Archive for the ‘Sayıklamalar’ Category

Jack’le karşılaştığımız hiçbir maçı kazanamadık.

Sokak

Dün kızı otobüse bindirdikten sonra “delirmek” aradı – Nabıyon dedi , dedim ki –Sıcak hava , nem , makat 42 derece. Akşam Behzat var hazırlık yapmak için eve geçiyorum.

“Bizim T’nin nikahı” diyor , Napıcaz. Plan , proje vs. görüşürüz diyip kapatıyorum telefonu.

Ev

Ortalık dağınık. Sağ olsun bizim köpek , bizden daha fazla evi dağıtma yetisine sahip. Düşünmek için oturuyorum. Durup düşünmek gerek ya oturduğum yerden bu ev nasıl temizlenir diye düşünüyorum. Sıkıcı yani… Sonra cep telefonuma tak bir mesaj düşüyor “Crockett” litrelik jack ve otuzbeşlik grants sezonu açılmıştır. Diyorum ki para fezada. Gel diyor her şeyi ben tamam ettim.

Karargâh

Boğanın orda bir dondurma alıyorum Crockett’e… Karargâhın kapısı açılıyor. Sıcağın şefkatli pençelerinden kendimi karargâha atıyorum. Öpme diyor burnum akıyor. Tamam diyorum. Her şey hazır maça başlıyoruz. Hayattan siyasetten vs. konuşuyoruz. Arada bardakları tokuşturuyoruz. İktidar hafiften ürperiyor biliyoruz. Delirmek mesaj atıyor hala orda mısınız ? Kısaca yeap diyoruz. Herif o an çalışıyor ama aklındaki Jack mucizesi çepeçevre sarmış durumda. On beş dakka sonra yanınızdayım diyor. Biz yarım şişeliğiz daha. Yolumuza istikrarlı şekilde devam ediyoruz. Müziklerin bini bir para…

Delirmek geliyor. Yüzü gülüyor , dişi parlıyor. Çoluğu çocuğu işi gücü satıp adam mucizeye koşuyor. Dolduruyor içiyor dolduruyor içiyor adam bizi on dakika içinde yakalamış , öne geçmek için şişeye el atıyor.

Ben tişörtü çıkarmışım halay başı halayda bir tek benden oluşuyor tey tey teeeey…

– Sabah kalktığımda o tişörtü bulamadım haberiniz olsun eğer eve çıplak yürüdüysem kadıköyün cümlesine rezilliğim manşettir ilgili arkadaşlara duyurulur ! –   

Zaman ilerliyor zaman ilerlemiyor ışık hızıyla geçiyor benim ağzım burnumla yer değiştiriyor , dünya diyorum benden daha hızlı dönemezsin , diyorum ki en büyük ibne sensin ver elini öpeyim.

Ev

Hafızamı orospu çocuğu Jack’e çaldırdım söyleyin geri getirsin. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Ve bir kez daha yenildiğimi severek ve isteyerek kabul ediyorum.

“Abi bana o halayı o zeybeği oynatmayın.”

‘Papyrus’

Ruh toparlayıcı ve iyileştirici…

Binanın dış yüzeyindeki o anlamsız düzlük bir ruh toparlayıcısının bulunabileceği ve yaşayabileceği mekanlar içinde sanırım en olumsuzu olsa gerektir. zile basınca kapının açılma süresi ile bekleme süresi arasındaki zaman çok tüketici , alıp götürücü , kendine dönücü bir süreç ve işte o güzel an , otomata basılır , beklersiniz ki otomata kısa sürede basılsın , yok olmaz ama gereksiz olan ne varsa tedaviye geldiğiniz bu ruh toparlayıcının kapısında başlıyor zaten , zzzıırrrr….. kapının ağırlığını açarken kendi ağırlığınızla ölçmeye çalışıp o anı saklamaya çalışıyorsunuz , kapıyı ardına dek açıp içeri ilk adımınızı attığınız her şey korkulu bir düş gibi… ağır adımlarla ruh toparlayıcının dairesine yöneliyorsunuz , o ahşap kapının ardında ne olduğunu bilemeden ( bir an o kapının ardından şişman , şişmanlığıyla gurur duyan bir akıllara zararın çıkacağını elinde bir ruh iğnesi olduğunu , önündeki önlüğün üzerinde beyin parçalarının ve esir ruhların çığlıklarının yapışmış olduğunu gördüğünüzü zannediyorsunuz ) ilerleyip zaten sizin kapıya gelme sürenizle onun içerideki olası masasının başından kalkıp , ahşap kapıyı açmak için kattettiği yol ömrünüzün unutmak istediği fakat aklınızın unutmadığı korkulu bir şeymiş gibi.. kapı açılır ve tam o an tüm o duyduğunuz korkular üzerinize akar , beklediğiniz ile olan arasındaki farkı hisseder gibi sanki…. güleç yüzlü orta yaşlı sekreter ya da asistan görünümlü bir kadın içeri buyur ederken neden umduğunuz görünümde olmadığını kendinize soracak oluyorsunuz , hayır hayır daha kötüsü var demek ki , bu bir kandırmaca şimdi o güleç yüzlü kadının masasının altından bir takım iğneli ve ruhsuz ruhlu insancıklar çıkacaklar , iğneleri ile sizi korkutup sürekli soracaklar sırıtarak ‘hoş geldin niye geldin , hasta mısın , ruhunu mu kaybettin , dr. Yabancılaşmanın verdiği ilaçları neden kullanmadın’…. ellerinde hemen iğnelerinin yanında ruhunuzu tutarak… emin adımlarla ve her köşeye bakarak adımlıyorsunuz muayenehaneyi , bu hanenin içinde sizi nelerin beklediğini bilemeden , çıldırtıcı bir sessizliğe gömülmüş odanın bir tarafından ya da her yerinden gelen ruh dinlendirici olduğunu tahmin ettiğiniz bir klasik müzik , bu ruh toparlayıcının nasıl bir insan olduğunu merak ediyorsunuz ve işte çok beklemeden tanışacağınız ruh toparlayıcının sessiz ve biraz da kendinden emin adım seslerini duyuyorsunuz müzikle beraber o kısacık anda nasıl göründüğünü onun merak etmenize fırsat bile kalmadan görünüyor ve hoş geldin diyor olric… sen benimsin demiyor.. olric sormuyor ruhumu toparlayabilecek misiniz… annnecimmmm….. korkular sakinleşince duyumsuyorsunuz içeriye başka bir içeriye davet edildiğinizi , başka bir içeride ne olacak acaba , ruh dağınıklığının bedeli ne olacak ve bu ruh toparlayıcı nasıl bilecek ruhumun parçalarının dünyanın ya da yaşamın nerelerine dağıldığını , kaç parça olduğunu nasıl anlayacak… belki bir puzllee ustasıdır diye umut ediyorum , o zaman daha kolay olur… ne kadar güzel ve düzenli bir başka içeri burası , iki koltuk tek kişilik birbirlerine bakan , okumuştum bunların birine benim oturmam gerekiyor , diğerine ruh toparlayıcının oturması… bunu dahi ezberletmişler , biliyorum nasıl olacağını , eline birazdan bir kalem alacak muhtemelen hemen yanında bir not defteri olacak , yazacak yazacak , beni yazacak , ruhumu bulmaya çalışacağını söyleyecek , bulabilecek mi acaba ? ve öğretilmiş sorular… baştan başlayalım diyor neden geldin diyor , sizi bana getiren nedir… bilmiyorum sayın ruh toparlayıcı , emin olunki bilmiyorum siz varmışsınız dediler buluyormuşsunuz.. neyi buluyorum.. beni benliğimi yaşamımı kendimi buluyormuşsunuz sonra bulduğunuzu süslü bir zarfın içine koyup veriyormuşsunuz , ruhumu da yerine yerleştiriyormuşsunuz karşılığında ne yapmam gerekiyor.. para vermen gerekiyor… para mı sadece bu kadar mı benden istediğiniz karşılığında , para , ama her yer para , alıp gelirim şimdi , istesem insanlardan vermezler mi… ruhumu tekrar edinmek için o cebinizdeki kağıtlara ihtiyacım var hanımefendi emin olunuz ki onlarla bunu dışında bir şey yapmayacağım , karşılığını öderim size , ruhumu geri alayım ne isterseniz , isterseniz size orgazmı tattırabilirim , desem verir mi o kağıt parçalarından… düşüncelerimi ruh toparlayıcı kesiyor , sonra diyor biz peşin çalışmıyoruz , önce hizmet diyor… olamaz bu boş başka içeride onların ne işi var , hemen karşımda beliriyor , dr. Yabancılaşma bu , yanında dr. korkunç yalnızlık var onun yanında da dr. yalnızlık… hep kıskanır zaten dr. Yalnızlıkla dr. Korkunç yalnızlık birbirilerini… konuşmuyorlar sadece bakıyorlar ve hisset diyorlar kendini ruhunu nerede bıraktığını hatırla… neden geldin buraya ruh toparlayıcı sana bizim veremeyeceğimiz neyi verebilir ki ? bu soru zihnimde dolanıyor , işimin ne olduğunu bilmediğimi söylüyorum ayrıca ruh toparlayıcının o kadar kötü olmadığını elinde iğneler değil sadece not defteri olduğunu söylüyorum , ruh toparlayıcının kelimeleri ile arkasına bakması arasındaki sürede onlar onun göremeyeceği bir yere doğru , köşeye çekiliyorlar , neden korkuyorsunuz diyorum o bir toparlayıcı onun görevi bu , yaşama nedeni bu onun , üstelik bu müthiş hizmet karşılığında sadece para istiyor , ne kadar iyi bir toparlayıcı , sizler paradan fazlasını istemiştiniz hatırlıyor musunuz…. istediklerinizi karşılamanın külfetini karşılayamam çok ağırlar… benliğimi sürekli kendine dönen kısır döngülere teslim olmuş bir garabete benzettiniz , oysa sizleri ben özel kılmıştım yaşamımda , tüm hastalıklarımı iyileştirebilecektiniz… dostane kalabalıklarımı aldınız , sadeleşmiş yalnızlıklarımı alıp dünyanın en ücra yerinde bir kişilik hapishanesine kapattınız , bu çok ağırdı… ruh toparlayıcının sakin sesiyle uyanmış gibi oluyorum , sersem sarsak bir bilinçle cevap vermeye çalıştıkça daha fazla gömülmemek elde değildi… anımsamak şimdi aldığım duyduğum tüm hisleri ceplerimden çıkarmaya çalışıyorum… ruh toparlayıcıya kabalık ettiğimi düşünüyorum aslında sorduğu tüm soruları duymamış gibi yaparak yalnızlığıma gömülmek istemiştim bir an için olan biteni düşünmek burada ne işim olduğunu ve kimliğimi nerede bıraktığımı neden doğduğum yeri hatırlayamadığımı soracaktım aslında , yeşerdiğim ve yaşlandığım tüm mecralarımı biliyor gibi düşünmüştüm… bilmediğini öğrenmenin yolu ya da bildiğini ona sormak ve anlamaya çalışmasını sağlamak gerekiyordu ruh toparlayıcısına bile anlatamayacaksam kime nasıl….

 

Kime nasıl… benliğim… beynim ahh.. o kapıyı açan mendeburun önlüğünde unutmuş olabilir miyim tüm bunları ve daha fazlasını dönüp baksam mı acaba , aralarından seçebilecek kadar iyi tanıdığımı sanmadığımı hatırladım birdenbire , insanın kendi bireyini anımsamaması hatta hatırlamaması sanırım dünyada olabilecek en berbat yalnızlık ve sarsaklık , şimdi ne yapsam ne etsem de bunu en azından ruh toparlayıcısına anlatabilsem doğru düzgün , anlayacak mı acaba ama onun yaşama gerekçesi bu , o bir ruh toparlayıcısı…. öteki olabilmeyi başaramayan ve empati kuramayan her insanın bir zaman sonra kendiyle farklı zeminlerde yaşamını sıkıştıracak sorgulamalara girmesi içten bile değil , sosyallik halinin kendisi içeriği itibariyle zenginleştirici olabiliyor , fakat sorunun kendisi bu sosyalliğin içinde gizli zaten , insanların toplulaşarak yaşadığı bireysel toplumların sosyallik hallerinin samimi olmadığı , sahte yüzlerle dans edildiği aşiyandır , farklı olabilmesi için toplumsal aklın nasıl işlemesi gerektiği konusunda tüm toplumun hem fikir olması gerektir… olric toplumsal akla ters düştüğünü düşünüyor , o akıl olricin insanlarla iletişime geçmesini engelleyen unsurları zenginleştiren bir kanserli hücre gibi , duyulanın anlaşılmadığı , bakılan ile anlaşılan ve anlatılanın arasındaki farklar aklın kendisini imha yöntemi olabilir mi , belki de akıl intikam alıyor… ruh toparlayıcının ne kadar hızlı kalem kullandığı düşüncesiyle gerçek olana geri dönen  bilinç , zamanın ne kadar çabuk geçtiğini anlayabilmek için ruh toparlayıcının yüzündeki endişeye bakakalır… ve empati kurmuştur artık olric , ruh toparlayıcıya gerek mi kalmamıştı yoksa aklının ona oynadığı o garip oyunlardan bir başkası mıydı bu yaşadığı yeni şey , bununla ilgilenip bunu düşünecek miydi bunu da bilmiyordu aslında , dr yabancılaşma , dr yalnızlık ve dr korkunç yalnızlık da terk etmişti onu bu başka içeride , artık tamamen yalnız sayılırdı , yanındaki koltukta ruh toparlayıcısı , olric ve karşıdaki tablodan kendisine bakıp bakıp gülümseyen yaşamı onun… bahtiyarlık hissini mutlulukla özdeş tutmak doğru olur muydu acaba , bahtiyarlık belki de şu an duyduğu huzur olabilirdi , mutluluk ise neydi unutmuştu bile onu yıllardır… artık zaman dolmuştu,ruh toparlayıcı ile bir daha ki randevuya kadar görüşemeyecekti , bir başka içeriden çıkma ve hayatın o anlamsız kargaşasına tahammül etmek gerekiyordu artık , çünkü yaşam asla unutturmazdı kendini ve acılarını , şimdi çıkılacak buradan , o uzun cadde ufak adımlarla geçilecek , eski sevgili bir kez daha özlenecek , eve gitmekle meyhanede oturup bir kadeh rakı içip içmeme arasında kalınan kısacık bir andan sonra sokağın başındaki cazibeli anason kokusuna kendini bırakacaktı belki…. olric yaşam enerjisini yitirmeye başladığını o başka içeride fark etmişti.. ve buda yeni sorun oluyordu , belki de artık bu hayatta yapılacak çok az şey kalmıştı , onları da bir el çabukluğu ile yapıp gitmek gerekiyordu belki de…

‘DELİRMEK’

Bilirkişi Raporu

Biz bilirkişiler olarak yaptığımız incelemeler sonucunda hastanın bilincinde vuku bulan olayın kendinden münferit bir olay olmadığına ve yaşanılan gerçeklik ile yaşanılmak istenen düşler arasındaki bağın oldukça zayıflamış olduğuna , bu saikle yola çıkıldığında hastanın toplum içerisinde ilişki kurmasının hastanın ruhsal ve bilinçsel sağlığı bakımından çok da gerekli olmadığına ve hatta sağlıksız olacağına… dr. Yabancılaşmanın vermiş olduğu ilaç tedavisine, dr. yalnızlığın uygulamak istediği terapiye , dr. korkunç yalnızlığın uygulamış bulunduğu beyin daraltılmasına aynı sıklıkla devam edilmesine… bireyin bilinçsel ve yaşamsal özgürlüğünün aynen korunarak , yüce divanımız ve salonumuzda bulunan yüce halının takdir ve şayanlığıyla ve onların düzenlemiş olduğu kendinden menkul sayılamayacak kadar içi boşaltılmış anayasamızın sıfırıncı maddesine dayanarak korumanın sonsuzlaştırılmasına…. hastanın vermiş olduğu beyanatlar çerçevesinde ülkemizin isminin ruh bozucular olarak değiştirilmesine , yine anayasamızın sıfırbirinci maddesinde yer alan ‘ruh yapıcılar’ isminin ülkemizdeki öğretim kurumlarına verilmesine… olayın vuku bulduğu anda zarar gören akıl damarlarının mistik çayırlık isimli hastanemizde dr. komodin tarafından yapılacak tıbbi bir operasyonla yenilenmesine… toplumsal hijyen kuralları çerçevesinde çürümüş kimlik ve kişilikler bayırında yaşamasına devam edebilen toplum bireylerinin hastayla herhangi bir şekilde yakınlık kurmaması için güvenlik güçlerimizin herhangi bir durum karşısında müsterih olmadan hastayı korumaları için talimatname gönderilmesine karar verilmiştir.

 Sonuç olarak : olric isimli hastamızda : aşırı yalnızlık ve bundan kaynaklı ultra içe kapanma , düşüncelerini kontrol edememe , düşündüğünü yapma isteğindeki fazlalık , insanlarla safça ilişki kurma teşebbüsü , çift kişilikli menopoz , yeryüzünde bulunan fakat izine rastlanamayan bir takım ruh hastalıkları… tanıları konulmuş olup , kendisine ve çevresine karşı nevi şahsına münhasırlık hakkı tanınarak tedavisinin devamında ısrar edilmesine ve bu durumdan dolayı kendisinden özür dilenmesine , topluma kürek cezası verilmesine karar verilmiştir.

 NOT: İmza ; bilirkişiler.

 

‘Dr. Yabancılaşmanın Hizbi…’

Bilirkişi komitesinin verdiği kararlardan sonra dr. yabancılaşmanın varolan sorunla ilgili hissiyatları birer kımıldamazlık hali şeklinde ve anlamanın anlayışsızlığı gibi görünüyor… olric’in insanlığa verdiği cevap kendi duruşunu ve sezgilerini yok sayan bir umursamazlıkla yeryüzüne sadece acı veriyor , kendini yok ediyordu , bilinç savaşında tarafını anlamamış askerler gibi savunmasız , yelkenlerini indirmiş bir gemi gibi rüzgara dayanıksız , usundaki her şeyin hesabını bireye vermeye çalışıyorken ayağına takılan bir düşünceyle sendeleyip yaşamın ortasına düşen olricin hayata dair düşüneceği tüm olan bitenle ilgili bir eleştirisini kaleme almaya çalışıyor , sevgilisiz bir bahar akşamında viktor levi’de şarap içmenin güzelliksizliği nasılsa olric’in hayatla ilgili düşleri de yaklaşık öyle bir şeydir. haliyle ben yabancılaşma uzmanı olarak , olric’in tüm yaşamı boyunca ve tüm dünyayla kurduğu sosyallik halinin kart bir haykırıştan öte bulmuyorum. insanlığın ruhsal ve zihinsel açıdan karşılaştığı buhranları ve girdapları inceledikten sonra toplumsal aklın tüm bu olan bitene sadece bencil bir duyguyla yaklaşmayı tercih etmesi , insanlık nezdinde olric’i esir almış ve acıların önemli kısmını yaşatmıştır. acıların öğretici olduğu yanıtı , bence , komitemizin tez canlı ve açıklayamadığı savlardan kaynaklanmaktadır. olric’in zihinsel gelişimini etkileyen , körleşmesine sebep olan nesnel durumun , gerçeklikle düş arasındaki bağların zayıflaması , geçek ilişkilerle olması gereken ilişkiler arasındaki farkların kendinden menkul bir değerlendirme olamayacağını düşünmekteyim , keza insanın duygu dünyasındaki inşasında atladığı , öngöremediği kendilerinin dışındaki bireylere nasıl yaklaştıkları ve zaman içerisinde boyutları ciddi sınırlara dayanmış bir yozlaşmayla karşı karşıya kalınmıştır. bu karşı karşıya kalınma durumu olric’in zihninde ve bilincinde derin buhranlara neden olmuştur. kendisinin asosyallik halinin ise yaşamsal deneyimlerle birlikte düşünülmeli , hassasiyetlerinin ne kadar su yüzüne çıktığına bakmak gerekmektedir. sn. komodinin ve takdire şayan halının söylemlerinin ve şahitliklerinin gerçeği yansıtmadığı görüşündeyim. lakin kendileri eşyanın kişilik kazanmış tabiatıyla duruma yaklaşmaktadırlar , olric’in beyninde oluşan her şeyi anlamalarını beklemek ruh bilime ters düşmektedir , bu sebeple dr. yalnızlığın ve dr. korkunç yalnızlığın tedavi yöntemlerini benimsemek istememekle beraber toplantı neticesinde alınan , topluma verilen cezalar konusundaki kararlara katılmaktayım , fakat olric’in yeniden bir toplumsal sürece ve insanlığın sosyallik hallerine kazandırılması çabasının yersiz , gereksiz , anlamsız olabileceğini,ömür boyu bir dinlence ve düşünce süresi verilmesini arzulamaktayım. uzmanlık deneyimlerimin sonucunda da kendisi için uygun gördüğüm ilaç tedavisinin dozlara bağlı olarak sürmesini şiddetle arzulamaktayım..

Bilirkişi komitesi katılımcısı

Dr. Yabancılaşma

‘Dr. Yalnızlığın duruma ilişkin özeleştirisi veya cevabı…’

yüzyıllardır insanlığa yaşattığım bu kutsal duygunun soruşturma konusu olması ve insanlığın son durumunun tüm suçlusunun benimle ilişkilendirilmesi oldukça rahatsız edici bir durumdur. insanların kendileri ve doğayla kurdukları ilişki biçiminin kendisi oldukça kaotik ve yabancılaştırıcı bir kült oluşturuyor , doğallığıyla yabancılaşmanın hissettirdiği öncelikli duygu biçemi yalnızlığa eş düşmektedir , ben bireylerin oluşturduğu bir gerçeğim. hatta o kadar gerçeğim ki bir çok yaşama alanında insan denilen yaratığın özüne dönmesini , yaşamı algılayış tazının değişimini , düşünsel doğruların ya da yanlışların öncüsü sayılmaktayım. bu kısa özeleştirimde hastamızdan daha az bahsetmek onu daha az yaralayan bir ilişki biçimidir. dolayısı ile sayın olric’in zihninde ve yaşamında oluşabilecek tüm arızaların yalnızlığa hükmedilmesine karşı olduğumu belirtmek istiyorum. karşıyım çünkü yalnızlık iyi değerlendirildiğinde yaşamsal bir tazeliği ve dönüşümü temsil etmektedir , ha insanlığın bunu bu şekilde algılamaması yalnızlığın gerçek haliyle anlaşılmasını reddediyorum , insanlığın tercihidir diye düşünüyorum yaşamlarında genellikle benden feyz almaları…doz aşımının yarattığı düşünsel ve kimyasal etkiler  olric’in nezdinde tüm insanlığı olumsuz etkileyen bilinçsel kötücülüklere dönüştürmeye başlamıştır. bunun direkt sorumlusunun dr korkunç yalnızlığın olduğunu düşünmekteyim. fikirlerimin olric’in durumuna ilişkin değerlendirmesi budur. takdire şayan halının ve sayın komodinin şahitliğinin yanlış anlaşılması beni kati derecede üzmüştür , bu yanlış anlamanın bir an evvel ortadan kaldırılmasını komitemizden arz ederim…

Bol yalnız yaşamlar dilerim.

Dr. Yalnızlık..

‘Olric’in bilirkişi komitesi raporu ve doktorların cevapları ve savunularına ilişkin cevabı….’

Kişiliğimin ahrazlarını anlatmaya cüret edebildiğim an özgürleşme kendiliğinden gelecek diye düşünüyorum , insan ahrazlarını anlatabildiği ölçüde zenginleşebilen bir varlık , değil mi albayım ? hakkımda anlatıla gelen ve söylene gelen her şeyi anlamaya çalışıyorum , eğer bu anlatılanlar ya da yazılanlar doğru ise -ki yazılan her zaman anlatılan olamayabiliyor-yaşamımı kendi ellerimle bir sonsuz hiçliğe teslim etmişim ve ben olric bunu dillendirmeye o kadar korkuyorum ki… geçmişle başlamak gerektir belki , bu yüzden biraz tarihten başlamak lazım , yok insanlığın ilkleri kadar yorucu bir hayatım olmadı hiç , sadece o an inandığım şeyler bağladı beni hayata ve başka ve şeylere… şeyin anlamını insanoğlu henüz tam olarak çözemedi… büyüdüğüm kentte yaşıyor olmam bir avantaj belki , en azından hala soluk alıyor olmamda önemli bir etken… olric gençliğinde başladı hayatla ayrı noktalarda kendine yaşama alanları belirlemeye , o din hocasına dikkat etmeliydi lakin din hocası kafasındaki her şeyin inanılası ve biat edilesi olduğunu düşünüyordu , yokoluş insanların hayatlarında kendilerini değersizleştiren bir dizi inanışların işgal ettiği yer o kadar büyük oluyor ki , tanımlaması ve kavraması gerçekten zor. din hocasının inanışlarını hayata uygulama çabası umarım bu hikaye içinde kendisi içinde olumlu olmuştur , aksi halde her şeye baştan başlamak gerekecek ve bu hayatı baştan yaşamaya enerjim olmadığı gibi yeni baştan hayata da başlamaya inanın ki hiç mesela , hiç enerjim yok. öğrenim denilenin ezberletilmiş ve öğretilmiş bir takım manasız kalıplar olduğunu anlamak uzun sürmedi aslında… birileri var ve o birileri size şöyle yaşayacaksınız diyor , şunu şöyle bunu böyle yapacaksın ve şikayet etmeyeceksin , mümkün görünmüyor bence…. bilirkişinin de şikayet etmeye hakkı olmadığını düşünüyorum niyeyse  , soranlar oldu ilk , ben böyle yaşıyordum herkesten ve her şeyden uzakta , toplumsal akla kazandırılmam konusunda bu kadar ısrar etmeselerdi ne ruh toparlayıcısı olacaktı ne de isimlerini telaffuzda bile zorlandığım bir takım başka doktorlar , madem ısrar var o halde… şu an geldiğim yaşamsal durum uçurumların dibine doğru bakıyor , doğup büyüdüğüm ve ilk hissettiğim yeşil tepeler artık yok ve ben hayata saldırmaya başlıyorum belki , anlayış beklemiyorum ne de tedavi , burada tedavi edilmesi gereken toplumsal aklın kendisi , karar veremiyorlar çünkü kendilerine dair , nasıl yaşamak gerektiğini bende bilmiyorum ama onlar çoklar , binlerce akla sahipler ben bir tanesine sahip olamazken… menopozik  ve terkedilmiş yalnızlığımla mutlu olduğumu söyleyemem ama toplum bunu istedi , ne diyebilirim ki… o karşıdan karşıya geçmeye çalışanın üzerine sürdüler araçlarını…. aşık olanlara kötü davrandılar zina diye… hakları yenildi ve kıllarını kıpırdatmadılar… bunalımları oldu ve önemsemediler… çocuklar öldürüldü.. sahip çıkmadılar… evleri yok oldu , hayır demediler… yalnız kaldılar birbirlerine saldırdılar… ve olric hiç olmadığı kadar yalnız kaldı bunların sonunda sadece biraz insanlık… kendilerine yine insanların benimle ilgisi yok , değil mi albayım…. ahrazlarım ah ahrazlarım ağrıyor ağrısı başıma vurdu , bunca yabanilik her şeyi temizler mi acaba… okul bitmişti çabucak , yazma öğrenildi ve ötesi gereklilik sayıldı galiba…. beynim akıyor o sekreterin önlüğüne , engel olamıyorum… düşünemiyorum artık…

‘DELİRMEK’

bir kürt , bir ermeni , bir arap bir gün beraber güneşe yolculuğa çıkarsa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘son kırk gün içerisinde sanırım ankara’ya beş kez , antakya’ya da bir kez gittim.. gittim derken yol yaptım aynı zamanda.. kahrımı çeken ve servis , bakım , yağ mağ nedir bilmeyen gariban arabama binip bu yolları gittim geldim..

beni bilen bilir uçağa binmem.. deniz aşırı ülkelere gidilmek zorunda kalınsa mesela küba’ya , amerika’ya filan ben yine uçağa binmem.. dünya yarılsa gene binmem uçağa , yarığın içine atarım kendimi.. işim olmaz o borunun içine kendimi emanet etmeye..

ha şimdi bana hepiniz istatistiksel rakamlarla karayollarının havayollarından ne kadar fazla tehlikeli olduğunu anlatmaya kalkmayın.. biliyorum , kabul.. ama yine de içimdeki uçak korkusunu kimse bu beylik laflar ve istatistiklerle yenemez.. psikolog , psikiyatrist , ilaç , sakinleştirici , tedavi , alkol alarak uçağa binme , terapi vs bunlar da boş iş.. binmem kardeşim..

neyse işte ben arabamla devamlı yollardayım bu yüzden günlerdir.. binlerce kilometreyi hiç üşenmem gider gelirim.. ve tek başıma kullanırım arabayı , benim olduğum arabayı bir iki kişi dışında başka kimse de kullanamaz.. bu kadar da takıntılıyım işte takıntı derseniz buna.. bu yüzden çoğu zaman tek tabanca direksiyonun başında urfa’ya , hatay’a , sinop’a , samsun’a vs her yere az gitmedim.. zaten etrafımdaki herkes 0 derece direksiyon kabiliyetli.. 30’undan sonra şoför olmuş çoğu.. işim olmaz , korkarım kardeşim binmem.. ama sorsan hepsi şimdi usta şoför.. külahhhhhhhhhhhhhhhıma anlatın babam..

neyse ‘babam’ dedim asıl konuya geçeyim şimdi.. işte bu ankara’ya gidiş geliş seferlerimden birinde ‘nazmi kırık’ kardeşim de benimle gelmek istedi.. hay hay ve de memnuniyetle , benim için büyük bir onurdu bu : nazmi’yle yolculuk..

 ‘güneşe yolculuk’ta olduğu gibi güneşin doğduğu yöne doğru nazmi’yle bir yolculuk..

hayal bile edemeyeceğim bir güzellik bu.. nazmi’yle bir gün öncesinden kararlaştırdık ne zaman gideceğimizi ve nerede bulaşacağımızı..

sabah beşte alacağımı söylediğim nazmi’yi cehennem-i-stanbulun en büyük sorunlarından birisi olan park sorunu yüzünden yarım saat geç almaya gittim.. çünkü yaratığın teki arabasını öyle bir park etmişti ki benim ‘dana sürüsü’ büyüklüğündeki arabamla park yerinden çıkmak için –onyüzmilyonmilyar- filan kez manevra yapmak zorunda kaldım.. nihayet kan ter içinde otoparktan çıkıp nazmi’yi alacağım noktaya geldiğimde bir baktım nazmi’nin yanında bir misafir arkadaşı var.. arabaya aldığımda sabahın körü olmasına rağmen neşe saçıyorlardı.. nazmi beni hemen tanıştırdı : mari esgici..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

çok memnun oldum.. mari’yi tanıyan zaten bilir anlatmaya gerek yok , en sert yapılı ve korunaklı insanı bile yarım saatte çözer ve sıcak dostluğuyla sizi sarıp sarmalar.. neyse bu bende pek geçerli olmadı çünkü gün içinde beni ankara’da bekleyen stresli iş yüzünden ve az önce otoparkta yaşadığım stres yüzünden hayli gerilmiş olan bana , mari kardeşim hemen yaklaşamadı ve duvarlarımı yıkamadı..

yola koyulduk.. ben hemen attım bir patti smith ve jefforson airplane karışığı.. sert bir giriş yaptık yolculuğa..

 ‘otoban’ denilen ama zırt pırt yol çalışmalarıyla bölünen ve aydınlatmaları dandik olan yola girer girmez nazmi uyuma pozisyonu aldı ve uyudu on saniye içinde.. şaştım kaldım.. mari ise arkada yeni yeni doğmaya çalışan güneşin ışıklarıyla kitap okur gibi yaparak benim şoförlüğüme alışmaya ve güvenmeye çalışıyordu.. ama arabanın ibresinin daha otobana girer girmez 180’e dayanmasıyla mari elinde kitapla ama gözler hem yola hem ibreye takıldı kaldı..

sessizce başlayan yolculuğun birinci saatinde nazmi gerinerek gözlerini açtı ‘bolu tüneli’ni geçtik mi’ diye sordu.. hayır dedim.. tüneli merak ediyordu , henüz görmemişti tüneli.. o sırada mari daha da ilginç bir şey söyledi : otobanı ilk kez görüyordu ve ilk defa karayoluyla buradan yolculuk yapıyordu.. işte devamlı uçağa binmenin zararları.. doğanın güzelliklerini , etrafı izleyemiyorsunuz uçakta.. sadece gökyüzü , sadece bulutlar vs vs..

nazmi’nin uyanma arasında dedim ki nazmi’yi uyutmayayım.. ‘nazmi bak aynı güneşe yolculuk’taki gibi yolculuk yapıyoruz la seninle’ dedim.. güneş gözlerimizi kamaştırıyordu o sırada sabahın ilk ışıklarıyla..  nazmi o müthiş gülümsemesiyle ‘evet ya hakikaten aynen filmdeki gibi’ dedi ve küt tekrar yattı..

biz mari ile şaşkın bakıyoruz birbirimize ama nazmi rüyalarda.. ha uyumadan da tembih etti , ‘mutlaka tünelde uyandırın göreyim’ dedi.. ama kıyamadım nazmi’yi uyandırmaya tüneli geçerken.. öyle güzel uyuyordu ki.. dünyada en çok saygı duyduğum şey ‘uyumak..’ çünkü hiç beceremediğim olay.. yıllardır uykusuzlukla verdiğim savaşlar hep hüsranla sonuçlandı.. o yüzden uyuyanlara büyük saygı duyuyorum ve itiraf edeyim kıskanıyorum..

ama işin komiği tüneli geçtik , beş dakika sonra nazmi kendisi uyandı.. ‘daha var mı tünele’ diye sordu.. mari ile gülmekten kırıldık.. ‘beş dakika önce geçtik’ dedim.. ‘niye uyandırmadınız’ diye sitem etti ama sonra tekrar uyuma pozisyonu aldı..

yol boyunca ümo efendi zırt pırt aradı.. tabi beni aramıyordu benim telefonu açmayacağımı adı gibi biliyordu.. bana mari’nin yada nazmi’nin telefonlarından bağırıp duruyordu ‘120’yi geçme lan geçme lan’ diye.. tabi tabi geçmedim.. 120’nin altına inmedim ümo merak etme..

nazmi uyurken mari ile sohbete devam ettik.. ha mari artık o sıralarda benim araba kullanışıma kendini alıştırmıştı.. kendisinden bahsetti , bol bol fıkralar anlattı.. çok zor bir işi vardı.. beyoğlu istiklal’de güzel bir restoranı varmış , ismi ‘mekan..’ ‘yıllardır orada çok sevdiğimiz müşterilerimize hizmet veriyoruz , güzel yemekler ikram ediyoruz’ dedi.. menüleri oldukça genişti.. etnik ve yöresel tatlarda vardı.. ve bir restoran filan işletmenin ne kadar zor olduğunu o anlattıkça daha iyi anladım.. ‘bazen uykusuz üç dört gün çalışıyorum’ diyince direksiyonu bırakıp ona faltaşı gibi açılmış gözlerimle dönüp bakmak istedim ama bu işi onlara kıyamadığım için aynadan bakarak yaptım.. özel hayat , tatil , dinlenme diye bir şey yokmuş yaklaşık on senedir.. gülümseyerek  ‘ama ben işimi seviyorum ve hiç şikayetçi değilim bundan’ dedi.. bana bir iş gününün nasıl geçtiğini anlattı.. gerçekten zevkli , eğlenceli bir iş gibi görünüyor ama çok da yorucu olduğu ortada..

neyse biz böyle sohbet ederken mola yeri-m-e geldik.. bolu dağlarının arasında kaybolmuş cankurtaran mevkiindeki küçük bir gölün yanındaki dinlenme tesisleri.. nazmi’yi uyandırdık yavaşça.. dedik ‘şoför uyan..’ koptu gülmekten.. hem mari hem de nazmi gölden habersizdi.. özellikle kış aylarında hava karlıyken o muhteşem manzarada mola vermek çok güzel oluyordu.. donmuş göle karşı , karlar içindeki çam ağaçlarına karşı kahvaltı ya da yemek yemek.. cennette yemek.. ha kahvaltı ve yemekler on numara değil ama o manzara hepsini nefis kılıyor bir anda.. hele yazın istanbul elli derecelerde kavrulurken orada mola verdiğinizde üşüyüp arabalara koşup üzerinize bir şeyler almak istemeniz ayrı bir güzelliği o tesisin..

indik , tesisin içine girdik ve manzara..  nazmi ile mari ‘harika’ diye sevindiler.. sonra güzel bir kahvaltı.. kahvaltıda sohbet peh peh.. saatler geçiyor biz daldık sohbete.. bir mari anlatıyor , bir nazmi , bir ben alıyorum sazı elime , anlattıkça anlatıyoruz..

sonra saatin farkına varınca hemen ikiledik arabaya doğru..

ve yarım saat sonra ankara’dayız.. ankara’yı da hiç sevemedim.. galiba büyük şehirlere karşı hep bir antipati var bende.. ısınamıyorum , sevemiyorum.. ne istanbul , ne izmir , ne de ankara.. sevemedim kara şehirlerim sizi..

ankara’ya girince herkes kendi işinin peşine koşturacaktı.. önce mari’yi kızılay’a bırakmamız gerekecekti.. yüz milyon kez gelip kaybolacağım ankara’da yine kayboldum.. binlerce şelale , saçma sapan kavşaklar yapan belediyemiz nedense yaklaşma tabelası diye bir şeyden habersiz ve olan tabelalar da o kadar saçma yerlerde ve o kadar ufak ki.. sanki ankara’da sadece ankaralılar dolaşıyor hep.. her gidişimde kayboluyorum ve her kayboluşumda sevgili büyükşehrimizin belediyesinin büyüklerine saygılarımı sunuyorum..

mari’yi kızılay’a atana kadar bir saat döndük durduk çankaya ulus arasında. mari’nin işi önemliydi ve üzücüydü.. bir çocukluk arkadaşının cenazesine katılacaktı.. trafik kazasında kaybetmişti arkadaşını.. mari’yi kızılay meydanında indirdik , sonra nazmi’yle otopark aramaya karar verdik.. çünkü otoparka arabayı bırakırsak taksi ya da metroyla filan daha rahat hareket edecek ve işlerimizi daha çabuk yapacaktık..

evet otopark bulduk fakat tam bir buçuk saat sonra ve de tesadüf eseri bulduk..

arabayı bıraktıktan sonra nazmi’yle helalleşerek ayrıldık.. ne olur ne olmaz büyük şehir sonuçta.. ay şimdi bile kasıklarım patlarcasına gülüyorum.. düşünün ciddi işler için ankara’ya gelmiş iki kişi kızılay civarlarında caddede birbirlerine anlamsız şekilde devamlı gülümseyerek bir şeyler  anlatıp birbirlerine sarılarak ayrılıyorlar.. ‘la iki saat sonra görüşeceğiz..’ ama ne yapalım ankara bizi korkutuyor.. neyse nazmi içişleri bakanlığına doğru ben de kendi işime doğru yola koyulduk..

benim işim her zaman ki gibi aksi mecralara sapıp ters yüz oldu.. ama tam umutsuzluğa kapılmışken işim çözülüverdi göklerden uzanan bir elin sayesinde ve halledince işimi neşem yerine geldi..

nazmi ve mari ile buluşmama daha çok vardı.. ankara’da ki sevgili abim , adam gibi adam kasım abimi arayayım dedim.. aradım , ‘hemen yanıma gel’ dedi.. ne demek zevkle.. sonra yolda tekrar haberleştik ,  ankara barosunun yeni binası önünde buluştuk.. vakit öğleyi bulmuştu ve ben acıkmıştım.. beni ankara barosunun sanırım 14 katlı binasının terasına çıkardı.. çok güzel bir tesis vardı terasta.. daha önce mutlu bir olayın kutlamasını yaptığımızdan orayı biliyordum.. terasa çıkınca işimin de hallolmasının rahatlığıyla tam neşem yerine geldi.. kasım abiyle güzel bir sohbet sonrası güzel bir yemek yedik.. ah ulen dedim bir duble rakı atsam mı o manzarada.. ama tekrar yüce prensiplerimin ağırlığı altında vazgeçtim.. içkiliyken araba kullanmam , kullandırtmam.. ‘halo’ da hastadır bu prensibime ve bu yüzden , sadece bu yüzden beni sevdiğini itiraf etti bir kere..

kasım abiyle ankara manzarası karşısında sohbet ederken nazmi babayı aradım , mariyi arayamadım çünkü telefonunu almayı akıl edememiştim.. meğerse o beni aramış defalarca ve ben ‘tanımadığım numarayı açmama saçmalığımla’ açmamışım.. görünce bana bir yağdı mari , bir kızdı anlatamam.. ama kızma sebebi telefonu açmamam değildi , bana güzel bir kebap yedirmek istiyormuş.. onun için kızıyordu.. mari’yi cenazeden sonra arkadaşları ankara kalesindeki güzel bir restorana götürmüşler ve orada çok güzel bir kebap yemiş.. bana da paket yaptırmak için sormak istiyormuş.. ama benim müthiş telefon kullanma yetenek ve prensiplerim yüzünden kebaptan oldum..

nazmi’yi aradım ‘nerdesin nazmi babam’ dedim.. karşıdan gülerek bir cevap geldi , ‘ atatürk orman çiftliğinde çimlere uzanmış durumdayım’ dedi.. güldüm ben de.. ‘la ne yapıyorsun orada’ dedim.. o da ‘hayvanları izliyorum’ diyince ben o yorgunluk ve neşemle birlikte patlattım cümleyi : ‘kızılay’a yanıma gelseydin ya hayvan görmek istiyorsan , bana bakardın bol bol , o kadar uzağa gitmene ne gerek vardı.. dünyanın en ilginç hayvanı olan ben hep yanındaydım ya’ diyince nazmi telefonda koptu gitti gülmekten.. ‘geliyorum , yarım saate kadar kızılay’da sakarya caddesindeyim beni orada bekleyin’ dedi..

neyse biz kasım abiyle güle konuşa sakarya caddesine doğru gittik.. caddenin bir ucundaki kafeye oturup beklemeye başladık.. nazmi aradı , mari’yi de almış geliyorlarmış , yerimizi nazmi’ye tarif ettik.. sakarya’nın iki ucundan birindeki şu mekandayız dedik ve start aldık.. nazmi’yle birbirimizi bulma maceramız başladı.. biz dört kişi –ankarabilmezler- olarak tam bir saat boyunca sakarya caddesi ve etrafında birbirimizi aradık.. kasım abinin sinirleri bozuldu , sanırım içinden ‘bu istanbullular o koskoca istanbul’da nasıl yaşıyorlar ve kaybolmuyorlar’ diyordu.. o her zaman yüzünde olan gülümsemesi bile gitti kasım abinin.. en son aradığımda nazmi’ye dedim ki ‘polisten yardım isteyelim la.. kaybolduk diyelim’ dedim.. nazmi’yle ben gene telefonda kahkahaları patlatıyoruz.. dedim ‘olmazsa behzat ç.’yi arayalım şimdi bizi birbirimize kavuşturur hemen.. ama neredeeeeeeeeeeee..’

döndük durduk.. en son karar verdik bir grup duracak diğeri o grubu arayacaktı.. kasım abiyle ben sabit durduk ve beklemeye başladık.. yanımızdaki binaları tarif ettik ve yarım saat kadar sonra mari ve nazmi ‘ufuktan bir güneş gibi doğarak’ ve gülerek geldiler.. hasretle kucaklaştık kahkahalarla.. nihayet birbirimizi bulmuştuk.. neredeyse ağlayacaktık ama gülmekten.. kasım abimiz de ‘o anda oh be kabus bitti’ diyordu eminim.. onları kasım abiyle tanıştırdıktan sonra gittik bir kafenin ağaçları arasındaki bahçesine sığındık.. çay , kahve dondurma vs derken sohbet sohbeti açtı ve kasım abiden müsaade isteyip , abbas yolcu dedik.. tabi yola çıkmadan ankara simidi depolamamak olmaz.. hastasıyım ankara simidinin.. sabahın köründe gelişlerimde ankara’ya , güvenpark’ta tek başıma buz gibi kesen ayazda oturup buharları tüten simitlerden abartısız dört beş tane yiyip bol şekerli çaylardan hüplettiğim çok oldu.. işte yine gittim 15 tane simidi aldım.. zaten yolda yarısını nazmi’yle beraber götürürdük ve götürdük de..

simit stoğumuzu yaptıktan sonra çıktık tekrar yola.. kakara kikiri ,  bol muhabbet , bol siyaset , bol fıkra , bol kahkaha yol aldık.. işin ilginci şuydu nazmi hiç uyumuyordu.. ha olmadı mı uyuma teşebbüsleri oldu , anında uyarısını aldı ve kahkahaya devam etti..

bir ara öyle olmuştu ki bir nazmi fıkra anlatıyordu , bir mari.. artık benim ağız ve yüz kaslarım gülemiyordu çünkü gülmekten felç geçirmiştim..

bazen de özelikle mari’nin bizlere anlattığı bazı anıları hepimizi hüzünlendirdi , derin derin düşünmeye sevk etti.. hele hele anlattıklarından ‘haram kemik’ anısı beni yıktı geçirdi.. küfür ettim tüm düşmanlıklara , yobazlıklara.. bu anısı şöyleydi..  mari nohut tozunu çok severmiş çocukken. 5-6 yaşlarındaymış.. dedesiyle çarşıya gider , nohut tozu alırmış.. bilenler bilir diyarbakır’da çocuklar arasında nohut tozu çok makbuldür , çok sevilir.. mari de güzel , şirin bir çocukmuş.. yeşil gözlü , beyaz tenli.. ‘çok severlerdi beni çarşıda alışveriş edenler..’ diyor anlatırken.. bir gün komşularından bir amca mari’yi dedesiyle görüp , sevmiş.. sonra kendisini seven amca hemen ‘eh ben bir abdest tazeleyeyim.. ne de olsa haram kemik’ diyince dedesinin yıkıldığını hatırlıyor o küçücük mari.. dedesi çok üzülmüş , akşam babasına anlatmış ve ‘demek bizi haram görüyorlar hala.. anlamıyorlar bizlerin de insan olduğumuzu..’ demiş.. mari ‘biz haram kemiktik onlar için. dedemin üzüntüsünü hep gözlerimin önünde , hep hatırlarım’ dedi.. gözlerim doldu bunu dinleyince , yıkıldım.. toplumdaki saçma sapan düşmanlıklar , öfke ve kin tohumları ne derin yaralar  açmıştı içimizde.. ne kapanmaz görünen yaralar.. ama kardeşliği yürütmenin projelere , planlara , yasalara ihtiyacı yoktu ki.. demokrasi , ileri demokrasi değil el ele tutuşmak gerek.. karşılıksız , şartsız el ele tutuşmak.. tek çare bu.. geçmişi , yaralarımızı yüzlerimize vurmadan sarılarak birbirimize , kucaklaşmak tek çare..

herkesin mari ve nazmi gibi birer yüreği olsa keşke dedim içimden.. hele mari.. o devamlı gülen yüzüyle ve o sıcak kalbiyle dünyaya iki gün değil , bir saatte barışı getirir ve tüm düşmanlıkları , hasetlikleri , kavgaları ortadan kaldırırdı.. bundan adım gibi eminim..

dönüş yolumuzda üç saatte tamamlanınca sohbetin sonu geliyordu yavaş yavaş.. mari’yi o yorgunluğuna rağmen restoranına bırakmamız  gerekiyordu çünkü o , gece iki üçe kadar çalışacaktı ‘mekan’ında.. ‘mutlaka bekliyorum’ dedi ayrılırken bana.. ve kaç gün , kaç hafta geçti ben hala ‘mekan’a gidemedim.. buradan mari esgici kardeşimden özürler diliyorum ve o sevmediğim istiklal caddesine her gelişimde sana uğrayacağım kardeşim diyorum.. gerçi ben ve nazmi’yi bir arada ağırlamak biraz zor , tehlikeli ve külfetlidir ama neyse.. tabi bu işin şakası.. mari’nin kocaman bir yüreği var.. içinde dünyanın en büyük acılarına rağmen umutla inadına barışı , kardeşliği ve sevgiyi yaşatıyor..

işte biz üç kardeş ; bir arap , bir kürt ve bir ermeni bir arabanın içinde 24 saatte güneşin peşinde bu maceraları yaşadık.. hem güldük hem hüzünlendik..

yüzümüz güneşe doğruydu hep..

hep güneşe doğru yolculuk yaptık.. sabah doğan güneşin , akşam batan güneşin peşinde koştuk..

ve kardeşçe güneşin doğuşunu batışını birlikte izleyen bir dünya hayaliyle birbirimizden o günlük ayrıldık..

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

46

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Kötü gün. Sabah sakinleştiricimi içmeyi unuttuğum için günün devamını nasıl getireceğimi pek bilmiyorum. “Yine akşam olmalı Abbas” diyorum. Medeniyet Mağduruyum, kendimi geçiştirmek için yapmayacağım iş yok gibi. Henüz erken bir yaşta olmama rağmen Balzac’tan daha fazla kahve içtiğimi hesapladım, sağlamasını dost ortamlarında görenler var. Puşkin sinirimle beraber yaşıyorum, arkadaşların yaraları var. Beni dengede tutabilecek herhangi bir sistemin yaşadığını düşünmüyorum. Kesmiyor, olmuyor, olamıyor.

Bazı geceler “komün kuralarım” tartışmaları gecenin geç saatlerine kadar sürüyor, sabah kalktığımızda kafatasımızın içinden geçen ramazan davulcularıyla yüzleşiyoruz. Sıkıştık. Hem de çok pis köşeye sıkıştık. Hayatımızı rayından çıkartan siyasi zırvalıklar ve lokomotifi tekrar güzergâha koyan benliğimiz acı çekiyor. Acı çekiyor çekmesine de Allah kahretsin ki Nietzsche’yi de seviyoruz.

Ortaya karışık bir halimiz var sanki. Tango yapmayı da biliyoruz, halay çekmeyi de. Her boku bilen adamların vazgeçemediği arkadaşlarıyız, medeniyet mağdurlarıyız.

Devletlerle uğraşmaktan sevgilimi öpecek zamanım kalmıyor bazen. Evet, aynen bunu düşünüyorum.’

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

nazmi ve halo..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

cumadan başlayalım..

cuma günü sabahın köründe ‘ciğerim’le kör bir koşuşturmanın içine girdik.. istanbul’a ait olduğu söylenen uzak ilçelerinden birinde ekmeğin peşindeydik.. bir de saatlerce trafikte araba kullanmak.. hele ukome midir nedir , onun aldığı kararla saçma sapan bir nedenle bölünmüş yolda 70 km hız limitine uyarak.. işin komik yanı kadıköyden büyükçekmece’ye gitmek için gündüz vakti zaten 70 km hız yapacağınız kısımlar en fazla altı yedi kilometredir.. o ‘muhteşem’ ya da ne diyelim ‘mükemmel’ trafikte 50’yi görmek zaten mümkün değil.. ama sizin 70 ve üzerine çıkıp biraz soluklanacağınız ve oh be trafik açıldı diyeceğiniz yerlerde arkadaşlar 70 km. hız sınırı getirip radarlarla hazineye para kazandırmak için bol bol ceza kesiyorlar.. evlere tebligatlar yağmaya başlamış.. bana da geçenlerde gelmeye başladı ceza makbuzları.. dikkat ettim 80 yazıyor yakalandığım hıza.. ee pes yani bölünmüş yol olan , yaya ve hayvan trafiğine kapalı yolda ve aynı zamanda tekirdağ ile edirne’ye giden şehirlerarası transit yol olan d-100 yolunda 80 km. hızla radara yakalanmışım..

hız ne : 80..

süper..

ben de zannettim ki trafik canavarı olmuşum da metrobüsler gibi 100’den yüksek süratle uçmuşum..

yahu ayıp ayıp , metrobüsler kocaman gövdelerine rağmen vızır vızır 100 km. ve üstü süratle yanımızdan korkutucu şekilde geçerken biz eşekler gibi tın tın 70 km. hıza uymaya çalışıyoruz , o da trafiğin nadiren açık olduğu kısımlarda..

işte sabahın köründe biz bu cezayı ve uygulamayı eleştirip , sağa sola yağarak ciğerimle büyükçekmeceye geçtik.. ve hukuki olarak uğraşmaya karar verdik bu cezalarla , bu ukome midir her neyse adı , onun aldığı kararla.. bir de tüm metrobüsleri ihbar edip hiç sevmediğim ‘ulvi’ vatandaşlık görevimi yapmaya karar verdim ben.. nefret ettiğim ihbarcılık zihniyetine burada teslim olmaya karar verdim.. hepsini ihbar edip şikayet edeceğim 70 km’lik hız limitine uymuyorlar diye.. biz can taşıyoruz da onlar karpuz mu taşıyor o daracık metrobüs yolunda..

neyse ulaştık  büyükçekmece’ye.. abuk sabuk işlerle uğraşırken ‘sülo abimle’ karşılaştık.. hoş beş derken öğlen yemeğimizi ısmarladı.. sohbet ettik bol bol.. ondan ayrıldıktan sonra çöplüğümüz kadıköy’e doğru yola çıktık.. şişli’ye uğramaya karar verdik.. şişli’de de oyalandıktan sonra çöplüğümüze geldik..

döndüğümüzde saat beşi bulmuştu.. sanki üzerimden tır geçmiş gibiydi.. beni tanıyanlar bilir direksiyona geçtiğimde urfa’ya kadar tek başıma giderim gıkım çıkmaz , yorulmam.. ve en önemlisi çok severim araba kullanmayı.. ama istanbul içinde beş altı saat trafikte kalmak 10 kere urfa’ya gitmeye eşdeğer sanırım..

döndük mekana geldik.. ciğerim koltuğa yığıldı , ben dolaba koştum buz gibi biralardan dört tane yanıma alıp bilgisayarıma geçtim.. natacha atlas’ın ilk eşi olan ve yeni keşfettiğim ‘abdullah chhadeh’i açtım dinlemeye başladım.. iki bira hemen boşalıp çöplüğü boyladı tam üçüncüyü açıp ayaklarımı masaya doğru uzatmıştım ki zil çaldı.. of dedim kim bu saatte gelen münasebetsiz.. kalktım kapıya hamle yaptım o sırada ‘abidin dayımız’ kapıyı açmış , gelen ‘ümo’ydu.. ‘ne o la’ dedim ‘hangi rüzgar attı seni..’

meğer beni almaya gelmiş.. ‘nazmi’yi karşılayacaktık unuttun mu’ dedi..

‘nazmi kırık’ nasıl unutulur ki..

sadece günün yorgunluğundan kafam durmuştu ve bitmiş durumdaydım.. ‘sabiha’ya inecek değil mi’ dedim.. 

‘hayır , atatürk havalimanına inecek’ dediği anda birden yol gözümde öyle büyüdü ki.. az önce daha o taraftan gelmiştik.. ‘la arabayla gideceğiz deme sakın’ dedim..

neyse deniz otobüsünde anlaştık bakırköy’e geçme konusunda.. ümo’da hemen aceleyle yolluk yapmak için beş altı birayı içti.. kafamız güzel olup yumuşadıktan sonra ikiledik iskeleye doğru.. yolda fark ettim ki yirmi yıllık arkadaşım ümo’da kapalı alan fobisi var.. duramıyor adam yerinde.. koptum gülmekten.. 15 dakikalık yolculuk ümo’ya iki saat gibi geldi..

deniz otobüsünden sonra taksiye atladık havalimanına doğru yola çıktık.. taksi şoförü antakya’lı (hatay’lı) çıkınca derin bir memleket muhabbetine dalmışken nazmi’nin mesajı geldi uçaktan indiğine dair..

neyse girdik havalimanına fakat nazmi görünürde yok.. korktuğumuz başımıza gelmesin , daha önce ki (şimdi kapanmış olan) bir askerlik problemi yüzünden tutmuşlar olmasın diye düşünürken aradık nazmi’yi.. ve evet maalesef nazmi kardeşimiz bilgisayardan düşümü yapılmayan eski bir dava nedeniyle gözaltındaydı.. şimdi suç bile olmaktan çıkmış bir dava nedeniyle üstelik , askerlik meselesi.. oysa olay kapanmış askerliğini 2015’e kadar erteletmişti..

ama maalesef insanları ararken hemen bilgisayarlara giriş yapılır da nedense aramalar kalktıktan sonra düşümleri hemen yapılmaz ya da daha doğrusu hiç yapılmaz..

nazmi ‘aldılar beni , bekletiyorlar’ diyince girdik havalimanı karakoluna hemen.. girer girmez ‘vallahi bravo hemen de nasıl geldiniz’ dediklerinde ‘biz zaten karşılamaya gelmiştik , arkadaşıyız’ diye cevap verdik.. güldüler ‘ne şanslı adammış’ diye.. ne şansı.. günlerden cuma , mesai saatleri bitmiş tüm adliyeler kapanmış ve nazmi gözaltında , olmayan bir suç ve davadan dolayı..

sağı solu aradık.. kimseye ulaşamıyorsun ki o saatte.. sonra nöbetçi savcıyla yapılan görüşmeler sonucunda nazmi’nin ertesi gün hemen adliyeye getirilip işlemlerinin yapılıp bırakılacağı konusunda mutabakata varıldı..

bizim moraller sıfırken , nazmi ‘ben alışkınım kardeşlerim , mühim değil , rahat olun’ dese de öyle üzülmüştük ki..

nazmi geceyi orada geçireceğini bildiği halde kalbinin güzelliğini yansıtan gülüşü ve kahkahalarıyla bize moral veriyordu.. ‘filmini yapalım bu durumun’ dedim.. gülerek ‘mutlaka yapalım’ dedi nazmi..

sen kalk dört beş sene sonra atla uçağa gel buraya ama seni saçma sapan bir nedenle gözaltına alsınlar.. bürokrasinin yavaş işlemesi ya da hiç işlememesi işte bu..

bu arada nazmimiz , mevsimlerden baharın bitmek üzere olduğunu ve yazın gelmekte olduğunu , havaların ısındığını düşünüp üzerine bir şey almamış.. yanımda olan paltomu ona bıraktım.. ‘üşüyebilirsin gece , serin olur ya da yastık yaparsın’ diye zorla bıraktım paltoyu..

sonra esas mevzu nazmi’nin kaybolan bagajıydı.. nazmi gözaltında kalacağını unutmuş valizin peşindeydi.. güldük kahkahalarla.. nazmi gözaltına alınınca valizi dönmüş durmuş bantta ve sonra ortadan kaybolmuştu.. ‘içinde çikolata vardı , bir sürü hediye vardı çocuklara getirmiştim.. bulun onu lütfen’ diyince ümo hem yağdı , esti , gürledi hem de koptu gülmekten..

memurlar ‘biz buluruz merak etmeyin’ dediler.. biz bu sözü alınca nazmi’yle ertesi gün buluşmak üzere sarılarak ayrıldık..

yüreğimiz buruk , sinir stres içinde hiç konuşmadan geri döndük kadıköy’e.. zaten ne zaman bir sevinç , mutluluk yaşamaya teşebbüs etsek şairin dediği gibi gerçekten ‘kusma nöbeti’ sunuluyor bize..

nasıl üzgündük kimse bilemez bizim o halimizi görmeden.. nazmi gelmiş dört sene sonra ve biz elimiz kolumuz bağlı onu orada bırakmıştık..

kadıköy’de ayrılırken ümo ‘ben yarın onu alırım merak etme’ dedi.. ben gidemiyordum çünkü sabah ‘halo dayı’nın yerine bir keşfe katılacaktım.. cumartesi ne keşfi demeyin.. oluyormuş.. ben de meslek hayatımda ilk defa yaşayacaktım.. haberleşiriz yarın diyip ayrıldık.. çünkü olumsuz bir durum olması durumunda yapılacak şeyler için plan yapmalıydık.. gerçi ümo 20 avukata bedeldir.. hele konuşmaya başlayınca kimse tutamaz onu.. ama sinirlenmesini istemem çünkü sinirlenince ben de tutamam onu..

ümo’dan ayrıldıktan sonra mekana çıktım.. ne hayal etmiştik.. nazmi’yi alıp gelip burada takılacaktık biraz.. ama ben tek başıma gelmiştim işte..

gittim dolabı açtım önce iki duble rakı üstüne de iki birayı cila yaptım.. ve koltuğa uzandım.. gözlerimi kapadım nazmi’nin gülümseyişi aklımda kalmış ve bir de mavi gömleği.. ha bir de çikolata dolu valizi hayal ettim gözlerim kapalıyken gülümsedim.. çocuk olsaydım çikolata dolu bir valiz mutluluktan çıldırtırdı beni kesin..

nazmi kalbinizi emanet edebileceğiniz nadir güzel insanlardan birisidir.. kalbinizi onun kalbine yatırın kalsın.. sizden daha iyi bakar kalbinize.. ama biz işte bir şey beceremeden onu saçma sapan bir nedenle amonyak kokan camı olmayan havasız bir bekleme odası denilen gözaltı odasında bırakıp gelmiştik..

sabah oldu.. hayatımın en yoğun günlerinden birisi olacaktı bu cumartesi.. of dedim bitmez bugün.. aklım bir yandan nazmi ve ümo’da.. gözüm telefonlarda..

halo’nun yerine katılacağım keşif neyse ki bizim mekanın olduğu sokaktaydı.. şans işte.. ama tabi heyet ne zaman gelirdi bilemezdik.. mekana geldim baktım ciğerim de gelmiş sabahın köründe.. dedim hayırdır la.. ‘halo gelecek’ dedi.. ne dedim halo da mı keşfe katılacak.. ‘evet ondan sonra onu düğüne hazırlayacağız.’.

evet o da vardı ya.. akşama halo’nun biricik kızı evlenecekti.. düğünü vardı.. neyse tam konuşurken zil çaldı.. gelen halo’ydu.. sinir küpüydü ve bağıra çağıra geliyordu.. sarıldık.. ‘ya durun allah aşkına üzerime gelmeyin’ dedi.. neyse biraz zoraki sarılmalar ve güreşmeler sonucu 73 yaşındaki halo’muzu sakinleştirdik biraz.. ‘birer çay içip sokağa inelim heyeti bekleyelim’ dedi.. indik on dakika sonra..

ben de o sırada ümo’yu aradım.. durum nedir diye sorduğumda adliyenin önünde memurlarla birlikte kahvaltı yapıyoruz dedi telefona çıkan ses.. ‘la ümo olum senin burnun mu tıkanmış , hasta mı oldun gece’ diyince telefondaki ses gülerek ‘nazmi ben nazmi’ dedi.. o sinir , streste sesi tanıyamamıştım işte.. telefonda karşılıklı güldük uzun uzun.. ‘nöbetçi savcının gelmesini bekliyoruz , çay içiyoruz’ dedi.. haberleşmek üzere telefonu kapattık gülerek..

neyse benle , halo ve ciğerim sokakta volta atıyorduk keşif yapılacak binanın önünde.. baktık gelmiyorlar , keşif yapılacak yerin sahibine bizi telefonla arayın geldiklerinde diyip halo’ya ayakkabı ve takım elbise almaya gittik hemen bahariye caddesine..

biz heyet gelene kadar halo dayı’ya takım elbise ayakkabı vs her şeyi almıştık.. provaları bile yapmıştık kısaltmalar , düzeltmeler için.. tam mağazadan çıkıyorduk ki aradılar heyet geldi diye.. halo’yla koşarak sokağa geri döndük.. keşiflerde bulunmanın nedenini hiç anlamam.. sadece imza atarsın , pek bir fonksiyonun yoktur.. ama işte çene dinlememek için bulunuruz.. keşif bitikten sonra halo ‘beni bir berbere götürün’ diyince halit usta’nın oraya götürdük dayıyı.. kendi ustamın koltuğuna ‘halo’yu oturttum.. ciğerim de diğer koltuğa oturdu..  o da traş olmaya başlayınca halo ‘sen de traş olsana akşama düğüne yakışıklı gidelim hepimiz’ diyince  boş olan son koltuğa oturup diğer ustamız halil ustama da dalgınlıkla ‘hadi sen de beni yap’ diyince nedense berberde bulunan herkes güldü.. ‘şut ve gol’ olduk.. ne yapayım kafam dolu , stresliyim , aklım nazmi’de , kulağım telefonlarda.. kafa nakavt olmuş diyemedik ustam sen de ‘bizi traş et’ diye.. berber koltuklarıyla ilgili daha önce de yazmıştım.. hayatımın en büyük işkence anlarıdır berber koltuklarındaki traş olma anlarım.. başladı o işkence.. neyse berberden çıktık parlamış ve ortalığı yakan halo’muzun yakışıklığıyla..

gittik yemek işini de aradan çıkardık , zıkkımlandık..

mekana döndüğümüzde ‘abidin dayımız’ da gelmişti.. o sırada ümo aradı ‘cano , nazmi tamamdır.. uzun hikaye ama ortalığı yıktım geçirdim , olmazı yaptım kapalı olan diyarbakır’daki adliyeyi açtırdım evrakı buraya fakslattım ve nazmi serbest.. birazdan işlemler bitecek , eve gidip duş alıp dinleneceğiz , akşama halo’nun düğününde görüşürüz’ dedi.. o an gülümseyip rahatladım işte..

nazmi serbestti..

ifadesi bile alınmadan imza atmadan serbestti.. niye kalmıştı 20 saat boyunca diye sorsak işte bürokrasinin güzel işleyişi.. kafka yaşasaydı bu ülkede acaba ……………… diyorum sadece ve bu bahsi kapatıyorum..

halo’yla , ciğerime söyledim sevindiler.. dayı ‘akşama mutlaka gelsinler’ dedi.. ‘gelecekler dayı , rahatta’ dedim..

nazmi bir şok yaşayacaktı 24 saat içinde yaşadıklarından.. hamburg’tan kalk gel gözaltına alın ortada olmayan bir dosya nedeniyle , 20 saatlik bir macera yaşa sonra kalk kalamışta denize karşı bir düğüne katıl..

öğleden sonra saat ikiye gelirken halo’yu eve gönderdik yeni takımını terziden alıp.. hazırlanacaktı.. zaten kızına o gün akşama kadar içmeyeceğine dair söz vermişti.. ve sözünü tuttu gerçekten.. içmedi gün boyunca.. dayıyı evine gönderince ciğerimde bir iş için ‘dursun abimizin’ yanına gitti..

ben de fırsat bu fırsat can ‘reis’i arayayım , şu iki saatlik boşluktan yararlanıp istiklale geçip ortak bir dostumuza sitem ve sevgi dolu bir sürpriz yapalım dedim.. bu konuyu sonra başka bir yazıda anlatırım bir ara.. reis yoldaymış zaten bana doğru geliyormuş.. sinemanın önünde buluşup hemen vapura koştuk.. vapurdan tünele oradan da istiklale çıktık.. reis döndü bana ‘reis , dostumuzun yanına gitmeden bir şeyler içelim , boğazım kurudu , susadık , terledik’ dedi.. ‘nereye gidelim düşünelim’ dedim.. malum deplasmandaydık.. ben hiç sevmem istiklal ve beyoğlu muhitini.. hazzetmem.. saçma sapan bir kalabalık ve gürültü.. insanlar ne anlarlar oradan bilmiyorum.. dedim ‘gel cumhuriyet’e gidelim ikişer bira sallarız , sonra akarız dostumuzun oraya doğru.. girdik ‘cumhuriyet’in gölgesine sığındık , sığınmaz olaydık.. ‘dört bira’ dedik.. ‘beyefendi yemek yemeyecekseniz bira servisimiz yoktur’ dedi.. ‘yemek servisimiz var sadece’yle bitirince biz dumura uğramış bir şekilde ‘ne zamandır kardeşim’ dedik.. daha önce kaç defa oturup bira içip patates ıvır zıvır yemiştik.. kaldı ki meyhane burası , iki tek atamayacak mıyız adı meyhane olan bir yerde.. içimden tekrar yükselen bir öfke kabalığa dönüşmeden ‘kalk’ dedim reis’e , küfür edip yağa yağa çıktık.. dedim ‘ulan bu ülkeden de bu insanlardan da bazen öyle nefret ediyorum ki.. anlamsız ve saçma sapan uygulamaları ve hareketleriyle öfke seline atıyorlar beni..’ hayır işin ilginç yanı ‘cumhuriyet’e girdiğimiz anda içerisi sinek avlıyordu.. ulan zaten müşterin yok , hem sen bizi tanıyor musun biz o masaya oturduk mu ikişer bira için bil ki yarım saatte beşer bira içer abuk sabuk şeyler yiyip kalkarız ve sana güzel de bir hesap bırakırız.. işletmecilik anlayışı sıfır olunca işte böyle olur.. nasıl müşteriler kaçırdığının farkında değil şef denen işi bilmez kardeşimiz.. ha tipimizi mi beğenmedi diyeceğiz gayet şıktık , cillop gibi de traş olmuştuk.. benim bıyıklarım , reisin top sakalı hariç pamuk gibiydik.. neyse reis ve ben yağa yağa sokağı döndük hah dedim işte burası ya , gel ya gerçek bir müessese işte burası.. ‘boş ver’ dedim ‘içim sıkıldı her şeyden.. çökelim pano’ya vuralım şaraba , biraya..’

dışarıda oturmayı hiç sevmem , dışarıda dediğim sokağa atılan masalardan.. ama o an çöktüm hemen serinliğe.. garson geldi dedim ‘canım ikişer bardak şarap ve iki bira..’ garson ‘efendim altı kişiyseniz bu masaya ek yapamam içeri alalım sizi’ dedi.. ‘canım rahat ol onlar ikimize , bunlar başlangıç siparişi.. sen git getir , bir de peynir tabağı yap getir..’ deyince garson kafa sallayıp hala anlamamış vaziyette gitti.. komi geldi baktım dört servis açıyor.. güldük reisle.. altıyı çözememişler , dörtler demişler herhalde.. uzun uzun güldük.. iki servis açtırdık ve gitti..

sonra garson ikişer bardak şarap getirdi , iki de bira.. ilk şarap kadehlerini ağzımızda çalkalayıp hemen fondip yaptık.. ohhhhhhhhhhh.. soğuk ve enfes bir şarap.. kalkıp inen bardakları gören garson peynir tabağını bıraktı gülümseyerek.. biz de altı çeşidi de birbirinden güzel peynirlere giriştik hemen.. peynir tabağının üzerinden çekirge sürüsü geçmiş gibi olduğunda şaraplar ve biralar bitmişti.. reis , ‘canım’ diyerek garsonu çağırıp ikişer bira daha sipariş etti.. garson yine anlamsız bakarak gitti.. ve biz yarım saatten fazla olmayan bir sürede ikişer bardak şarap ve üçer birayı götürmüştük.. kafamız on numara yumuşamıştı.. böyle müşteri nerede bulunur yahu.. iddia ediyorum bu kadar kısa sürede problemsiz ve böyle çok içen , kalkan müşteri yoktur yeryüzünde.. oysa biz o yarım saatte ne muhabbetler edip gülmüştük.. reis hesaba dokundurtmadı sağolsun..

hemen topukladık sevgili dostumuza doğru.. sitem edip , sevgi ve saygılarımızı sunup hemen kadıköy’e dönecektik çünkü düğüne gidecektik akşama.. ve en önemlisi nazmi’ye kötü bir gecenin ardından güzel bir gece yaşatmak istiyorduk hepimiz..

istiklal’de sevgili dostumuza sürprizimizi yapıp geri döndük hızla.. dostumuz bayağı şaşırdı ve sevindi fakat sitemlerimizi de bildirdik kendisine.. başka bir yazıya..

ama geri dönüş yolunda içerken aldığımız yükten dolayı tuvalet arama maceralarımız filmlikti.. neyse ki kalkan vapura kıl payı yetiştik..

ve kadıköy , yani evimiz.. iskeleye adım atınca derin bir nefes ve işte evindesin , kadıköy’de..

o sırada gürsel’i aradım.. ‘nazmi geldi gemide’de oturuyoruz buradan  alın bizi gidelim’ dedi.. gittik gürselle , nazmi otuyordu fakat ümo kayıptı.. ümo’nun işi çıktı gelecek dediler.. baktık bizim gibi nazmi ve gürsel’de güzelleşmişlerdi.. nazmi’ye sarıldık güzelce.. geçmiş olsun dedik..

sonra aldık onları bizim mekana gittik.. mekan kalabalıktı : ciğerim , eşi gülümser , nehir ablamız ve abidin dayı bekliyordu bizi.. ‘sarı ve ümo’ da aradılar ‘yoldayız geliyoruz’ diye.. saat yediye geliyordu.. mekandan çıktık.. ümo da mekanın önünde bize katıldı.. ikişer taksiye bölünüp düğünün olacağı mekana doğru yola koyulduk.. düğünleri de sevmem ama mecbur katılmak lazım.. hele bu düğünde halo dayımızı hiç yalnız bırakamazdık..

kalamışta , deniz kenarındaki düğünün yapılacağı mekana girdiğimizde güneş yavaş yavaş batma manevralarına başlamıştı.. hepimiz aynı masaya oturduk.. biraz aksilik oldu ama her işte bir hayır vardır diyerek hemen unuttuk aksilikleri..

halomuz düğün sahibi olmasına rağmen bizim masaya konuşlandı ve bizden ayrılmadı düğün boyunca..

tabi bu arada kardeşlerimiz ‘seçkin ve mesut’a buradan da tekrar bir ömür boyu sonsuz mutluklar diliyoruz aylak adamız ailesi olarak..

gelin ve damadın mekana giriş yapmasıyla düğün başladı.. ilk danslarını yaptıktan sonra masaları dolaşmaya başladılar..

biz de tabi grup olarak rakıya ve biraya başladık tam gaz..

nazmi mutlu ve neşeliydi ama o da şaşkındı.. eminim içinden ‘la gece nerdeydik şimdi nerdeyiz’ diyordu..

vur patlasın çal oynasın son hız düğün devam ediyordu.. bir nazmi’ye bir halo’ya sataşıp muhabbet ediyordum.. hele düğünde şarkı söyleyen arkadaşlardan birisi halonun daha önceden tanıdığı arkadaşlarından birisi çıkınca espiriler çoğaldı.. kahkahalar patladı.. ama saatler geçtikçe şarkıcı arkadaşın bir an susmasını istedik.. hem biz hem o helak olmuştuk şarkı bombardımanından.. arka arkaya şarkılarla kafamız şişmişti.. ama nerde , soluk almadan şarkıları patlatıyordu.. sonra biz önemsemedik bağıra çağıra sohbete devam ettik..

nazmi’yle nerelerden nerelere girdik çıktık sohbet sırasında.. yıllar öncesine gittik.. duygulandık , gözlerimiz buğulandı sonra neşelendik..

en çok binevşe berivan’ın ‘phone story’ filminden ve ‘güneşe yolculuk’tan bahsettik.. sonra ‘golshifteh farahani’ ile birlikte oynadıkları yeni filmle ilgili tüyolar aldım.. ve lafın arasında öğrendim ki gelmeden michel haneke’nin öğrencisi olan bir yönetmenin filminde oynamış norveç’te.. nazmi kardeşimiz dur durak bilmeden , yoruldum demeden sinema için emek sarfedip ,  koşturuyordu.. binevşe berivan’la da yine ilginç bir kısa film çekmişler , montaj aşamasındaymış.. ayrıca bana binevşe’nin uzun metrajlı bir film için hazırlıklara başladığını da müjdeledi.. gerçekten uzun zamandır binevşe berivan gibi güçlü bir yeni yönetmen tanımamıştım… kısacık bir süre içinde muhteşem bir hikaye anlatıp , on numara bir film çıkarmıştı.. tabi nazmi’nin mükemmel performansı da unutulmamalı.. sinema dolu bir sohbet sürerken duygusal bir müzik çaldığını fark edip sahneye baktığımızda halo’nun yaptırdığı muhteşem düğün pastası ortaya gelmişti.. ama kardeşimiz seçkin çalan müziği susturdu ve müzikleri çalan arkadaşlara dönerek bir şeyler fısıldadı.. anladık ki pasta kesme töreni istediği bir parçayla olacak.. ve beş on saniye sonra inanamadığımız bir şarkı başladı.. nazmi , ümo ve masadaki on kişi birbirimize baktık.. 

çalan parça ‘çav bella’nın bir versiyonuydu.. hepimiz çok neşelendik bir anda.. iki saattir klasik düğün müziklerinden feleğimiz şaşmış , kafamız allak bullak olmuşken birden çav bela çalıyordu.. sahnede seçkin yumruğunu kaldırmış neşeli bir şekilde tempo tutuyordu.. biz de coşkulu bir şekilde katıldık şarkıya.. bu düğünlerde yaşadığım ikinci bir sürprizdi.. daha önce de kardeşimin düğününde carlos puebla’dan ‘hasta siempre’ çaldığında duygulanıp , şaşırmıştım.. ve pastayı neşeyle kesen çifti alkışlayıp tebrik ettikten sonra tekrar sohbete daldık bizim ekiple..

arada nehir ablamız koşarak geliyor masaya bambaşka neşeler saçıyordu.. gelinin çiçeklerini alıp gelmişti.. babası ‘onu aldıysan seni hemen evlendirmemiz lazım’ diyince çiçeği hemen masaya bırakıp kaçtı küçük nehirimiz.. biz de arkasından güldük..

sonra bir ara geldiğinde yakaladık nehir’i tekrar.. nazmi abisi ona yeni doğan kızı ‘mina helin’ bebeğin fotoğraflarını gösterdi.. nehir resimleri ve videoları uzun uzun inceledi telefondan.. zaman ne çabuk ilerliyordu.. nehir de daha dün bebekti.. şimdi okula gidiyordu.. dün gibiydi yahu.. galiba yaşlanıyoruz..

gecenin ilerleyen saatlerinde kafamızı iyice bitmişken baktım nazmi , ümo ben yorgunluktan da tükenmişiz..

izin istedik halo dayımızdan ve onu öpüp arkadaşlarla vedalaştıktan sonra mekandan ayrıldık..

takside kakari kikiri yaparak evlere tevzi olduk.. eve girdiğimde kravatımı takside unuttuğumu fark ettim.. bir küfür salladım kendime.. en sevdiğim kravatımdı.. halbuki hiç sevmem de kravatı takmayı.. mecburiyetten bazen takılıyor işte.. bazı kravatları çok severim , renginden midir deseninden midir ya da benim takıntımdan mıdır bilmem o kravatlarla yılları deviririm.. ben değişirim ama fotoğraflara bakıldığında kravatlarım pek değişmez..

ağzımda küfür yüzümde güzel bir tebessümle kitaplıktan bir kitap çekip kendimi yatağa attım hemen.. yatakta baktım kitap ‘novembrists’ grubunun gitarist ve solistlerinden ‘joey goebel’in ithaki’den bu ay çıkan ‘vincent spinetti’nin tuhaf kariyeri’ romanı.. ilginç bir kitap.. biraz dalar gibi oldum kitaba sonra  aklıma düğünden ayrılırken halonun kulağına fısıldadıklarım ve onun cevabı geldi.. kitabı bıraktım gözlerimi kapattım. çok duygulandım.. kötü geçen iki günün finali nazmi ile halonun buluştuğu güzel bir geceyle bitmişti işte..

bu iki güzel insanın sevgilerine layık olabilmek için ne yapsak , ne etsek azdır.. sonsuza kadar hep onlarla birlikte olmak dileğiyle , iyi ki varlar..

 

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘terki dünya mekanından sayıklamalar..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

batmış denize

ve yükselmiş göklere bu yeryüzü..’ – ingeborg bachmann

‘1 mayısın üzerinden kaç gün geçti , bir haftadan fazla sanırım.. bayram yorgunluğu ve bitmek tükenmek bilmeyen yolculuklar , iç ve dış kaynaklı yaşadığım çalkantılı süreçler.. saymakla bitmiyor.. hep bu nedenleri sayıyorum belki.. sıkıcı gelebilir.. ama gerçeklerim-iz bunlar.. elimizde vereceğimiz başka gerçeklik yok.. yalan da söyleyip yazmak işimize gelmiyor.. gülüyorum..

ve işte birden tepedeyim yine..

st. simon manastırının tepesinde..

arabadan iniyorum.. girişindeki tanıtım tabelasına bakıyorum , yine birkaç yaratık silahlarıyla delik deşik etmiş tabelayı.. bela okuyorum.. yürüyorum manastırın içine doğru..

st. simon’nun 40 yıl üzerinden hiç inmeyerek yaşadığı kaya parçasının üstüne çıkıyorum , yağ bağlamış kıçımıza , göbeğimize bakmayarak ve ona inat.. nefes nefese kalıyorum üzerine çıktığımda.. baharın serinliği var havada.. güneşin tekrar hafif hafif ısırıp yakmaya başladığı günlerin henüz başındayız.. terleyen sırtıma arkamdan sabah meltemi vuruyor.. rüzgarı önüme alıyorum yüzümü kel dağının bulunduğu tarafa denize çeviriyorum , akdeniz.. puslu bir havada güneşin ışıklarıyla parlıyor uzaktan..

kaç kere geldim buraya.. kaç kere kimleri getirdim görsünler diye burayı.. bilmiyorum..

ilk defa cesaret edip tek başıma çıkıyorum.. korkmuyorum bu sefer.. kimisi 450 kimisi 550 metre kimisi 800 metre diyor bu tepe için.. yüzlerce yıl önce st. simon bizim arabayla çıktığımız bu yolu günlerce süren bir yolculuktan sonra yayan tırmanarak gelmiş ve bu tepedeki manastıra yerleşmiş.. insanlardan ne kadar uzaklaşabilirse o kadar içsel huzura ulaşıp , dünyevi istek , arzu , ihtiras ve kavgalardan uzak kalacağını düşünen st. simon bir süre sonra onun iyileştirici gücü olduğuna inanan insanların akınına uğrar..

kayasını yükseltir.. daha büyük , daha yüksek bir kaya parçasının üzerine tüner..

ama insanlar yeni yerleştiği kaya parçasına da ulaşmaya başarır.. müritleri kendisine daha yüksek bir kaya parçası getirirler.. onun tepesine çıkar bu sefer.. ama insanlar hırslıdır ve bir çaresini bulup bu kayanın da tepesine varmayı başarırılar..

st. simon kızar ve adamalarına daha yüksek bir kaya bulmalarını söyler.. adamları o tepeye daha da yüksek bir kayayı bulup getirirler bin bir zorlukla.. ve  nihayet insanlar o kayanın üzerine çıkıp yaşamaya başlayan st. simon’a bu sefer ulaşamazlar.. tabi bu anlatılanlar hep efsane ve rivayet.. elli çeşit versiyonunu duyar ya da okuyabilirsiniz.. ben inanmak istediğimi anlatırım hep.. benim inandığım da bu.. sizler başkasını beğenip inanabilirsiniz hikayelerden.. ve siz de inandıklarınızı belki bana bir gün anlatır ya da yazarsınız..

ama işte ben ilk defa ‘tek’ başıma geldiğim st. simon manastırı’ndaki bu kayanın üzerine çıkabildim.. belki de bu kaya o en son yüksek olan kaya değildir kim bilir.. gerçi başka bir rivayete göre zaten o yüksek olan kaya st. simon öldükten sonra talan edilmiş , şifa bulmak ve dertlerine çare bulmak isteyen insanlar o kayayı parçalamışlar.. kim bilir.. hepsi bir rivayet.. belki de işte benim zorlukla çıkabildiğim bu kaya parçası sonradan koyulmuş başka bir kaya parçası.. tırmanmak için ayağınızı elinizi geçirebileceğiniz delikler , çıkıntılar mevcut.. ama bu 94 kiloluk cüsseyi oraya çıkarmak zor işti..

daha önceki gelişlerimde hiç teşebbüs etmemiştim üzerine çıkmaya.. belki de insanların önünde düşüp kafamı kırmaktansa tek başımayken düşüp kafamı kırıp ilginç bir yok oluş yaşamak istiyorum.. kaşıntı yani benimkisi..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse kayanın üzerine çıktığımda ilk hissettiğim baş dönmesi oldu.. o muhteşem manzaranın etkisi ve kayanın yüksekliği.. inebilecek miyim geriye diye bir an korktum bile.. çünkü yıllar önce habibi neccar dağına çıkarken arkadaşlarla , beni sarp ve zorlu bir uçurumun kenarında tek başıma bırakmışlardı.. nasıl korktuğumu şimdi hatırlıyorum ve kendime gülüyorum.. beni tek başıma orada bir saat bıraktılar.. yardım etmediler.. tek başına geçeceksin o etabı dediler.. ve yukarıdan onlar beni gülerek izlerken ben gözlerimde yaşlarla ve kalbim korku dolu şekilde tırmanmaya çalışıyordum.. sonra aralarından birisi dayanamadı debelenmekten paramparça olmuş ellerimden birini tutarak beni yukarıya çekti.. sonrası mı.. ne mi oldu neredeyse hepsini habibi neccarın tepesinden aşağıya atacaktım ki bana tüm biraları vererek rüşvetle bu işten sıyrıldılar.. işte şimdi ise yaklaşık on metrelik bu kaya parçasının üstüne tünemiş st. simon gibi akdeniz’e bakıyorum sabahın serinliğinde..

st. simon bu kaya parçasının üzerinde 40 yıl boyunca neler düşünmüştür diye hayallere dalmışken rüzgarın sesinin , ıslık çalmalarının artık burada duyulmadığını fark ediyorum üzülerek.. rüzgarın sesi artık kaybolmuş durumda bu tepede.. tıpkı antakya’nın diğer tepelerinde ve dağlarında olduğu gibi pıtrak gibi çoğalan çevre dostu olduğu söylenen binlerce rüzgar tirbünü gibi bu tepeye de onlarcası yerleştirilmiş durumda.. korkunç sesler çıkarıyor bu devasa rüzgar tirbünleri.. insanın sersemletiyor baktığınızda kocaman kanatlarına..

bu devasa kanatların altında rüzgar sesinden umudu kesip küçücük kanatlarıyla bir o yana bir bu yana konup neşeyle sesler çıkaran kuşları duymaya çalışıyorum.. onlar da belli ki ürkmüş durumdalar..

ben de telefonumun tekini çıkarıp kayıtlı müzikleri tarıyorum.. bari kulaklığı takıp akdeniz’e ve kel dağı’na karşı güzel müzikler dinleyeyim diyorum bu eşsiz manzarada.. telefonda kayıtlı ama kaydı çok kötü olan ‘abdel halim hafez’in şarkılarından açıyorum dinlemek için.. elimde sayılı şekilde buluna ‘abdel halim hafez’in şarkıları o kadar değerliydi ki benim için kimse bilemez bunu.. ilk defa onun ismiyle bir fransız menşeli toplam albümde karşılaşmıştım yıllar önce..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sesi gerçekten muhteşem bir ses.. yıllar sonra onun hayat hikayesine ulaşıp okuduğumda ise nasıl hüzünlenip ağladığımı hatırlıyorum onun şarkılarını dinlerken.. mısırlı bir şarkıcı olan ‘abdel halim hafez’ , ‘ümmü gülsüm’ (oum kalthoum) dan sonra arap dünyasının en büyük şarkıcısı olarak gösteriliyor kimi otoritelerce.. ben arap müziğinin özellikle de klasik , eski arap müziğinin hemen hemen her sanatçısını dinlediğimi iddia ediyorum.. geniş bir arşivim var.. çok etkilendiğim sanatçılar oldu.. albümlerini bulabilmek için peşinde koştuğum çok büyük şarkıcılar oldu.. hangi deliklere girip çıktığımı bir gün anlatırım da gülersiniz bu albüm avlanmalarım sırasında.. abdel halim hafez’ın albümlerine ulaşmam mümkün olmadı pek.. elimde on – on beş şarkılık bir karışık şarkı albümü vardı.. (bu arada yıllar sonra elime tüm şarkılarını koyan güzel insan kadim dost ‘reis’e buradan da teşekkür etmeliyim ki az kalır teşekkürlerim.. çocuk gibi sevindim tüm şarkılarına kavuştuğumda..) neyse işte st. simon’un o eşsiz manzarasında abdel halim hafez o yanık sesiyle söylüyordu.. nasıl da etkiledi o sırada beni abdel halim hafez.. hayatında görmediği ortadoğunun tarihi bir tepesinde bir insanın kendisinin ölümünden onlarca yıl sonra şarkılarının dinlediğini bilse ne düşünür ne yapardı acaba.. ne hissederdi.. işte unutulmamak , yok olmamak budur.. st. simon gibi , abdel halim hafez’da yıllara , yüz yıllara meydan okuyacak ve unutulmayacaklar.. biz hep buradayız diyecekler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : abdel halim hafez , ümmü gülsüm’ün elini öperken..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu tepeye kimlerle geldiğimi ve her getirdiğim insan grubunun nasıl da etkilendiğini hatırlamaya çalıştım kulağımda abdel halimle.. hiç kimse buradan ayrılmak istemiyordu.. sessizlik.. sadece rüzgarın ıslığı ve kuş sesleri.. insan birkaç hafta bu sessizlikte yaşasa geri dönebilir miydi o keşmekeş şehirlere ve tek düze yaşamlara.. kesinlikle dönemez , dönse bile akıl sağlığını yitirir yaşadığı şoktan dolayı..

sonra aklıma birden acaba tüm antakyalılar buraya gelip görmüş müdür sorusu geldi.. nerdeeeeeeeeeeeee.. buraya gelip ne yapacaklardı ki.. taşlara mı bakacaklardı.. zaten manastırın yanında yöresinde pek ağaç yoktu , piknik de yapılmazdı.. taşların gölgesinde yapılacak piknikten de hayır çıkmazdı ki.. gerçi buraya gerçekten görmeye gelenler dışında yine de epeyi bir ziyaretçi portföyü var : sevgililer , esrarkeşler , ayyaşlar ve hep güldüğüm defineciler.. ben hangi gruba giriyorum bilmiyorum ama turist olmadığım kesin.. aylağız işte.. huzur bulmaya geliyoruz buraya.. bir de tanıtım amaçlı gelişlerim oluyor , dostları getiriyorum.. gecenin ikisinde zifiri karanlıkta çıktığımız bile oldu bu tepeye.. deli olanın bile yapmayacağı bir şey bu.. farların ışığında çıktığımız tepede yine farların ışığıyla saatlerce ufka bakarak güneşin doğmasını bekledik sessizliği dinleyerek..

işte şimdi ben kayanın tepesinde istanbul’dan ve her şeyden uzakta abdel halim hafez’le akdeniz’i izliyorum.. öğlene doğru cehenneme geri dönüş için tekrar yola koyulacağım.. üç gündür uzak kaldığım cehennemime mecburi dönüşlerden birisi yine.. içimden şeytan kemirip fısıldıyor ‘la kapat telefonları , salla her şeyi , kal bir hafta daha memleketinde..’ hemen kovuyorum bu düşünceyi.. çünkü bu tür düşüncelere kanmam çok çabuk oluyor..

belim ağrıyor kayanın üzerine yayılıyorum güzelce.. soğuk bir bira istiyor canım.. en yakın bira alabileceğim yer tepenin ilk çıkış noktasındaki samandağ antakya karayoluna bağlanan şose yolun başlangıcında.. beş altı kilometre arabayla inip geri dönmem gerekiyor.. üşeniyorum.. çıkarken alamamıştım çünkü henüz kapalıydı bakkal..

gözlerimi kapatıp soğuk bir bira bardağını hayal ediyorum.. oysa henüz kahvaltı bile etmemişim.. abdel halim hafez o sırada ‘awwel marra’dan ‘hobak nar’a geçiyor.. şarkıyı geriye alıyorum. ‘awwel marra’ çalsın istiyorum.. ilk defa.. ilk defa.. ilk defa..

uyuyacağımdan korkup kalkıyorum kayanın üzerinden hızlı bir şekilde iniyorum , yarısından sarkıp atlayarak.. etrafta dolaşıyorum bahar çiçeklerinin üzerinde fink atan kuşları korkutarak.. zindan olarak kullanılan çukurların yanlarından geçerken rüyadan uyanıyorum bir an.. hemen kaçıyorum oralardan.. ‘terki dünya tarikatı’nın merkezi olduğu söylenen bu manastırda ne amaçla kullanıldığını bilmediğim bu zindanlar hep korkutmuştur beni.. göğe bu kadar yakınken toprağın içine doğru kazılmış on belki yirmi metre derinliğindeki zindanlar..

manastırın daha da önüne doğru çıkıp düzgün kesilmiş bir duvar taşının üzerine uzanıyorum.. akdeniz’e doğru dalıyorum yine.. istanbul ne kadar uzak buradan.. ve ne kadar yabancı buraya oralar.. istanbul’u insanlar neden ve nasıl sever hiç anlamamışımdır.. ne yaşadığının farkındasındır orada ne nefes aldığının.. geçmişte eminim güzeldi bu şehir ama şimdi sadece bir cesedin arta kalanları gibi görünüyor bana.. kokmuş bir şehir..

kel dağının tepesindeki bulutlar dağılıyor az ötemde.. elimi uzatsam yakalayacakmışım karları gibi bir tablo olarak duruyor karşımda.. ve on kilometreden daha uzun bir doğal kumdan oluşan dünyanın en uzun ikinci kumsalı olduğu söylenen samandağ sahili.. sağıma dönüyorum , musa dağı’nın üzerinden pamuk gibi bulutlar akar gibi geçiyorlar.. ah musa dağı ah.. ne hikayeler , ne yaşanmışlıklar , ne büyük ve çok acıların tarihi var orada.. bir gün orayı da anlatacağım.. orası da ayrı bir cennet..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse dönelim tekrar st. simon’a.. burada yaşasam tek kaybım ‘aylak adamız’ olacak.. çünkü buraya en yakın değil internetli ortam , elektrik olan yer bile on kilometre aşağıda.. birden içimi bir hüzün kaplıyor.. bebeğimiz o bizim : aylak adamız.. büyütüp bu yaşa getirdik şimdi onu terk etmek koyar insanın kalbine.. sonra birden reis’le aylak adamız üzerine yaptığımız muhabbetler geliyor.. tek başıma tepede kahkahayla gülüyorum.. kuşlarda bana gülüyor deliye bak dercesine cıvıldaşıyorlar.. reis’le en son muhabbetimiz yeni yazarlarımızın nefesinin ne zaman tükeneceği ve ne zaman sıkılacakları üzerineydi.. çünkü biliyorduk yazmak kolay şey değil.. hele devamlı yazmak , üretmek , paylaşmak çok zor ve sancılı bir üretim.. bazen insan ben ne yapıyorum dediği oluyor.. sıkılıyor.. bana ne ya dediği oluyor.. hele ilk kez yazmaya teşebbüs eden bir insansanız bu daha da çabuk oluyor.. neyse aylak adamız’a yazmak isteyen herkese sayfamızı açtık sevinerek.. ama şimdi görüyoruz ki herkes sustu.. sustu diyorum çünkü herkes burada konuşarak yazıyor ve paylaşımlarda bulunuyor.. sesimize ses vermişlerdi.. onlar da bir şeyler diyordu kendi kalplerinden kopan.. ama yavaş yavaş seslerin azalacağını kötü kötü düşünmüştük reis’le.. hele bloglara konan yasağın kalkmasından sonra çözülmenin daha hızlı olacağını da tahmin etmiştik.. ama bu bizi ürkütmüyordu çünkü biz zaten yola çıktığımızda üç dört kişiydik.. ve üç senedir de bebe bu üç dört kişiyle büyüyordu.. herkes de bilir kimseye neden yazmıyorsun ya da niye yazın gecikti ya da unuttun bizi demeyiz.. çünkü birisine zorla bir şey yazdırtmak saçma , saçma olduğu kadar da yabancı ve yalancıdır..

dün bir kez daha reis’le birlikteydik.. kahkahalarla gülerek bu durumu değerlendirdik.. ‘yine yalnız gibiyiz’ dedim.. ‘sonsuza kadar aga’ diyerek cevap verdi reis..

ama biz her zaman buradayız işte.. yazmak isteyen yazar.. yazmak istemeyen de canı istediği zaman yazar.. kapımız yok bizim yani kimseye kapanmaz kapımız.. kapılarla , kilitlerle işimiz olmadı , olmaz.. dileyen girer oturur bu sohbet masasına.. dileyen uzaktan izleyip dinler..

işte st. simon’un önünde akdeniz’e doğru bir taşın üzerinde uzanmışken aylak adamız’da burayı anlatmalıyım dedim.. bir gün geniş bir ekipmanla gelip burada sağlam çekimler yapıp burayı hem aylak adamız da hem başka ortamlarda tanıtmalıyız diye düşünüp karar veriyorum.. güzel bir belgeseli ya da filmi çekilmeli ve fonda da mesela abdel halim hafez’dan ciğer delen , kalp titreten ezgiler çalmalı..

geriye dönmek için yola koyulma zamanı gelip geçiyor ve ben hüzünle uzandığım yerden kalkıyorum.. arabaya dönüyorum , camları sonuna kadar açıp virajlı yoldan hızla iniyorum..

işte yine ‘huzurdan kaçıyorum..’

istikamet dünya , istikamet cehennemim..

terki dünya mekanından , dünyaya yol alıyorum arabanın teybinde abdel halim hafez o muhteşem sesiyle ‘nar  habibi , nar habibi nar , habbek nar’ derken gözlerimden yaşlar boşalıyor..’

Crockett..

(fotoğraflar : crockett..)

 

Sewgili sus-kûn susku,

İnsan dediğin pek de mühim bir mewzu değilmiş. Anladım eylemi gibi bir eyramla bitirmek isterdim, ama bu mümkün değil. Bu “bilinen” bir şey, ancak bilinen sözcüğünün ilk çağrıştırdığı, “herkesin haberdar olduğu, genel geçer bilgi” anlamında değil. Yani? Yani, bu bilinen, “Bu bilgi bana bilindi.” cümlesindeki, “bilindi” sözcüğünün karşılığı. Birinci tekil şahıs burada, bağımsız bir özne olarak hareket eden bilginin, kendini görünür kıldığı, kendinde örtüsünü kaldırdığı nesne durumunda. Ya da belki ikisi de değil, sadece ek fiil, sadece kafası karışmış o kadar. Belki de o kadar sıkılmıştır ki, isimden yapılma yüklemleri pekiştirmekten, biraz da nesne veya özne –imiş gibi yapayım demiştir. Bak yine de son derece gerçekçi ve ayakları yere basıyor, en azından müstakil olarak bir eylem bildirmeye kalkmıyor. Haddini biliyor yani. Belki de bu yüzden bu kadar zorlanması, bir kara parçasının üzerinde durmak mewzu bahis olduğunda.

Birinci tekil şahıs, sıklıkla nimetleri acılaştıran ölümü düşünüyor. Ancak kurumsallaşmış bir yola girmiş, bir yolun memur-derwişi gibi değil. Râbıtâ-ül mevt değil yani yaptığı. Önce otur sessiz, sakin ve karanlık. Sonra düşün ölmüşsün ve bedenini yıkıyorlar, sonra da seni toprağa iade ediyorlar. Aman çok ürktüm, çok ibret aldım ve ne yapsam ne etsem diyerek kendimi oradan oraya vurdum. Ahanda hiçlik duygusu, kopkoyu karanlık gece ve tepemizde akbabalar. “So what” makamı, eğer duman olup dolduysa her bir zerrene, her anın ölüm… Ölümle bağlantı kurmak niye? “Ölüm, alo ölüm, orada mısın? Karnım tok, sırtım pek, en son ev için bir finans kurumundan caiz kredi de aldım. Hazırım yani sana, gel ölüm kur rabıta bana!”

Here comes the death…

“Hey sen, oradaki saçmalık, ne sanıyorsun sen kendini yaw?! Sırf senin için kaç zaman, kaç çağ, kaç ihtilal aştım, ama bak gördüğün gibi buradayım. Kaç firavunun, kaç Belkıs’ın, kaç jakobenin, kaç burjuvanın, kaç kasap karısının, kaç müminin, kaç asi rüzgarın vs. canlarını aldım, melekûtun zamanıyla. Hiçlik… Çoğunun gözlerine son anda, o son an-da çöktü. Bilir misin ne zordur, bir insanın kalbinin dolduğunu ve bu dolmuş olmaklıktan ötürü kanadığını görmek? Bu bak işte, en acı hem de en saçma ölüm nedeni. O yüzden durma orada, salınıp durma eşikte, hadi sal, sal, salınım kendini boşluğa. Bak hazır pabuçları da çıkarmaya meyletmişsin… Hadisene!”

İyi mi ölümü de kızdırdık, hay ben benin! Şimdi ne demeye çalışıyorum? Walla bunu ben de bilmiyorum. Ancak şu an burada aklıma, Paul Auster’ın senaryosuydu herhalde. Başrollerinde, Harvey Keitel ve William Hurt vardı… Smoke, evet o filmin bir sahnesi geldi. Şimdi yazar olan Hurt, tütüncü dükkanının sahibi Keitel’a bir hikaye anlatıyor. Adamın biri, Everest mi ne bir dağa tırmanıyor, tepeleme kar ve soğuk. Ammawelakin, donarak ölüyor. Sonra oğlu, yıllar geçiyor ve büyüyor. Babasının sırrı olan her insan teki gibi, aynı yoldan gidiyor, maksat babanın yarım bıraktığını tamamlamak ve bağı korumak, hıfz-ül konneksiyon. Neyse, oğulun tırmanışı da çetin, bir akşam bir noktada konaklıyor, geceyi geçirmek için. Ateş yakıyor ve bir süre sonra ateşin olduğu yerdeki karlar eriyor. Peki ortaya ne çıkıyor? Aynen… Babanın çok iyi koşullarda korunmuş, bozulmamış sureti. Oğlan hayrete düşüyor, sevinse mi üzülse mi, yoksa ne? Bakıyor babasına, kendisinin o gün olduğu yaştan daha genç duruyor karşısında.

Offff offfff, işte bu hikaye hep daraltır, yırtar benim kalbimi… Sonra kapılarımı dünyevileşmiş dünyanın üzerine örtüp, kendimi âleme bırakasım gelir. Nehir-oluş: balıklar yese ya beni; çöl-oluş: akbabalar deşse ya gözlerimi; orman-oluş ayılar parçalasa ya gülüşümü….sonra ben dağılsam dört bir yana da, su-olup, toprak-olup, taş-olup, ağaç-olup yaşasam ya dünyanın ölümüne dek…

İbn-i Zerâbî

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

biraz sigara , biraz elma biraz da tütün kolonyası…

jilet gibi ütülü olurdu pantolonları… altın yıldız kumaştan yaptırırdı özenle diktirdiği kıyafetlerini…
biraz sigara , biraz elma ama en çok tütün kolonyası kokardı teni… eve geldiğini hem o kokudan , hem de evin içinde işleyen o kusursuz nizamdan anlardım , sessizlik gayrimeşru bir havada , dudaklarının arasında hep bozulmayı beklerdi… ki ya sofra da unutulan tuzla ya da beğenilmeyen yemekle çokta kolay bozuluverirdi o sessizlik…
iyi ki o küçük balkon vardı… kim o bozulan sessizlikle parçalara bölünse siyah demirleri , bir tane nane saksısı , kederinden ve dikişlere tanıklığından solmuş iki tahta sandalyesi olan küçük balkona sığınır , sümüğünü çeke çeke ağlar , o narin gözyaşlarıyla da en hızlısından parçalarına sağlam dikişler atar ve ajansları (haberler) dinlemek üzere tekrar bozulan sessizliğe dönerdi…
ben çok ağlamazdım… taaa  o zamanlardan kulağıma kapaklar yapmıştım ben , gözlerime de uçan halılar… hemen hayallere dalardım…
o küçük balkon ne var ne yok ayaklarımın altına getirirdi… akan zamanla çubuk kraker parmaklarıma hiçte yakışmayan sigarayı da o küçük balkon getirdi… belki bir büyük balkon da alır elimden dedimse de hala anonim içilmekte…
ezandan sonra o solmuş sandalyelerin misafiri o iki serçe olurdu… birinin kanadı kırık… bıkmadan usanmadan konuşurlardı… sanki akşam ki gürültünün kahramanları değillermiş gibi… köydeki kulağı kesik cemil’den başlar , muhtarın kelek oğlu mahmut’a kadar anılır , geçmişin geleceğin itinayla dedikodusu yapılırdı… aklım almazdı hiç bu sırdaşlığı , bu merhameti , bu kabullenişi ve bu sevgiyi… şimdi ki yapay aşkları görüp , bilip , yaşayıp , yaşatıp , atınca öğrendim ki tüm mesele o küçük balkonda yapılan sırdaşlık , iç döküşmüş…
meğer o iki serçeyi ölüm aralarına girene dek ayırmayan konuşabilmekmiş…
orijinal adamdı benim babam…
tıraş parası bulamadığı zamanları , az da olsa şımardığımız anlarda hemen anlatır , haddimizi bilmemizi sağlardı… ne kızardım ona ‘şükredin en azından kira parası vermiyoruz , evimiz var’ dediğinde , ta ki bir ev sahibinin elinde 10 yıldır ziyan olana dek…
hep kızmışım zaten ben ona… bir gün ölürsem herkes okuyup vicdan azabı çeksin diye yazdığım küçük emrah filmlerini aratmayan günlüğümü bulunca gördüm hep kızdığımı… en çok bayram zamanları kızmışım ona… neden sadece bu günlere ait olmuş ki öpüşmek ,
akşamları ya da sabahları  öpülmez miydi baba ?
olsaydı , olabilseydi bayramları bekler miydim hiç… o çatık kaşların aralarına kadar öperdim…
‘ölüm genç  insana yakışmıyor’ dedi sevgili bülent abi…
o sesle çıktım geldim babamın çatık kaşlarından dünyaya…
haklı dedi , doğru dedi , ama eksik dedi…
ölüm asıl ölümsüzlere hiç  yakışmıyor…

 ‘BULUT’

 

kimse görmezken, kimse bakmazken.

hani hiç beklemediğin anlarda yapar ya hayat en şık hareketini. sen gündelik koşuşturmacanın içinde şuursuz adımlarla ilerlerken, her şeyin sonsuza dek nasılsa öyle gideceğini sanarken, yeni bir şeyin olması, hayatın önünde yeni bir kapı açıp seni artık omuzlarından bastıran alışılmışlığının dışına davet etmesi aklına gelen son olasılıkken bir şey olur. artık ne bilinmez. bütün kışı toprağın altında uyuyarak geçiren bir tohumun çıt diye kabuğunu kırması gibi. kimse görmezken, kimse bakmazken, yeşil bir filizin başını topraktan çıkarıvermesi gibi bir şey olur. hayat değişir. ne umduğun ne de beklediğin şekilde. hayat hep bildiğini okur. sen sence olmaması imkansız planlar peşinde koşarken o senin için hazırladığı B planlarıyla köşe başlarında, kapı arkalarında, çıkmaz sokaklarda yolunu kesmek için sabırla bekler. senin en beklemediğin anı hesaplayıp o ana kadar kılını kıpırdatmamak onun uzmanlık alanıdır. hayat kendince anlamlı çıkışlarını yapmak için beklemeyi sever. bekletmeyi daha çok. ta ki sana gerçekten bir şeyi beklediğini unutturana kadar.  senin rastlantı sandıklarını ince eler sık dokur. sen mesela bir gün öylece yolda yürüyüp bir yandan ele avuca gelmeyecek düşünceler arasında uçuşurken bir şey olur. bir rastlantı. sana rastlantı diye yutturulmuş, ince elenmiş sık dokunmuş. sen kendi kurguladığın senaryodan başkasını tahayyül bile edemezken, sen bakmazken, sen görmezken, önünde bir kapı açılır. o kapıyı kim açar, nasıl açar bilinmez. tek bildiğin artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığıdır. bir şey olmuştur. hayat değişmiştir.

teşekkürler hayat. bir kalbim olduğunu hatırlattığın için.

‘lucy in the sky’