Archive for the ‘Sayıklamalar’ Category

NeHrİn AşAğI kIsMıNdA…

Yaşamın felsefesi eksik… Elbette felsefi sorgulamanın eksik olduğu yerde praksisten de söz açmak nâanlam. Meslek edindirme yüksek kurumlarından her mezun olan, kendi kürsüsünden, kendi kürsüsü dediğim, kendi gerçekliği-hab’itusundan doğrultarak başını şöyle kahraman bir anti-kahraman edasında tiradlar atıyor. Herkes çok biliyor maşallah, herkes hakikate vakıf, herkesin çıkarımı en sahih olan. Biz “türdeş kurtçuklara”, “hayatın anlamı, türdeş bir kurtçuğun sorumlulukları vs.” üzerine atıp tutuyorlar. Daha doğar doğmaz başlıyor yaftalama süreci, aslında öncesinden. Daha sen gelmeden, bir özne olarak belirlenen senin, bir ismin oluyor. İsmin, toplumsala adımını attığında, diğerlerinin seni tanımlamalarını ve sınıflandırmalarını kolaylaştırıyor. Diğerlerinin kafasında oluşan “sen” fikri, senin somut varlığından daha güçlü, daha etkili bir hal. O sebepten adın 10’a çıksa 9’a indirmen neredeyse imkânsız. Hem artık bu kimin umrunda ki? Yüzde yüz Dogville müridi isen, ne kadar kötü yaparsan yap farketmez, cennetin kapıları hiçbir zaman üzerine kapanmaz. Neyse…

Fark ettin değil mi, kimlik denilen o ucube kavram üzerinden kavramsallaştırıyorlar varlığını, o noktada sömürgeleştirildiğin yerden kafanı kaldırıp, yumruğu çakmazsan karşındakine, bu her kim olursa olsun, anan-baban bile… Bil ki işin bitmiştir artık, yıka ve göm kendini. Sen artık bir oluş değilsin, basbayağı bir yapısın işte. Öncesi ve sonrası olan, her şeyi son derece tahmin edilebilir ve kontrol edilebilir, saat gibi kesintisiz işleyen bir makine. Ve sen böyle işlerken ne kolaydır senin üremen/yeniden üremen… Karşılaşarak, çatışarak, bütünleşerek ve sonra ayrışarak çoğalmadığın için, Durkheim’in mekanik dayanışması anlatılırken kullanılan solucan gibi, bölünerek çoğalırsın. Çoğalman bu sebepten, fazladan bir enerji ve kafatası kemiğinin gerilimini içeren bir eylem değil. Şanslısın diyemeyeceğim az hareket eylediğin için, çünkü baksana haline obezsin! Ancak mutlusun değil mi, çünkü keyfin yerinde, ne akarsın ne de kokarsın. Neyse…

Bu arada ideoloji deyiverince, insanların çoğunun aklına, en somut anlamında siyasi ideolojiler geliyor ya, hani sonradan edinilen ve bir seçim olan(?), ben hâlâ alışamadım buna. Hem artık bıraktım da galiba, doğdukları andan hatta öncesinden böyle bir zarla çevrili oldukları gerçeğine dikkatlerini çekmeye çalışmaktan. Evet burada birinci tekil şahıs kendini yüceltmekte, ancak bu da bir mesele ise eğer, tamamen kendisiyle arasında olduğundan, onaylanma ihtiyacı hissetmemekte. Neyse…

Seni tanımlar ve sayısallaştırırlar. Sanki sen tanımlanınca ve numaralandırılınca, anlaşılman mümkünmüş gibi. Ancak seni anlamak, onların problemi değil zaten. Amaçları, senin üzerinden ha babam de babam politikalar, milli gelir, mutlu gezegen endeksi vs. üretmek; savaş, tehcir veya soykırım kararları vermektir. Varlığını reddetmek ve onaylamak için, rahipleri, imamları veya hahamları vardır. Her nerede, hangi devir, coğrafya vs. ortaya çıkarlarsa çıksınlar, mevcut din ve öğretileri, egemenin dini haline getirmek onların en ustalıkla yaptıkları iştir. Allah’ın bir numaralı yargı organı olarak hareket ederler ve kutsalı araçsallaştırarak, Süleyman’ın Tapınağını, Mescid-ül Haram’ı veya Mescid-ül Aksa’yı, yetimlerin kanlarıyla sular, yoksulların etlerinden kendilerine muazzam ziyafet sofraları kurarlar… Sen bakarsın, onlarla aynı dine, millete, etnik topluluğa vs. dâhil edilmişsindir; ancak “fark etmen” çoğu zaman imkânsızdır. Çünkü sudaki balıksındır, gördüklerin apaçık ve olması gereken veya böyle gelmiş böyle giderdir. Kutsal kayaların üzerlerini, görkemli tapınaklarla kapatırlar ve tanrının adını konforla, statükoyla, maddi zenginlikle aynı düzlemde anarlar.  Kullandığın dile dön bak, en başından senin aynı varlığa itaat veya muhalefet etmen için inşa edilmiş… Mülk, hüküm ve din göklere ait değil, bizzat yeryüzünün tanrılarına ait. Onlara muhalefet ederken de itaat etmekten çok da farklı bir şey yapmıyorsun. Emir ve buyruk nereden gelirse gelsin, onu tanımamak ve almamak gibi bir tutumun oldu mu hiç bugüne kadar? Ama biliyorum, Brahim şu an Dogville yolunda elinde baltası ile yaklaşmakta ve o asr vaktinde tek bir put kalmayacak yeryüzünde.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı kültür senin yuttuğun/sana yutturulan en büyük zoka. İkinci doğan, sanki en saf ve en temiz halinmiş gibi giydirildi sana doğumundan itibaren. Nereye gidersen git, hiçbir zaman düşünmenin, kafa atmanın, gerilimin esas olduğu öğretilmedi ve sen bunu yapacak alet edevat ile donatılmadın. Zavallı küçük kurtçuk, mesele Mescid-ül Haram’ı Mescid-ül Aksa’ya, Orta Doğu’yu Amerika’ya, Batı’yı Doğu’ya tercih etmende değil. Asıl mesele, dünyanın tamamına, kafanile gözünile kırık ve naif gövdenile bodoslama dalabilmende… Korkusuz, statükosuz, isimsiz bir organsız beden olarak.

Bu yazıya başlarken Walter Benjamin aklımda yoktu; ancak gidişatı sırasında düşüverdi aklıma ve ben tam da Benjamin’in kültür kavramsallaştırmasının etrafında dolandığımı gördüm. Benjamin’e göre, kültür babadan oğula aktarılacak bir zenginlik değil, aksine bir enkazdır. Bu enkazdan kurtarılabilecek tek şey ise oraya buraya savrulmuş parçalardır. O, kültürün sürekliliğini sağlayan unsurların değil, ışığı sönmekte ve kenarda kalmış olan parçaların perwanesidir. Buradan baktığımda, kültürü korumaya çalışanların (ister modern ister geleneksel hiç fark etmez) en büyük muhafazakârlar; hangi aileden veya hangi taraftan –ezen veya ezilen- olurlarsa olsunlar, bir zamanlar içinde oldukları kültürü “o” kültür haline getiren, baskıcı ve zalim iktidarların sadık muhafaza edici varisleri olduklarını düşünüyorum.

Ben bunu düşünüyorum; ancak sen bilmiyorsun: Dogville yüzünü yıkarken, sıcak ve leş gibi kokan bir asr vaktinde Brahim şehre inecek…

‘İbn-i Zerâbî’

‘insansız anı yoktur. var mıdır ?’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insansız anı yoktur. var mıdır ?’

‘hafifçe ısırılmış bir elmanın dilimindeyim,
elmanın kokusundayım
anısındayım-kimbilir kimin-
anılarda görünür,düşlerde görünmez insan
düşlerde görünen anlamlardır
özelliklerdir birde belli belirsiz..
ve İNSANSIZ ANI YOKTUR.VAR MIDIR?’
Edip CANSEVER
 
şehir gri bu sabah. seçeneksiz bir istikamette ilerleyip, o ufak penceresinden gölgeli dağları, uçakları, durakta bekleyen hep aynı durgun yüzleri, deliliğine hep imrendiğim mahallenin karanfil çocuğunu izleyebildiğim servisim yerine uzun yolculuklar çeker beni….
düşüncesi bile öyle özgür hissettirir ki , uçurtma kıvamına gelir yüreğim…
en nihayetinde servis köşeyi dönüpte yokuşu görünce, farkına varırım zorunluluklarımın, onay alarak yaşadığım daracık hayatımın…
ve… uçurtma tellere takılır…
bazen örümcek ağına çivilenmiş sinekler gibi kıpırtısız, edilgen hissediyorum kendimi , ”amaaan hadi yiyceksen ye be örümcek kardeş der ”gibi…
hani güzel havaları taaa kanımızın kırmızısında hissettiğimiz zamanlar var ya , imkansızlık nedir bilmediğimiz zamanlar , çok özlüyorum o zamanları…
gün be gün giderken bu hayattan , gözümün arkada kalmasından ne çok korkar oldum…
daha yapmam gereken çok şey var oysa… görmem gereken yüzler , köyler , filmler var…
hışırtısını dinlemem gereken kavak ağaçları , hiç tanımadığım insan sesleri ve şarkılar var ,
çok hikayeler var çok…
yaşamam , anlatmam gereken , bir fotoğraf çerçevesinde sıkışıp kalmayacak hikayeler…
keşke iki vardiya olsa hayat , sabah fanusumuzda , gece ise gökyüzümüzde yaşasak…
fanusumuza sığdıramadığımız, korktuğumuz, acaba yaşam dekorumuzu bozar mı dediğimiz her şeyi ikinci vardiyada ruhumuzun dizgini olmadan yaşayabilsek…
sahte ve kısır bağlılıklardan anda olsa uzaklaşmak fikri nasılda hafifletti şimdi beni , hava griydi , canım deniz çekti , çay çekti.. e birde ‘ah bu şarkıların gözü kör olsun’ dedirtecek bir şarkıda çarpınca göğüs kafesime…
önce şairin dizeleri süzüldü , hiç acelesiz zeybek gibi  kondu  aklıma , sonra da insanlı anılar….
yavaşlamalı , biraz burada kalmalı….
nede olsa artık bozbulanık suyu olan fanusumuzdan çıkamaz olduk , anılara bulanamaz  olduk…
onu da bırak ruhunun seyyah olmaya çok ta elverişli olduğu bir sabah deniz kenarına bile gidemez olduk…
gülüşünüzle… ve gökyüzünüzle kalın…

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aynılaştıramadıklarımızdan mısın, öyleyse boyalı kuşlar gibi ölmeye hazır ol !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aynılaştıramadıklarımızdan mısın, öyleyse boyalı kuşlar gibi ölmeye hazır ol !

“Toplum, her yerde ve her bir bireyine karşı kurulu bir komplodur! ” – Emerson

 Aldığım her nefeste kendim için yeni yollar çizmeyi bildim ben hiç başkasının çizdiği yoldan yürümek istemedim. Ve işte tam da bu tercihimden ötürü hep yalnız kaldım, benim kendime çizdiğim yola hayranlıkla bakanlar bile korktular bu durumu alkışlamaktan.

 Toplumun bu tepkisinin nedenini ise Kosinski’nin ‘Boyalı Kuş’unda buldum geç de  olsa ;

 “Önde koşmak arkada kalmak kadar tehlikeliydi. Her yanlış adım hareketi yavaşlatır, her düşen öz kardeşlerinin ayakları altında ezilirdi… Oysa hepimiz yalnız olduğumuzu, Gavrilaların, Mitkaların ve öteki dostların, yaşantımızdan gelip geçtiğini bilmeli, anlamalıydık. İnsanlar anlaşamadıklarına göre dilsizliğin de bir önemi yoktu. Birbiriyle takışır, birbirlerinden hoşlanır, öpüşür ya da tepişir. Ama herkes yine kendisini düşünürdü”

 Babam kendimi bildim bileli neden bu öfke, neden insanlarla uyum içinde yaşayamıyorsun der durur. Sanırım bunun en şahane sebebi ben ehil bir hayvan değilim, türdeşlerimle mutlu olayım, ben farklıyı seviyorum tüm toplumun aksine ve koyun psikolojisi beni deli ediyor.

 Boyalı kuş, 2. dünya savaşını mavi gözlü sarışınların ülkesindeki esmer bir çocuğun gözünden anlatan muhteşem bir roman. Ama öyle bir roman ki okudukça karnınıza kramplar girecek acıdan, her satırda neden okuyorum diye sorarken bulacaksınız kendinizi ve galiba en zoru da her kelimeyi gözünüzde canlandırabiliyor oluşunuz olacak, çünkü ‘Kosinski’ öyle yalın bir anlatımla öyle muhteşem duygular uyandıracak ki zihninizde bundan sonra sıradan roman okuyamayacaksınız…

 ‘Boyalı Kuş’tan ;

 

 Garip kuşlardı leylekler. Günün birinde, yuvasını düzeltmeye kalkınca dişi leyleğin kendisine nasıl saldırdığını anlatmıştı Lekh. O da öcünü, kuluçkaya yatan leyleğin yumurtaları arasına bir kaz yumurtası koymakla almıştı. Yavrular yumurtadan çıkınca erkek ve dişi leylek bu garip yaratığa şaşkınlıkla bakmışlardı. Kısa, çarpık bacaklı, biçimsiz bir şeydi yavrularından biri. Yamyassı bir gagası vardı. Dişisinin kendisini aldattığına inanan baba leylek yavruyu öldürmeye kalkıştı. Dişi leylekse küçüğü kurtarmak gerektiğine inanmıştı. Erkeğinin elinden kurtarmak için damdan avludaki samanların arasına yuvarlamıştı zavallıyı. Bununla aile kavgası sona ermişe benziyordu. Ama göç çağı gelince, leylekler toplanıp görüştüler. Uzun süren tartışmalardan sonra, dişinin kocasını aldattığı, onunla birlikte gelemeyeceği kararlaştı. Ardından da kararın uygulanışına geçildi. Leylekler havalanmadan erkeğini aldattığına inanılan dişi, gaga ve kanat vuruşlarıyla öldürüldü. Erkeğiyle birlikte yaşadığı damın altında bulundu ölüsü. Yanında çirkin bir yavru, iki gözü iki çeşme ağlıyordu.

 

 Türkiye de ilk kez 1968 de Aydın Emeç’in çevirisiyle basılan ‘Boyalı Kuş’ Türkiye’deki yayıncısı ‘E Yayınları’nın ilk kitabı olmasının yanında Jerzy Kosinski’nin de ilk kitabı olması hoş bir tesadüf tür.

 ‘TERS’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dostum İbn-i Spinoza’nın nam-ı diğer Ulus Baker’in anısı

“Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?”

Mataramda Tuzlu Su / İsmet Özel

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dostum İbn-i Spinoza’nın nam-ı diğer Ulus Baker’in anısı 

 Aslında yukarıdaki dizeler yerine, İsmet Özel’in bir başka şiirinden alıntı yapacaktım; ancak 3-4 gündür, Özel tarafından yapılmış bu tespit, kafamın içinde dönüp duruyordu, ben de onu yazdım. Hoş, zaten tessorunun kendisi de bizzat, hâlihazırda içinde olduğum bağlamla ilintili olarak, örtüsünden soyundu: “Sen ey yalnızlığına bürünmüş olan!”

 Neyse… Hemen, şimdi unutmadan o başka şiirden yazılması düşünülmüş, ancak yazılmamış olanı da yazayım: “…kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda…”

 O çocuklar işte, onlar önceden belirlenmiş, ama kendilerine ancak yaşadıklarında bilinecek olan yaralarını taşımak için doğmuşlardı. Ammawelakin, hayatları boyu, sadece kendi, tek ve biricik yaralarını taşımakla kalmamış, oradan bir de “sarp yokuş” yaparak, cennetten kovulmuş, dünyada olmanın acısını, bilinçle karşılamaya mahkum etmişlerdi kendilerini. Şimdi artık var mı bir sözü olan? Sewgili bilinç, kendisi bizzat ademin, ilk insanın yediği elmadır. Bu çocuklar o elmayı, büyücü üvey annesi tarafından kandırılmış Pamuk Prenses gibi yemediler, bizzat kendileri zihinlerini o uçsuz bucaksız çöle savurdular. Karanlık, yalnız ve mekanik çözülmesi bol bir çöle dönüşmek… Çöl-oluş, hem çölsündür hem de değilsindir: “Sewgili lordum, beynim acıyor. Şimdi burada bir kurt-adama dönüşmek istiyorum!”

 İki haftadır elimden düşmedi Ulus Baker’in ‘korotonomedya.net’ sitesinde bulunan yazılarının bir kısmının derlenip toparlanarak oturmasından oluşan kitabı, “Yüzeybilim Fragmanlar”. Hoş kitap, 2009’da Baker’in ölümünden sonra yayınlandı. Tarafımdan 2010’un ilk aylarında alındı; ancak masamda bir yıl boyunca benimle oturdu. Bilgisayardan başımı her kaldırdığımda, kitabın ön kapağını oluşturan, Ulus Baker’in Eymir Gölü’nde çekildiğini varsaydığım fotoğrafı ile göz göze geldim. Aramızdaki kurbiyet böyle mi oluştu? Yok. Öncesi var; ancak bu benim açımdan bilince bir çentik atılması gibi bir şeydi. İlk karşılaşmam, üniversitede bölümdeki ilk yılımdadır. Intro derslerinden birinin hocası gelmemişti ve Ulus Hoca onun yerine gelip bize Spinoza anlatmıştı. Aklımda kalan tek cümle: “Evet Spinoza, bizzat bir tanrıtanımaz olarak yaftalanmasına rağmen, evrenin başlangıcını açıklamak için bir tanrı fikrine ihtiyaç duymuştur.” ‘Eywallah’ deyip atmıştım, zihnimin iç cebine. Çünkü benim boğazıma çöken, nefes almamı zorlaştıran “küçük burjuva” kanamalarım vardı (Cezmi Ersöz girdi içime herhalde Hayy bin Ortodoks Marxist!). Ha nerede kalmıştık? Meğer ötesi sarp yokuş-muş ve Baker bizzat kendisi, sarp yok-oluş evresindeymiş.

 Evet, o ilk karşılaşmada Baker’den bana bir de, selobantile tutturulmuş gözlüğü, çamaşır suyu lekeleriyle bezenmiş pantolonu, sigaradan sararmış parmakları ve o muazzam dalgınlığı kalmıştı… Neyse, şimdi hemhal olduğum fikirleri üzerinden Baker’i dışsallaştırarak analiz edecek değilim. Böyle bir şey olsa olsa gerzeklik olur. Ben ancak self-refleksif bir “Baker balı” yapabilirim. Spinoza ve Deleuze’den Gabriel Tarde’a geniş bir kurbiyet listesini içeren metinlerden aktaracaklarım, bana geçenlerin geriye bıraktıklarıdır. Baker’in bendeki yansısıdır. Beni Baker’e çeken, -kibir sahibi büyük aktarıcılardan hayatta hazzetmem, beni eve götüreceklerini söyleseler dahi, arkama bile bakmadan önümdeki uçurumdan salarım kendimi aşağı- aramızdaki kadim bağdan ziyade, onun mevzuları ele alışındaki samimiyeti, gerçekliği ve naifliği oldu. O bir şey söylemiyordu, onda anlattığı her şey bir eyramdı, praksisti. Damağıma değen, sarp yok-oluşu tırmanan bir derwişin “oluş”larıydı. Lafı uzatmayayım…

 Ewwela, “Rizom” (köksap) ne olduğundan bahsederken Baker (Deleuze’ün mefhumlarından biridir), Afrika orkidesi ve eşek arısı örneğini verir:

 ‘Birbirleriyle alıp verecek hiçbir şeyleri olmayan iki varlığın paralel olmayan evrimi.’ Orkide ile bal vermez eşek arısının ilginç bir serüveni var. Afrika orkidesi belli bir mevsimde, eşek arısının üreme organına benzer bir organ geliştirir kendi bedeninde. Öyleyse yalnızca bir ‘imge’den, eşek arısı organının bir ‘resmi’nden ibarettir. Diyelim ki, orkide kendinden kopmuş, bununla başka bir ülkede ‘yersiz-yurtsuzlaşmış’tır. Oysa bunu gören ilk eşek arısı gelip bu imge üzerine konar. Konar-göçerlik terimleriyle ifade edersek, orada yerleşir. Ama unutmamalı ki eşek arısı aynı zamanda ‘yersizyurtsuzlaşmış’tır. Basitçe orkidenin üreme aygıtının bir parçası haline gelmiştir. Ama kaçınılmaz bir şekilde, üzerine konup kalktığı orkideyi de kondurmuş, yerleştirmiştir; çünkü onun tohumlarını çok uzak bir yerlerde, farkında olmadan ekecektir (Baker, 2009: 357-8).

 Buradan hareketle, tüm hikâye “rizom” üzerinden okunabilir. Yaptığım Baker okuması bir rizom okumadır. Ben Afrika orkidesine konmuş eşek arısıydım, o da orkide. İki farklı çoğulluk olarak paralel olmayan bir evrim yaşandı. Akışımın bu anında, Baker’den, benden olana eş bir koku, tat vs. çıktı ve ben ona kondum/konuşlandım. Yersiz-yurtsuz mutsuz bilince yerleşerek, yersiz-yurtsuzlaştım. İbn-ül vakt, “Vakit tamam” dediğinde de, tohumlarımı yüklenmiş olarak, onları yerleştirmek üzere tekrar yersiz-yurtsuzlaştım….mı? Henüz değil. Yani, bu rizom hikâyesi saçaklıdır. Hem orkide hem de eşek arısısındır ve bazen de salt eşek-eşik.

 Dostum Baker – the organsız beden, Virginia Woolf’a, Bayan Dalloway kıyılarından vururken: “… Artık orada ‘fark edilmez’ kılar kendini. Kendini, bedenini ‘fark edilmez kılmak’ Virginia’nın esas sorunudur. İnsanın manzaralaşması (a.g.e, s. 377)” şerhini düşer heyecanla. Aslında bu, şerh düştüğü bizzat kendisidir, orkideye konmuş eşek arısı. Onun ölümü -görünür neden, aşırı alkol tüketimine bağlı karaciğer yetmezliği- üzerine düşündüm, rizom okumamın bittiği gece. Baktım ki, aklım kendisinin ısrarla üzerinde durduğu, Sartre’a ait bir nosyon tarafından çelinip duruluyor, yok bariz aklıma çelme takılıyor… Evreka! Tabi ya, tabi ya, “PRATICO-INERTE”! Baker, önce çevirisinin yanında olmadığını söyleyerek bunu, “Pratikte Ölüm” olarak tanımlıyor ve devam ediyor: “… pratico-inerte, en yalın anlamında, ne yapıyor olursanız olun, pratik faaliyetinize direnen ‘madde’ demek. Inertia, yani eylemsizlik. Yani bir malzemeyle bir şeyler yapmak, bir amaç gerçekleştirmek için uğraşmaktasınız, oysa orada bunu gerçekleştirmeye direnen asgari bir unsur var (a.g.e., 288).”

Şimdi yukarıdaki paragrafı tutun aklınızda, buradan konuşlandığım yerden topladığım edebiyat ve dil ile ilgili son tohumlara geçelim. “Manifesto” başlıklı metinde, dille ilintili tesisyanlarını sıralar Baker. İkisine burnumuzu sokalım, yukarıdaki paragrafla ilintilendirerek:

Dil, gündelik yaşamla ve iletişimle, duyguların ve düşüncelerin ifadesiyle vb. ilgili olmaktan önce büyük kamu çalışmaları ile ilgilidir: Onsuz nasıl dev piramitler için kölelere taş taşıtılabilir, balıkçılar nasıl dev balıkları denizden çıkarabilirlerdi? Anlaşılıyor ki dilin temel birimleri güzel ve şiirsel retoriğin alanından çok şu tür basit tümcelerdir: ‘Hazır?’, ‘Evet’, ‘Haydi başla!’

Dil hayatı anlatmaz… Daha da önemlisi, hayat değildir, hayatın parçası da değildir. O hayata buyruklar yağdırır. Hayat ise konuşmaz, bekler…

… Bütün bunlar dilin kökeninde yer alan tekinsiz bir güç istemini gözden saklamamalı: Buyruk alan varlık olarak insan (her hayvan gibi) ‘özgürlük’ adını verdiği şu yanılsama kompleksini bile bizzat buyruğa borçludur; doğada ve eylemlerin düzenlenişi alanında ‘özgürlük’ bulamadıkça dile sığınacaktır –yine de yepyeni ve daha budalaca bir yanılsamayla birlikte: buyruğa uymayabilirim, bu benim özgürlüğümdür… Oysa özgürlük açısından önemli olan buyruğu alıp ona uymamak değil (Buraya bir Simmel notu düşülebilir der İbn-i Zerâbî: Tahakküm ve itaat-muhalefet), buyruğu hiç almamaktır… Bundan daha derin bir siyasal özgürlük öğretisi tanımıyorum! (a.g.e, 482-5).

Bu iki düzlemden hareketle, dostum İbn-i Spinoza nam-ı diğer Baker hakkında şunu düşünmek eyledim: Baker, dünyaya düşüşü, yaşamı ve ölümü ile “Pratico-inerte”idi ve bu onda praksisti. İbn-i Spinoza’nın bedeninde taşıdığı yara; dille dayatılan, kimden gelirse gelsin her türlü buyruğu hiç almadan, organsız beden olarak, kendini seyreden manzara olarak, dışındakilerin dayattıkları kendi hakkındaki tasavvurlara, kimliklere ve projelere ölümüne direnmekti… ve bu onda var-oluş bunalımı, uyanışı gibi yaşamı araçsallaştıran bir hal değil, bizzat yaşam, hayat oluştu. Tıpkı İsmet Özel’in şu dizelerindeki şehwetşefkat gibi: “Yüzüme bak/ve yüzümü hırpala/yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak/sen/her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat/yaban, diri memelerinden ısırmak/dudaklarındaki tuzu dudaklarıma almak için/çok oldu tepelere vurdum kendimi/bulutlara karıştım ve karanlık kahvelerde/tıraşı uzamış adamlardan/huylarını öğrendim senin.”

Bu yazıyı okurken/okuduktan sonra dilerseniz bandista’dan, Baker için yazılmış olan “her şeyin şarkısı”nı dinleyin. Biliyorum gitme vakti, bu yazı, dostum İbn-i Spinoza’nın dostu Deleuze, kendisini “pencere-dışladı”ktan sonra yazdığı metinde dediği gibi, “ onun anısına değil, onun anısı.” Tamam, tekrar tamam, son bir koku, son bir tat belki ha?

Tamam, gidiyorum…

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TADI DAMAKTA…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TADI DAMAKTA…

Küçükken, biz çok mutlu olduğumuz halde büyüklerin neden bayramda bizim kadar güleç olmadıklarına şaşırır, anlam veremezdim. Bu anlamda laboratuarım akrabalarımdı. Onları gözlemler ve çözmeye çalışırdım. Şimdi anlıyorum. Büyüdükçe yaşanan şey aynı olsa da taşıdığı anlam yaşla paralel değişiveriyor. Çoğu çalışan arkadaşım için tatil, yaşlılar için özlem giderme günü, çocuklar için biraz harçlık, biraz şeker dolu cepler demek…

Yıllar önce, özellikle İstanbul’a ilk geldiğimiz zamanlardaki bayramları videoya çekebilmeyi, o halimi şimdi bilgisayarımda izlemeyi isterdim. Ne güzel bir fikir değil mi ? Seslerimizi kasete çekmişliğimiz çoktur. Bir araya gelir, şarkılar söyler, arada gülüşür, tüm bunları da kasetlere geçerdik. Sonra sesimizin ne kadar farklı çıktığını fark eder , mutlu mutlu yaşardık.

Sanki yaşamamışım da seyrettiğim bir filmden aklımda kalmış gibi anımsadığım şeyler var geçmiş bayramlardan. Ordu’dayken, ilkokuldayım o vakit, ellerimizde poşetlerle kapı kapı koşturup , topladığımız şekerleri , mendilleri anımsıyorum , nasıl mutlu olduğumuzu…

Şimdi genelde üç beş çocuğun bir araya gelmesiyle çalınıyor ziller. Birbirlerinden cesaret alan çocuklar , sesleriyle beraber çıkıyorlar yukarı. Erkeklerin ellerinde çoğunda gördüğüm silah , yüzlerindeki masumiyetle hiç örtüşmüyor. Soruyorum birine : Elindeki güzel bir oyuncak mı sence diyorum. Ama gerçek değil ki abla diyor. Elinde şiir ya da hikaye kitabı ile bayramlaşmaya gelen bir çocuk düşünebiliyor muyuz ? Hayal gibi geliyor bana. Hayal ötesi hatta. Komşumuz çok güzel bir şey düşünmüş. Kalem , silgi , kalemtraş alıp onları sarı şeffaf kapla bir araya getirip yanlarından zımbalamış , çocuklara şekerin yanında paket olarak bu okul setini de veriyor. Nasıl mutlu oluyorlar , anlatamam ! Muhtemelen çocukluk anıları arasında yerini alacak bir olay onlar için.

Sabah kahvaltı yaparken sık sık çocukların ellerindeki şu silahların pat pat patlamasıyla huzurum ve kahvaltım bölünüyor. Bakıyorum , görünürde çocuk da yok. Uzaklardan geliyor olmalı , aman hep bize uzak olsun bu gürültü diyorum.

Gelen gidenin gırla olduğu bu vakitte film izlesem sıkça bölünecek en iyisi dergi karıştırayım biraz diyorum. Düzenli olarak aldığım Radikal Genç’i sınava hazırlık faslının başlamasıyla salladığım için almış olduğum son sayılardaki okunmayı bekleyen yazıları okuyorum. Gazetenin şu haberi okuyayım diye ayırdığım belli köşe yazarlarımı açıyorum internetten. Arkadan da fon niyetine Musicovery açıyorum. Hazır nazır bir halde , çalan zille harekete geçene kadar , bilgisayara yapışmış bir halde okuyorum.
Malum ne zamandır gazetede pek uzağımda yer aldı. İletişim hatlarını tamamıyla kopardığım bir dönemden sonra Saldır ! durumlarındayım hala.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okuma isteğim ağır bastığı için Şu Çılgın Türkleri askıya aldık şimdilik. Açıkçası cezbetmedi de. Bir süredir tarihle haşır neşir olduğumdan severim düşüncesiyle başlayıvereyim dedim ama aa bunu biliyorumla tatsız olmaya başlayınca kapattım o sayfayı.

‘HERDEM’

Bir akşam Tom ve Tracy ile tek başına…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir akşam Tom ve Tracy ile tek başına…

Yeryüzüne ilk ayak bastığım andan itibaren benimlesiniz, eksik olmayın. Zamanla siz de benimle beraber dönüşüp/değiştiğiniz. Kurduğunuz cümleler, kullandığınız mecazlar ve iki dildeki sözcük kileriniz… Bunu yapanın Tom olduğunu biliyorum artık, eskiden anlamaz, saf saf düşünüp durur, bütün gün işin içinden çıkamazdım. O sendin değil mi Tom, eskiden, ben daha bu kadar kendine aymış değilken, rüyalarıma o hangi dilden olduğunu bilmediğim sözcükleri sokan? Tom’un kayıtdışı notları…

Geçen gün yeni bir şeyi keşfettim, bu sefer ikinize dair. Tüm o an-anıları kaydederken, bana dair bilinmeyen bir faaliyetiniz de var değil mi? Ne gibi mi? Kimi cümlelerin altını çizmek ve bazı sözcüklerin etrafında, o renkli resim kalemlerinizle birkaç kere dönmek suretiyle, yazgımın ana yollarını belirlemek gibi. Evet evet yakaladım işte, çünkü ne zaman yeni bir oluş, hal hasıl olsa, kafamın içinde bağlantılı ne varsa yanıp sönüyor. Bir karşılaşmada mesela -uzun zamandır bunu, bizden başka ölü çoğullukların düşüncelerinin cisimleştiği, sözcükleriyle ve cümleleriyle yaşıyoruz- bende oluşan fikrin, ruhumdaki etkisinden hariç, bir de tarihsel arka planı zihnime çarpıyor. Aynı anda, önceden kaydedilmiş bir sözcük, kavram zihnimde su yüzüne çıkıyor ve işte o kavramın, bir eyrama dönüştüğü anda ben bir oluş-um artık. Dalga geçmeyin, harbi söylüyorum, henüz delirmedim, hala ceplerim yeterince gerçeklik dolu.

Bu tespit içinde temel olarak iki varsayımı barındırıyor. Birincisi, dünya günüyle bir günde bir vakitte, duyduğum bir sözcüğün altını çizdiğiniz için mi, ben onu/onları sonrasında eyram olarak halliyorum? Peki böyle ise, neden o sözcüğün ve o bağlantılı diğer birkaç tanesinin altını çiziyorsunuz? Neden unutulmuş,  hatta hiç akılda tutulmamış olan diğerlerinin altını çizmiyorsunuz, vişne çürüğü rengi kaleminizle daire içine almıyorsunuz? Demek ki, elinizde bir harita var, size benim yaşamımın ana yollarını belirleme yeteneğini sağlayan ve verilmiş bir yetki? Ya da daha doğrusu “ oluşum” bir harita da nereden nereye gideceğimi, sizin iki nokta arasında veya rastgele çizdiğiniz çizgiler belirliyor, öyle mi? N’oldu Tom suratın, kurt adam görmüş bir maymuna döndü? İkincisi ise, aslında önceden belirlenmiş bir hat var ve bunda ne siz ne de ben o kadar özgürüz? (Ki özgür seçim ve irade ne kadar makul kavramlar tartışılır.) Bu durumda bir önceki varsayıma göre, sizin yetkinliğiniz azalıyor ve kendisi bizzat sonsuz akış olan Rabb’in iradesi ile belirleniyor sizin eylemleriniz. Eğer böyle ise, siz benim akışımın taşeronu, benim de teknik direktörüm oluyorsunuz. Yaşayacaklarıma göre, algımda seçicilik eyleyerek belli çoğullukları, görüntüleri, fikirleri ve kavramları fark etmemi sağlıyor ve böylece beni kendi akışıma hazırlıyorsunuz. Öyle mi, söylesenize? Ha ha ha…. Gayb ha… Siz gayb-olun o zaman yanıbaşımdan! Gidin… Ama dur ya aslında yazgı dediğim tam da bu ise, hala bu soruları soruyorsam, akış-oluş değilim tam anlamıyla, hala biraz eşikteyim. Ancak ayaklarım sonsuz akışın içinde. Sırıtma öyle suratıma Tom, korkmuyorum! Korku bitti artık, yalnız dağılmak, darmadağın oluş fikri hala biraz ürpertiyor beni. O kadar yani, üsteleme…

Aslında, kendime melankoli kurmak için oturdum bu metnin başına, ancak kendime kendimden bir yazgı varsayımı inşa ettim. “Olsun!” Bunu diyen Tracy. Suratıma bakmadan söylüyor bunu, herhangi bir kafası karışmış, orta yaş üstü, menopozlu teyze repliğini. Takıl sen birader, bozmayım ben seni: “Thanks Mr. Tracy for disregarding me!” Hoş yazgı varsayımım son derece melankoli hadd-i zatında. Kim attı beni bu bahçeye? Kim dikti bu sarp yokuşu karşıma? Mızmızlanmıyorum çocuk gibi, soruyorum hocam adam gibi. Özgür seçim ve irade, ne kadar boş ve anlamsız laflar. Ben daha doğmadan önce bile, benim için bir isim atanmış, bir yazgı belirlenmişti. Çoğulluk olarak bizzat ben kendim, “Oluş-ları” kabul ediyorum eywallah! Çocuk-oluş, hayvan-oluş, kadın-oluş, fallus-oluş, çöl-oluş… Ancak üzerime yapıştırdığınız ve her ne kadar aynı renklerle yıkasam da, hep solan şu hilkat garibesi kimliklerinizi kabul etmiyorum. Sizin tanımlanırız bende bir şeye tekabül etmiyor, pabuçlarımın sıkması hariç. O sebepten, çekin elinizi üzerimden! Ya da kalın, ceplerime doldurduğum taşlar olarak, nehir-oluşuma yardımcı olun; çünkü:

“Yaralarım benden önce de vardı. Ben onları bedenimde cisimleştirmek için doğdum.”  Joe Bosquet

‘İbn-i Zerâbî’

ÖYLEYKEN BÖYLE

Yaşlanma alameti olsa gerek insan bir çocukluğuna dönüyor. Geçmişte yaşadıklarına dayanarak şimdiki davranışlarını meşrulaştırıyor kendince. Bunu neden genelleyerek yazıyorum? Sanırım çevremdekilerle çok paylaştım ve ortaklaştığım çok oldu.

 

 

 

 

 

 

 

Alamet deyince yine çocukluktan bir enstantane hasıl oldu. Yurt dışından gelen akrabaların bol valizli gelmeleri hem çok kalacaklarına hem de bol hediyeyle geldiklerine alametti örneğin. Çok kalmaları eğlenceydi, farklı günler anlamına gelirdi. Bol hediye ise malum bol çikolata, bol oyuncak ve bol bissürü şey anlamına gelirdi. Çocukluk işte(her şeyi düşünmeye ve yapmaya hakkın olduğu yıllar) pek severdik uzaktan gelen akrabayı. Tabi yaş ilerledikçe hediyeler azalır, kuzenler büyüdükçe gelmez olurlar ve işin eğlencesi de sönüp gider.

Bir başka çocukluk anına dair; sokak oyunları vazgeçilmezdir. Akşam ezanıyla son bulan o bitmez tükenmez seremoni yine bitmek bilmeyen enerjimizin doruğa ulaştığı anlardır. Yarım gün okulda dersler ve teneffüslerdeki tepişmeler sonucu, kalan yarım gün hala enerjisinin olması, insanı şimdiki yaşlarda hayretler içince bırakıyor doğrusu. Enerji kalması bir tarafa, sanki sokakta bol bol oynayıp koşturalım diye okulda biri bizi şarj etmiştir. Akşama müteakip, yemekten sonra yine aynı kişi tarafından çekilmiş gücümüzü sabaha toplamak üzere sızarız. Bu rutini bozan pazar banyolarıdır. Banyodan sonra dışarı çıkılmaz. Çıkılırsa hasta olunur, hasta olunursa bu daha uzun süren evde hapis durumları demektir ki hiç istenmez. Pazarlardan bu sebepledir  hala nefret ederim. Bu yazıyı da pazar günü yazıyor olmam manidar tabi. Pazarlarımı bir türlü şenlendiremem, basiretim bağlanır, güçten düşerim. Yapılacak en iyi şey teslim olup banyo yapmaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Benim kuşak bilir; bir de “Ziyaretçiler ( visitors)” vardır. O enerjinin çekilmesi hikayesi işlemez o dizi başlayınca. Ama başka bir faktör vardır ki o da “korku”. O uzaylı yaratıkların ağızlarına götürdükleri fare sahneleri, bir de yüzlerindeki insan maskesini çıkarıp gerçek yüzlerini (yeşil yeşil) ortaya çıkarmaları bana o yaşlarda acayip ürkünç gelirdi. Yinede babama yalvarırdım oturup benimle izlesin diye. Geç vakitti namussuz.

Çizgi filmlere hiç girmeyeceğim. O başlı başına bir yazı konusu. Geçenlerde kendilerini yad ettik de epey bir varmış, say say bitmedi.

Öyleyken böyle yazısı oldu bir miktar. E artık idare edin yavaş yavaş diyelim. 

‘KEVOK’

‘İnsan Yeryüzünün Hastalığıdır’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan Yeryüzünün Hastalığıdır

 Bu tümce, Ulus Baker’in, şu anda hemhâl olduğum, yazılarının bir araya getirildiği kitaptan alındı. Aslında Gilles Deleuze’e ait bir formül ve öncesinde, “Hastalık, hayata bir bakış tarzıdır.” önermesi yer alıyor. Ben bunları mesaide yazıyorum ve kulaklıklarımı takmış, Pink Floyd “Another Brick in the Wall” dinliyorum. Bilhassa o hitap var ya hani: “Hey teacher, leave them kids alone!!!”, orada alien dışarı çıkıyor, aynı anda bağırıyor ve sonra başını yine içime gömüyor. Ben bunu kendime uyarlıyorum: “Hey Mr. Amir(s) leave me alone!!!”. Bakıyorum, hayatım hep böyle geçmiş, hep kurum kafalılara, “Çek elini birader, bulaşma!” demekle.

 Ve evet sevmedim, sevmiyorum ve böyle kaldıkça da sevmeyeceğim hiçbirini. Hoş bu sevmenin konusu değil, mesele doğrudan biat etmeye, kabullenmeye dair. Bizi içine soktukları eğitim sistemi denilen, bu yazıda bu kuruma kafa atacağım, o iblisin bağırsaklarını deşmek elzem. Şarkının klibindeki gibi, et parçası muamelesi gören çocuklar, kıyma makinesinin içine atılıyor, homojen ve uyumlu kıyma olarak dışarı çıkıyorlar… ve her sistem aslında çocuklarını yiyerek besleniyor. 18 yaşında liseyi bitirdiğimde, mezuniyet balosuna bile gitmemiştim. Hoş, Milli Eğitim’in eleştirsem de, kredili sistem diye bir hilkat garibesi vardı bir zamanlar. Ben de onun ilk deneklerinden biriydim. Bu ne idüğü belirsiz sistem sayesinde, liseyi 2,5 senede tamamlamıştım. Kâr, kârdır. Sonra gevşek bir biçimde sınava hazırlanmış, o zaman iki aşamalı sınav sistemi idi, sınavın ikinci aşamasının olacağı günün, gece saat 3’üne kadar mahalleden arkadaşlarla okey oynamıştım. Eve girdiğimde babam, ki kendisini bizzat çok severim kral adamdır, “Git yat lan sabah sınavın yok mu?” demişti. Ona göre, okumam sadece gençliğimi yaşamamdı, hani bazen gaflete düşüp yoklardım babamı, beni övsün diye, “Baba takdir alacam, ama bir puanla kaçıyo” diye. O da kızardı bana, “Ne uğraşıyosun kasma, geç yeter” diye. Babam kalbiyle bilir; bireysellik, farklılık, farkındalık vs. türü laflar üretmez; ama bilir: Hayat, kafana göre yaşaman için vardır. Kafana göre yaşamıyorsan o hayatın değil, egemen olanın sende cisimleşmesidir. Ruhunun ırzına geçilmiştir bir kere, yapılacak tek şey, tecavüzcünle evlendirilmendir.

 Ha hayvanat bahçesi ha okul bende… İkisi de aynı patolojiyi üretiyor. Kendisini, evrenin merkezi ve efendisi sanan bu mahluk, yeryüzünün hastalığı, neye el atsa hastalık üretiyor. Kendi patolojisini, hem kendi türünde hem de doğada yeniden üretiyor. Hayvanları doğal ortamlarından koparıp, şehirlerdeki kafeslere kapatıyor. Bunu normal bir durum olarak görüyor. Niye? İnsan denen türün üyeleri gelip görsünler, bakıp bakıp eğlensinler diye. Hiç dikkat etmediniz mi o hayvanlara? Bir defasında gördüğüm bir maymun, işte o aydınlanmayı o gün orada yaşamıştım. Kafesinin demirden perdesi önünde durmuş, depresif bir bakışla dışarı bakıyordu. Hareket etmiyor, sadece bakıyordu. Sonra bir an beni fark etti, gözleri gözlerime değdi; o beni ben de onu anladım. Ancak anlamam kurtarmama yetmiyordu. Hem ben de bir sömürge idim. Onu kurtarabilmek için, önce cellâtlara kafa atmam, onları sömürgesizleştirmem gerekiyordu.

 Okul dediğimiz, o kurum da aynısı işte. Tıkış tıkış girersin içeri, sırayla herkes kendi koğuşuna kapanır, kapılar da üzerinize. Okula giriş ve dersin başlaması arasındaki zamanı çoğunlukla, okulun üzerinde bulunduğu, ana caddeye bakan büyük pencerelerden dışarı bakarak geçirdiğimi hatırlarım. O maymunun işte, onu gördüğümde bende yaptığı ilk çağrışım bu an olmuştu, “ha o ha ben ne fark eder ki?” diye sormuştum kendime. Nerede kaldık? Evet sınıfa girersin… Ha bir de, doğaya bakınca, her hayvanın ve bitkinin, nesnel koşulları farklıdır. Hepsi hayvandır ya da bitkidir; ancak aralarında farklılaşırlar. Buna göre de ortamları düzenlenmiştir. Güzel insan Spinoza’nın dediği gibi, doğa kavimler, ırklar, milletler vs. yaratmaz, bireyler yaratır. Evet, işte sınıfa girersin; ancak bireysel farklılıklarınıza göre ayrıştırılmazsınız. Sosyal sınıflarınıza göre belirlenmiş sınıflarınıza girersiniz. Bayan X ya da Bay Y gelir, anlatır da anlatır. Uyursun olmaz, kafanı sıraya yaslayıp altta kitap okursun olmaz, çünkü fark ederler ve dikkatini tahtaya ya da ağızlarının içine celbederler. “Tamam” dersin, idare-i maslahat gereği hareket eyleyeyim, sorarsın hayal gücünle harmanlayıp, suratına sanki sen bir gerzekmişsin gibi bakarlar. Küfredersin, okuldan atmakla tehdit ederler. Konu zevkli gelir, “anlat hoca, daha anlat” dersin, bu sadece felsefe derslerinde olurdu, ‘olmaz sakıncalı, müfredata aykırı’ derler. Wesselam, onca sene, eğer kafan çalışıyorsa, onlar gibi olmamak için çektiğin acıyla geçer. Sanki İsa’sındır da, her sabah yeniden diriltilirsin, tekrar ve tekrar çarmıha gerilmek için. Önemli olan, seni doğru anlamaları değildir. Önemli olan onların tanımladıkları/belirledikleri kabulleri, senin ne düzeyde içselleştirip cisimleştirdiğindir.

 Ruhun göçebe ve kalbin anarşist ise, onlar için bir tehditsindir. Güçlüyken güçsüz, zekiyken aptal, özelken sıradan vs. hissettirmek üzerine kuruludur tüm sistem ve bu eğitim sisteminde süper işler. Spinoza demişti geçen, insan ne kadar özgürlük istiyorum dese de, kendi elleriyle kurar itaat edeceği sistemleri, diktatörlükleri… Ki bunların hepsi kan emicidir (Aman vampirler alınmasın!), senin kederinden beslenirler diye. İşte o zaman karar verirsin, 15 yaşında sırt çantanı alıp, her şeyi arkanda bırakıp gitmeye. Gidemeyince de, biraderim Benjamin’in dediği gibi, hayat boyu o yaşta bunu yapmadığın için pişmanlık duyarsın.

 Bekliyorum hala pes etmedim, Mr. Keating (Ölü Ozanlar Derneği) çıkıp girecek bir gün bir sınıfın kapısından içeri ve vahiy aktaran bir peygamber edası ile: “Yırtın o kitapları, bu işler böyle olmaz!” diyecek. Sonra birilerine, kendini aramanın, bilmenin, akışın, başka şeyleri/ başkalarını bilmekten önce geldiğini söyleyecek, öğretecek, gösterecek. Bu onda praksis zaten, o sebepten üç fiili art arda sıralamam. İşte o zaman okul denilen yer, has bir cennet bahçesi olacak; dostlarla oturup sedirler üzerinde hasbihâl edecek insan yavruları keyifle. Evet, evet biliyorum, bir gün bir kadının rahmi böyle bir süper kahraman doğuracak…

 Şimdiden selam sana o captain my captain!

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Cuma…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Cuma…

sen gittikten sonra kaç kez dündü gün , kaç gün ilerledik , bilmiyorum… sadece cumaları biliyorum…

zehir gibi.. gözlerimin saatlerde , kulaklarımın ayak seslerinde asılı kaldığı cumalar.. kaçıncı bu bilmiyorum ama en ağırı olduğunu taa saç diplerimde hissettiğim depresyon etkinliklerine bu cuma için son verdim…
hala kornealarında sen olan dostlarla buluştum, tiyatroya gittim.

nasıl başarıyorlar , nasıl gülebiliyorlar bu denli,  çocuk gibi , içten…

playback yaptım bende tüm kahkahaları…
hani şair diyor ya ‘en koyu yalnızlık bile bir tanığa ihtiyaç duyar’ diye, tüm bu kalabalık şahidim olsun…
ağzımdaki bu garip acı , yalnızlık tadıyla izledim oyunu… arada yan koltuklara bakıp gözlerime gülüşünü anımsattığım oldu…
olsaydın bilirdim ki en dinamik kahkaha senin olurdu…

ve ben yine gözlerinin başka yerlere baktığı anı yakalar ufak çapta füzyon enerjisi bulundurduğunu tahmin ettiğim gözlerine yeni , yine , yeniden aşık olurdum…
sonra birden , ateşim çıkar , kulaklarım , yanaklarım kızarır , tüm karadenizliler yüreğime toplanır ya kolbastı oynar ya da  horon teperdi..

korkularını salardı evrendeki tüm korkaklar üzerime ve ben kıskanırdım seni, herkesten her şeyden…
kolunu yasladığın eskimiş , anı biriktirmiş , görevini yerine getiremeyen şu koltuklardan bile…
ne garip değil mi bu kadar ayrıyken bu kadar bütünlük…
neyse sevgili sevgilim……

iyi ki de yoktun sen , sığmazdın zaten bu daracık , artık üzerine oturan herkesin kıçının şeklini  kendine iz yapmış konforsuz koltuklara…

‘üüflerinnn’ tüm aklımı ziyan eder , koltuğun olmak geçerdi içimden…

oyundan da bir bok anlamazdım…’

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : Bulut…)

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : truffaut..)

 

 

 

 

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

‘iş yerim kadıköy’ün en büyük sinemasının karşısında.. aynı sokakta.. kapısından sinemanın içine girebilmem için aradaki beş metrelik yolu on – on iki adımda geçmem yeterli.. ama en son ne zaman sinemaya gittiğimi sorarsanız size iki seneden fazla diyeceğim ve beni kınayıp güzelce yuhlayacaksınız eminim.. günde ortalama iki üç film izleyen birisiyim ben.. sinema benim hayatım.. hayattaki hayallerim ve umutlarım sadece sinemayla ilgili diyeceğim ama ‘o en büyük hayale’ haksızlık edeceğim..

ama o büyük hayalim dışındaki tüm hayallerim gerçekten sinemayla ilgili.. bunlar dışındaki her şey yaşandı bitti.. çiğneyip geçtiler öbür hayallerimi , umutlarımı.. hem de vahşice , utanmazca ezdiler geçtiler kahkahalar atarak..

hayatımın en zor günlerini geçirdiğim yıllardan birinde ‘mirza’ ağam ‘truffaut’dan bahsetti.. ilk anlattığı filmi ‘jules ve jim’di.. o zamanlar böyle imkanımız yoktu ‘mirza’yla ikimizin.. istediğimiz her filme ulaşamazdık , bulamazdık hemen.. bu yüzden  birbirimize anlatırdık izlediğimiz filmleri.. onun izlemediklerini ben , benim izlemediklerimi o anlatırdı bana..  anlatırken birbirimize filmleri , izlemeden hayallerimizde canlandırırdık sahneleri.. izlemediğimiz filmler bizi heyecanlandırır , duygulandırırdı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

işte mirza ‘jules ve jim’i ilk anlattığında nasıl etkilenmiştim anlatamam.. ‘mirza’dan ayrıldıktan sonra eve gittim , yatağıma uzanıp saatlerce köprü sahnesini hayal ettim değişik şekillerde..

düşünün oyuncuları tanımıyorum , bilmiyorum ama ben sahneleri , planları kafamda canlandırıyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

sonra yıllar geçti imkanlar çoğaldı , ben yavaş yavaş truffaut külliyatını topladım.. ve o deryadan ilk ‘jules ve jim’i izledim..

hayallerimde yüzlerce defa canlandırdığım filmle karşılaşmak ne müthiş bir duyguydu.. ve köprü sahnesi geldiğinde ‘catherine’ adlı karakteri oynayan ‘jeanne moreau’ kendisine aşık iki erkeğin gözleri önünde kendisini koşarak köprünün korkuluklarından attığında kalbim duracak sandım.. izlemeyenler için devamını anlatmayayım.. ama o sahnede ben gözlerimde yaşlarla mirza’ya ulaşmak istedim.. mirza o sırada yurt dışındaydı.. keşke onunla izleyebilseydim bu sahneyi.. aklıma mirza’nın kulaklarıma eğilerek sessizce atlama anını söyleyişi geldi.. duygulandım yine..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema , müzik ufkumun gelişmesinde ‘mirza’nın ve hayatımın direği kardeşim ‘fran(sı)z’ın büyük katkısı var.. onlar olmasaydı bu kadar geniş bakamazdım , bu kadar özgür ve pervasız olmazdım bu alanlarda.. yüreklerine sağlık..

neyse işte ‘sinema’ hayatımın tam ortasına böyle oturdu.. ama ben sinemayı sinemada doğru dürüst izlemedim.. izleyemiyorum da.. o kalabalık , saçma sapan koltuklarda izleyemiyorum.. arkamda en duygusal sahnelerde bile çatur çutur mısır patlağı yiyip en acıklı yerde kahkahalar atan insanları boğazlamak geliyor içimden çünkü.. başımdan geçen bir olaydır , reis çelik üstadın çektiği fakat ne yazık ki kötü bir film olan deniz gezmişlerle ilgili filmi ben kadıköy’ün ufak salonlarından birinde tesadüf eseri deniz gezmiş’in babasıyla birlikte izlemiştim.. o kadar kötü bir film olmasına rağmen ve bu filmden önce filme karşı tavır koyan ‘deniz’in babası idam sahnesinde gözyaşlarına boğularak salondan çıkarılırken bazı mahlukatlar anlamadığım şekilde gülüyorlardı.. tiksindim.. sinema salonları beni darlandırıyor , boğuyor.. belki bir gün barışırım sinema salonlarıyla..

neyse işte son yıların en iyi yerli yapımlarından olan ‘çoğunluk’u ben yine sinemada izleyememiştim.. iki üç ay önce dvdsi çıkınca aldım evde izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’ hakkında abuk sabuk yazanlar , konuşanlar olmuştu.. filmi izledikten sonra üzüldüm , tüm böyle yazıp konuşanlar sinirlerimi bozdular.. nasıl böyle pervasızca ahkam kesip bir filmi eleştirip , yok sayabilirler anlamıyorum..

bildiğim tek şey korktuklarıdır.. korktular çünkü kendilerine yöneltilmiş aynada kendilerini gördüler..

o filmdekiler biziz aslında , hepimiziz.. en solcuyum ya da entelektüelim ya da aydınım ya da ilericiyim , liberalim , özgürlükçüyüm veya en iyi benim , en iyi insanım ben diyen de , hepimiz hepimiz işte o filmdeydik , hepimiz.. en gericisinden en ilericisine bizdik o filmdekiler.. o aile bizim ailemizdi..

‘çoğunluk’ , türkiye’deki toplumu , katmanlarını ve aile kurumunu en güzel yansıtan , en iyi tahlil eden filmdir türkiye sinemasında yapılmış.. bu benim görüşüm.. beğenen beğenir beğenmeyen kendi görüşünü söyler..

aile kurumunun çöküşünü çok güzel göstermiş ve yansıtmış.. aile kurumunun tıpkı torna tezgahı diye nitelediğim ‘okullara’ , ‘hazırlama okulu’ olduğunu söylerdim ben hep..

aile kurumu aynı zamanda ‘faşizmi’ tekrar tekrar üreten bir kurumdur.. dağıtılması , yok edilmesi gerek çünkü düzeltilemeyecek kadar bitmiş  , çökmüş durumda artık..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’u izlemeye başladığımda suratıma önce bir şamar indi , sonra filmin sonuna kadar beni dövdü , hırpaladı film.. film bittiğinde ağladım..

ben politik sinemanın , politik filmlerin içinde yattım kalktım , en saçma sapan politik filmleri bile sonuna kadar dayandım izledim.. en keskinini de gülümseyerek izledim.. ama ben türkiye sinemasında bu kadar politik bir film izlememiştim.. toplum , birey , aile tahlili en üst düzeydeydi.. ve bunu bağırmadan , çağırmadan , slogan atmadan çok net bir şekilde usulca anlatıyordu yönetmen seren yüce ilk uzun metrajlı filmi olan ‘çoğunluk’ta..

filmin yönetmeninin röportajlarını okudum değişik dergilerde.. çok ilginç tespitleri var gerçekten.. düşüncelerini , kafasındaki hikayeyi çok iyi yansıtmış anladığım kadarıyla..

gerçekten çok başarılı bir yapım.. yabancılaşmayı ve faşizmi  ,  özellikle türkiye’deki aile yapısı bakımından insanların içine yavaş yavaş faşizmin nasıl zerk edildiğini ve aile kurumunun nasıl saçma sapan ve tehlikeli bir kurum olduğunu çok güzel anlatıyor..

faşist bireylerin yetiştiği ve iddia ediyorum hepimizin içine bir şekilde faşist (bu faşizmi sadece milliyetçilik bazında almıyorum , her türlü faşizmi kastediyorum) tohumları bırakan yapı aile kurumudur..

hep yazılarımda alıntı yaparım ingeborg bachman’dan ‘faşizm’le ilgili.. çok güzel tespitler yapar faşizm konusunda : ‘faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar’ der.. iste seren yüce bir şekilde bunun kökenine inmiş.. ‘aile kurumuna..’

yanlış anlaşılmasın ben kendi ailemi , babamı , annemi , kardeşimi çok seviyorum.. en değerli varlıklarım.. başkalarının da ailelerine duydukları sevgiye saygı duyuyorum.. benim karşı çıktığım ‘aile’ denen yapı..

‘çoğunluk’ta seren çok  iyi bir iş çıkarmış.. kendisini ne kadar kutlasak , övsek az.. filmin başrol oyuncusu ‘bartu’ on numara bir oyunculuk çıkarmış.. settar ustaya zaten diyecek yok.. döktürmüş yine.. ama settar ustanın üzerine yapıştı kaldı bu faşist-gerici baba tiplemesi.. ‘ayrılık’ filminden sonra bir de bu , sevdi galiba bu tiplemeyi.. gülüyorum.. eminim o da gülüyordur..

neyse böylelikle uzun zamandır bahsetmek istediğim ama bir türlü bahsedemediğim ‘çoğunluk’tan böylece bahsetmiş oldum bir iki cümle de olsa.. hala ‘çoğunluk’u izlemeyenleriniz yüreğiniz varsa ‘aynaya’ bakabilmek için hemen izleyim derim..

bitirirken bugün arayıp soran tüm dostlara , kardeşlerime çok teşekkür ederim..

öncelikle gece 00.01’de yeni günün ilk saniyelerinde uyumayıp o  anı bekleyip doğum günümü ilk kutlayan canom ‘ümo’ya , binlerce kilometre ötede olmasına rağmen hep yanımda olan ve benim her şeyim ‘kardeşime’ , reis’e , ciğerim’e , gürselime , halo’ya , abidin dayıya , memo’ya , sarıya , ters’e , bana sabahtan beri bin kere dinlediğim ve mekandaki herkesin beğendiği bir şarkıyı hediye eden ‘lucy in thea sky’a , ‘bulut’a , aramıza bugün ilk yazısıyla yeni katılan ‘‘ibn-i zerâbî’ye (aramıza katılan yeni aylak olarak kendisine hoş geldin diyorum) ve ayrıca özür dileyerek şu anda isimlerini hatırlayamadığım beni bugün unutmayan herkese çok teşekkür ediyorum.. iyi ki varsınız..

son olarak güzel bir haber de canımız ‘nazmi kırık’ abimizden vereyim : ‘mina helin..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘mina helin’ , ‘güneşimiz’ ve ‘roza lavin’imizden ‘en genç aylaklık bayrağını’ devraldı.. nazmi abimizin ‘mina helin’ adlı bebeği dünyaya merhaba dedi.. nazmi abimize , eşine ve ‘mina helin’e bir ömür boyu sağlık mutluluk diliyorum..

ayrıca unuttuğumuz sanılmasın.. dereler durmaz akar , aşar tüm engelleri mahirce ve denizlere ulaşır.. selam olsun dünyanın en güzel insanlarına.. onları unutmadık unutmayacağız.. ritsos’un şiirinden bir bölümle onları anıyoruz :

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘onlar el sıkıştıklarında , bütün insanlık için parlar güneş..

onlar gülümsediklerinde , küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından..

onlar uyuduklarında , on iki yıldız düşer boş ceplerinden..

onlar öldüklerinde , onların bayrakları ve davullarıyla yokuşu tırmanır hayat..’

yannis ritsos (yunanlıların öyküsü şiirinden..)

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..