. Ama nedense zorlanmıyordum tutarken ve hiçbir hava açlığı da hissetmiyordum. Acaba her zamankinden farklımıydı durum?  Belki de doğa artık o havaya ihtiyaç duymayacağımı  söylüyordu. Gerçekten de soluğum durmuştu. Vücudumda nefes almaya yönelik hiçbir çaba yoktu.

 Acaba kalbim de durabilir miydi  kendi çabamla.  Bir an kalbime yoğunlaştım. İnanılmaz bir şekilde kalp  atışlarım da yavaşladı ve sonunda durdu. Aynı anda bilincim de kapanmış olmalıydı. Ama her şeyi görüyor ve hissediyordum. Sanki beynimle çalışan  bilincin dışında bir bilincim daha vardı ve o şahit oluyordu devinime. 

 Kalbim ve soluğum durduğunda  etrafımdaki doğanın sesi tekrar  belirdi kulağımda. Yavaş yavaş artmaya başladı  sesin şiddeti . Sanki her yandan usulca kuşatılıyordum. Rüzgar tekrar başladı esmeye ve şiddetlendi . Öyle ki bir toz bulutu kapladı üzerimi . Havada etrafımda  daireler çizen kargalar belirdi öterek . Böceklerin cızırtıları şiddetini artırmaya devam etti.

 Az önce burnumu beğenmemiş olan  leş böceği tekrar belirdi burnumun dibinde . Bu kez gayet hızlı hareket ediyordu.  Burnumun üzerine çıktı . Ama nedense bekliyordu.  Az sonra cızırtılar  ve kuş cıvıltıları yanımda belirdi. Toprağın içinden çıkan küçük solucanlar etrafımı çevrelediler. Kargalar dairelerini daha bir alçaktan çizmeye başladılar. Biraz sonra etrafımdaki sayısız canlıdan oluşan ordu tamamlanmış ve bir emir almışçasına sustular. Yalnızca kargalar alçalan daireler çizerek inmeye devam ettiler. Herkes bir şeyi bekliyordu sanki. Bense hiçbir şey hissetmiyordum. Burnumdaki böcek arkasına döndü  ve müzisyenlerinin hazır olup olmadıklarına bakan bir orkestra şefi edasıyla etrafını gözledi. Sonra tekrar döndü . Daha önce görmediğim iki sivri dişi belirdi – üzerlerinde yapışkan bir sıvı vardı. Birden burnumun derisine geçirdi bu dişleri ve bir parça  et koparıp  yuttu. Sanki emir verilmişçesine orkestranın diğer elemanları bir anda saldırdılar bedenime. Kargalar üzerime kondular ve en büyük lokmaları onlar yutmaya başladılar. Solucanlar kanımı emiyorlardı. Oysa ki ben  onların etobur olduklarını hiç bilmezdim.  Belki de tüm canlılar , ayrıştırılacak bir şey olduğun da kimliklerini yitiriyorlardı diye düşündüm.

 Kısa sürede iç organlarım da ortaya çıkmıştı. Solucanlar ve sonradan olaya dahil olan karıncalar   en kanlı organıma , karaciğerime akın ettiler. Kargalar onlarla yarışmadaydı adeta ve bağırsaklarımı delik deşik ederken neredeyse hiç soluk almıyorlardı.Bir kısım böcekler kollarıma ve bacaklarıma saldırdılar. Kısa zamanda  birer kemik yığını haline gelmişti buralar. Belki her şey çok daha uzun sürelerde gerçekleşiyordu da benim için zaman kavramı ortadan kalkmıştı. Ayrıca bazı organlarımın parçalanışına şahit olmadığım halde onlardan da geriye kırıntılar kalmıştı.

 Bir süre sonra burnumu kemiren böcek , olduğu yerde doğruldu. Ön bacaklarıyla kana bulanmış suratını temizledi ve  olduğu yerde beklemeye başladı. Tüm diğer canlılar da aynı anda durdular. Böcekle beraber geri çekildiler ve gözden kayboldular. Kargalar yükselen daireler çizerek gökyüzünde kayboldular.

 Ama her şey bitmemişti sanırım. Görünmeyen bir şeyler  artıkları ortadan kaldırmaya devam ediyorlardı . Söz gelimi beynimden geriye kalan kırıntılar  birer birer erimeye , sıvılaşmaya başladı ve sonra bu sıvı da kurudu. Anlaşılan sıra en çalışkan ayrıştırıcılara gelmişti. Onların da etkisiyle yaşayanların rahatsız olacağı  leş kokusu yükseldi.

 Rüzgar şiddetlendi bir süre sonra , gökyüzü bulutlarla kaplandı.  Yağmurun başlamasıyla kısa zamanda sadece kemiklerim kalmıştı ortada. Giderek , balçıklaşan toprağa  gömülüyordum. Ama aslında gömülmem için bir neden de  yoktu.  Belki de toprak ana beni ebedi yatağıma davet ediyordu. Sonra bir sarsıntı hissettim.  İlk kez bir şeyler hissediyordum  diye düşünecekken  karşımda hemşirenin güzel yüzünü görerek uyandım.  Hemşire “Nasıl , iyi uyuyabildiniz mi bu gece ?” ,dedi. “Evet, yaptığınız ilaç ağrılarımı azalttı ve oldukça rahatladım.” , dedim.  O an vücudumda  beynimi yavaş yavaş kemiren illetin  varlığı aklıma geldi. Her ne kadar beni santim santim kemirse de artık eskisi kadar umutsuz değildim ölmek düşüncesinden . Belki de uzun süredir hayattan kopmuş oluşum  ve doğanın oynadığı oyunun  bana son derece ilgi çekici gelmesi bu umutsuzluğumu  biraz olsun hafifletmişti.  Kendimi doğal devinime bırakmam gerektiğini düşündüm.  Hemşire , “biraz sonra bugünkü ilk ağrı kesici dozunu yapmaya gelirim” ,dedi. “ Hayır , artık ağrı kesici almak istemiyorum!” , dedim .Hemşire “ sana da iyilik yaramıyor” der gibi baktı yüzüme. “Ama ağrılarınız için ilaç almalısınız.”  diye ısrar etti. Dayanabileceğimi söyleyerek teşekkür ettim. İhtiyaç duyarsam zile basmamın yeterli olacağını söyleyerek iri vücudundan beklenmeyecek çeviklikle ilaç tepsisini alıp birden ortadan kayboldu.  Hemşire çıktığında kendimi daha rahat hissettim. Ölümün tedirginliği uykuda  kaybolmuştu. Belki geçici bir ilaç etkisi olsa da bunu zaman gösterecekti ve ben  ölüm kapımı çalmadan  tüm bunları yazmalıydım Yazmak zorunda hissedişim de üretme ihtiyacımdan kaynaklanıyordu. Üretmemek ve bu hayata bir şeyler bırakmadan gitme düşüncesi ise  tedirginliklerimi tekrar su yüzüne çıkarabilirdi.  Hayatın sıradanlığı  benim umuduma baskın çıkabilirdi o zaman.  Ancak bu yazı için  son satırların  kalemden süzüldüğü şu  anlarda ağrılarım tekrar artmaya başladı ve hayat yeniden sıradanlaştı birden. Sanırım sıradanlıktan kaçış için başucumdaki zilin açacağı kapıdan geçmem gerekecek… 

 

‘FRAN(SI)Z’  (Sonrasını sildim çünkü ne haddime K. Olmak)

 

Bilinmeyen Tarih ( 1997-2000 arası bir yazı. Parçacıklar kendi aralarında düzenlidir… )

Tüm noktalarım , virgüllerim , soru işaretlerim ,  heyecan ünlemlerim , paragraf başlarım ve cümle sonlarım  özgündür , gerçekte yokturlar  ve kural tanımazlar…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

600. yazımız Sevgili ‘Ece Temelkuran’a..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bana sapladığın bıçağı kahkahaya çevireceğim..’ – nikos gatsos

 

‘günlerdir saçma sapan bir  yoğunluğun içinde sadece nefes alıp vermeye çalışırken gündemi , hayatı her şeyi kaçırıverdim elimden.. yaşıyor muydum o da şüpheli.. rüya mı kabus mu bilmiyorum.. 

günler hep aynı şekilde , hep aynı şekilde geçiyordu.. elim ne klavyeye uzanıyordu yazmak için ne de bir istek vardı.. kitapların arasına yatıyordum eve gittiğimde.. binlerce kitabın arasından hangisi elime geçerse onu açıp bir şeyler okuyordum.. filmler izliyordum.. ama nasıl izlemek.. arka arkaya dört beş film.. bazı filmleri arka arkaya günlerce tekrar tekrar izliyordum.. çok eskiden izlediklerimi de tekrar izliyordum.. sanki ilk defa izler gibi.. böyle film izleyerek hangisi akılda kalırdı , ne katardı insana bilmiyorum.. ama beni sarsanlar da oldu aralarında.. umarım yazarım sırayla bunları.. çünkü sizin de izlemenizi isteyeceğim o kadar film var ki , kaçırmayın onları.. ve sonra ‘pilli bebek..’ herhalde ‘fotoğraf’ı günde yüzden fazla dinliyorum evde arabada her yerde.. bu saçma sapan yalnızlığımızda reis’le ikimizin en büyük dostu ‘pilli bebek’ oldu son zamanlarda bir de ‘behzat ç.’ ne komik değil mi bir roman bir dizi kahramanı ve bir şarkı nefes aldırıyor bize.. ve benim canım ‘güneş’im.. ona da kavuştum geçen hafta.. büyümüş şeker kız.. onu ilk defa kucağıma alıp uyuttum.. büyük bir güzellik ve başarıydı benim için.. işte bu gibi anlar nefes aldığımı hissettiğim anlar..  

 bu süreçte en çok atladığım iki şeye üzüldüm.. rachel corrie kardeşimin katledildiği günü atladım , carlo guillani yoldaşın doğum gününü.. çünkü bu site yola çıktığında ikisi de 23 yaşında katledilen bu iki insanın cesaretini örnek almıştı.. ve bizler sadece laf üretirken onların bu duyarlılığı , cesareti karşısındaki utancımızı hep hatırlayacağız..

sonra 16 mart katliamını ve onlarca şeyi atladık.. ama onlar hep aylak adamız da vardı ve var olacaklar sonsuza kadar.. umarım bu seferlik bizi affederler.. 

bu yazı ‘aylak adamız’ın 600. yazısı bu yazıyı yukarıdaki alıntı yaptığım gatsos’un dizesindeki gibi bana bıçak saplayanlara ithaf edecektim ama vazgeçtim güzel bir nedenle..

 iki gün önce liseden bir arkadaşım beni sabahın köründe arabasıyla aldı.. üstümde geceden kalmanın kokusu.. bir duş bile alamamıştım.. alelacele ‘hemen in , seni alıyorum , çok önemli’ demişti.. nefes alacak halim yoktu , bezginlik , alkolün yorgunluğu off dedim ya of sabahın köründe ne var.. ağzımı açacak halim yoktu.. neyse giyindim bir şeyler ağzımda leş gibi gecenin acılığı.. ve ardı arkası kesilmeyen öksürükler.. sigara içsem acaba nasıl bir öksürüğüm olurdu düşünemiyorum.. 

indim , arkadaş sanki geceyi bizim kapının önünde geçirmiş haldeydi.. ‘ne o la , burada mı yattın’ dedim.. neyse sonra derdini öğrendim , evde problem var.. of of ne mühim.. ‘la niye evleniyorsunuz , o zaman niye evleniyorsunuz..’ bir de bana derler evlen evlen , aile kurmak lazım , sana yaşlılığında kim bakacak diye.. sanki yaşlanınca bakılmak için evleniliyor.. de yürüyün.. beni de katledecekler.. o esaret halkasını takar mıyım ben bre..

neyse aldı beni sabahın köründe anadolu kavağına götürdü bu arkadaş.. arabadan inmeden gelip geçen gemilere bakarak bir süre sustuk.. arka planda sanat müziği çalıyordu.. sabah uyandığımda alkolü ve özellikle rakıyı bırakmaya karar vermiştim yine.. hep aynı ‘uygulanmayan kararlar..’ ama işte biz anadolu kavağında denize karşı susuyoruz ve ben aç olmama rağmen sabahın o saatinde içmek istiyorum.. hüzün boğuyor.. buraya ‘ikizim’le kaç kere gelmiştik ve denize bakarak kaç kere susmuştuk.. ve ben yine susuyorum burada onun yokluğunda..

 millet işinde gücünde , ben arkadaşla boğazdayım ve birazdan onu teselli etmeye başlayacağım sanırım.. ama ben kendi kendimi sürüyorken bu saçma sapan yaşam savaşında bir de insanlara moral verip , yol göstereceğim , fikir vereceğim.. kendime gülüyorum hep bu gibi durumlarda..

neyse ki arkadaş fazla konuşmadı , konuşmak istemedi aile problemi üzerine.. geçiştirdik hemen bir iki beylik cümleyle düzelir dedim.. canıma minnet oh konu kapandı..

ve sonra geçmişten , çocuklumuzdan , gençliğimizden bahsettik bol bol.. gözlerimizden yaşlar aktı bazen hem gülmekten hem hüzünden.. 

saat on bire doğru kalktık , kandilli’ye gittik.. daha önce hiç gitmediğim bir mekandı.. aslında mekanda değildi.. şimdi tam yeri tarif etmek istemiyorum çünkü alkol vermeyen bir yerdi fakat bize el altından özel bardaklarda rakı servisi yaptılar sağolsunlar.. o yüzden isim vermeyeyim..

çok güzel bir yerdi , denize sıfır ve rumeli hisarı , boğaz tablo gibi karşımızdaydı.. ben istanbul’u hiç sevmem , çevremdeki herkes bilir.. istanbul’un bana işkence etmeyen ve biraz huzur bulabildiğim iki yeri vardır kadıköy kısmen (özellikle moda) bir de rumeli hisarının olduğu bölge..

 arkadaşla açık havada oturduk.. dalgalar bize damlalarını sıçratıyordu tehdit edercesine.. ikinci dublenin başında fark ettim ki aç karna içmeye başlamıştık.. kahvaltısız dün geceden kaldığım yerden alkole devam ediyordum.. sonra iki , üç , dört.. dubleler ardı arkasına kesilmedi.. muhabbet muhabbeti açtı.. oradan aramadığımız , taciz etmediğimiz insan kalmadı.. çevreden insanlar bize şaşkınlıkla bakıyordu.. saat on bir buçukta içmeye başlayan iki adam.. sonra cahili olduğum teknolojiyi kullanarak fotoğraf çekti arkadaş bizi arkamızdaki manzara ve rakı kadehleriyle.. o fotoğrafı sağa sola mail attı hemen telefonundan.. 

içtik iki üç saat orada , tam yağmur çiselemeye başlamıştı ki kalktık.. tıngır mıngır onun kafa dinlediği bir yere gittik.. kardeşine bira getirtti.. o kadar rakıdan sonra biraya devam ettik sanat müziği dinleyerek.. neyse ki ud çalmaya başlamadı.. çünkü ayakta duracak hali yoktu.. ama korktuğum başıma orada geldi ailedeki problemini tekrar açtı konuşmaya başladık.. o kafayla onu sakinleştirmeye çalıştım.. içimden kendime gülerek tavsiyelerde bulundum.. sonra eşini aradım , kendimce dil döktüm ve aralarında sulh sağlanmış oldu sayemde.. oh dedim kurtuldum şimdi eve gideceğim , çöplüğüme kavuşacağım derken olur mu arkadaş tutturdu bu sefer eve giderek kutlayacağız diye.. offfffffffffff.. la de git eşinin yanına onunla kutla , bir çiçek al.. on saattir içiyoruz.. daha ne içeceğiz.. sonra kardeşini aradım gel bizi evlere tevzi et dedim.. zor kaçtım arkadaştan.. eve ulaştığımda üzerimden kamyon geçmiş gibiydi.. direk yatağa attım kendimi..

 uyandığımda sabah olmuştu fakat ben aynı yorgunluktaydım.. bir gün önceyi hatırlamaya çalıştım sonra vazgeçtim.. kalktım duş alıp mekana geldim.. kendime bir çay yapıp bir şeyler zıkkımlanarak midemden kaynaklanan o dehşet öksürüklerin kesilmesini sağlamak isterken cebimde telefon titremeye başladı.. kim bu sabahın köründe derken baktım reis arıyor.. hayırdır diyip bir küfür sallayarak açtım..  

‘aga maili gördün mü’ dedi.. ne maili , kendimi göremiyorum dedim.. aç mailine bak kimden mail gelmiş gör aylak adamız için dedi.. uğraştırma beni söyle şimdi dedim.. ‘ece temelkuran’dan övgü dolu bir mail gelmiş dedi.. ona dönüş yap mutlaka dedi.. ben de sabah sabah kafa bulma la benimle dedim.. bakınca görürsün dedi , kapattı telefonu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

o anda dünya yıkılsa çayımı içmeden hiçbir şey yapamazdım , çayımı demledim kendime bir bardak doldurdum , büfeden saçma sapan şeyler söyleyip maillerime bakmaya başladım..  

ve evet gerçekten de sevgili ece temelkuran’dan çok ince , övgü dolu bir mail gelmişti.. daha önce haberi olmadığından dolayı hayıflandığını yazıyordu.. ve bizim siteyi hep özlemle andığımız sevgili ulus baker’den ilk okuduğum fransız şair joe bousquet’nin ‘yaralarım benden önce vardı , ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum’ dizelerini ararken bulduğunu yazmıştı.. sevgili bandistacılar da şarkılarında kullanmışlardı bu dizeleri.. ece’yle ilginç , onun deyimiyle de ironik bir buluşma olmuştu işte.. aylaklıkla geçen hüzünle boğuştuğum bu sarhoşluk günlerimde böyle güzel şeylerde oluyormuş bazen.. yüzüm gülümsedi biraz..

 hele sevgili ece’nin mailinin bir giriş cümlesi vardı ki bizi gerçekten çok duygulandırdı o cümle.. fakat bu cümle bizlere kalsın..

 

 

 

 

 

 

 

 

ayrıca kendi blogunda bizden bahsedip linkimizi vermek için izin istedi.. bu inceliğine de ne diyeceğimizi şaşırdık reis’le..

sonra ben kendisine bir teşekkür mesajı yazdım , kendisine hoş geldin aylak adamız ailesine dedik.. biraz kendimizden bahsettim..

ardından sevgili ece hemen maillerimize cevaplar vererek yine güzel şeyler yazdı.. sonra öğlene doğru baktım blogunda iki ayrı yazıda bizden bahsetmiş sağolsun.. ne diyeceğimizi , ne yazacağımızı şaşırdık artık..  

nasıl teşekkür edebiliriz , düşündük.. aklımıza bir şey gelmedi önce.. sonra ben bir yazı yazayım dedim , 600. yazımızı ona ithaf edip teşekkür ederek güzel bir jest yapmış olalım dedim reise.. o da onay verince bu naçizane teşekkür yazısını yazdım.. umarım kabul eder.. 

kendisine ayrıca bir de buradan bir şarkı armağan edelim çok sevdiği müzik kutumuzdan.. müzik kutumuzdaki en neşeli parçalardan birini ona armağan ediyoruz : l’homme parle’den ‘militants du quotidien’ şarkısı artık senin için çalıyor sevgili ece.. umarım beğenirsin ve her şey için tekrar teşekkür ediyoruz sana..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iyi ki varsın ece ve iyi ki varsınız sevgili aylak adamız ailesi..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

Tavşandan dağa sayıklamalar…*

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Rachel Corrie , (10 Nisan 1979 – 16  Mart 2003)

Tavşandan dağa sayıklamalar…*

Bu gece kafayı kadınlaştırılan ve adamlaştırılan çocuklarımıza taktım. Ne güzeldi bizim çocukluğumuz, ne sindy bebekler vardı ne de kumandalı araba ve korkunç silahlar…

Bana göre toplumumuzda yaygınlaşan şiddet ve yalnızlığın artmasının en büyük sebepleri çocukların artık tatminsiz ve şanssız olması…

Evet ciddiyim, neden şanssız ve neden tatminsiz ;

Sindy bebeklerle (ya da şimdilerde adları her neyse) zayıf ve acayip güzel bebeklerle oynayan kız çocukları hem kendinin sadece güzel olursa değerli olacağını düşünüyor hem de çocukluğundan ilk hatırladığı şey bebek olunca büyüdüğünde de ancak bir anne olursa değerli olabileceğine inanıyor. Hikayemiz tam da burada kendi kuyruğunu yiyen yılanın hikayesine dönüyor. Değerliliği şarta bağlanıyor çocuğumuzun farkında olmadan.

Erkek çocuklarına ise araba ve çok ses çıkaran silahlardan veriyoruz şimdilerde hangimiz çocuğumuza ya da başkasının çocuğuna lego (ya da yap boz) aldı en son?

Arabayla oynayan çocuk hız yapmayı dürtüsel bir şekilde öğrenmiş oluyor böylece bir de düşünün elinde sürekli silah olan bir çocuğu…

Sonra ki manzara ise şu birey olarak varlığını ortaya koyamayan insancıklar topluluğu !!

Sadece anne rolüne bürünen kadın, varlığını unutuyor zamanla ve hep evliliği için bir şeyler yapmaya çalışıyor… ah evet iyi bir şey bu !

Erkek açısından da bakıp öyle yorumlayın bence. Şiddeti daha bebekliğinde öğrenmiş bi koca çocuk evdeki egemenliği sadece şiddet uygulayarak elde edeceğini düşünmez mi sizce de?

Sadece fiziksel şiddetten bahsetmiyorum, sözel ve cinsel şiddet de var bunun içinde…

Derdim kimseyi yada bir şeyleri suçlamak değil gece gece ama bir düşünün neden bu kadar çok boşanmalar artıyor ? Boşanamayanlar da artıyor bunu yanında…

Erkek de kadında bireyliğinin farkına vardığında ve isteklerini konuşarak çözmeye çalıştığında tüm sorunlar çözülür diyorsunuz içinizden değil mi bence de ama o koca çocukların konuşabilmesi için önce küçük çocuklarımızın eline cep telefonunu verip yada bilgisayarın karşısına oturtup hayatımızı sessiz bir şekilde geçirmemeliyiz.

Çocuklarınızın içindeki yaratıcılığı en iyi anne babalar çıkartır kreşler falan hikaye…

İşten eve geldiğinizde sessizlik güzel şey ama bırakın çocuklarınız size soru sorsunlar yoksa bitmeyecek bu dünyadaki şiddet ve travmatik yalnızlıklar…

‘güneş’e ve ‘roza’ya daha güzel bir dünya bırakmak ümidiyle …

Eyvallah…

‘TERS’

*tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamışa gönderme…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Carlo Giulliani (14 Mart 1978 – 20 Temmuz 2001)