Archive for the ‘Sayıklamalar’ Category

‘bir zamanlar adamın biri bana dedi ki : köşeyi dönüp de sıcağı hissettiğinde tastamam 30 saniyede bırakıp gitmek istemeyeceğin hiçbir şeye bağlanma..’ – neil mccauley (büyük hesaplaşma..)

gece, saat 11 30.. iç mekan..

eve varış.. en son öğlen saat 12 civarında tek başına bir öğlen yemeği.. günlerdir öğünler teke düşmüş durumda.. gecenin bu saatinde evde yemek yenir mi.. yenir ama sonra pert şekilde yatağa atınca kendini gecenin bir saatinde nefes kesilmesi ve çarpıntıyla uyanırsın.. yemedim.. kaç bira içmiştim bilmiyorum.. halbuki yaş otuz yediyi bulunca bazı şeylere insan dikkat ediyordu.. saymadığın şeyleri bile sayıyordun.. ama sıkıldın saymaktan yine.. tüm gün o sahaf bu sahaf dolandıktan sonra keyifle heybeme yüklediğim kitaplara bira içerek bakma keyfinde en güzeli neydi : ‘sombahar’ın bulduğun eski sayılarında kaybolmak.. hadi itiraf et hep ‘nilgün marmara’ ile ilgili yazılar bulmak istediğini.. ama bugün boş geçtin..

kitaplara bakarken gelen gidenlerden bölünmeniz.. sonra gelen gidenlere kendinizi teslim etmeniz.. o gelenler gidenler arasında sana kafayı yedirtenler.. hayata ‘top kafayla’ bakanlar.. bir yanında da hayata şiirle bakanlar.. oysa ne sevinçliydin dün..

sonra kalktım sahaf dolaştım.. bir sürü kitap dergi yüklendim geldim.. ne güzel gidiyordu gün işte.. sonra içme faslı..

bir, two, leti, erbaa, hamsi, six, seven, acht, dokuz, on.. saymakla bitmiyor ki.. sıkılıyorsun.. zaman akıyor..

‘delirmek’imin gülümseyişinde , ‘reis’in ve ‘yüco’mun muhabbetinde..

sonra birden onu hatırlayıp eline ‘t’un kapaklarını alıp tavşan yapmaya başlıyorsun.. hiçbir alet kullanmadan ‘t’un kapaklarından tavşan yapmak.. nerden aklına geldi ‘n’.. kafayı yemişsin oğlum ‘n’.. bir kapak, nen kapak, three kapak, erbaa kapak vs vs vs devam ediyor..

bir ara bu tavşanları çekmecende biriktiriyordun değil mi..

bazen ‘t’un kapakları direniyor parmakların kesiliyor.. alkolden sulanan kanın pıhtılaşmıyor, sıkılmadan kanıyor parmakların.. kağıt kesiği gibi ‘t’un kapaklarının kesikleri..

eve bazen tişörtünde, gömleğinde kan lekeleriyle gidiyorsun farkında olmadan.. canım annem görünce ürküyor ve soruyor : ‘kavga mı ettin..’ cevap verecek gücün yok annene.. ne kadar kötü bir evlat oldum ben hep böyle.. hep korkuttum, hep üzdüm onları.. değil mi la.. ‘yok anne’ diyorsun ‘yok bir şey..’ tabi sen de o sırada bu kan nedir diye düşünüyorsun.. sonra parmaklarında bir acı.. hatırlayıp gülümsüyorsun.. annen hemen vazgeçmiyor, seni tepeden tırnağa süzüyor.. inanmazlar hemen.. inandırana kadar o haldeyken bitersin zaten..

gece, saat 11 50.. iç mekan..

ve yatak..

uzanıyorsun..

gece, saat 00.40.. iç mekan..

yatak cehennemi başlıyor.. dönüp duruyorsun..

televizyon karşında açık..

binlerce kitabın arasında yatağında dönüp duruyorsun.. uyku yok..

oysa on saniye önce bayılmak üzereydin.. ama uyumak istediğin anda uyku koşa koşa kaçıyor sanki..

küfür..

gözlüğü takıyorsun televizyona bakıyorsun..

kalkıp bir ‘family guy’ atıyorsun zorlukla.. ‘stevie’ye biraz takılıyorsun.. ‘güneş’ yüreğini yakıyor.. kaç gün oldu görmedin.. sen kötü bir amcasın.. ‘güneş’, ‘enigma’dan parçalar söylüyor artık ve sen onu görmüyorsun..

‘güneşim..’

her şeyin senin ‘güneş’..

fakat onu görecek gücün bile yok.. gözlerinden yaşlar damlıyor.. ‘family guy’u kapatıyorsun.. binlerce film arasına dalıyorsun bu sefer.. gecelerinin rutinlerinden izlemek istemiyorsun.. ‘believer’ diye bir film.. onu makineye koyuyorsun.. şok.. sarsıcı bir film.. uykun artık kaf dağının ardında..

gece, saat 02. 35.. iç mekan..

uyku kaçınca bir yerli yapım bu sefer : ‘gişe memuru..’ olumlu eleştiriler alamasa da çok beğeniyorsun ‘gişe memuru’nu.. zaten kel alaka ne alaka ‘david lynch’ filmlerinden başlayarak ‘gişe memuru’nu eleştiren yazılar yazarsan derginde, senin dergini iki bin kişi bile okumaz bu ülkede.. yusuf atılgan’ın ‘anayurt oteli’nden uyarlanan filmden sonra yapılmış en iyi psikolojik gerilim filmi.. kim ne derse desin.. üç beş film izleyen sinema eleştirisi yapıyor bu ülkede, bu dünyada.. ‘truffaut‘ ve ‘godard’ın kemikleri sızlıyor.. günde üç, dört bazen beş yeni film izleyen bir manyak olarak bile cesaret edemem öyle yazılar yazmaya.. yüz film bile izlemeyen oturuyor film eleştirmeni oluyor bu dünyada… gerçi niye kızıyorsun ki safsalak ‘n’, çevren de bile yok muydu on roman okumayıp roman yazmaya başlayanlar..

gece, saat 04.55.. iç mekan..

‘gişe memuru’yla birlikte saati sabahın beşi ediyorsun.. uyuman lazım sabah  sekiz buçukta ‘ciğerim’i alıp istanbul içi ankara yolu kadar yol yapıp on tane adliye dolaşacaksınız.. uyuyamıyorsun.. bazen ara ara dalıyorsun.. ama yine işkence gibi bir gece..

gündüz, saat 07.30.. iç ve dış mekan..

üç kuruşluk kısa uykundan kalkıyorsun fakat dakikalar geçtikçe hala yataktasın.. mide hapın.. el yüz yıkama faslın.. giyindin.. garajdasın.. yine illa birileri saçma sapan şekilde park ettiğinden garajda bir sabah cinnetiyle kendinden geçme faslı..

gündüz, saat 08.55.. dış mekan..

arabayla ‘ciğerim’i alıyorsun.. ve yollar ve yollar.. koşturmaca başlıyor.. zaman akmaya başlıyor..

gündüz, saat 11.30.. dış mekan..

‘halo’ sizi bir adliye çıkışında yakalıyor.. onu da paket yapıp arabaya atıyorsunuz.. artık yollar onunla daha neşeli..

gündüz, saat 14.05.. dış mekan..

fark ediyorsun ki sen dün öğlenden beri yemek yememişsin.. midene bıçak saplanmaları.. işler bitmeden ‘ciğerim’e dönüp yemek yiyelim artık yoksa bir tırın altına gireceğim diyorsun.. ‘abidin dayı’yı gidip alıyorsun mekandan..

nereye gidelim derken teklifi kendin yapıp kendin karar veriyorsun.. sen de az faşo değilsin ‘n’..

çamlıca..

yirmi dört saattir aç olan adam et yemeye gidiyor.. bir çorba bile olmayan yerde rakıya çorbalık yaptıracaksın aferin sana ‘n’..

ve çamlıca.. önden gelen aperatif ve peynirle kahvaltı faslı.. hele sıcak sıcak gelen ekmeklerle bir ayin..

ve sonra yemek.. manzaraya kaç kere baktın be ‘n’.. hiç.. senin için o manzaranın hiçbir anlam ifade etmediğinin farkında değil kimse..

‘halo’ çakırkeyif oluyor.. muhabbet ve komedi bir arada..

gündüz, saat 15.30.. dış mekan..

yemekten ağır ağır kalkılıyor.. bir ufak tur daha.. yaklaşık 60 kilometrelik.. sonra kadıköy’e, mekana geri dönüş.. yorgunsun. ama neden.. uykusuzluktan mı yoksa koşturmaktan mı.. bilmek istemiyorsun..

gündüz, saat 16.55.. iç mekan..

mekanda tek başına bira açıyorsun.. ön odadan pencereden dışarı bakıyorsun.. dışarıda yüzlerce insan hemen yirmi metre ilerde saçma sapan nedenlerle yedi kişinin bıçaklanarak yaralandığı olaya inat alkolü vücutlarına enjekte ediyorlar.. muhabbet gırla.. hiç sevmedin böyle mekanlarda içmeyi.. hep kendi inlerinde takılıyorsun.. oysa bak hayat dedikleri orasıymış la.. yürüyün la anca gidersiniz.. kendi dediğini bile duyamadığın yerlerde zırıltı içinde edilecek muhabbet de, içilecek alkol de uzak dursun benden.. o kaddddddaaaaarrrrrrrr..

tek başına içmeye devam ediyorsun mekanın arka bölümünde..

yine saymayı unutuyorsun şişeleri..

‘yael naim’ çalmaya başlıyor..

fondipler başlıyor..

tek başına şişeleri havaya kaldırıp sağlığına diyorsun boş şişelere vurarak..

gülümsüyorsun..

‘yael naim’den, ‘she was a boy’ sahne alıyor birden..

gözlerinden yaşlar akarken ayağa kalkıp ‘yael’e bağıra bağıra eşlik ediyorsun..

yukarıda uduyla sana müzik ziyafetleri çeken güzel komşun neye uğradığını şaşırıyor.. notaları karıştırıyor ve udu bir kenara bırakıp seni ve senden fırsat kalırsa ‘yael naim’i dinliyor saygıyla ya da dehşetle..

gözünden akan yaşlar döşemeye, masaya her yere salakça damlıyor..

‘yael’ kalbinin üzerinde tepiniyor o yumuşacık sesiyle..

gece, saat 21.16.. iç mekan..

tebrik ediyorsun kendini çünkü sayıp bakıyorsun masaya, tam tamına 12 tavşanın var..

eline ‘bavulunu’ alıp kümesine doğru yola çıkıyorsun kulağında ‘amy ray’ın ‘birds of a feather’.. ‘hey brother’ diyor..’ it’s hard to be close, hey brother it’s hard to be touched’..

sonra tekrar ‘yael naim’ alıyor sözü..

ve ‘she was a boy’ diyor sıkılmadan..

ve sen gözlerini yarıştırıyorsun hangi şarkıda hanginiz daha çok ağlayacak diye..

sokaktasın..

‘abu abdalla’nın her zaman ki gülümseyişini suratına gömüp, ona sessizce kafanla selam verip kayboluyorsun sokaklarda..’

bu sefer ‘yael naim’ noktayı koyuyor yeni başlayan şarkısıyla :

‘game is over’..

Crockett..

(gecenin bir yarısı dönüp yazıyı okuduğumda gördüm ki hadi truffaut doğru da, godard’ı da gömmüşüm yazıda, onun için de kemikleri sızlar demişim.. kendisinden özür diliyorum.. on dakika içinde naylon kafayla yazılan yazılar ancak bu kadar oluyor ne edek la.. ‘mutsuzluk taviz vermektir’ demişsin ustam godard.. ben hep taviz veriyorum usta ne edeceğiz, çare nedir.. bak seni bile gömmüşüm kemiklerini sızlatmışım.. güldüm sabahın dördünde.. kusuruma bakma emi..) 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ve her şey, her şey birbirini yer..

‘yalnızlık ..  dört yanı sen’lerle çoğul..

yalnızlık.. mutfakta biriken bardaklar..her bardakta sadece  sana ait olan.. dudak izleri..

evet.. hayatımızda mutlak olan o tek şey’lerden biri de kişinin yalnızlığı.. kendineliği…

ve sonunda inandım ki  herkes her şey  birbirini  bir süre sonra yemeye başlıyor.. 

ve mutlak son ise  yine tek başına olmak..

ZEKİ DEMİRKUBUZ; türk sinemasının en önemli bağımsızlarından biri.. filmlerini izlemek.. arka sokaklarda kir pas içinde, aciz, çaresiz, yoksul, kimsesiz yürümek..yara bere içinde kalmak.. düşüpte  kalkamamak..

ayağa kalkmak istememek.. düştüğün yerde dizlerini karnına çekerek, öylece sonsuza kadar uyumak isteği..

bu kadar kalabalık duygu içinde bir o kadar da duru bir anlatım,.

Ve filmlerindeki  kapıların gizemi.. 

Demirkubuz’un cezaevinde yazmaya başladığı ve edebiyata ilgi duyduğu dönemlerde DOSTOYEVSKY’nin  özellikle ‘SUÇ VE CEZA’nın etkisinde kaldığı,  “YAZGI” filmini ise  ALBERT CAMUS’nun ‘yabancı’sını yeniden biçimleyerek çektiği malumdur..

 En sevdiğim filmi  ise ,,,

 KADER ;  film haluk bilginer ve derya alabora’lı masumiyet’in  öncesini anlatan bir film.. masumiyet ne kadar  güçlü  ise kader filmi de  bana göre başyapıt .. masumiyetin gölgesinde kalmadan ilerleyen yolunu bulmuş bir film..

 aşkı en güzel, en rezil, en çaresiz ve en güçlü anlatan  filmlerden..
ve insanın kafasını, aklını, kalbini darmadağın eden bu sahne..

BEKİR ; “geçen gene çocuk hastaydı..ilacı bitmiş almak için dışarı çıktım..

sağa sola saldırıp nöbetçi eczane arıyoruz..
birden durup dururken içim cız etti.. bir baktım gene aynı karın ağrısı..

öyle özlemişim ki seni.. dönerken bir meyhane gördüm,

bir içeri girdiğimi hatırlıyorum bir de rakıya yumulduğumu..

arkasından en az 4 cigaralık.. sonra bi gözümü açtım karşıdan karlı dağlar geçiyor..

bir daha açtım başımda bir çocuk ‘Kalk abi’ diyor, ‘Kars’a geldik’..

otobüsten indim yürümeye başladım.. dedim allahım neredeyim ben, burası neresi?

sonra güç bela burayı buldum.. kapının önünde durup düşündüm..

dedim ‘Bekir, bu kapı ahret kapısı, bu köprü sırat köprüsü..

bu sefer de geçersen bir daha geri dönemezsin’, ‘iyi düşün’ dedim..

düşündüm, düşünüyorum, ama olmadı, dönemedim..

sonra ‘bak oğlum’ dedim kendi kendime, ‘yolu yok, çekeceksin.

isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle.

Yol belli, eğ basını, usul usul yürü şimdi’.”

Ve filmde aklımda kalan,  gonca öncel’in pansiyonda

yan odadan gelen sesi ve şarkısı…

İster kul ol ister köle..

Tüm aşklar bir gün bitecek..

 

ve her şey , her şey  birbirini yer..

‘TAFLAN’

………….

‘bizi karşıya geçir
bu bahçesi dağılmış
elmanın cinnetidir
bizi kayığına alma
senden karşıya geçir’


HAYDAR ERGÜLEN

Dünün yanlışları… Affet ama unutma!

“Oi Va Voi”nın en sevdiğim şarkılarından, “Yesterday’s Mistakes”ten alıntı başlık. Affet ama unutma. Unutmak işte asıl gaflet olan o. Yoksa affetmenin ve yola devam etmenin kendisi, pasif bir eylem değil.  Affetmezsen, tam göğsünün ortasında, inceden bir çıngıraklı yılan beslemeye başlıyorsun. Muhtemelen, canın ilk yandığında ortaya çıkıyor yılanın. Sonra, her kastın ardından, sana kast eden özneyi ve intikam saatini belleğine kazıyarak, yılanına bir halka ekliyorsun. Zaman akıp gidiyor, kişiselleştirilmiş acıların beslediği yılan devasa bir çıngırağa dönüşüyor. İntikam almaya bile mecalin kalmıyor; çünkü yılanın hareket edecek yeri kalmadığından seni zehirleyerek kendisine dönüştürüyor. Yani, tüm o menfi, kalbi delik deşik eden duyguların ve ateşin kendisine.

Bu aralar hesabımda halkla ilişkiler var. Zaman zaman kilitlenip kalıyorum. BtŞ’yi oluşturan “ben”ler sırasıyla arzı endam eyliyorlar. Bir ben intikam ateşini yakarken, diğeri affetmemi telkin ediyor. Sonra biri çıkıp kibirle, “İnsanlar böyledir efem, onları oldukları gibi kabul etmek gerekir” diyerek, bana kent-soylu gurur ve acıma ile karışık bir bakış atıyor. Affetmeyi telkin eden benin kapı komşusu olan, akl-ı selim ben, mağarasından çıkıp, Musa’dan ödünç aldığı asasına dayanıyor ve: “Bekle çocuğum Zülkarneyn bilincinin göğünden senin için zuhur edecek” vaadinde bulunuyor. Ardından, en ham, en şeytani ben çıkıyor ve, “S….. et bu salakları! Zekanı, kısasa kısas hakkın için kullan. Bahçelerine gir, evlerini tarumar et. Hepsini yak ve onlar acı ile yanarken, sen  dumanlanıp seyret” diyerek, o keçi ayaklarıyla sırtımı tekmeliyor.

Wesselam bir hayli karışık işler… Ammawelakin, hayat işte orada! Sana yolda çarpan, seni tanımadan eleştiren, sahip olduğunu sandıklarına hasetle bakan, süreci değil sonucu gören, mutsuzluğuna mutlu/mutluluğuna mutsuz olan teyzede, arkadaşta, meslektaşta vs., kısaca karşılaştığın her toplumsal adacıkta. Hayat kaçınılmaz, ol sebepten halkla karşılaşma da kaçınılmaz. Halkla ilişkilerde ortaya çıkmasının risk olmayıp, kesin olduğu zarar ve belaları en aza indirmek ise imkansız değil. Evet zor, evet bir hayat boyu gel-git, iman-küfür, affediş-kin arasında salınımı gerektiriyor; ancak nasılsa hayat her türlü geçecek ve her türlü cehennemi olacağız birbirimizin.  Sadece zaaflarımızdan, hırslarımızdan ve tamahkarlığımızdan vurulabiliriz. Birinin kibirle canımı acıtması, bendeki egonun yüksekliğinden ya da diş telleriyle gezinen bir ergen olmasından kaynaklanmaz mı aslında? Benliğimin inşası/adam edilmesi, maddi araçlarla yapılıyorsa, yazık bana! Demek ki kaybettiğimde evi, arabayı, manitayı yerle bir olacak “kendim” dediğim her ne var ise. Yok eğer rahmimde, her gün çapalayıp, temizleyip, sulayıp yetiştirdiklerimse, aferim o zaman bana. Ben ölmeden, hiç kimse / hiçbir şey bir halt yapamaz bana; ancak Rabile döner/dönüşürüm.

Niye bu kadar uğraşıyorsun ki sen, olduğu gibi, geldiği gibi karşıla ve vur gitsin sana kastedene? Öyle de, o zaman ondan ne farkım kalacak? Egoların savaşı… Öf hocam öf, hayat kısa, emel uzun; akl-ı selim ben, bu emelin tasfiyesinde buldu gönlünün ferahını. O sebepten, eşiktekine söyle, cinlerle flört edip durmasın. Kalbindeki sonlu bağları koparsın ve özgürleşsin. Ha, o vakte kadar mı? Soğukkanlı ol, muhatabın kendi gerçekliğinden konuşuyor, ikinci tekil şahsa, kendi “habilitusu”nun ölçüleriyle bir elbise dikmeye çalışıyor. Kendi kıçının çıplaklığına ilişmesin, İtŞ’nin gözleri diye, ona kendisini çıplak hissettirerek başlatıyor yabancılaşma sürecini. Sonra, kutsalı, elalemi, genel kabulleri kullanarak, onu o elbiseyi giymeye ikna ediyor, yani yabancılaştırıyor.

Ol sebepten gaflete düşme, içinin farkında ol, karşındakini gör akıl, zeka ve kalbinle. Gör ve dikkatini kendisine yönelt: “Bak kıçın açık!” O dönüp kendi kıçını örtmeye çalışırken, sen ellerin ceplerinde, çınarların altında kendine şekerli bir kahve söyle.

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Milliyet Çocuk..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yetmişli yıllarda doğup seksenlerde onlu yaşları geçenlerin çocukluklarında bilgisayar, cep telefonu, play station vs yoktu.. televizyon tek kanallıydı.. sınırlı yayın yapıyor ve şimdiki kadar etkin değildi..

çocuklar okul dışında vakitlerini sokaklarda değişik oyunlar oynayarak geçirirdi.. telden yapılma oyuncak arabalar, mahalledeki marangozda yapılan bilyeli tekerleri ve direksiyonu olan kızaklar, tahtadan yapılma tabanca tüfekler, cep telefonunun öncülü olan ip ve kibrit kutularından yapılma telefonlar vs..

az biraz okumayı sevenler ise rıfat ılgaz’ın bacaksız serisi, sempe – goscinny ikilisinin pıtırcık serisi kitapları, denizler altında yirmibin fersah, tom sawyer’in maceraları gibi klasiklerin yanı sıra başta ‘şimdiki çocuklar harika’ olmak üzere aziz nesin kitaplarıyla okuma aşklarını yenileyip, geleceğe taşırlardı..

bunlar dışında bir de süreli yayınlar vardı.. bunların öncülü ve her zaman en iyisi olan ‘milliyet çocuk’ dergisiydi..

kasabanın ya da şehrin en yakın gazete bayisinde sabahın köründe çocuklar onun gelmesini beklerdi.. ama bazen gecikir , günleri sarkardı.. sabırsızlık artar gazete kamyonunun uzaktan görünmesiyle bir heyecan dalgası yayılırdı.. bu heyecanın esas nedeni ise derginin bir önceki sayısında en heyecanlı yerinde kalan çizgi romanların akıbetinin merak edilmesiydi.. hele kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde oturuyorsanız bu beklemeler bazen daha uzun sürerdi.. zaten böyle yerlere abone olmazsanız dergi de gelmezdi.. abonelikte de problemler olur bazen iki üç ay dergi gelmez topluca gelirdi.. iki üç dergi birden gelse bile dergiler kısa süre içinde nefes nefese okunur ve sonra yine beklenmeye başlanırdı..

yanlış anlaşılmak istemem, günümüzde doğru dürüst üç beş kelime konuşabilen ve okuma-kitap aşkıyla yanıp tutuşan insanların çoğunda bu derginin katkısı vardır… aksini iddia eden de olabilir, bu benim görüşüm..

hatırladığım kadarıyla yalvaç ural ve ülkü tamer’in yönetiminde çıkarılıyordu dergi.. yazar çizer kadrosu da yerli yabancı yazar çizerlerden oluşan çok sağlam bir kadroydu..

cimcime, ince memed, mırnav, uzay çocukları, şimşek santrfor , red kit, asterix ve tarzan şu anda aklıma gelen çizgi bölümleriydi milliyet çocuğun..

bu dergileri atmaya kıyamazdınız, itinayla saklar ve sararan dergileri yıllar geçtikçe tekrar tekrar okurdunuz.. imkanı olanlar güzelce ciltletirlerdi.. becerebilenler kendisi ciltlerdi dergileri..

uzun süredir unuttuğum milliyet çocuk dergisini geçenlerde moda’da aylak aylak dolaşırken hatırladım.. o günleri hatırlayıp duygulandım.. uzun uzun dergiyi düşündüm.. ilk aklıma gelen ince memed, sonra da –sakın gülmeyin- cimcime’ydi.. neden bilmiyorum cimcimeydi işte.. ama en sevdiklerim asterix, red kit ve şimşek santrfordu..

milliyet çocuk dergisinin bu başarısından sonra onun taklidi bir sürü dergi çıktı ama tutunamadılar.. bankalar bile çocuk dergisi çıkarmaya başladı.. bazı gazetelerin çıkardıkları ise milliyet çocuk dergisinin aksine, ağaç yaşken eğilir felsefesinden hareketle çocukları yontma amaçlı ve belli sağ siyasi görüşler doğrultusunda yetiştirme amacına hizmet ediyordu.. ama tutunamadılar bu taklit dergiler, aynen tarihin çöplüğüne gittiler..

işte bir moda gezintisinde tekrar hatırlanan ve okuma aşkımın en büyük nedenlerinden olan ve onun alevini de devamlı körükleyen dergi : milliyet çocuk..

şimdi ki çocuklar ne kadar şansızlar bilmiyorlar ve bu eksikliklerinin, şansızlıklarının farkında değiller.. sobalı evleri bilmiyorlar.. soba ne onu bilmiyorlar.. sobanın üstünde demlenen çayın yanında patlatılan mısırlar veya nar gibi kızarıp açılan kabuklarından yayılan kokuyla yemek için sabırsızlanılan ve elin yanması pahasına dokunulan kestaneli geceleri ya da günleri yaşamadılar şimdiki çocuklar..

aptal kutusu televizyonların başında oturup saçma sapan çizgi dizilere hipnotize edilmiş gibi saatlerce bakan, kendini unutan ve ve ve en önemlisi hayal kurmayı bilmeyen bir çocukluk.. yağmur yağdığında çıkan toprağın kokusunu bilmeyen bir çocukluk yetişiyor beton kentlerde.. adına modern kentler deniyor , modernlik, ilerleme deniyor.. hadi canım yemeyin bizi.. kümeslere tıkılan bir insanlık.. duygusuz, merhametsiz bir insanlık geldi ve daha da kötüsüne doğru gidiyor..

çocukluğumuzun çizgi filmlerinin kahramanlarının en sevilenlerinden birisi olan ‘atom karınca’ keşke şimdi uçarak gelse de bir dur diyip şu insanlığa, düzeltse şu dünyayı..

hiç büyümeyen çocuklar olarak kalın ve de tabii ki  gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sırf bir haziran doğru çıksın diye…’

1. NOT;  Pencere kenarında balkona bakıp bakıp bomboş gözlerle dolaptaki rakıdan bir kadeh alsam mı- henüz kahvaltı bile etmemişken ve saat akşam beş olmuşken- diye düşünürken, haydi zamanla ilgili bir şey yazalım dedim hayaletime, ilk sayfa çöp, ikinci sayfa çöp-olmuyor şiir dene dedim-, üçüncü sayfa çöp.. bir sinirle kalkıp ayağa- hayalet ürküp kitaplığın arkasına saklandı- hazır bahanede bulmuşken bir kadeh rakı parlat dedim bu gereksiz bedene, operasyonun ilk aşaması tamamdı- içmek için bir bahane bulunmuştu, yazamadın ya salak-, ikinci aşamasına geçilecekti, fonda incesaz vardı, elde de rakı, saat-zaman- aşk karışımı bir gavurdağı salatası çıkar diye umut ettim, dene, çöp, dene, çöp.. netice de olmadı.. bir yandan güneşe binbirtürlü küfür -neden bu kadar sıcaksın ulan? , bir yandan canını yediğimi aklına bindir türlü küfür.. masaya göz attım, kitaplar; nieztche (güç istenci) , çernişevski (nasıl yapmalı), ihsan oktay anar (puslu kıtalar atlası), büyük saat (turgut uyar).. hah dedim işte budur.. al eline, aldım.. geyikli gece, yok.. tel cambazının tel üstündeki şiiri, yok.. büyük saat.. evet bu oldu.. kendimle kurduğum münakaşa da son cümle şöyle idi; -haddini bil, otur oturduğun yere, ne senden şair olur (olmaya da hiç çalışmadım), ne de yazdığın beşbenzemez yazılamalardan şiir çıkar, salak herif, ayyaş alkolik aylak.. (aylak kısmını sevdim..)  Ve işte böyle çıktı bu da.. madem ben beceremiyorum, o halde sözü turgut abiye bırakıyorum.. Ey tarih saat kaç oralarda?   ;

 

‘BÜYÜK SAAT

 

Tarihi bir olmaz akış gibi,

Oh sanki evrenin en son gecesini yaşadım

Sanki dinozorlar ve ben ve en hızlısı öbürlerinin

Bir ilkel eşitlikte buluştuk (Evrenin kendi kurduğu gecesini).

Ben! Çocukları sevdim yaşadım, Dünyaya alışmadım

Kuru güller gibi yersiz ve inceydim biraz. Hep

bunu duydum. Bunu yaşadım. Pastanelerde şurda burda.

Oturdum emekli konsoloslarla iskambil oynadım.

Emekli konsoloslar, kutu yapımcıları büyük pastanelere,

hamurkarlar, pabuççular, polis hafiyeleri, kese kağıtçılar

Saraçlar, kurşun dökücüler, muhasebeciler, su yolcuları

Şarkı düzenleyenler, saat tamircileri!..

Şimdi tarihte saat kaç?

 

Tarihi bir olmaz akış gibi,

Tarihin yanlışı olmazdı biliyorum. Olsaydı!

Yanlışı olmaz gecikir. Ancak. Bir yapma incelik gecesinde

Danteller ve tüllerle ve krizantemle ve

belki de bir mektupla Lady Montague’den ve

bayram şenlikleriyle. Oysa ben, kış geldi

Dağlara falan gittim. Gözlükleri sevdim,

Coin de feu’lü bankerler kullansın diye. İncil’i ve

Aquinolu Thomas’ı okurken. Ve titrek yaşlı kadınlar,

La dame aux Camelias’yı dinlenme yurtlarında

 

Sırf bir haziran doğru çıksın diye,

Oturdum, bütün bir gün dikiş diktim.

Gözlükleri ve saatleri sevdim, okşar gibi sildim camlarını

Okşar gibi siliyorum, gözlükçüleri ve saatçileri

Saatime bakıyorum, hiç kızmıyorum, hiç kızmıyorum

Biraz geri kalmış, düzeltiyorum.

 

Tarihi yersiz bir alkış gibi

Geçmişte ve Akdeniz’de çalkalanan. Onaltı toplu kalyonlarda

Hatalı sekstant gibi. Kahramandık. Başa çıkılamazdık.

                                                                Acırdık.

Cerbe dolaylarında ve Celali dağlarında ve oralarda.

ve Amasya’da.başının sözü edilirken Şehzade Mustafa’nın

ve Hacı Bektaş kulları bunalırken ve 

Mustafa Kemal bunalırken Amasya’da.

Halk içinde bir büyük imkanı kaçırdık. Ama

bütün cinselliğimle Akdeniz’i avuçluyorum. Bütün. Şimdi

Akdeniz

Ortak. Öyle büyük ki zaten bütün uluslara yeter,

Tuzu ve karidesi ile- karides malum deniz tekesi-

Ve bütün cinsel isteğimle Akdeniz’i avuçluyorum.

Hazırlanıyorum -hala- yanılmışların ve hazırların gecesine

Ölmüş bütün babaları suçluyorum. Babalarla

ne zorum var aslında. Ben ki ölmüş bütün biçimleri

                                                         kullanıyorum.

Güneş vuruyor başıma artık. Ortalıktayım

Güneş vuruyor

Güneş vuruyor

Seni ve

Göğüslerini ve 

Akdeniz’i ve

başıma vuran güneşi birlikte avuçluyorum

Saat, saat kaç hala

Bilmem? Ben güneş saati kullanıyorum.

 

Tarihi bir hazin balkıma gibi

Biliyorum kafiyeyi bozduğumu.

Başka şeyleri de bozduğumu. Ve biliyorum ki

hüzün varsa içinde, bozukluk bile hoşuna gider saatçi Naci’nin

Biliyorum ki bozukluk bağışlanır, sevilir bile

İçinde bulunan herkesin ölmüş olduğu eski fotoğraflarda

Ve Akdeniz’e yelken basan kotralarda

Kuytu mağaralarında Karadeniz’in

Sessizlik ve görülmezlik bir büyük bahanedir.

Adam, şarkısını söyle ve çeker gider

Bir büyük meydana çıkınca gözbebeği

Ve sıkıntısı bir oda sabahına. Tatsız ve

Yanlış geçirilmiş bir geceden.. Ve

Kim bilebilir bir ufak pirinç tablete

Bozulmaz adımı yazdığımı.

Yani remilden birinin mührüne

Yemenden yahut Yunandan kalmış

Yani sonsuz girdi çıktısından mütarekenin

Kim bilebilir bir aldanışın sonunda adımı

Bir köprünün

Enikonu bir köprünün korkuluğuna kazdığımı

Ve bütün tüller, iskarpinler ve seçme şaraplar

Ve danteller ve röprodüksüyonlar ve

kocaman çiçekli balkonlar ve bir tüylü şapka için

Soğuk denizlerde balina avlarını ve büyük kırımları

Şimdi saat kaç?

Yıldızlar evet diyor uzaklarda..

 

TURGUT UYAR’

 

2. NOT; en güzel yıldızları en son nerde gördünüz, ben en son güzel yıldız ormanını arap topraklarında görmüştüm, hala özlerim.. rakı hala soğuk, birazdan da bir rakı davetine icabet edilecek tarafımdan, hala incesaz çalmakta, tütün var, çikolatalarım satılıyormuş.. e bundan alası samandağında kuzu çevirme ve incir rakısı (birine gönderme).. tüm aylakların berduşluklarını kutlarım.. şerefe..

3. NOT; ulan ‘papyrus’ musun nesin, hani şiir öğretecektin, birlikte mektebe gidip sonra kırklar meclisinin müsaadesiyle bir medrese kuracaktık, sen nakkaşhaneyi bende bahçedeki çardaklarda oturan güzelleri alacaktım.. hani şarabı da orda toprak testiden içecektik.. nerde ulan nerde?

 

bil cümle kulunuz ‘DELİRMEK’ ve mahdumları (olric,rakı,incesaz ve takdir-e şayan halı)…

Ayraç…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

”bütün yalnızlıklarınızın ilenci

korusun çoğulluklarınızı

cinnet koyun erdemin adını

maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın

hepiniz mezarısınız kendinizin..”

NİLGÜN MARMARA

  

Ayraç

 Kendini ayırdığı sayfanın en ölümcül anlamında arayan

masanın kırık tahtasından tereddütsüz içeri sızan

karanlığını cesurca yalnızlığında saklayan bir ayraç..

kıl..

tüy..

lavabo pisliği dünyanın,

‘neresinden dönsen kar’ olan buğulu yaşamında

kararlılıkla soluğunu kestiğin o an, tüm vaşaklar dünyaya saldırdı,

ardından..

kitabın senin ayırdığın kısmında

durup durup bakıyoruz o ipekten urgana..

ve hala tom çalıyor ”dead and lovely”..

‘Delirmek’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

dirilişin kasıklarında sonsuz bir ölümlülüktür yaşam.

‘kelebekler ölüm giyinir de, ölüm gibi özgür uçar kaptan !

dirilişin kasıklarında sonsuz bir ölümlülüktür yaşam.

ve kelebekler bir gece ansızın bir tren vagonunda konar kirpiklerine.

gözlerinden sevda sözcükleri dökülür sarı kelebeklerin ve sarı elbise giyinmiş tüm ayrık zamanların başkaldırı adı olur ayrılıklar..

biteviye vermiş hüzünleri yüreğimin ceplerine kaldırıp tren istasyonuna kaçıştım avuçlarımdaki kelebeklerle.

nereye gideceğini bilememenin rahatlığına  sarınıp kendini elindeki biletlere gömen insancıklarla gömü oldum tarih sonrasına.

ben bir arkeolog edasıyla tren raylarının altında ezilen sarı kelebeklerin peşine düştüm amansız kaptan..

ve salaş bir yalnızlıkla kanatlarından vurulmuş sarı kelebeklerle ağlaştım gün boyu..

ve sarı kelebekler bir gece ansızın bir tren vagonunda konar kirpiklerine ve ağlarsın.. ağlarsın..

ağlarsın kaptan !’

‘Mavinin Çığlığı’

söz sus olsun usta !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

söz sus olsun mu usta , diyor kadın.

dedim sırları dökülmüş bir ayna..

aynada görünen öteki..

ötekiyse sen sus olacaksın.

dilinin ucundaki kelimeler tımarhanelerin kapısında şizofrenist bir tarumar olsa da sen sus olacaksın.

gözlerinden göğe ‘aylakların’ yüreğine bir yıldız gövereceksin gene sus olacaksın. ve bileceksin ki usta , sus zamanlardan darbe yemiş yürekler birbirini duyar.. birbirini görür ve anlar.

ben kendi dışında herkesin yanında olan varlık ; ne kendimi buldum ne özüme öz olanı.

ben ki sus zamanlarda buldum bir şair ve tutup kendimi şah damarına hapsettim.

ben diyorum ki usta kendimi özledim kendim olmayan yerlerde. ve diyorum ki dilimin ucundaki küfürlere tecavüz edenlere tecavüz edip susuyorum sözcüklere..

‘Mavinin Çığlığı’

(fotoğraf : blackhawk..)

Konuşuyorduk.

O gece bir evin bize ayrılan kısmında oturup , bizden önce bize , burası salon burada oturacaksın , televizyonunu şu köşeye koyacaksın , buraya iki vazo bir tane kanepe atarsan iyi görünür diye yapılan mimari bir dayatmanın içinde oturup konuştuk. Gidenlerden konuştuk , yeni doğacaklardan , sabahı çağırmaktı sohbetimizin amacı çünkü o an , güneş bizim oturduğumuz evin çok uzağındaydı. Karanlıktı , ve sessiz… Korktuğumuz için yazıyorduk , yazdığımız için konuşuyorduk , kalemlerimiz bir cümleye takılıyor ve oradan çıkamıyorduk. İsmail BEŞİKÇİ hapiste. Onun da kalemi belli ki bir yerlere takılmıştı ve şimdi kendisi hapse tıkıldı. Takılmamız birazda bundandı. Eğilimimiz vardı , hapse özlem duyduğumuz aptal zamanlar geçirmiştik , ölüm de var bu işin içinde dediğimiz anlar olmuştu – benim vardır birkaç kez direkten dönmüşlüğüm – . Bildiğimiz şeyler vardı. Görüp de söyleyemediğimiz , kör bir insanlığa sesleniyorduk , en göreni , miyoptu ve uzak görüşü yoktu gözlüğünün , – en hit olan yerimiz abide-i hürriyetin köprü altlarıydı , çünkü orada çok yankı yapardı kahrolsun diye bağırırken – akustik bir narayla seslerimizi kısıyorduk.

Sonra aşktan bahsettik , aşkın renginin kırmızı olmasından. Şarabımızın kırmızı olması kana karışmasını kolaylaştırır mıydı ? Yoksa kırmızı şarabı sevmemizin nedeni ideolojik miydi ? Aşka aşıktık. En sevdiğimiz kadın tipiydi , Gorki’nin romanlarındaki kadınlar , ve Nazım’ın Tanya’sı ne kadar cesur bir unutkandı. İsmini unutuyordu , Alman askerlerine söylememek için adını , cesurdu asılmaya giderken köy halkına sesleniyordu boğazındaki ip izin verdiği ölçüde…

Çocuklarımıza Tanya’nın ismini veriyorduk , asılacağını bile bile , dedim ya konuşuyorduk. Kelemimizden başka bir şeyimiz yoktu , dünyayı değiştirmemiz için , parasız pulsuz yazıyorduk. Yazdıklarımızda hep bir akşam üstü vardı , hep yarım kalan hayatlar , acılar , çünkü sevinemiyorduk Tanya asılırken , köy halkı oluyorduk , uzaktan izliyorduk ve çocuğumuz köy halkı olmasın diye ona haksızlık edip , adını Tanya , Deniz , Erdal , Ulaş koyuyorduk. Kaypaklık yapıyorduk , dönüyorduk çok hızla ve dünyanın doğası gereği dönmekti. Döndük bizde , dünya el verdiği ölçüde…

Andık sonra sürekli andıklarımızı , onlardı bize en karanlık zamanlarda bile , bize bir ışık olduğunu söyleyen , ve taşımamız için tabutlarını emanet edenler , yüktü ağır bir yük… Kahraman taşımak , her yoldaşa nasip olmaz diye sıkı sıkı tutuyorduk , düşüp kırılacaklarını düşünüyorduk. Kendi gazetemize sinirli , hüzünlü pozlar veriyorduk , meyilliydik kahraman olmaya…

Sabah olsun diye zamansız konuşuyorduk , şarabımıza katıyorduk gidenleri ve gelecekleri , iş olsun diye yazmıyorduk , işsizliktendi yazmamız , yazdıklarımız para eder bir gün diyip yazıyorduk , ev kirası vardı verilecek ev sahibi de çekilmez bir bunaktı , bir dahaki şarap parasını çıkarıp , evlilik yıl dönümüzü şarapla kutlayalım istiyorduk , istiyorduk ki sabah olsun , şöyle martılar çağırsın sabahı , güneş doğudan yükselsin ve sabaha genç bir günaydın çakalım istiyorduk , cebimizdeki silahı bırakalım gece karanlığında kaleme sarılalım diyorduk. Ve yazıyorduk kan gibi aşk gibi şarap gibi… Sabahı çağırmak istiyorduk ama o hiç gelmedi. (16 Aralık 2007)

‘Papyrus’

‘nagat al saghira’yla kendimi ararken..

‘yıllar öncesinden koşarak gelip durduğum o son engeli de aşıp kendimi boşluğa bıraktığımda havada ‘onlar’ tuttular.. havada görünmez iplerle tutturulmuş gibiyim boşluğa.. görünmez ellerin tuttuğu görünmez ipler..

işte bugün yine kurtulmak istiyorum iplerden ve yol alıyorum boşlukta..

sesler uzaklaşıyor..

renkler soluklaşıyor..

kulağımda 1950’lerden bir ses ‘nagat al saghira’.. beni boşlukta sıkıca tutanlardan..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kulağımdaki ses boğazıma çöküyor..

sıkıyor sıkıyor..

her şey uzaklaşıyor , ses daha da çoğalıyor..

tüm ruhumu , benliğimi işgal ediyor yumuşacık adımlarla yavaş yavaş..

birden nagat’ın yüzü beliriyor karşımda..

yumuşacık kadife gibi sesiyle dokunuyor kalbimin en acıyan yerlerine..

teker teker dokunuyor..

kalbimin en acıyan yerlerine dokundukça nagat , yaşamak ne kadar ağır bir ceza diye haykırıyorum.. ama haykırışım içimde yankılanıyor.. ‘kimse duyamaz benden başka seni’ diyor..

‘neresi en çok acıyor’ diye soruyor nagat..

kalbime bakıyorum..

ağlıyorum..

eliyle gözyaşlarımı silmeye çalışıyor..

ama durduramıyor..

kim seni bu kadar yaraladı diyor ve kalbime dokunuyor..

ah nagat el saghira..

sen biliyorsun..

biliyorsun ki hala ısrarla aynı yaranın üzerine şarkını bastırıyorsun durmaksızın..

acıyor..

bastırdıkça daha da acıyor..

nereye gidiyorum diyorum kendi kendime..

beyaz..

sadece beyaz..

anna kavan’ın yanından geçiyorum..

ya da geçtiğimi sanıyorum..

elimi yakalamak için uzatıyorum tutamıyorum..

sanki ‘gitme , buz geliyor oradan’ diyor..

nagat ‘devam et’ diyor bana..

ve kendisi de devam ediyor şarkısına..

beyaz gözlerimi kör ediyor sanki..

sadece nagat..

sadece nagat’ın sesi..

sadece nagat’ın kalbime yumuşak dokunuşları..

kaç kişi dinledi seni nagat al saghira bu yeryüzünde..

kaç kişi seni bildi..

bilemeyenlerin dinleyemeyenlerin suçu neydi..

dinleyenlerin ayrıcalığı neydi..

seni dinlemek ‘onu’ dinlemek kadar güzeldi..

seni senin dilinde anlayabilmek de ne büyük şanstı benim adıma..

beraber yol alıyoruz sessizliğin içinde , sadece senin sesinle..

beyazlığın sonunda bir yeşillik görünüyor ufukta..

yorulmuyoruz hiç..

etraf yavaş yavaş yeşilleniyor..

cennet burası mı yoksa diye kendi kendime soruyorum ama bir yerlerden de tanıdık geliyor..

musa..

musa dağı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

burası musa dağı..

diyecek oluyorum parmaklarını dudaklarıma götürüyorsun..

susuyorum..

ama ikimizde çok iyi biliyoruz ki burası musa dağı.. nur dağlarının sonuna doğru yeşillikler içinde bir dağ..

birden serdar karşımda beliriyor arkasından ipek..

bize doğru koşuyorlar..

kalbimdeki tüm yaralardan daha güçlü bir acı duyuyorum..

tüm yaralarım , doğduğumdan beri açılan tüm yaralarımı hep onarmaya çalıştığın halde kabuk bağlayanlarla birlikte hepsi birden kanamaya başlıyor..

serdarın gülüşüne sarılıyorum..

tutamıyorum..

ipeğin saçlarından yakalamak istiyorum elim kayıyor senle birlikte düşüyoruz bir çamın dibine nagat..

ayağa kalkmak istedikçe kanıyor kalbim..

sense kanayan tüm yaralarıma yetişmek istercesine yorulmadan söylemeye devam ediyorsun şarkını..

haykırıyorum ipek’le serdar’a.. ya da haykırdığımı sanıyorum..

çamların arasında kayboluyorlar..

onlar kaybolunca ‘yol bizim , üzülme buluruz onları tekrar’ diyerek elini uzatıp beni kaldırıyorsun..

sırtımı bir ağaca yaslayıp önümde uzayıp giden vadiye bakıyorum..

‘biz onları hiçbir zaman bulamayız , yakalamayız’ diyorum nagat’a..

acı acı gülümsüyor..

hatırla diyor ‘moda’da ipek’le denize bakarak konuştuğunuz günleri..’

senden ne kadar ufaktı ve ne kadar öfkeliydi değil mi..

o küçücük yüreğinde ne kadar büyük bir yürek taşıyormuş değil mi..

şaşıyorsun..

değil mi..

ipek..

yokluğu ne kadar büyük ve acımasız değil mi..

neden dayanamıyorsun onun yokluğuna..

ya serdar..

ne çok gülümserdiniz beraber dayak yerken çetin hocadan..

dayak yedikçe gülümserdiniz..

gülümsedikçe dayak yerdiniz..

ne çok yürürdünüz konuşmadan sadece gülümseyerek değil mi..

gülmeyi , gülümsemeyi ondan öğrendiğini neden itiraf etmiyorsun kendine..

gülmeyi ve gülümsemeyi bilenler kimler..

sahte gülüşlerde sen kendini kaybederken onlar senden çok uzaktaydılar artık..

ve sen onlara şimdi yetişmek istiyorsun..

neden..’

‘neden’ kelimesi kulaklarımda şarkıyla birlikte yankılanıyor..

nagat’ın elini çekip fırlatıyorum kalbimden..

nagat’ın eliyle birlikte kalbim de fırlıyor vadiye doğru..

kalbimi tutan hiçbir şeyim yokmuş..

benim içimde bir ur gibi büyüyüp durmuş..

göğüs kafesinde boşlukta asılı duruyormuş tıpkı benim hayatta boşlukta duruşum gibi.. beni tutan görünmez ipler varken kalbimi tutan görünür ya da görünmez hiçbir ip yokmuş..

donup kalıyorum..

kalbim yuvarlanıyor vadiye doğru..

uzaklaşıyor..

çamların dikenlerine sivri uçlu taşlara çarpa çarpa acıyor belki de..

koşmuyorum kalbimin peşinden..

ayaklarımı uzatıyorum vadinin kenarındaki uçurumdan boşluğa..

zaten hep boşlukta değil miydim..

nagat susuyor birden..

müzik kesiliyor..

ses yavaş yavaş kayboluyor..

nefesim kesiliyor yavaş yavaş..

nagat gitme diyemiyorum bağıramıyorum..

meğer o şarkı..

meğer nagat’ın sesiymiş ayakta tutan beni..

arkasına dönüyor uzaklardan , ‘kalbinin peşinden koşmayan serdarla ipeği gerçekten aramıyor demektir’ diyor yumuşacık sesiyle nagat..

sıçrıyorum yerimden..

sadece bir hamle gerekiyor yetişebilmek için kalbimin arkasından..

kendimi boşluğa bırakıyorum..

ve müzik ve şarkı başlıyor..

nagat tekrar söylüyor..

kalbimi vadinin dibinde bir su kenarında buluyorum..

ve yanında nagat..

nagat’ın yanında bağdaş kurup oturmuş ipekle serdarı görüyorum..

ipek yine kitap okuyor..

serdar’sa nakış işler gibi gülümsüyor bana doğru..

oturuyorum yanlarına..

herkes susuyor..

sonra aboş geliyor..

abooşşşşşşşşşşşşşşşş sen de mi buradasın..

gülümseyip küfür ediyor..

nagat söylemeye devam ediyor..

susuyoruz.. onlara bakıyorum..

sarılmak geçiyor içimden.. ipeğin saçlarına dokunmak , yakalamak ve hiç gitmesin diye bileğime dolamak istiyorum o uzun saçlarından.. tutamıyorum yakalayamıyorum..

serdarın dudağının kenarına uzanmak istiyorum.. uzanıyorum.. gülümsüyor.. düşüyorum..

aboşumun elinden tutmaya çalışıyorum küfrederek beni itiyor tıpkı ortaokuldaki gibi.. hala inatçı..

nagata dönüyorum..

gülümsüyor..

vadinin dibinden yukarıya doğru bakıyorum..

elini uzatıyor nagat..

tutuyorum elinden ve beni çekiyor yukarıya doğru.. hayır diyorum geriye dönüp 20 yıl öncesinde kalan yüzlere bakıyorum..

el sallıyorlar ve arkalarını dönüp vadinin karanlık yerlerine doğru sessizce yürüyüp kayboluyorlar..

gözlerimden yaşlar akarken kalbim kanamaya başlıyor tekrar..

musa dağı’nın tepesindeki yola vardığımızda ellerimi kurtarıp göğüs boşluğumda duran kalbimi tutup vadiye doğru fırlatıyorum..

nagat dönüyor..

bu kez o ağlamaya başlıyor..

şarkıyı söyleyen sesine gözyaşları damlıyor..

onun ağlamasına dayanamıyorum.. kanıyorum.. onu teselli etmeye çalışıyorum , ‘bu kadar anlamsızca yaşanan bir hayatta ne ihtiyacım var bu kalbe’ diyorum..

nagat kayboluyor..

peşinden koşmaya çalışıyorum..

tökezleyip düşüyorum..

düşmemle beraber bir çamın dibinde uyanıyorum..

gözlerimi açıyorum..

adnan abi karşımda yeşil gözleriyle gülümsüyor..

kıyamadım uyandırmaya seni diyor..

kaç saattir uyuduğumu öğrenmek istiyorum..

‘sar hams saa’ diyor gülüyor..

her zaman ki gibi mi diyor evet diyorum..

koşuyor ‘pilot’un yeri’ yazan tabelanın altında kayboluyor..

çam kokusunu içime çekiyorum..

göğsümü yokluyorum..

atan bir şeyler  var..

ve evet kalbim orada..

yine mahkumum kalbime..

gülümsüyorum..

acı çekmeye var mısın diyorum kendime..

arkadan bir ses bence varsın diyor..

dönüp bakıyorum nagat..

gülümsüyor..

ve sana kurban olayım adnan abi..

dünyanın en güzel hummusunu ve buğannüçünü yapan sen o güzel yeşil gözlerinle nasıl da anlıyorsun bu zavallının ilacını : çam ağaçlarına iliştirilmiş hoparlörlerden nagat’ın sesi musa dağından aşağılara doğru yayılıyor..

ve vadinin dibinden nadir başkan’ın sesi çınlıyor : ‘ehlennnnnnnnnnnnnnnnnnn..’

koşarak bana doğru geliyor..

‘bensiz buralara gelip oturmak ha.. haberim olmayacağını mı sanıyordun’ diyor..

özür dileyerek onun gülümseyişinde çaktırmadan serdarı arıyorum..

görür gibi oluyorum..

sarılıyorum nadir’e.. buram buram defne kokuyor.. kokluyorum gar sabunundan gelen defneyi.. içime çekiyorum nadiri..

hala var diyorum karşılıksız sevenler..

hala var umudu yeşertenler..

hala var güzeli arayanlar..

hala var iyiliğe koşanlar..

hala var inadına gülümseyip korkusuzca ağlayanlar..

çam ağacının altındaki her zamanki masamıza çöküyoruz..

yapmacıksız bir insan tüm doğallığıyla karşınızda..

nadir..

ismi gibi nadir..

eskilerden konuşmaya başlıyoruz..

adnan abi yeşil gözlerindeki gülümseyişle geliyor uzaktan..

nadir ona bir küfür savuruyor..

nadir’e ‘ayb ule’ diyorum..

adnan abi gülerek dalga geçiyor benimle tepsiyi masaya koyarken : ‘vay ne zaman öğrendin konuşmayı’ diyor..

hüzünlenerek gülümsemeye çalışıyorum..

kolundan tutup oturtmaya çalışıyorum masaya..

‘habibi buğannüç için patlıcan biber domates attım ateşe yanmasınlar.. yapayım geleyim’ diyor..

hiçbir zaman dolaptan çıkarıp bir şey vermedi bana adnan abim..

1300 kilometreyi sırf onun bu cennetinde oturmak için geldiğimi bilmiyor..

kalkıp ocağa gidiyor..

nadir’le kadehleri dolduruyoruz..

‘neye içelim’ diyor..

‘serdarın gülümseyişine , ipeğin kocaman yüreğine , aboşun çelik bileğine , adnan abinin yeşil gözlerine , acılarıma , acılarına , musa dağına , yaylıcaya , batıayaza , samandağa antakyaya , st simona , kel dağına , denizlere , gökyüzüne , ‘ikizim’e , nagat el saghira’ya ve ve ve güneş’e içelim diyorum..

kadehler havada çarpıp gidiyor dudaklara doğru..

ilk kadehler inmez bitmende masaya..

boş olarak inerken kadehler adnan abi küfrederek geliyor ‘ya şabep , eri……………….’ kahkahaya boğuluyoruz.. onsuz başlayışımıza içleniyor.. susuz bir duble doldurup ‘neye içtiniz hainler’ diyor.. nadir tüm saydıklarımı eksiksiz tekrarlıyor ve ‘halas’ diyince ‘ala ruhek’ diyerek adnan abi çekiyor susuz rakıyı.. dudaklarından damlarken rakının damlaları midesinde beyazlatıyor rakıyı kavrulan boğazından çıkan hoh sesiyle..

gülüyoruz yine..

ve işte alkolün ilk güzelliği..

sessizce müziğe bırakıyoruz kendimizi..

nagat al saghira’nın sesi sarıyor tüm dünyayı..

sadece o..

nagat al saghira..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ben denize aşığım senin gibi sevgilim,

sevgi dolu ve bazen senin gibi deli dolu göçmen,

misafir bazen,

senin gibi gizemli bazen,

senin gibi üzgün

ve bazen sepsessiz denize aşığım

ben semaya aşığım senin gibi,

bağışlayıcı yıldızlarla ve mutlulukla örülmüş

bir sevgili, bir yabancı

çünkü senin gibi çok uzak

ve bazen senin gibi çok yakın..

şarkı dolu gözlerle semaya aşığım

ben yola aşığım çünkü üstünde tanıştık

mutluluğumuz ve sefaletimiz

dostlarımız ve gençliğimiz

gözyaşlarımızın güldüğü yerde

ve mumlarımızın ağladığı yerde

dostumuzu kaybettiğimiz yola aşığım

ben denize aşığım

ve ben semaya aşığım

ve ben yola aşığım

çünkü bunlar hayat

ve sen sevgilim,

sen hayattaki her şeysin..’