Archive for the ‘Sayıklamalar’ Category

acının bedeli…

‘yazacağım ama korkuyorum…
günlerdir, yine o aptal düğümün içindeyim…
sıkıldım kendimden, çok sıkıldım…
kalbimden ve belleğimden nefret ediyorum…
seni hayatımdan süzdüğümü düşündüğüm anda tekrar boğazımı sıkan dar boğazlı kazak oluyorsun…
ve benim ters dönmüş kaplumbağalardan farkım kalmıyor böle zamanlarda…
aptallık bu ya, hala inanamadığımdan BİTİŞİME, yazdıklarını okudum, yine, yeniden…
içim nasıl kırık dökük bilemezsin..
yüzümdeki keder gölgesi aralık ayında attığın maili okuduğum andaki gölgeyle aynı şimdi…
bir de salak bir gülümseyiş var işte…
hani sürekli oyundan çıkarılan, azarlanan, istenmeyen ama yine oyuna çağırsalar diye bekleyen çocuğun arsız, şaşkın gülümseyişi gibi…
ne büyük aşkmış ya, ne büyük…
kendi yazdıklarımı da okudum, kendime kullandığım sözleri duysan kulakların çok acırdı…
ne trajik sevmişim seni…
sense bende sevdiğin, aşık olduğun her halimi; düşüşe başladığında, işe yaramaz bulmuş, hasta ruhlu saymışsın…
sen hep kendi hayatını yaşamışsın, bense bunca yıl biriktirmiş olduğum tüm sevgiyi, ÜSTÜME basa basa sana vermişim, ve sen oburca kemirmişsin beni…
en son attığın; hani yaşattığım güzel anlar adına vedayı hak ettiğimi düşündüğün mailin var ya…
mesleğini bırakmalısın diye düşündürdü… bu meslekte bu umursamazlığın… çok acıklıydı çok…

ama daha da acıklısı mailin sonuna iliştirdiğin zoraki umursar tavrındı…

belki de dünya gidişatının kurbanlarındansın, belki de sahiden bencilin birisin…

ama o göğsündeki sıcaklığı nasıl gerçek yaptın?

peki ya nasıl oluyordu da süt dişin bile gülümsüyordu?

ya gözlerin?

arzuyla, tüm kuralların içinden kaçıp nasıl öyle bakıp uyuşturuyordu beni?

ya sözler?

o hızla geçip giden sözler?

yaşamla ölüm çelişkisi gibi, bıraktığın tüm çelişkiler..!

birazcık eğlendin işte.. evet, evet birazcık eğlendin!

benimse hala bir ağırlığım yok, bazen kafamı çizgi film kalitesinde burkup kopartmak

istediğim bile oluyor… ve sıkıldım biliyor musun? vaktin bu hep efkar halinden sıkıldım…

geçen gün ne yaptım biliyor musun sevgili ecelim?

sırf ömründen bir dakikaya tanık olmak için, arkadaşın birine seni arattım…

tam 12 dakika senle konuştu… ve ben köklerimi dahi yok etmene rağmen, o 12 dakika için

tanrı’ya şükrettim…

‘ne güzel ya şu an onun ne konuştuğunu, ne yaptığını biliyorum’ diye diye sevindim.

çok mutlu ol çok…

sindiremediğim bu acının bedeli… sadece mutluluğun olsun…

yoksa hakkımı helal etmem….’

‘BULUT’

kaybolmuş bir şiirin son dizesi…

( kaybolmuş bir şiirin son dizesini bulmak için aynı şiire düşmüşlerdi..

adam, sorgusuz sualsiz ve yorgun duruşuyla sarıldı kadının yokluğuna.

adını dahi sormadı. şiir için az biraz heyecan bir tutam yokluk, az biraz 

hüzün yeter deyip kadına: Z.. adını verdi.

kendisine de sonun başlangıcı olan Y.. adını verdi !

ve kapadılar aynı şiire gözlerine. )

 

Z.. bu sen misin, nasılsın.. söylesene?

ellerin..ellerin nerede..

bak ıssız bir ada gibiyim.

beni çevrele… 

beni sar, beni sor, beni ağlat bu gece..

gel tam kucağımda açan zerdali dalı ol. 

 

üşüyorum bana bir palto bul Z..

bana omuzlarından soyulmuş ve yıllanmış 

olan yüzyıllık yalnızlık kokunu ver..

 

bana avuçlarınla bir sandal yap,

bakışlarının sıcağına demir atacak. 

ya da aç göğsünü ısınıp kalayım öyle..

bırak kalayım serzenişinde bir ömür Z..

 

Y.. düştüm gecede..

düşerken dizine çarptım ve düş oldum dilinde.

 

Y.. bana dilinin ucundaki sözcükleri ver, 

birlikte dolduralım bu satırları. 

olmadı diline hapsolmuş küfürleri ver,

birlikte düzelim bu düzeni kaymış yaşamın..

 

Y.. çok yorgun bir akşamın elinden tutuyorsun ya sen,

gel benim avuçlarımdan tut sana yetim kalmışları 

göstereyim..

 

( yitik bir nefes aldı kadın, adamın duraksayıp Z..’leri tükettiği yerde.

sonra gözlerini milad-ı evvel zamana çevirip, harfleri çalınmış bir 

uygarlığın sesine bürünüp kusmaya başladı içindeki Y..’leri kadın. )

 

Y.. dün geceden bu yana ruhundan 

çamaşır ipine asılı bir kadın diktim düşlerime..

ki, bedeninden oluk oluk akan bu aralık kan yağmurları kurusun diye.

 

üşüyorsun hala Y.. kapa gözlerini ve gör bizi.

yüreğim yüreğinin üstündeki hezeyanda.

Y.. yalnız değiliz; çünkü tanrıların ve tanrıçaların 

çıldırmış olduğu araflardan  kaçtık da geldik.

 

gözlerin Y.. gözlerin rengini unutulmuş 

dağ çocuklarından almış bu gece.

sarıl bana o çocukların gözlerindeki ateşle ve 

dokun bana onların özgürlük şavkındaki mavisiyle..

 

Y.. kulaklarım uğulduyor.. 

yoksunluğunda attığın  çığlıklarla..

sen de ben, ben oluyorum Y.. 

ben sen olmuşken nasıl giderim..

 

Y.. gece neden bu kadar uzak. 

gecesi kısa bir sevda bulur mu adımlarımızı dersin?

 

‘Mavinin Çığlığı’

MAVİNİN YANKISI

Derin bir kuyuya dalar gözlerin

Mavinin yankısı vurur diline

Rengin seslerini bir sen işitirsin

Ve bir sana yakışır renkleri seslere dönüştürmek

Kalemimin ucuna konuk ettim gülüşünü

Bütün harfler senin tebessümün şimdi

Bunaldıkça yazıyorum

Eylül sonu gibi yorgunum

Kırdım dallarını ağaçların sarı yaprak dökmesinler diye…

İçime ekilen çiçeklerin hatrına, mevsimler kendini bir süre ertelesin diye.

Günün kirpiğinin ucunda yaşıyorum şimdi…kapatsa düşeceğim; öyle kırgınım; öyle zor tutunmuşum zamana

Yağmur bir yanda…içimde güneş…

Kelimeler kapında secde

Ani bir iç çekiş şimdi aşk..

Ve;

Bağırsam işitmez tanrı

Uzağının dumanında izliyorum içimin ateşini..

Ve

Sen aklıma geldikçe şenleniyor yorgun çocukluğum..

Artık içimde daralmıyor hiçbir sokak;

Gerilimi kesilmiş sokak lambası gibi gözlerim..

Karanlık yok

Ben Türkçenin bütün sözlerinden düştüm şimdi

Kürtçenin şiirselliğine kilitledim elimi ve dilimi

Aşkın semantiği değişti şimdi

Rüyalarıma nazar boncuğu iliştiriyorum her gece..

Sana kem göz değmesin diye…

Ve

Suç işleyecek kadar deliyim şimdi

Rüyaya yatacak kadar da sakin…

Uykuya dalan bir çocuk gibi sev beni

Dilinde lal masallar biriken bir anne gibi

‘TOPAL KUŞ’

bi dürtmeyin beni !

+ şimdi uyusam bence, bunları düşünmenin ne vakti ne de sırası  ..

+uyusam mı acaba?

+ başım çatlıyor..

– çok uyumaktandır, yuh ya nasıl bu kadar uyuyabiliyorsun?

+ ne düşünüyorsun?

– ne zaman?

+ genelde?

– ne bileyim, saçma sapan sorular sorup durma  da hadi kahvaltını yap, akşam yemeği yesek daha doğru tabi..

+ acıkmadım..

– acıkmazsın tabi, sabahtan akşama kadar yorulmuyorsun ki sürekli uyuyorsun !

+ düşünür müsün?

– neyi ya? sabahtan beri aynı şeyi söyleyip duruyorsun?

+ kaçar mısın?

– neyden?

+ mesela .. anlatmaya kalkarsam uzayacak.. sonra anlaşamayacağız.

+ uyusam  ya ben biraz daha?

– yok artık, bir psikoloğa falan götürelim  seni hem bak artık ayıp da değil herkes rahat rahat gidiyor..

+ biraz tek başıma kalsam ya?

– hep tek başınasın zaten. evden çıkmıyorsun  ki. komşular senin kim olduğunu bile bilmiyor. tanımıyorlar seni. biraz insanlarla içiçe ol, sosyal ol. gerçekten yobazsın.

+ ne kadar sıklıkla düşünürsün?

– neyi be neyi sabahtan beridir aynı şeyi söylüyorsun? düşünüyorum tabi kafasız mıyım ben? sabahtan akşama kadar bir tek  sen düşünüyordun di mi? sen kurtaracaksın bu dünyayı.. somali’ye bak açlık var açlık.. ya senin yediğin önünde yemediğin arkanda. bir derdin yok.. rahat batıyorsanakesinlikle.

+ uyuyup düşüneceğim ben biraz..

– düşün düşün boktur işin diyorum ve ben çıkıyorum bu evden  sıkıcısın. rahatsızsın..  aman kıymetli poponu yerden kaldırma. sabahtan akşama kadar düşünme ayaklarına uyu tamam mı? senden bir olay olmaz..

– ben gidiyorum..

‘İSMİM BU’

Ateşten Yaratıldı Benim Sevgili-m

Sevgili-m ütülenmemiş pantolonuyla evden çıktı, çıkarken ardına bile bakmadı. Oysa, oturma odası ile mutfak arasındaki kilimli boşlukta, tatlı bir serzeniş boylu boyunca uzanıyordu ve geceden beri gözünü kırpmamıştı. Uyursa, uyuyakalırsa, sevgili-m’i kaçırabilirdi. Kendisini gören göz olmayınca da bir anlamı, hikmet-i sebebi kalmazdı. İşte bu yüzden, o tatlı serzeniş, sevgili-m kapıyı hızla ardından çarpıp ışık hızıyla sokağa boşalınca, kendi kendisini havaya dönüştürdü. Tam o anda, köşeyi dönmekte olan ve kapıcının kızı Selma ile karşılaşan sevgili-m’in başı hafifçe döndü. Sallandı, az biraz sarsıldı ve “Halılarınız ve el dokuması kilimleriniz itinayla yıkanır…” ilanının çakıldığı, çınar ağacının gövdesine yasladığı sağ eliyle destek aldı. Kapıcının kızı Selma, kaçak bir bakış attı yüzüne ve içinden: “Yine geceden kalmış herhalde” diye geçirdi. Anlamadı, sevgili-m’in halden hale geçen Hava Kavminin son savaşçısı olduğunu. İnsanlar ahmaktır çoğu zaman sevgili-m, iyilik zehabıyla kötülük yaparlar ve bilirsin işte, yeryüzünde – çıkarına ters düşerse- kendi türü de dahil, hiçbir canlıya hayat hakkı tanımayan, tek akıl sahibi yine onlardır.

Sevgili-m az biraz soluklandıktan, kendisine bakış yapan Selma’nın gözlerine bir dehr esintisi yolladıktan sonra yoluna devam etti. Az gitti uz gitti, ana caddeyi, tütüncü dükkanıyla arasındaki iki tali sokağı, hızlı adımlarla geçtikten sonra, ilk sağdan döndü. İşte oradaydı, Doğu’nun en güzel tütünlerinin satıldığı harikalar diyarı. Nezaketle selamladı sevgili-m dükkan sahibi, yahudi gözlüklü dalgalı saçları şakaklarından kırlaşmış orta-yaşlı kadını. Kendine iyisinden yarım kilo, ballı Bitlis tütünü ve 500’lük 1 adet “Marla” marka boş tütün kağıdı aldı. Yapılacak çok iş vardı, bir an önce eve geri dönmeli, sigaralarını sarmalıydı çalışmaya başlamadan önce. Bir gün öncesinde yeterince çay-kahve-elma çayı stoğu yapmıştı. Açık bir bilince ihtiyacı vardı sevgili-m’in, o sebepten sinir sistemi hazımla uğraşmasın diye iki gündür yemek yemeyi de kesmişti. Apartman kapısının önüne geldiğinde, ufak bir poşet gördü, içinde çocuk giysileri vardı. Bir şey, yaşayan bir şey, poşetin kapalı kısmında hareket ediyordu. Sevgili-m önce ürktü, böcek-yılan vs. zannetti. Sonra,50 metrekadar batısından bir kız çocuğunun ağlayarak ona yaklaştığını farketti. Kedi gözlerine sahip kız çocuğu, 8-9 yaşlarındaydı ve ağlayarak diyordu ki: “Hayır ben büyüdüm, altıma falan kaçırmadım. Pantolonumdaki ıslaklık sudan, hepsi sudan sebeplerden işte. Git anneme söyle, üzerime giyecek kuru bir şeyler yollasın ve beni eve alsın.” Sevgili-m şaşırdı, “Bu ne?” diye düşündü. Etrafına bakındı, çocuk, hareket eden cismin olduğu poşet ve kendisinden başka hiç kimse yoktu etrafta. Sonra birden, poşetteki cismi zahir kılmak istedi; poşeti açtı ve içinden, ayşe kadın fasulye uzunluğunda yavru bir kedinin sersem sepelek çıktığını gördü. Birden boşlukta, bir şişe su belirdi. Şişeyi açtı, kapağına su doldurdu ve ayşe kadın kediye verdi. Kedi suyu kana kana içti. O anda beliren metalik gri, kel bir şoförün, içinde şoförü olduğu halde, park ettiği arabanın içine, sürücünün tarafındaki camdan girdi. Birdenbire kız çocuğu-kedi-araba gayb oldular. Sevgili-m hayretsiz bir şaşkınlıkla gözlerini bir kez ovuşturdu ve hızla apartman kapısından eve doğru süzüldü.

Eve girerken, müziği duydu: Adele söylüyordu bu sefer  “Lovesong”u. Oysa The Cure’un yorumunu da severdi. Üstelemedi, inatlaşmadı, kendisini bıraktı, şarkının bağıntılarıyla kendi bağıntıları birleşsin diye. Buna ihtiyacı vardı, en büyük eylemini gerçekleştirmesinin arefesinde, şarkıların gücü elzemdi. Beni görmedi, ben o arada, Benjamin’in “Pasajlar”ı ile İbn-i Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye’sinin 1. cildinin arasında salınıyordum. Onun beni görmemesi, benimle kurduğu alakanın zorunluluğu idi. Dedim ya, aldırmadım işte. Ben bunları mırıldanırken o, kahve yaptı kendine; 10 adet sigara sardı ve geçen hafta aldığı üzerinde, “This is a valuable notebook” yazan kırmızı defteriyle dolma kalemini alarak, şehir manzaralı köşesine kuruldu. Kalem ve levha, akıl ve ruh… hazırdılar işte “ol”maya. Sosyalizmden sonra bir ilk olma iddiasındaki, sistematik düşüncesinin başlığını attı: “Hikmet … !”

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

Denizin bekleyiş olduğu yerde düşe-yazmak…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgili düş,

Biliyor musun, kaç yaşında olursam olayım, ne zaman adını ansam, biliyorum kalbim hep böyle yerinden fırlayacakmış gibi atacak. Elimde değil, kırılmış onca düşten sonra, durup dinlenmeden, eski bir dostu anmanın tadında, seni tespih taneleri gibi parmaklarımın arasından geçirmemek. Öğretti, çünkü hayat, düşün kırılıp ayaklarımın etrafına saçılması diye bir şey yok, bu sadece zihnin kapıldığı bir zehab.

Aklıma bu aralar, sık sık Tezer geliyor. Tezer’in metinleri, kalabalıkların ortasında, kahvelerde, mezarlıklarda vs. hayat bulmuş tanımlamalar/betimlemeler/durum tespitleri. Suyu bile içişim değişiyor, hiçbir şey eskisi gibi değil. Öyle kana kana içmek istemiyor özefagusum, “ağırdan al” diyor, yaşama dair her ne var ise sana değen/temas eden ağırdan al… Öyle, bu sebepten suyu bile yudum yudum içiyorum. İçindeki su soğukken, sıcak havanın temas ettiği bardağın yüzeyi tatlı tatlı terlerken, parmaklarımla haritalandırmak yüzeyini… Wesselam düş-bozumu, tıpkı bağ bozumu gibi, bozulmuş düşlerden kendime cennet şarapları yapacağım. Sonra… Sonra dostlarla oturup bahçemde, sıra sıra devireceğiz şişeleri, Füruğ mesela bize, tüm yaralarının aşktan olduğunu dizelerken.

Tezer, evet Tezer, 20’li yaşların başında karşılaştım onunla. İlk karşılaşma, evet o bir çarpışmaydı ve o an için yeryüzünde hiçbir çokluğun bağıntılarıyla o denli bitişemezdim. Ve o da diğerleri gibi ölüydü. N’apalım nasip böyleymiş! Hiç ara vermeden, derslere girmeden o küçük külliyatı devirişim. Bilhassa, “Hayat nerede?” sorusunun cevabına işaret eden cümlelerin altını çizişim… Şimdi, 40’lı yaşlara merdiven dayamış, usul usul tırmanırken, tekrar aynı soruyu soruyorum kendime, “Hayat nerede?” Yok, ama bu saatten sonra oturup da Kundera okuyacak değilim. Ammawelakin, Benjamin’in o dalgın bakışları, onlardan medet umabilirim. Kendime, düş bakışlı putçuklar yapıp şekerli kaymaktan, kan şekerim düştüğünde ilk onları yiyebilirim.

Evet, hayat nerede sayın bayım? Bir gün, kalabalığın ortasında, bir pazar yerinde oturup insanlara bakarken, filesini taşıyan yaşlı adamda, limonatasını yudumlayan roman çocukta ya da oturmuş insanlara bakarak çay-tütün yapan kadında onu gördüğümü düşünürken, hayat Mekke, Kudüs ya da Bezm-i elestten çıkıp gelir mi? Niye olmasın ki? Beklentisiz bekleyiş denilen ne ki? Bekleyiş makbulse, kabul görmeyen bekleyişe bir kılıf uydurmak, ona bir isim vermek mi? Olması gereken, salt soyut ışık olmak mı? Cibran’ın bakışlarındaki gibi beklemiş bekleyişin hüznüyle sağa doğru profil vermek mi? Yok, bilmiyorum, en iyisi hiçbir ad koymadan, öylece akışına bırakmak galiba bilinci dehrin. Belki de,  tam da bu bilinç düzeyinin adıdır, ashab-ı kehf?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dibin tadına vurulduk !!!

Sadece iki satır bişey yazıp çıkacağım diye düşünüyorum zaten işler acayip bir şekilde yoğun Crockett devamlı sitem ediyor iki satır bişey yaz diye . Yazamıyorum bir sürü yazar arkadaş bile benden çok yazdı siteye sanıyorum . Takip de ediyorum sağlam yazıyorlar yüreklerine sağlık .

 

Dün yine çöplükte içiyorduk bu Crockett’ın ısrarlarını anlamıyorum bazen kafam zaten trilyon olmuş hala iç te iç . İçiyoruz da ne zaman bırakacağız karaciğer ‘ i masaya merak ediyorum .

Bu aralar vucudumun sinyal verdiğini hissetmiyor değilim ama durmak yok içmeye devam !

Bir kaç satır da aylakadamiz için bişeyler söylemek istiyorum . Nerden başladık nasıl başladık nerelere geldik . Bugün geldiğimiz noktaya ben bile şaşırıyorum . Sitenin istatistiklerini gördükçe yaptığı hit sayılarını gördükçe gururlanmamak içten değil sevgili dostlar . Ve biz hala bu siteye reklam almıyoruz . Bu alana o kadar çok reklam vermek isteyenler var ki anlatamam . Ama inatla reklama karşıyız !!!

 

Sıcaklarla da başımız epey dertte bu sıcak havada çok sert içkiler içmemenizi tavsiye ediyorum ki ben bu ettiğim tavsiyeye hiç bir zaman uyamayacağım bunu da biliyorum .

Dipte kendimizi bulduk , dibin tadına vurulduk !!!

 

BLACKHAWK (Aga’nın tabiri ile REİS)

AŞKA AŞIK KADINLARLA SAYIKLAMALAR

(ve adam, her gün kadına duyduğu açlığın acısını çekip,
sadece onun varlığını bilerek hissedebilir mi ?

– bence mümkün..

ve kadın adamın yıkılmış halinin ötesini görüp,
ona ulaşabilir mi ?
 
– bence tüm çabası bu…

böyle dedi durmadan tırnaklarındaki yaşamı kesip yiyen kadın..
ve karşılıklı bir atışmadır başladı çığlıktaki kadınla geçmişe olan yolculuk…)        
 
M- O kadar canım yanıyor ki çocuk.. uzak yakın bir yolda yolsuz bir yosma kalmış avuçlarımdaki yüreğimle iz sürme sevdasındayım..
şizofrenist olmuş tüm harfleri bulup bulup yutma aşkındayım..

O kadar canım yanıyor ki çocuk uzak yakın ve gölgesini yutmuş kuklalarla aşk sevgisiyle ateş böceklerinin peşine düşmüş bir çocuk gözündeyim…
 
A- Aşk sevgilinin ruhuna çıkılmış bir yolculuktur. kendini ararken ateş böceklerinin aydınlığı doldurur yüreğini. onların geçip gittiği yolda sen kalırsın. demir atarsın, bir cennet diye baktığın bahçe anlamsız bir otoyola döner onu ararsın geçen her aracın içinde.. onun olmadığı her yer cehennemleşir, kuraklaşır ve sularsın…

ama ellerim ellerinde Kadın.. votka şişesinin kapağını açtım.. kitapları çıkaralım tozlanmış raflarından Kadın.. iki içer sonra laflarız boş şeylerden. içindeki boşluğu dolduramam Kadın ama seviyorum seni.. sana doğru çıkılmış bir yolun başındayım..

M- Nietzsche’nin Salomesi’ne takıldı gözlerim demin.. yollar ki, aktı gitti önümden de bir tek o durdu donuk gözleriyle karşımda..
Ahh Salome, içini taşkın zamansızlığıyla Nietzsche’yi alt eden kadın…
insan kendini alt edendir diye söylenir dururdu o zerdüşt.. oysa insan insanı alt edendir.
bak Zerdüşt, salome seni sevgisizliğiyle aletti.

sonra benim yüreği kendinden ağır, asiyle direnişim olan Kadınım.. gel bu gece aşka dair ne varsa bu yolun başında başlayalım saçmaya..
sen elindeki votka kadehiyle yürek sızımda voltalar at, ben beni bekleyişlerinin gecesine elimdeki bu şarap şişesiyle kızılcık masalları çizeyim kırılan bardaklarla..
dinle asim.. benin asiyle direnişim olan göğüm…

Aşka aşık kadınların kaderidir bu kadın, boşluğun yankılanan sesiyle kalmak.
sen yola sadece yol olmak için çıkarsın, uzuvlarından spermler taşıranlar sadece yolcu olmak için çıkar..
sen ilk kez kar yağışının ruhuna bıraktığı mucizeyi gizler ve fısıldayışını duyumsamak için eğilirsin arza.. kaygan delikler için anlık delilikler peşinde koşanlarsa arza kapkaç olurlar..

Varsın Salome elinde kırbaçla dolansın bu gece, biz gene de Nietzsche’nin gözlerinden damlayan yaş olalım aşka aşk için.. seni sevmenin iç çekişlerini üfürüyorum.. hisset Kadın.
hadi içelim.. acıya, hüzne, aşka varoluşa, varken yok oluşla kavrulanlara.. kan kaybından cehennemleşenlere ama en çok da aşka aşık kadınlara içelimmm..

M- Savunmasızdı aşk karşısında aşka aşık kadınlar …
Elinde kırbacı olmayana veryansın edip sırt dönerdi, çünkü aşka aşık kadınlar sırtında şaklatılan kırbacın acısına aşıktılar.. yola yol olan bu kadınlar acının rahmine dahra olup sevişiyorlardı kendilerinden doğurdukları o piç acıyla..
 
Salome umarsızlığın çarmıhında unutmuştu kendini Kadın.. Nietzsche İsa’nın ruhundaki o duyumsanan yanlarındaki peygamber edasına bürünüp Salome’nin kendisi için hazırladığı çarmıhta gerilmeye bıraktı kendini..
çünkü aşk başkaldırıdır, nidalarını ters yüz edip aşka boyun eğmektir dedi böylece o çarmıhta gerilirken.. gel Kadın.. aşık olduğum adama değil sahipsiz kalmış Nietzsche’nin gözyaşlarına içelim.. Kafka’ya ve onun sahipsiz kalmış mektuplarına içelim.. hadi kaldır kadehi de ruhuna bürüneyim gece gibi Kadın…

A- Ve ne yazık ki Nietzsche biliyordu kırbacı elinden bırakırsa gelip o kırbacın kendi sırtında şaklatılacağını.. yine de öyle bıraktı kendini Salome’nin karşısında. Ve Nietzsche savunmasızdı aşk karşısında.. ve şimdi o zerdüştün acılarını giyinelim bu gece.. ve aşka değil, aşık olduğum adama içelim , aşık olduğumuz adamlara içelim… sevginin hindi baası kelebekler yapıyor uçuşan tüylerden hissettim..

Kafka içini deşiyordu aşkın bıçağıyla ruhunu, Nietzsche Salome’den gelecek her türlü acıya boyun eğiyordu.. Zafer takip etti Nilgün’ü ve aşk hep kendinden bir şeyler katıp karıştı sevgilinin acısına . içelim be Mavim.. Cemal Süreya gibi içelim.. ne içsek şarap olsun 12’den sonra..

M- Nilgün’ün kuşlarına içelim Asi göğüm.. İçini amansız bir boşlukla beslerken nasıl ölüme kucak açmış ona içelim.. Plath’in ölüm haritasındaki keşiflere içelim.. onun kafasından sızan hezeyanların bunaltılarına sonra.. nasılsa gece bizim Kadın. içelim ve acının en diplerinde bize gülümseyen piç çocukları da unutmayalım kadın.. sonra…

Aşkın yol haritası hep böyle katran karası bir iç yarasıdır Kadın.. ve Aşka aşık kadınların memelerinden sızan irin rengindeyim bu gece.. içelim kadın, içelim.. enderinimden sızan son demimin dilek ağacına çaput bağlarken ki acısına içelim…

susadım kadın.. hadi birlikte susalım ve asmabahçelerinin yalın ayak koşan çocuklarıyla birlikte göğü izleyelim.. asiyle direnişin çığlıklarını duyumsayalım..
susssss !!!

‘Mavinin Çığlığı’

Medeniyet Yavrum Medeniyet!

Modernizm Yavrum Modernizm.

Modernizm ya da çağımızın kağnısı.

“Onların” dışındaki insanların tamamını medeniyet mağduru haline getirdiler. Dünya çapında kıçı kırık demokrasi inşaatı devam ederken, “modernizm mi demokrasiden çıkar, demokrasimi modernizmden,” tartışmaları yapıldı kapandı veyahut yapılamadan unutuldu gitti.

Alternatif intihar yöntemleri bulan insan artık acı çekmeden ölebiliyor. Bu iyi!

Sylvia Plath sabah saatlerinde iki çocuğu için sütlerini hazırlamış, atıştıracak bir şeyler koymuş ve mutfağa gidip kapıyı ıslak havlularla kapatmış, sonrasında gaz ocağını açıp kafasını içine sokarak intiharını başarılı şekilde gerçekleştirmiştir. Anna Sexton’da bu ölümün ardından şiirinde “niye benden önce” diye “tıs”lamıştır. 1950’lerin ikinci yarısından sonra Amerika’nın önde gelen şairleri arasına giren bu iki kadın intihar ederek dünyanın boktan ve katlanılmaz bir yer haline geldiğini, “siz takılın bize eyvallah” diyerek, tanrının verdiği bedene teröristçe yaklaşıp, kendi yollarını çizmişlerdir.      

Bir alternatif yol olarak intihar etmenin, kapitalizmin çarkları arasında sucuk olmaktan daha iyi olduğunu düşünenlerdenim. Çulsuzlara, vahşi şefkatiyle yaklaşan dünya sistemi “zengin olmanın yollarını” gösteriyor. Ama pek fazla şans tanıdığını düşünmüyorum. İş yapalım diye yola çıkıp küçük bir dükkân açtıktan sonra iş yapamama ihtimali, sadece iş yapacak adamın beceriksizliğiyle alakalı değil. Ondan daha büyük ve şişman adamlar dünyada hem daha fazla yer kaplıyorlar, hem de holdingleri hem enine hem de fezaya daha fazla uzanıyor. İşte biz o şişmanlara oligarşi diyoruz. Onlar sanatın kraliyetler gölgesinde gelişip olgunlaştığını çok iyi bilirler, onlar kitapevleri açarak türlü çeşitli yazarlara para akıtırlar, onlara yakınlaşma çabası içinde olan insanların sayısı azımsanamayacak kadar çok. Ama sonuçta sanatında bir iş olduğunu düşünürsek, “medeni şekilde iş yapıyorlar doğru.”

Şairin İntiharı

Memesi olanın bir sıfır önde olduğu sektörlerden biri olarak şair kabilesi geliyor. Ahkâm kesmeyi seven ve her boku bilen insanların toplandığı esnek çalışma saatleriyle, histerik duruşlarıyla “hayatı bilmiyorsunuz lan” diye haykırıyorlar. Yine medeni şekilde!

Kendini öldürecekmiş gibi yazan ama makyajsız dışarı çıkmaya korkan, hayatında belki hiç ter kokmamış hatta terlemenin nasıl bir uygunsuzluk olduğunu düşünen kadın şairler tanıyorum. Hala yaşıyorlar ve benden sonra geberecekler. Bunları adım gibi biliyorum. Modernize tugaylar halinde sanatın yanında yer alan insanlar da var. Onlarında, başkasının acısını görmekten zevk alan bir sirus kabilesi olduğunu düşünüyorum. Hâlbuki gözlerini açıp mahallesinde geri dönüşüm işçilerine biraz baksalar ne iyi olur! Öyle güzel boyunları var ki çöpe kafayı sokup, eliyle pet şişeleri nasıl bir açıyla yakalıyorlar bilemezsiniz! Siliokolis işçilerinin akciğerleri inanın dehşet verici ama sizinkiler marka slim sigaralar yüzünden çok daha temiz ve check-up’nızın tarihi aksadığında bile kendinize düşman oluyorsunuz. “Ah aptal kafa!”

Barlardan kafasını kaldırıp dünyaya bakamaz halde içen, hatta geçen ay Kadıköy’de bıçaklanan yedi yurttaş için “kardeşlerimiz için içiyoruz” eylemiyle içmenin öküzce nerelere taşındığını gördük. Aralarında şair kafilesi de vardı. Bu insanlar ne yaptılar peki? Basın açıklamasını titrek bir sesle okuyup bitirdikten sonra, gördükleri ilk tekel büfesine saldırdılar. Ellerinde aslanlar gibi siyah poşetleriyle apartman önlerinde boğazlarını serinlettiler. Poliste Hell’s Angel’s’lardan –zebanilerden- korudu. Yapılanları küçümsemiyorum elbette. Eylemin siyasallaştırdığı doğrusunu atlamadan yazıyorum. Fakat oradaki bileşene baktığımda bazıları genç ve cesur olmanın yanında günde 10 litre bira tüketen ve kırmızı masaya gelir devrim olur edasında olmalarının yanında kelli felli devrimci ağabeyleri de gördük. Bunlara ne demeliyiz peki? Makul koşullar oluşturulup tartıştığımızda siyasal olarak bizi itin götüne sokup çıkarabilecek adamların orda ne işi vardı? Çok basit sadece sosyalleşiyorlardı. Peki, şu çabayı seçim döneminde Sebahat Tuncel’in seçim bürosunu açmak için kullansalardı ve Kadıköy’ümüzde bir bürosu olsaydı o kadının, kötü mü olurdu? Haberleri bile yok! Bırakın onu şiire siyaseti sokmanın onurunu yaşarken, gerçekte akıllarından bile geçmez. Kalem işler yazar övünür. Ne yazsalar tayfa hazır kıta alkışlamayı bekler. İlginç olmanın garip bir erdemi vardır! Bu adamlar harbiden ilginç!

Kadıköy’ün barlarında leş gibi içip sonrasında yan masalardaki kadınlara sarkan, edepsizliğin sınırlarını, İngiliz safkanlarına bile bırakmayacak adamların bu eylemde olması esasen beni çokta şaşırtmadı. İçmek için kendine alan yaratma çabalarını evde içerek kutluyorum.

Modern şiir tartışmalarının modern şair tartışmasına döneceğini hayasızlıkla bekliyorum.

‘Papyrus’

Yabancı…

‘yaşadığımın farkında olmadığım gibi dökülüyor yaşlar gözümden.. ben böyle hep amansız ve zamansız ağlıyorum ya bu acı mağaramdan geliyor. ağlıyorum gene farkında olmadan bir yıldıza çarpmış da yere düşmüş parçacıklar gibi dağılıyorum. bu kadar mı çok sevdalandın ay’a da bu tutulma gündönümleri bitmiyor.

bak gördün mü gene koca yürekli adam, yüreğinin ertesinde kaldım.. bitip bitip yeniden yaşama başlama sevdan bulaştı tırnaklarımın arasına. oysa her saat başı tırnaklarımın arasına saplanan yaşamı kökünden kesip duruyordum.. iç sızın iç mağaramı böyle ayyuka çıkardı.

ve ben sana artık ‘iç sızım’ adını verdim. çünkü ben ne zaman ki gökten yeryüzüne savurduğun parçacıkların üzerinde yürüsem, topuklarıma batıp yüreğimi acıtıyordu. yüreğimi acıttıkça mağaram acıyor ve iç sızım oluyordun. bitap düştüm yaşamın kucağında bu kadar yaşama ve ölüme sevdalıyken. yorgunluktan beni bile taşımaz oldu şiirler. niye bu kadar mutsuzum, niye bu kadar acıya batmışım da çıkamıyorum bu mağaradan..

bana hayyam’ın kızılcık şarabını yolla içeceğim bugün sensizliğe ve sessizliğin sesine. sonra bir soluksuz bir harfe üfleyeceğim ruhumu, hayyam ses olsun diye şarabıyla bana.

sen orda için sızlayarak şiirle oku bana hayyam’dan ben burada içimi oymakla iş olayım kendime. kendim dediğime de bakmayın ki, kendim kim onu da bilmem ben. kendi dışında herkesin yanında olan, kendi dışında herkesin acısına soyunan, kendi dışında herkesin sesine bürünen bir ‘şey’im. herkesine benzerken kendine benzemeyen ben, kendi sesi yok, kendi acısı yok.. söyleyin kendimi şiirlerle yakmayayım da ne yapayım ben..

sonra sen benim iç sızım bana nilgün’ün kuşlarını yolla. hani o ölüme uçarak atlayan kadının kuşlarını yolla. ne demişti nilgün: kuşlara iyi bakın.. kuşlarım yaralı oysa nil. sesi martı çığlığı kokan güvercinleri durmadan vuruyorlar nil. ve sabahlar artık daha da yorgun karşılıyor bizi. herkes herkese çok yabancıyken ben,sen ya da o niye bu kadar herkese benziyoruz ki.. diyordun ki nil; ey iki adımlık yer küre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben. bütün arka bahçeler hep mi yabancıydı bize nil.

ah nil kirpiklerimle yakarak sana nil dolu mektuplar yazıyorum her gece belki arka bahçelerin birinde bulur da birlikte okuruz diye. nerde başlayıp niye buraya geldiğimi bilmiyorum. bildiğim yaşama sevdalıyken ölümü tırnaklarının arasında saklamaya çalışırken yalpalayan çocukları çok özlediğim.. şimdi senin şiirinle iç sızıma mavi bir selam verelim nil.’

‘Mavinin Çığlığı’

YABANCI.

en yakın yabancı sendin, daha sürülmemişken ışığın biberi yaramıza, yaslanırken boşlukta duran bir merdiveni henüz. güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız, ilk yaz derken -kışı gözden kaçıran yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız en güçsüz kollarla-

çözüldü aşkın zarif ilmeği bulandı aynalar duruluğu. çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık olduğunu..

yabancıların en yakınıydın sen!

NİLGÜN MARMARA