Archive for the ‘Sayıklamalar’ Category

Heybeli

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık,
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı; anlamazdık.
Daha çok erik çalabilmek demekti bizim için mehtap,
daha çok saklanabilmekti, bir ebenin karanlıktan ürperen saymalarında.
Yarım yarım kalmış, sanki özellikle yarısı yıkılmış,
taş bir duvar vardı, erik bahçesi boyunca.
Çok severdik o duvarı, kolay ulaştırırdı bizi erik ağacı dallarına;
ve saklanmak için idealdi arkası.

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık,
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamazdık.
Cem’in annesi birkaç akşamda bir un kurabiyesi getirirdi
duvarın üzerine pineklenmiş klasik gözcümüz
Hamit görürdü Cem’in annesinin gelişini.
Bazen çok istediğimizde oluyordu, ne kadarda Cem’le 
analı kuzulu makara yapsak da,
bizim annelerimizin de Hamit’in görüş alanına girmesini.
Cem’in annesiyle idare ettik uzun bir süre.

Erik bahçesinin ortasında iki katlı bir ev vardı,
ikinci katın balkonsuz tarafı bizim duvarımıza bakardı.
Pencerede bazen görünür kaybolurdu Sedef.
Duvarın arkasına gizlenirken odanın ışığı yandığında
ışık sönene dek bekler, beklerken de gizlice onu izlerdik.
Hepimiz ortak bir evlilik planı hazırlamıştık kendimizce,
Sedef hepimizin eşi olamazdı sonuçta,
toplum asla hazır olamazdı böylesi bir fikre;
biz ne kadar da hazır hissetsek de kendimizi, 
Sedef bir karar vermek zorundaydı..
İsmini öğrenmemiz tamamen şans eseri değildi aslında,
Yakup gizliden sormayı denemiş, soramamıştı.
Yakup gizlenerek sormayı denemiş, çok aptal görünmüştü.
Sonuçta hiç kimse gaipten gelen bir sese 
ismini söylemek taraftarı olamazdı.
Bizde mahallenin sütçüsünden zorla öğrendik ismini;
söylemezsen 
“sen bir eve gidip süt verirken bidonuna işeriz”
tehdidi altında zorla söyledi sütçü;
tamam kabul ediyoruz o kadarda zorla söylememişti,
biz de tehdit etmedik zaten adamı, söyledi..
Adını duyduğumuzda türlü türlü varsayımlar ürettik anlamına dair.
Ben Cebrail, Mikail gibi bir melek ürettim hemen,
Cem “bir çiçek adıdır olsa olsa” dedi,
Yakup “aaa ne güzel ismi ya” dedi, duymazdan geldik.
Hamit “akşam babama sorucam ben” dedi, 
ben böyle bir anlamı olduğunu hiç sanmıyordum o an
“akşam babama sorucam” diye bir isim olabilir mi ?
Olursa yandık, bu noktadan sonra eşim olacak kıza nasıl seslenebilirim
diye düşünmeye bile başlamıştım, saçmalamıştım.
Hiçbirimizin tahmini doğru çıkmadı, 
bildiğimiz midye üzerindeki beyaz oluşumlarmış aslı, 
ertesi gün öğretmenden öğrenmiştik.
Bu Sedef’e olan ilgimizi biraz hafifletti gibi, sonra geçti
cümbür cemaat aşık olduk ona, sırayla.

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık;
ama mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamazdık.
Okuldan kaçar erik ağacının duvarına gelirdik,
aleni gizli yerimizdi, ama aslen gizli değildi.
Ampül gibi ortadaydık, duvar yarım, erik ağaçları kısaydı,
ve Sedef çok güzel bakıyordu..
Akşamları eve “okuldan döner” gibi gider, 
bir bahane bulur koşar geri gelirdik.
Denizin kenarına inerdik bazı, denize işeme yarışı yapardık hep,
en çok ve en uzun Hamit işerdi, nasıl becerirdi bilmezdik
sanki adam akşamki yarışa gün boyu hazırlanıyor gibiydi
ve onu geçmek çok zordu.
Rüzgara karşı bile epey ileri işeyebiliyordu,
tuhaftı Hamit’in bu yetisi o zamanlar, sebebini hiç anlamadık.
Şimdilerde sanıyorum ki herifte bariz pompa vardı
ve çok tayzikliydi dışa çıkış noktasında sidiği.
Ya da ne bileyim..

Hiçbirimizi hiçbirimize çaktırmadan
sürekli Sedef’in camını gözlerdik.
Yakalandığımızda ise, “ ne bakıcam aga” diyerek
erkekliğe dışkı sürmezdik.
Ergenlik hızlı ilerliyor, Sedef her birimiz için ayrı ayrı bir şeyler ifade ediyordu.
Artık deniz kenarında, kayalar üzerinde sidik yarıştıran 
çocukları bir kenara bırakmış
çıkan sakaldan bıyıktan bahseder olmuştuk.
Sedef hep oradaydı üstelik, ve çıkmaya yüz tutmuş bıyıklarımız terliyordu.
Bazen bahçeye iner, ağaçlar arasında dolaşır, aklımızı yoklardı.
Bazen bahçe duvarında onu izler
bazen onu görmezden gelirdik..
Ama biz onu görmezden geldiğimizde bile Sedef çok güzeldi..
Kişisel tatminlerimizin odak noktasıydı Sedef,
gece her şey Sedef’le başlardı..

Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık;
mehtap neydi, nasıl çıkılırdı anlamaya başladık.
Aslında burada adı geçen Sedef’ti,
çünkü biz her gece ona çıkardık.
Zaman ilerliyordu, artık Cem’in annesi un kurabiyesi getirmiyor,
Hamit gözcülük yapmıyordu.
Annelerimizin ve babalarımızın adı,
peder ve valideye doğru evrilmişti.
Eriklere ilgimiz farklılaşmıştı onun yerine 
şişe biralarla tanıştık tek tük, büyüyorduk.

 

Onca hafif alkollü gecemizin hiçbirinde Sedef hakkında konuşmazdık,
herkes kendi içinde bir yerlere koyardı onu,
o ise pencereden bakardı bize..
Denizin kenarına tek tek iner, işimizi görür geri gelirdik.
Eskiden yanyana yaptığımız olay
asude bir mahremiyet giyinmişti üzerine.
Utanmalar başlamıştı, kardeş kardeşe.
Liseyi ben heybelide okudum, Cem Kuleli’yi kazandı,
Hamit Orhangazi de anadolu lisesini, 
Yakup okulu bıraktı, babası için yeterliydi ortaokul.
Bizim için keskin bir köşeydi Lise olayı,
sert bir virajdı. 
çözüldük bir bir, dağıldık; 
virajı alamadık ve yuvarlanacak bir şarampol
hep oradaydı.
Sedef’i bilinçlendikçe, sorgulamaya başladım.
Bizim onca çocukluğumuza, onca olayımıza şahit oldu
hiç bozmadı kendini, artı okul olayı filanda yoktu.
Düşündüm de hiç okula giderken görmemiştik onu,
soruşturdum sonra biraz.
Sağır ve dilsizmiş Sedef, çok kötü olmuştum öğrendiğimde
utanan beni koyacak bir yerim yoktu,
delilik de var serde, isyan biraz, biraz hoyratlık durumları..
Çocukluğumu ve gençliğimin bir kısmını Sedef ile tüketirken
o habersizdi konuştuklarımızdan, şarkılarımızdan,
nasılda yüksek sesle bağır çağırdık, duymasını isterken.
Öğrenmek tüketmektir, derdi babam..
Haklı olmasından nefret etsem de bir zamanlar
Sedef kocaman ve güzel bir rüyaydı.

Biz Heybeli’de her gece Sedef’e giderdik
Uzun süre birbirimizden haber alamadık,
uzun süre uzamaya da devam ediyor üstelik.
Çocukluğumuzun el değmemiş erik ağacı bahçesinde
birbirimizi çok severek yaşadık, büyüdük..
Sağır ve dilsiz Sedef’i ilk biz sevdik
ve o sevgiyle ölüyoruz
Ne kadarda uzak olsak birbirimize, o kadar yakınız
biliyor muyuz ?

 

‘Düşsel’

..ve

…ve yürüdü hayat, kumdan kalelerim üzerine kalın toynaklarıyla; şimdi her yer kül..

Tekerrürünü yaşıyorum herşeyin, ve düşündüğümde değişmediğini anlıyorum hiçbirşeyin. Huzur anlarının sadece içimde filizlenen, ve bir anda erozyana uğrayıp yokolan, basit, güçsüz ve temelsiz parçacıklar olduğunu anlıyorum. Herhangi birinin bir diğeriyle toplanmaya, bir diğerinden çıkarılmaya değer olup olmadıklarını sorguluyor insan bu nefessiz zamanlarında. Sonra kırılıyor bir şekilde, veya meyilleniyor kırılmaya. Bir olgu çok saçma gelebildiği gibi, çok mantıklı da olabiliyor; kendi kendini kandırabilme potansiyeline bağlı olarak. İçinden çıkılması güç bir duruma itiyor bir şey seni arkandan, dönüp bakabilmek cesareti bulamıyorsun kendinde, kim’liklerine; potansiyellerin yüzünden..

Basit bir noktada tüm bağlantılarını kesebilecekmişsin gibi duran etken fiil, kendinsel sorguların altında dev bir kaosa taşıyabiliyor seni. Yanılgılar merkezine itiyorsun bu kez de kendini, gerek duymadan birine. Yine dönüp bakamıyorsun ardında herhangi bir kim’liğe. Dahası bu nüansları ayrıştıramıyor zihin. Kendini nerede ve nasıl suçladığını onca düşünmene rağmen ilk huzur anında gözardı edebiliyorsun tüm bunları. Her geçmişin bir “ama” sı vardır elbette, ama nedir bu benzerlikler ? Tartışabilecek, konuşabilecek bir birey yeşerirken karşında, onun “ama”ları, onun “belki” leri, onun “keşke”leri; unutmaya zorunlu kılınan köşelerinden sızıyor bir bir. Kendi sızıntılarını bir kenara bırakabiliyorsun hatta. Sonra mı ne oluyor ?
Cümleleri devire devire ağır ağır ilerliyor bir hata, yol tanıdık, yol boyunca beklenenler de, bilinmeyenler bile tanınıyor bilindiklerinde. Yabancı yok aramızda, hatayla. O bizi bilir, biz onu.

Sol gözümün kenarında bir arpacık oluşuyormuş, daha önce bu oluşuma sahip olan dostların kişisel gözlemleri sonucunda anladım. Biri limon sık birkaç damla dedi, bir diğeri “oynama elinle”, biri de doktor önerdi; latince bir ilaç ismi biri, biri de siktir et dedi. Hangisini dinlemeliyim bilmiyorum. Bu kararsızlık anımda göz altı torbamda da bir kısım değişiklikler oldu, biraz kızardı, biraz şişti. Gözüm de kanlandı hafif, oynadığım için sanırım. Bu “elinle oynama” diyen arkadaşın önerisini görmezden gelmiş olmam değil ama, birazdan alırım o kararı sanki. Acıyor canım. Yüzümün sol kısmına felç indi gibi, fena..
Sol kaburgalarımın altında tuhaf bir boşluk çırpınıyor öğle saatinden beri. Ben siktir et dedim kendime, gerçi bu konuda yorumu yapan da tek bendim. Kanadım biraz, biraz sancılandım. Acıdı ve bir an geldi gözümün acısını boşverebildim. Ama o sırada da elimle oynadım kalbimle; kızardı biraz, bir kısmına basınca sancısı hafifliyor gibi. Parmak yordamıyla buldum olduğun yeri..

Bir dağın başına zar zor çıkardım mermerleri. Sonra diğer malzemeleri. Sıfır numara su zımparasıyla günler sürdü mermerlere işçiliğim, cam gibi oldular; kusursuz, parlak, tertemiz. Sonra bir mabet inşaa ettim oraya, inzivaya çekilmek gibi bir şeyin arifesinde değildim oysa. Sadece olsun diye, benimde. Sadece seninle kalabilmek zamanları düşleri dahilinde. Bitti, uzun kısa, dar geniş, bitirdim yapımını. Bir süre uzaklaştım mabedimden, ama aklımdaydı hep; sürekli onu düşünüyordum. Geri döndüm uzaklaşma süresinin bitiminde, ki zorunluydu gitmem. Döndüğümde bir avcı girmişti mabedime, çamurlu ayak izleri bırakmıştı mermerlerin üzerinde, mumlarımı devirmişti, ışıksızdı içerisi; hiç umurunda olmamıştı üstelik. Hiç nazik değildi bana ve emeklerime karşı. Peşine düşmek istedim, vazgeçtim.. Nasılsa yine gelecek diye düşündüm. Sonuçta bu dağda ne avcı biter, ne de avlanan.

Uzak bir şehir, yabancı bir gölge. Onca uzaktan nasılda etkileniyorum, şaşmamak elde değil. Öte’sin sen, hani güdümlü çağrışımlarda duyulan anne sesi gibi, ismini bağırır gibi çok sevmiş olabileceğin birinin. Öyle gerçeksin ki aslında, arada bir başımı sağa sola çevirip göz ucuyla aramalarıma kadar gidebilen. Hani hep dil ucunda duran. Oradasındır silikde olsa silüetin, belirginleşirsin arada sırada mutsuzluk zamanlarında; inanırım.. Şehirlerin veya yapılanmaların isimlerini boşver. Daralt alanları, işaret parmağının dokunduğu herhangi bir yerden; işaret parmağımın bedenime dokunduğu herhangi bir yere. Ne kadar hızla akarsan anlarıma, o kadar hızlı yoklaşıyorsun geceye; görmek ne acı bilsen.. Kırgınım bu hayatta yaşamadığım bir çok şeye, bir çok kim’e. Hayatıma girenlerin alıp gittikleri bir çok parçayı geri getirmelerini beklemekten sıkıldım. Sevebildiklerimin başka yangınları kundaklaması, yabancı yangınlarda birşeyler aranması..
Hepsinin takip ettiği bir “gitme” yolu olmaktan.. Ne kadar çok kavşak çıkıyormuş içimden. Ne kadar tehlikeli bir yol ayrımında, “varım”. Birkaç denemem oldu peşlerinden gitmek gibi, küçüktü adımlarım ve hırslarım, dönmek zorunda kaldım yaşadığımı sanmalarıma. Başaramadım !
 
Biriyle bir tende, ve bir’leşerek, uzun veya kısa bir önsevişme sonrası.
Tüketilebilirlikler ardında, haz ?
Sıradan değildi tahminim üzere, daha öncekilerin sıradan olmadığı gibi; çünkü bir kaçtır uğruyorsun o durağa.
Nesi yanlış değil mi, savunması “olgunlaşmak” nasıl olsa.
Bu savunma altında kaç savaş çıkar bu meydanlarda..
Ödeşmek istiyorum, en yakın limana demir atmak; en yakın katile senin ölümünü kiralamak.
Ya da boşvermek, bir kilo rakıya gömmek..
O an için hangi seçimlerin doğruluğundan tavizler verebiliriz arası bir huzur.
Sabah kalktığımda bilindik bir başağrısı.
Çok mu isterim ki kalkmayı, o kendi başına ayrı..
Kızmadım hiç, kadınımın biriyle sevişebiliyor olmasına.
Bu sonda ki –ım biraz mecaz aslında.
Lafın gelişine vuruyorum, gidişine bakıyorum işte.
Ufacık bir nokta işte.
Önemsiz işte.
Değersiz işte.
Bir sürü ben, küçük bir cümlede, işte.
Ne kadar kolay özetlenebiliyor olmamı ayrıca seviyorum, bu daha da ayrı..
 
Sahi nasıl oldu ?
Nasıl karşıladı mesela, en çok merak ettiğim bu aslında. Üzerine gitmek gibi olmasın da, olsun da ya da.. Ne ekledi “hoş geldin”in arkasına ?
Birtanem ?
Tatlım ?
Ruhum ?
Güzelim ?
Canım ?
Aşkım ?
Bebeğim ?
Vs vs vs..
İllaki biri, artık hangisini kullanmayayım ?
Nasıl seviştiniğize bir ara değinmek isterim ilave olarak. Ama şu an değil..
“Görüşmek üzere” dilendi mi karşılıklı ?
Pişmanlık nerede saklanıyordu o sırada ?
 
Hepsi boş biliyor musun ? Beni ilgilendirmeyenleri böylesine irdelemem, kurcalamam.. Tuhaflaşmayı sevmiyorum..
 

Ayaklarının göteremeyeceği yerlere git, her gece. Gez, dolaş yanılgılarının üzerinde. Parmak uçlarınla dokun farkında olmadığın özlemlerime. Mermerlerim bulanmasın kokuna, hatta izin ver kirli kalsınlar bundan sonra; dönmemeye karar vermemden hemen önce.

Seni bırakacağım, hiç telaşlanma, kısa bir sürede olduğunu sandığın yerde olacaksın.

Kürek kemiklerinin tam orta yerinde kocaman bir öpücük kalacak; yerli, yersiz; benli, bensiz. Uzanamayacak ve silemeyecek hiçbir tanrı. Seni o izden tanıyacağım tüm kayıp, ahlaksız ve aykırı düşlerimde..

… ve yürüdü hayat, kumdan kalelerim üzerine kalın toynaklarıyla; soyutlaşıyor şimdi tüm kızıl özlemler..
 
‘Düşsel’

yaşasın sinema..

‘yaşadığımız cinnet ortamında bir gün  bana da sıra gelecek diye beklerken sığınaklarımdan biri olan sinemaya iyice boğdum kendimi.. bu aralar  ‘peter sellers, blake edwards , louis de funes, julio medem, fernando solanas’ üzerine çalışma yaparken bir yandan da deli gibi film izliyorum..

kısa filmler arasında gezinti :

sinema üzerine çalışmalarım sırasında sinema emekçisi bir kardeşim tarafından bana verilen onlarca yeni kısa filme de göz atma fırsatım oldu.. gerçekten çok değişik ve zeka ürünü üretimlere rastladım aralarında.. ama çok kötüleri de vardı.. kamerayı çalıştırıp iki sis, bir ışık ve yürüyen bir insan figürü koyup arka planda da bilinen bir klasik müzik ya da tanınmış film müziği çalınca iyi bir film yapacağını sanan arkadaşlar var.. şevklerini, umutlarını kırmamak için isim vermiyorum.. ama izlediğim kısa filmler arasında bir film var ki onu burada es geçemeyeceğim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu film ‘fırat yavuz’un ‘toros canavarı’ adlı kısa filmi.. gerçekten on numara bir film.. özgün senaryosu, tekniği, kurgusu ile çok çarpıcı bir konuya, çok değişik bir yaklaşım getirmiş fırat yavuz.. benim de bir zamanlar gördüğüm anda irkildiğim ‘toros’ marka otomobillerle ilgili bir film.. camları siyah kaplıysa eğer korkunuza korkular katan arabalar.. 1990’lı yılların adam kaçırma, faili meçhul ve gözaltında kayıplarının büyük çoğunluğunun gerçekleştirildiği araçlar bunlar.. fırat yavuz bu konu üzerinden güzel bir senaryoyla çok özgün bir çalışma yapmış.. kendisini buradan kutlarken aylak adamız olarak teşekkürlerimizi sunuyor ve her zaman takipçisi olarak ürünlerinin arkasında ve destekçisi olduğumuzu belirtiyoruz.. izlediğim kısa filmler arasında anlatmak istediğim başka filmler de var ama onlar başka zamana.. şimdi daha önemli uzun metrajlı filmlere geçelim..

‘press’ :

son süreçte izlediğim filmlerin sayısını hatırlamıyorum ama hepsini isimleriyle, konularıyla hatırladığıma göre hep kaliteli, güzel yapımlar izlemişim..

sinemada izlemeyi kaçırdığım sedat yılmaz’ın ‘press’ini o günleri tekrar yaşayarak izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sedat yılmaz 1990’lı yıllarda ‘özgür gündem’ gazetesini baz alarak muhalif gazeteci olmanın sonuçlarını yaşananlardan, gerçek olaylardan kesitler sunarak çok güzel bir iş çıkarmış bence.. oyuncuları öncelikle tebrik etmek istiyorum.. en ufak rolde bile özenle çalışıldığı görülüyor.. birçoğunu daha önceki kazım öz’ün ‘bahoz’ filminden de hatırlıyoruz.. ‘özgür gündem’ gazetesinin diyarbakır bürosunda çalışan 7 kişinin başından geçenleri anlatan sedat yılmaz o günlerin ortamını sinemanın kullanabildiği tüm imkanlarından faydalanarak anlatmaya çalışmış..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kaybedilen, infaz edilen, işkenceler, tehditlerle yıldırılmaya çalışılan, hapislerde çürütülen gazeteciler, gazete dağıtımcıları, gazete bayilerinin hayatlarından kesitler filmin her saniyesinde teker teker kalbinizin ortasına bir kor gibi düşüveriyor.. filmi izledikten bir süre sonra filmle ilgili eleştirileri  okudum.. yine bazıları acımasızca infaz etmiş filmi.. üzüldüm.. oturdukları yerden o kadar kolay harcıyorlar ki harcanan emekleri, alın terini inanamıyorum.. ‘sedat yılmaz’a da buradan teşekkür ediyorum bu cesur ve özgün filmi için.. kendisinin yeni üretimlerini sabırsızlıkla bekliyoruz..

‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ :

onlarca filmin arasından bu yazıda değinmeden geçemeyeceğim bir film daha var : ‘behzat ç. – seni kalbime gömdüm..’ bu filme daha sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğim fakat burada birkaç cümle de olsa değinmek istiyorum çünkü filmin de, ekibin de üzerine o kadar gidiliyor ki bu aralar artık yapılan eleştirileri aklım almıyor.. elbirliğiyle yok etmeye çalışıyorlar ‘behzat ç.’ karakterini.. çünkü türkiye televizyon tarihinde daha önce yaratılamamış, daha doğrusu yaratmaya cesaret edilememiş bir karakter çıkartıldı ortaya.. hele filmin yapımcılarının inisiyatifinde olan ‘van depremine ilk günlük hasılat yardımı vakasından’ yola çıkarak öyle bir yüklendiler ki ‘behzat ç.’ye dedim bu sefer nefesini keserler yapımın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele hele bu eleştiriler arasında sol çevrelerden bazı dergilerde ‘behzat ç’nin neden polat alemdar ve deli yürekten farkı yoktur’ gibi yazıları okuyunca kafayı yiyorum.. ya arkadaş yazılarınızı vaktimi harcayarak okuyorum, sonra dönüp tekrar okuyorum,  tekrar ve tekrar.. inanamıyorum.. dizinin bir iki bölümünü izleyerek ya da yarım yamalak izleyerek eleştiri yapıyorsunuz.. 38 bölüm ve bir sinema filmi çekilen bir yapımı iki bilgi kırıntısı ve kulaktan dolma bilgilerle yerin dibine gömüyorsunuz.. yüzlerce insanın emeğini hiçe sayıyorsunuz.. nasıl bu kadar pervasız olabiliyorsunuz anlamıyorum.. daha önce bunu kendinden menkul özgürlük anlayışları olan bir sol çevrenin yayın organında ‘kaan arslanoğlu’ usta yapmıştı.. ‘behzat ç.’ konulu yazısına karşı yazdığım eleştiri yorumunu nedense yazının altına koyma yürekliliğini ne kendisi ne yayın organı gösteremedi.. ve bu yazısına kadar sayın ‘kaan arslanoğlu’nu o kadar sevip, eserlerini (hem kitaplarını, hem blogundaki, hem de değişik yayınlardaki yazılarını) merakla takip etmeme rağmen bu yazısı ve yorum yazıma karşı verdiği tepkiyle yıkıldım.. sayın kaan arslanoğlu ne farkınız kaldı diğer düdük çalınca hizaya giren medya mensuplarından.. hala bir özür bekliyorum.. ama önce yazısından dolayı ‘behzat ç.’ ekibinden.. kaan arslanoğlu bu yazısında iki, yada üç bölümünü izlediğini beyan ettikten sonra veryansın ediyor diziye..

ya el insaf kardeşim.. türkiye televizyon tarihinde hangi yapım daha önce gözaltında kayıplardan, hrant dink cinayetine, devlet kurumlarındaki değişik illegal derin yapıların örgütlenmesinden, kot işçilerinin yakalandığı silikosiz hastalığına, derin devlet yapılanmalarının işlediği cinayetler, suikastlardan ve daha birçok el yakan, yaşam söndüren, cesaret isteyen konulara kadar işlemiş, deşifre etmiştir söyler misiniz..

eleştirmek çok basit : dizinin birkaç bölümünü izle.. ‘behzat ç.’ iki tokat atıyor, bir iki küfür çakıyor, bir iki bayanı öpüyor diye vay efendim faşist polis tiplemesini halka benimsetiyor, sevdiriyor.. ya arkadaşım ne yapsalardı dövmeyen, sövmeyen, sevmeyen, öpmeyen bir polis tiplemesi koysalardı bu sefer de hiç gerçekçi değil diyecektiniz.. ne yapsınlar yani nasıl bir şey istiyorsunuz anlamıyorum.. ortaya karışık mı.. ‘stockholm sendromu’ tanısı koyan bile oldu ‘behzat ç.’ karakterinin sevilmesine (özellikle de sol düşünceye inanan insanlar arasında) neden olarak..

geçenlerde yine agora yayınevinin çıkardığı ve devamlı takip ettiğim ‘mesele’ dergisinden bir arkadaş yerden yere vurmuş diziyi.. ve yine doğru dürüst izlemeden kıymış, biçmiş bütün yapıma.. ve eklemiş ‘deli yürekten ve polat alemdardan farkı yok..’ yok canım, yok ya bana kalırsa kanuniden de, bihterden de, difteriden de, depremden de farkı yok dizinin.. derhal yayından kaldırılmalı.. cümbür cemaat ‘arka sokaklar’ dizisini izlemeli herkes.. kusuruna bakmayın siz behzat’ın..

ya insaf edin diyorum tekrar.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ama bu bir edebi eserin ekrana uyarlanmış hali.. sizin keyfinize, politik görüşlerinize göre şekillenecek değil.. ve okuyan, eleştiren (ama öyle bir iki yaprak çevirerek, bir iki bölüm izleyerek değil tüm eseri okuyarak, yapımı görerek, izleyerek  eleştiren) kitleler zaten kitaba da, diziye de, filme de yeterince destek ve yapıcı eleştiri getiriyorlar rahat olun.. sizin yüzlerce insanın emeğini bir iki bölüm izleyerek yok saydığınız ve acımadan yerin dibine batırdığınız dizinin her bölümü 90’lı yılların kayıplarını, yargısız infazlarını dile getirmeye devam edecek ve birilerini rahatsız etmeye devam edecek..

‘behzat ç. seni kalbime gömdüm’ filmine gelince diziden dolayı filmden bayağı bir beklentiye girdi insanlar.. polisiye bir hikayeden bir sinema şaheseri çıkmasını umanlar dizinin uzun ve sinemasal öğelerle desteklenmiş bir halini görünce hayal kırıklığına uğradılar.. ne bekliyordunuz.. bir ‘tarantino’ filmi mi.. ‘behzat ç.’ dizisinden elbette farkı olmayacaktı.. sadece tek bir hikaye ekseninde biçimlenen uzun bir sinema filmi..

hayır filme yapıcı eleştiriler gelse deseler ki filmdeki konuya yedirilmiş ‘araba reklamı’ çok sırıtmış ve rahatsız etmiş dense, sahneler arası geçişlerde kopukluklar var, bazıları çok acemice olmuş dense yanmayacağım ama yok, yapıcı tek bir eleştiri yok..

şimdi de bazıları seyirci sayısından vurmaya çalışıyor filmi.. yok efendim beklenenin çok altında kalmış.. 500 bin kişiye yakın kişi izlemiş şimdilik filmi, belki daha fazla.. daha ne istiyorsunuz.. aylarca reklamı yapılan abuk sabuk komedi filmlerine mi yetişmeliydi rakam.. neymiş ‘anadolu kartalları’ filmine geçilmiş gişede.. tüh be yazık yenildik desenize, nasıl da yendiler bizi tühhhhhhhhhhhh.. gülüyorum be kardeşim bu eleştirilere..

filmi ayrı ayrı zamanlarda iki kere izledim, ‘behzat ç.’ yine aynı.. kaldığı yerden devam ediyor.. bu sefer ‘red kit’ adlı karakterin işlediği cinayetleri çözmeye çalışıyor.. seksenli yıllarda anne babası ve kız kardeşi derin devletçe infaz edilen ‘red kit’ pervasızca intikam peşinde koşuyor, behzat ve ekibi de onu yakalamaya çalışıyor.. film konusuyla zaten ilgi çekici.. oyunculuk üst düzeyde.. ekibin olağan kadrosu yine işlerini çok iyi yapmış.. ama bu filmde ‘kolsuz ahmet- süleyman’ karakterini canlandıran ve birçok dizi ve sinema filminden tanıdığımız (özellikle serdar akar’ın ‘bar’da filminden) ‘hakan boyav’ filme esas itici gücü veren karakter olmuş..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

açık söyleyeyim filmin konusunda ‘behzat ç.’den sonraki en önemli karakter olan ‘tardu flordun’un canlandırdığı  ‘red kit’ karakteri ‘kolsuz ahmet-süleyman’ karakterinin çok çok gerisinde kalmış.. ‘hakan boyav’ı tebrik ediyorum performansından ötürü..

filmde rahatsız olduğum, eksik gördüğüm birçok yer var, başka bir yazıda daha ayrıntılı yazacağım.. ama en büyük eksiklik diziye büyük katkı veren ‘cem kısmet-pilli bebek’ müziklerinin filmde pek kullanılmamış olmasıydı.. bence görsel etkiyi daha fazla arttırırdı pilli bebek müzikleri daha fazla kullanılmış olsaydı..

ama yukarıda da yazdım beni en çok rahatsız eden ‘harun’ karakterinin cinayet şubeye verilen yeni arabalarla ilgili çok uzun ‘sponsor reklamı repliğiydi’.. filmin ekibini ve yapımcısını uyarmak istiyorum : filmler, diziler içine yedirilmiş sponsor reklamları bazen çok kötü etki yapıp, yıpratıcı olabiliyor, seyirciye itici geliyor.. filmden çıktık reklamlara geçtik sandım tıpkı filmdeki bu araba reklamında olduğu gibi.. en sevdiğim tiplemelerden olan ‘harun’ karakterine neredeyse gıcık olacaktım.. bitmek bilmedi arabayı övüş sahnesi.. neyse ‘angaralılara’ burada ara vereyim daha anlatacak çok film var.. bir iki cümle dedim sayfa oldu..

‘gelecek uzun sürer’ :

gelelim ‘gelecek uzun sürer’e.. fransız komünist düşünür ‘althusser’in ünlü kitabıyla aynı ismi taşısa da kendine özgü, bir hikayeler bileşkesi olan bir film ‘gelecek uzun sürer’..

türkiye sinemasına ilk uzun metrajlı filmi ‘sonbahar’la çok şey katan genç yönetmen ‘özcan alper’ ikinci uzun metrajlı çalışmasında ülkemizin doğusunda 30 yıldır süren savaşa, kürt sorununa ve ülkemiz genelinde kaybedilmiş, infaz edilmiş 17500 insana kamerasını çevirmiş bu sefer..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yer yer belgesel görüntülerle ve gerçek karakterlerin röportajlarıyla desteklenmiş film bir tren yolculuğu sahnesiyle açılıyor.. baş karakterimiz ‘sumru’ (gaye gürsel) sevgilisi ‘harun’un kendisinden ayrılıp dağa gitmesinin ardından ülkenin değişik yerlerine yöresel ağıtları toplamaya gider.. etnomüzikologdur ‘sumru’.. sıra ülkenin doğusuna gelmiştir.. kendisi karadenizli olan ‘sumru’ annesinin tüm uyarısına rağmen diyarbakır’a doğru yola çıkar.. tren diyarbakır garında durduğu andan itibaren apayrı bir dünyaya adım atar ‘sumru’.. bir nevi ‘acının kalbine’, acının olağanlaşıp, cisimleştiği yere gelmiştir ‘sumru’.. çeşitli kanallar ve tanıdıkları aracılığıyla daha önce tesadüfen diyarbakır  sokaklarında karşılaştığı bir sinema sevdalısı ‘ahmet’ (durukan ordu) ile irtibata geçer.. ‘ahmet’in elinde yıllar önce topladıkları ve çektikleri belgesel görüntüler vardır.. bir yandan bu görüntüler üzerinde çalışıp bir yandan da yakınlarını kaybeden kişilerle birebir görüşmeler yapan ‘sumru’ya, ‘ahmet’ bir yakınlık duymaya başlar ve olaylar gelişir.. ‘sumru’nun yolculuğu aslında bir nevi kendi ağıtına yolculuktur..

‘özcan alper’ ilk filminin büyük başarısının baskısının, ağırlığının altında ‘gelecek uzun sürer’e başlamıştı.. uzun ve yorucu ön çalışmalar, hazırlıklar yapan, özellikle karakteri canlandıracak oyuncular bazında çok titiz çalışan ve karakterleri kimin canlandıracağını seçtikten sonra onları uzun bir eğitim sürecinden geçiren ‘özcan alper’ bu filminde de karakterler üzerine çok çalıştığını açıkça hissettiriyor..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

edebiyatı ve özellikle de şiiri filmlerinin her saniyesine katıp işleyen ‘özcan alper’ bu filminde de aynı şekilde yola çıkmış, şiirsel dilinden ödün vermemiş.. ilk filminde ‘sergey yesenin’in dizeleri, ‘çehov’un ‘vanya dayı’sı anılırken, ‘gelecek uzun sürer’de ‘andrey voznesenski’nin ‘oza’ kitabı ve şiiri seyirciyi filmin değişik yerlerinde selamlıyor ve sarsıyor.. 

karakterlerden özellikle ‘sumru’ karakteri ilk film ‘sonbahar’ın ‘yusuf’una çok yaklaşmış.. ‘gaye gürsel’i bu ilk sinema deneyimdeki oyunculuğundan dolayı kutlamak istiyorum.. diyalogların pek fazla olmadığı, genelde görüntünün, mimiklerin, duyguların ön plana çıktığı senaryolar oyunculuk açısından çok zordur.. ama özellikle ‘gaye gürsel’ başarıyla vermiş bu sınavı..

‘ahmet’ karakterini canlandıran ‘durukan ordu’ da ilk filminde elinden geleni yapmaya çalışmış.. onun da üstlendiği karakter gerçekten zor bir karakter.. zaman zaman bazı yerlerde takıldığı ve yetersiz kaldığı görülse de sırf ‘fransız yeni dalgası akımının’ unutulmaz filmlerinden ‘godard’ın ‘a bout de souffle’ (serseri aşıklar – breathless) filminde ‘jean-paul belmondo’nun canlandırdığı ‘michel’ tiplemesine gönderme yaptığı sahnelerde döktürdüğü için bile teşekkür etmek gerekir kendisine.. ‘durukan ordu’nun oyunculuğu da gelecek için umut vaat ediyor..

cemaatini sürgünlerle, katliamlarla kaybetmiş ama o toprakların altında yatan kemikleri terk edip gidemeyen diyarbakır ermeni kilisesinin papazını canlandıran ‘sarkis seropyan’ın anlattıkları ve annesinin söylediği ağıt gerçekten yürekleri yakıyor.. hele virane kilisenin bahçesine yağmur yağarken annesinin ağıdını ‘sumru’yla beraber dinledikleri sahne sinemamızın unutulmaz sahnelerinden birisi olacaktır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sevgili erdal kırık’ın canlandırdığı ‘kuto’ karakteri de on numara.. beki sahneleri daha fazla olsaydı filme daha fazla şey katardı.. ‘erdal kırık’ oynadığı üç sahnede de döktürmüş.. hele büyük usta angelopoulos’un filmini ‘ahmet’le birlikte izlerken söyledikleri böyle yürek yakan bir filmde seyirciye bir an olsun nefes aldırıyor..

filmi üç kere izledim gösterime girdiği andan itibaren.. bu kadar güncel ve can alıcı konusunun olduğu bir filmin gişesinin düşük olmasını insan anlayamıyor.. üstelik ilk filminde türkiye sinemasına bir başyapıt kazandırmış ‘özcan alper’in filmi bu.. hele konusunun yakıcılığı, güncelliği karşısında daha da şaşırıyor insan.. üç izleyişimin birisinde iki kişi, birisinde dört kişiydik sinemada.. neyse ki üçüncü izleyişimde yüze yakın koltuk doluydu..

filmin müzikleri de yine özenli bir çalışmanın ürünü.. hele final sahnesindeki ağıt belli ki yine ince bir çalışma sonucu seçilmiş..

filmdeki çekimler ve görüntüler yine ‘sonbahar’ filmindeki görsel başarıyı aratmıyor.. ‘özcan alper’ burada döktürmüş her zaman ki gibi.. yukarıda da bahsettiğim kilisedeki ağıt dinleme sahnesi, filmin girişindeki ve finalindeki atların sahneleri ve bir kayıp yakınının ‘biz kemiklerimizi istiyoruz’ dediği sahneler sinema tarihinde unutulmayacak sahneler olacak..

bir de ana hikayenin içine yedirilmiş yan hikayeler filmin içeriğini, anlatım gücünü daha da kuvvetlendirmiş..

‘sonbahar’dan beri yakından takip ettiğim ‘özcan alper’ çok birikimli bir insan olduğu kadar son derece de mütevazi birisi.. her filminde kendisinin de bir öğrenim ve keşif sürecinden geçtiğini söyleyen ‘özcan alper’ ülkemiz sinemasında iki filmde kendine has bir sinema dili oluşturan ve kendi sinema dili olan nadir yönetmenlerimizden birisi.. kendisine ve filmin tüm ekibine bu özenli çalışmadan dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarken yüreklerine sağlık diyoruz.. bu filmi sakın dvdsi çıksın diye beklemeyin sinemada izleyin, kaçırmayın derim..

‘bir zamanlar anadolu’da’ :

yazı çok uzadı belki ama son olarak da her zaman çok saygı duyup, filmlerine taptığım ‘nuri bilge ceylan’nın ‘bir zamanlar anadolu’da’ filmine değinmek istiyorum..

ben masalsı anlatıları çok severim.. bir hikayesi olan ve bu hikayenin gerçek hayatla birebir örtüşebileceği kurmacalara bayılırım..

teknik olarak çok büyük aksaklıklarının olduğu ‘nuri bilge’nin bu filmi yine de sinema dünyamıza kazandırılmış başarılı bir çalışma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

kurgusunda, sahneler arası geçişlerde ve makyajda büyük problemlerin olmasına rağmen filmde en başta senaryo ve oyunculuk en üst düzeyde.. kamerası da her zaman çok güçlü olan ve muhteşem görüntülerle hikayeyi desteklemiş, güzel bir yapım çıkarmış ‘nuri bilge ceylan’..

özellikle ‘yılmaz erdoğan’ canlandırdığı ‘komiser naci’ karakteri ile oyunculuğun ve kendi oyunculuğunun doruğuna çıkmış..

‘katil kenan’ı canlandıran ‘fırat tanış’ adım adım sinema dünyasının unutulmazları arasına  adını yazdırmaya başlıyor.. özellikle yakın plan çekimlerde ‘fırat tanış’ı izlerken ürperdim.. bir karakter nasıl canlandırılır öğrenmek isteyenler ‘yılmaz erdoğan ve fırat tanış’ı dikkatle izlesin.. sanırsın ‘yılmaz erdoğan’ kırk yıllık komiser..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘savcı nusret’i oynayan ‘taner birsel’ her zaman ki oyunculuğunu konuşturmuş yine.. ancak özellikle ‘savcı nusret’in yüz makyajındaki yüzdeki kalıcı yara ya da hastalık izleri çok kötüydü.. sanki bir günlük zaman dilimi içinde yara bir artıyor, bir azalıyordu.. kaçırdığım veya anlamadığım bir nokta mı diye düşündüm, izleyen arkadaşlarıma sorduğumda onlar da makyajda hatalar olduğunu söylediler..

diğer karakterlerden ‘doktor cemal’i canlandıran ‘muhammet uzuner’, ‘arap ali’yi canlandıran ‘ahmet mümtaz taylan’ ile aslında doktorluk da yapan ve filmde anlatılan hikayenin de sahibi olan ‘köy muhtarı’nı canlandıran tecrübeli oyuncu ‘ercan kesal’ın oyunculuklarını da anmadan geçemeyeceğim burada.. hepsine sonsuz teşekkürler.. çok zorlu bir hikayenin çekimi sürecinde gerçekten muazzam oyunculuklar çıkarmışlar..  filmin en önemli gücü oyunculuk ve karakterlerin bu sert hikayenin içine sizi çekip alması..

anlatılan ise ‘bir zamanlar anadolu’da gerçekleşen ve anadolu’da her gün karşılaşılabilecek adli bir olayın ekseninde yurdumuz insanın derinliklerine doğru bir kazı.. belki de filmin en önemli sahnesinde olduğu gibi yurdumuz insanının detaylı bir otopsisi.. kurgudaki ve makyajdaki aksaklıklar da olmasaydı ne iyi olurdu diyesi geliyor insanın ama filmi düşündükçe unutmaya başlıyor insan o aksaklıkları..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bu filmi kaç kere izlediğimi bu kez söylemeyeceğim ama sizlere ‘gelecek uzun sürer’ gibi lütfen gösterimden kalkmadan bu filmi de sinemada izleyin diyeceğim.. kaçırırsanız çok şey kaybetmiş olacaksınız bilesiniz.. son anlattığım iki filmle ilgili çok şeyler yazacağım daha çünkü sürekli bahsedilmeyi hakkeden ve kendilerinden bahsettirecek gücü olan filmler bunlar..

neyse bugünlük yeter sanırım sinema lafazanlığı.. sevgili ‘fran(sı)z’a da buradan selam çakıp yaşasın edebiyat, yaşasın sinema diyorum..

sinemayla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

bOzUkKaLp

Ondan bahsetmek istemiyorum artık. Her ne vakit adını ağzıma alsam, dilimin üzerinde hem acımsı hem de tuzsuz bir tat beliriveriyor. İçi boşalıyor her şeyin… Ne gök ne de yer, sığmıyor bir yere kalp. Bu bağlamsızlık zaman zaman telaşlandırıyor.

Hayırdır inşallah, paranoid çözülme alameti mi?

Bu durumun bir türevi var mı?

Bay H. hep yanımda. Beraber uyanıp beraber örtüyoruz geceyi üzerimize. Sağolsun beni hiç bırakmıyor… Tekvin anında hamurumuz beraber karılmış sanki. Ammawelakin, içinde olduğumuz bu halin, müsebbibi biz değiliz. Nasıl desek, birinin yaşadığı bir halin sonucu gibiyiz. Ya da onun göğsünün daralmasıyız sadece biz ikimiz, ama varlık iddiasındayız. O da bizim zehabımız işte. İbrahim’in baltası bizim tepimize inince, o üçüncü şahıs rahatlayacak mı? Bırakacak mı bu 21. kattan boşluğa bırakılan, çuvala doldurulmuş kırılmış kemiklerin görüntüsü hissihali yakamızı?

Sanmam Bay H. That seems almost impossible… Ne kadar çok aymazlığımız olduğunun farkında mısın Bay H., en basitinden en karmaşık olanına, ne çok körlük? Mesela bu sabah, pötibör bisküvi yerken, birden neyi fark ettik? Evet, evet üzerinde “Petits Beurres” yazdığını; bunun Fransızca, “Küçük yağlar” anlamına gelen bir sıfat tamlaması olduğunu; ilk 1886’da Louis Lefevre-Utile tarafından icat edilen dikdörtgen kurabiyelere bu adın verildiğini.

Tamam Bay H. sulandırmıyorum meseleyi, ancak bugünü “Pötibör Günü” ilan edelim istiyorum. Seninle kafamıza hiçbir şeyi takmadan, iç huzuru simülasyonu yapalım mı? Eve gidelim, çay demleyelim ve yanına bir tabak dolusu muhtelif pötibör bisküvilerinden alıp laflayalım, ne dersin?

Ya da en iyisi ikimiz Endülüs’e gidelim. Belki o zaman, ne varsa ikimiz de dâhil olmak üzere, varlık iddiasında bulunan unutabiliriz. Unutamasak da en azından deneriz be Bay H., olmaz mı?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar- V

“Kitaplar”

 

“İlk kez bu kadar kalın bir kitap okuyup bitirmenin  garip hazzını duyuyordum. Kitap okumayı  sevememiş biri için  gerçekten haz verici bir durumdu bu.

Bununla beraber  kitaplıktaki raflarda duran onlarca kitap artık gözümü korkutmamaya başlamıştı. Hatta artık onlara karşı büyük bir açlık duyuyordum. ‘Bu kitapların hepsini okumalıyım’ diye düşünüp  bunlarla ilgili bir senelik saçma bir plan dahi yapmıştım.  Ancak her ay başına on beş kitap koyacak kadar işi abartınca kendimle ilgili yarım kalan türlü çeşitli saçma sapan planlara bir yenisini daha eklediğimi kabullendim sonunda. İlgili kitapların çoğunluğu da en azından Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı kadardı…

Belki de bir coşkunluk nöbetiydi  bu kadar fazla kitap hedeflememin nedeni. Öyle ki kendimi gerçek hayattan soyutlayacağımı zannettirecek kadar yoğundu bu coşkunluk.  Oysa ki yapılacak işler, hiç gerçekleşmeyecek olan böyle bir planın saçmalığını kısa sürede ortaya koymuştu.

                                                                       *

Hayatımın yirmi küsur senelik kısmını kitapların kokusundan kaçarak geçirmiş olmaktan duymuş olduğum pişmanlık ve öte yandan  sonraki yıllarımı  boşa geçirme endişesi sürüklemişti belki de . . .

                                                                       *

Sonraları okuduklarım arttıkça bu kez de okuduğum kitapları ileride hatırlayamama korkusu baş gösterdi. Küçük alıntıları bir yerlere kaydederek kitapların can alıcı noktalarını hatırlamaya çalışacaktım. Oysa ki bu da gayet zordu benim gibi başladığı her işi yarıda bırakmayı seven biri için. Örneğin, K. gibi bir yazarın herhangi bir kitabının herhangi bir paragrafını alıntı yapmak kitabın geri kalanına   haksızlık etmek demekti. Ama devam etmeliydim kitaplar bitene dek.

                                                                       *

Bir başka düşünce ya da bir saplantı demek daha doğru olacaktır, okuma şevkinden sonra kitap cimriliği de baş göstermişti.  En başlarda  kitapların yıpranmasını engellemeye yönelik önlemler almayla başladı. Bir süre sonra kitapları diğer insanlara vermede kararsızlık; onların zarar verip yıpratabileceği düşüncesi hakim oldu. Öyle ki kitapları görmesinler diye yatağımın altına saklamaya başlamıştım.

                                                                       *

Onları silip belli bir sıraya göre dizmek, hepsinin dışa bakan kısımlarının aynı sınırda olmasını sağlamak bir zevk haline geldi. Rafla temasta olan yerlerini ve köşelerini bantlamak da korumak için aldığım bir önlemdi. Bir süre sonra bu düzenleme işi her gün olacak seviyeye erişti. Öyle ki günün üç saati bu titizlikle uygulanan düzenlemelere gidiyordu. Bazen yaptığım sıralamayı başka bir şekilde yenileme düşüncesi bu süreyi beş saate kadar çıkarıyordu.   Kitapları renklerine, kalınlıklarına, boylarının kısa ya da harflerinin büyüklüğüne  göre dizmeye başlamıştım…

                                                                       *

Kitapların bana zararı böyle de bitmedi. Günlük düzenleme sırasında ya da kitapları tek tek silerken  yanlışlıkla yere düşürünce  bu kez nemden pek fazla etkilenmediğini düşündüğüm kapaklarını  sabunlu bezle silip sonra  nemli başka bir bezle durular hale geldim. Sanki yere düşmeleri onların mikrop kapıp hastalanmalarına yol açabilirdi. Ayrıca yere düşen kitabın her tarafını zarar var mıdır diye taramak da adet olmuştu. Bir keresinde, bu nedenle  sayfalarından birkaçının köşeleri bükülmüş olan bir kitabı avutmak için yanımda bir gece yatırdığımı anımsıyorum.

                                                                       *

Onlarla konuşmaya ne zaman mı başladım? En başlarda rüyalarımda roman kahramanlarını görüyordum. Bunlar bana ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Yani olayları nasıl geliştirmeleri gerektiğini… Söz gelimi Raskolnikov’un baltayı alıp tefeci kadını öldürmesi gerektiğini ya da Josef K.’nın tuttuğu avukattan vazgeçmesi gerektiğini, Lennie’nin köpek yavrusunu  sıkıp öldürmesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum.

Sonraki rüyalarımda bunlarla güncel konularla ilgili tartışmalar da yapmaya başlamıştım. Bir keresinde Pelageya Ana’ya oğlunun seçtiği yolun doğruluğunu anlatmak için akla karayı seçmiştim.

Sonraları rüyamda kahramanlar daha az görünmeye başladılar. Gördüğüm zamanlarda da bulundukları romanın bilmem kaçıncı  bölümünü okumadığımı söylüyorlardı. Uyanınca ben de o bölümü okuyordum. Oysa ki her seferinde o bölümü daha önce okumuş olduğumu görüyordum. Bu durum beni kızdırıyordu. Bir seferinde rüyamda bu yüzden Barnabas ile kavga halindeydim. O esnada yatağımın yanındaki duvarı yumruklayarak elimin ağrısına  uyanmıştım. Sonraları bu kahramanlara rüyamda hiç rastlamadım.

                                                                       *

Uyanıktım. Evet. Her şeyin olup bittiği dönem… Uyanıktım. Kitaplar bana seslenmeye başladılar. Onları silmemi istediler. Birgün Gorki’nin   Aşk Rüyası, içine bir güve girdiğini ve kendisini yemeye başladığını söylemişti. Tüm kitabı didik didik ettim ama güveyi bulamadım.

Bu tür istekler beni kızdırmıyordu. Çünkü onların söylediğini yaparak beni sevmelerini sağladığımı düşünüyordum.

                                                                       *

Birgün annem beni ziyarete gelmişti. Odamda sayıları gayet fazla olan bunca kitabı görünce hepsine para harcamamın anlamsızlığından söz açmıştı. Oysa ki zaten annem ve babama karşı kitaplardan hayatımın ilk yirmi yılında  uzak tuttukları için büyük bir kin besliyordum. Böyle bir şeyi  söylemesi de beni çok kızdırmıştı ve annemi – onca yolu teperek beni görmeye gelen annemi- kovdum. Kadıncağız durumuma korkup üzülmüş  ve o gün kapı komşumun evinde yatmıştı.

                                                                       *

Günler geçtikçe hissettiğim bir eksik vardı. Birgün bu eksikle ilgili olarak Camus’un Veba’sıyla konuşuyorduk.  Bana yemek yemediğimi, belki de bu yüzden zayıfladığımı, eksikliğin bundan ileri gelebileceğini söylüyordu.

Kitaplarla tartışmalarım onlara ayırdığım günlük süreyi  yedi sekiz saate  çıkarmıştı. Bu durumda okula gidemezdim. Her şeyimi onlara adamaya karar verdim. Dışarıyla ilişkimi neredeyse kesmiştim. Yalnızca yeni gıcır kitaplar almak için  dışarı  çıkıyordum ve genel ihtiyaçlar için…

                                                                       *

Bir Pazar günü  ev sahibim kendi yedek anahtarıyla evime girmişti. Bense dışarıya  yeni kitaplar almak için  çıkmıştım. Dışarısı boğuk ve nemliydi. Paltomun kenarını yüzüme kapatarak  döndüm. Döndüğümde Sartre’ın Bulantı’sını elinde tutuyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. O nasıl bir kitap tutuştu öyle? Elimdekileri yere fırlatıp  Ona doğru koştum . Adam “ Kusura bakma. Eve izinsiz…” demeye  kalmadan bir yumruk attım. Sendeleyip  yere düştü . O esnada  kitabı yere düşmeden  yakalamak için ben de adamın üzerine atladım: Neyse ki adamın yalnızca dudağı patlamıştı. Kitabı elinden   alıp adamı yaka paça dışarı attım. Kapıyı kapattığımda dışarıdan adamın inleyen sesiyle beni evimden attıracağını  ve çeşitli küfürleri  savuruşunu işitiyordum… Bir saat sonra “Fareler ve İnsanlar” ev sahibini dövmekle iyi bir iş yaptığımı, aslında bunu hak ettiğini söyledi. Buna karşılık “Türlerin Kökeni”  itiraz ediyordu. Kavganın saçmalık olduğunu , bunu ancak Amerika gibi  bir kıtayı zorbalıkla  ele geçirmiş insanların torunu  olan bir yazarın  yazdığı  kitabın düşünebileceğini söyledi. Bunun üzerine  Fareler ve İnsanlar, Türlerin Kökeni’nin  kabahatiyle oturması gerektiğini, ırkçılığın en ciddi odaklarından olan bir ülkenin tohumu oluşunun utanç duyulacak bir şey olduğunu  söyledi. Türlerin Kökeni ise yerinde duramıyordu sinirden ve “Faşist! Irkçı! Amerikan ayrılıkçısı!” gibisinden bağırıyordu. Bense sinirlendim ve ikisine  seslerini kesmelerini söyledim. Onlara böyle suçlamalar yakışmıyordu. Benim ve buradaki tüm kitapların yeryüzündeki her insanı birbirinin kardeşi olarak gördüğünü ve yalnız bu iki kitaptan böyle  ırkçı izlenimler almanın esas utanç verici olan şey olduğunu söyledim. Bunun üzerine Sartre’ın Sözcükler’i itiraz etti ve buradaki her kitabı –Fransızlar dışında- faşist ilan etti. Bu düşünceye çok sinirlenmiştim.  ‘Sen çok konuştun ama!’ diyerek duvara fırlattım. Bundan sonra tüm kitaplar bana küfretmeye ve benim Allah’ın belası bir pislik olduğumu     haykırmaya başladılar. Bense devamlı ‘Susun!’ diye bağırıyordum. Büyük bir gürültü yükseliyordu bu kitaplardan. Özellikle seçebildiğim kadarıyla Brecht’in Sanat Üzerine Yazılar’ ı ile Shakespeare’in Venedik Taciri  ıslık da çalıyorlardı. Sonra bunlara Einstein’ın Görelilik Kuramı da katıldı.

Benimse tepem atmıştı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kitaplar da susmak bilmiyorlardı.  Kulaklarımı parmaklarımla  acıtırcasına tıkadım. Ama fayda etmedi. Sanki kafamdaki kemikler sesi beynimin derinliklerine iletiyordu. Sonunda dayanamayarak kitaplıkları devirerek tüm kitapları yere döktüm. Çığlıkları artmıştı. Kulak zarlarım adeta patlamak üzereydi. Bunlardan kurtulmalıydım. Çevremde ulaşabildiğim en yakın nesne  sandalyemdi. Bununla kitaplara vurmaya başladım. Onları belki de bu şekilde öldürebilirdim. Sesleri belki böyle kesilirdi. Başlangıçta bir iki tanesine vuruyordum. Böylece diğerleri de görüp korkarak susabilirlerdi. Ama öyle olmadı. Gürültü çoğaldıkça çoğaldı. Kafamın içinde yankılanıyordu adeta. Vurmak fayda etmiyordu. Son kez sandalyeyi kaldırdığımda arkamdaki eşya raflarından birinde duran şamdanı devirdim. Evet! Yooo! Hayır! Hayır! Saçmalama! Onlar her şeyin senin! Evet Evet ! Tek kaçınılmaz sonuç!  Şamdanla beraber düşen çakmak gözüme ilişti. Ona uzanırken kitaplar bana ait küfredilmedik  herhangi bir kavram bırakmamışlardı geriye… Bir an bile tereddüt etmeden çakmağı yerden kaptığım gibi  az önce duvara fırlattığım Sartre’ın Bulantı’sını aldım ve tutuşturup diğer kitapların üstüne attım.  Kısa sürede diğerleri de alev aldı. O esnada ses kimden çıkıyordu bilmiyorum- sanırım K…nın Değişim’iydi – içlerinden biri ‘faşistler akıttıkları kanımızda boğulacaklar!’ diye yüksek sesle bağırmaya başladı. Çığlıklar arttı. Sanki hiç etkilenmiyorlardı. Etrafı duman kaplamıştı. Ayrıca alev  halıyı ve perdeyi de tutuşturdu. Beynim raks ediyordu sanki. Başımı duvara vurmaya başladım. Alnım kanamaya başlasa da daha sert vurmaya başlamıştım.  Penceremin kenarından duman sızmış olacak ki dışarıdan da bağrışmalar geldi. ‘Yangın var!’ diye bağırdı birileri…

Bense ağlamaya başladım. O anda sanki arayıp da bulamadığım eksiği  keşfettiğimi hissettim. Ama açık değildi düşüncelerim. Dumanın etkisiyle olacak bayılmışım.  Ayıldığımda siz bana anlamsız bir iğne yapmaya çalışıyordunuz. Ama değişmeyen ve tüm bunlardan sonra … Kitaplar… Kitaplar, sadece ve sadece okunarak hürmet edilmeyi  bekliyorlar oysa ki…”   

                                                                      

‘Fran(sı)z’

– Yıl: 2000 –  (Canımdan çok sevdiğim biricik aileme ve kitaplarımıza…) .

 

(Söz konusu kitapların içerikleri ile yazılanların bağlantısı yoktur… 11 yıl sonra  buraya yazarken neler karalanmış diye düşünmek…..)

‘zanan-e bedun-e mardan / erkeksiz kadınlar / women without men..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iran sineması üzerine yaptığım çalışmalarım da ‘shirin neshat’ eserlerine yeni giriş yaptım.. ve pek bir memnun oldum kendisiyle tanışmaktan.. ‘shirin neshat’ın ilk izlediğim eseri de yine arşivimde uzun süredir bekleyen ‘women without men’ adlı yapımı oldu.. filmin afiş ve kapağı bayağı etkileyici olsa da ben onu arşivimde demlenmeye bırakmıştım.. ve sıra ona geldi.. mekanda tek başıma takıldığım, moralimin sıfır olduğu bir anda izlemeye başladım.. daha ilk sahnelerle ‘munis’ adlı karakterin olağanüstü çekimlerle kendini boşluğa bırakmasıyla ben de kendimi boşluğa bıraktım gözlerimden akan yaşlarla.. iran sineması kadar insan ruhunu sinema perdesine bu kadar güzel yansıtan bir sinema yok yeryüzünde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oyunculuklarıyla, yönetmenleriyle, müziğiyle, kurgusuyla her şeyiyle bir sarsılmaz kale iran sineması.. bizim ülkemiz gündeminin de ilk sıralarında yer alan ‘kadın’ın ezilmişliği, yok sayılması üzerine bir destan ‘shirin neshat’ın bu çalışması..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(yönetmen : shrin neshat..)

 

hikayemiz 1950’lilerin iran’ında geçiyor.. dört kadının hikayesi var birbiriyle benzeştiği için çakışan.. ha şimdi sadece bu dört kadın mı eziliyor hayır.. hikayemizde bu dört kadın var.. çeşitli sınıflardan gelen dört kadın.. birisi evde zorla evlendirilmeyi bekleyen ve benim oyunculuğuna hayran kaldığım ‘munis’ karakteri.. diğeri kendisini terk eden sanatçı arkadaşından sonra mecburen üst düzey bir generalle evlenen kadın karakterimiz.. bir diğeri ise genelevde çalışan ama yaşadığı hayata bir gün  isyan eden.. bir diğeri ise sevdiği erkeği başkasına kaptırmak üzereyken elinden geleni ardına koymamaya çalışırken başına gelmeyen kalmayan ve bana en itici gelen karakter.. ha neden sadece ‘munis’in ismini verdin diye soracak olursanız ‘munis’ benden torpilli ondan derim..

neyse filmimizin geçtiği 1950’lilerin yaşamsal ve siyasi ortamına bakalım.. o sıralarda iran’ın başbakanı ‘musaddık’tır.. iran petrolünü millileştirmiştir.. bu durumdan rahatsız olan emperyalist ülkeler ‘musaddık’ı devirip eli kanlı şah’ı yine etkin kılmaya çalışmaktadır.. ulusalcılar ve ülkenin solcuları ayaktadır.. her gün ülkenin dört bir yanında başbakan musaddık yanlısı gösteriler yapılmaktadır.. ancak emperyalist ülkelerin gazı verdiği iran ordusu darbe yapmak üzeredir.. eve kapatılmış ve zorla evlendirileceği erkeğini beklemeye zorlanan ‘munis’ evde radyodan gündemi her an takip etmektedir.. bir gün yine heyecanla radyo dinlerken odaya giren abisi radyonun fişini kopartır ve akşam gelecek görücü tayfası için hazır olmasını yoksa bacaklarını kıracağını söyler.. abisiyle sert bir tartışmaya giren ‘munis’ tartışmanın ardından evin çatısına çıkar, kulaklarında çınlayan musaddık yanlısı göstericiklerin sesleri arasında ve gökyüzünde kayan bulutların altında kendini boşluğa bırakır.. ve film burada başlar.. herkesin öldü zannettiği ‘munis’i abisi tam da kendisi evleneceği sırada böyle bir rezaletle düğünü lekelenmesin diye gizlice evinin bahçesine gömer.. üstelik bu duruma şahit olan ve ‘munis’in abisinden hoşlanan munis’in arkadaşı da göz yumar.. ‘munis’in abisi namaz kıldığı yerden kalkar kendisi yüzünden intihar eden kız kardeşini kimse çakmasın diye evlerinin bahçesine gömer.. hepimizin öldü sandığı ‘munis’ kötülere inat en olmayacak zamanda topraktan fışkırır..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(munis..)

filmdeki dört karakteri buluşturan şey ise uğradıkları zulümlerden sonra şehrin dışındaki duvarlarla çevrili sislerle örtülü bir bahçe içindeki evdir..

film kadınların her devirde her ortamda nasıl ezildiğine dair çarpıcı gözlemler, tespitler sunuyor.. sağcı, solcu, ulusalcı, gerici, dinci, faşist her yapı ve yönetim içinde kadınların ikinci sınıf vatandaş-birey vs olmadığını çok güzel anlatıyor.. kadın sadece bir araç..

‘munis’ten sonra en etkilendiğim karakter genelevde çalışan ‘zarin’ karakteri.. yabancı bir oyuncunun canlandırdığı ‘zarin’ karakteri genelevden kaçıp önce hamam gider.. burada kadınların şaşkın bakışları arasında derisini parçalayarak ve vücudunun  her tarafını kan içinde bırakarak temizlenip, arınmaya çalışır.. insan olan herkes derisinde ‘zarin’in yaşadığı acıları hissederken kalbinde, beyninde yaşadığı fırtınaları da hissetmesi kaçınılmaz oluyor bu sahnelerde..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

iran doğumlu ‘shirin neshat’ın yine iranlı yazar  ‘shahrnoush parsipour’un aynı adlı romanını okuduktan sonra mutlaka bunu sinemaya aktarmalıyız diye düşünmesi üzerine ortaya çıkan bir film bu.. filmi birkaç defa izledikten sonra üzerine yaptığım çalışmalarda sağda solda film hakkında yazılıp çizilenleri incelediğimde erkek egemen yazar-çizer takımının nasıl insafsızca eleştirip filmi yerin dibine batırdığını görünce güldüm geçtim.. bu filmi bu kadar acımasız infaz edenlerin iran’da aynı adlı romanı ve filmi yasaklayan erkek egemen molla yönetiminden hiçbir farkı yok benim için.. utanmadan çekinmeden ‘soraaya’yı taşlamak’ filmini yerlere göklere sığdıramayan tayfa bu filmi yerin dibine sokmuş.. şaşırdım.. ‘shrin neshat’ın babasının şah yanlısı olduğu iddia edilerek, shrin neshat’ın feminist olduğu ve soruna sınıfsal bakamadığı iddiasıyla (feminist olmak bile suçmuş öğrendik) bile bu film kötülenmeye çalışılmış.. sadece yazıklar olsun demek bile az geliyor bu duruma..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bir kere konu, çekimler, oyunculuk ve her türlü sinemasal kriter açısından üst düzey bir çalışma olan ‘women without men’ filmi ders olarak her sinemacıya izletilmesi gereken bir film.. ve unuttuğumuz insanlığımızı yüzümüze haykıran bir film..

‘shirin neshat’ın tüm çalışmalarında (fotoğraf, sinema vs) olduğu gibi ‘kadınlar’ gözümüzün içine içine dimdik bakıyor.. o bakışlar hepimize suçlu olduğumuzu, utanmamız gerektiğimizi anlatıyor.. ‘cennet anaların ayakları altında’ymış.. bu cümle bile kadınlar için cenneti düşünmeyen, sadece anasına iyi davranan kişinin cennete girebileceğini ama anaların, kadınların cennete giremeyeceğini dolaylı olarak ifade ediyor.. cennette kadının, anaların yeri yok.. kadınlar sadece acı çekmek, analık yapmak için, üremek için varlar.. gerisi hikaye.. olay bu kadar basit.. yüreğiniz yetiyorsa ‘shrin neshat’ın filmlerindeki karakterlerinin, fotoğraflarındaki kadınların gözlerine bakın..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

utanmadan sıkılmadan kalkmışlar bu filmi yerin dibine batırmışlar.. bunuel sinemasından nasiplenmemiş, gerçek-hayal kurgusundan haberleri olmayan kendinden menkul sinemacılar erkek egemen yaşama tarzlarına halel gelmesin diye buyurmuşlar ve infaz etmişler filmi..

‘shrin neshat’ın yaşam hikayesi iran’da başlıyor.. okumak için gittiği amerika’da bulunduğu sıralarda eli kanlı şah devriliyor.. mollalar, stalinist solun her zaman ki basiretsizliğinden yararlanıp iktidara geliyor, iktidara gelir gelmez önce şahı devirirken omuz omuza mücadele verdiği solcuları kesip biçiyorlar.. sonra sıra diğer muhaliflere geliyor.. molla devrimi sırasında yurt dışında bulunan ‘shrin neshat’ ülkesine dönemiyor.. neyse humeyni’nin ölmesinden sonra iran’a dönen ‘shrin neshat’ molla devrimin kadınlar üzerindeki etkisini gözlemleyip, çeşitli araştırma ve çalışmalar yapıyor.. fotoğraf, video, kısa film çalışmalarından yaptığı sergileri iran dışında açan ‘shrin neshat’ 2009 yapımı bu filmiyle zamanın ve mekanın önemli olmadığını, her yerde her zaman kadının ezildiğini ve ezilmeye devam ettiğini bıkmadan usanamadan yine haykırıyor.. anlayana..

insanlığınızla ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(ve herkese inat yine filmden aynı kare : MUNİS..)

 

Filmin Künyesi :

Yönetmeni : Shoja Azari, Shirin Neshat

Senaryosu : Shoja Azari, Shirin Neshat, Steven Henry Madoff,

Eser :  Shahrnoush Parsipour

Oyuncular :

Bijan Daneshmand,

Essa Zahir,

Mina Azarian,

Navíd Akhavan,

Orsolya Tóth


Türü : Politik, dram..
Yapım Yılı ve Yapımcı Ülkeler : 2009  Almanya, Avusturya, Fransa

Yapımcısı : Shoja Azari, Peter Hermann
Görüntü Yönetmeni : Martin Gschlacht
Müzikleri : Ryuichi Sakamoto
Süresi : 96 dakika..

gündemden bize ne..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘yaşadığımız ülke, yaşadığımız dünya o kadar hızlı şekilde değişik süreçlerden, olaylardan geçiyor ki artık yetişebilmek mümkün değil..

‘aylak adamız’da, ‘gündemle ilgili yazılar eskisi gibi sık çıkmıyor’ diye bazen eleştiriler geliyor.. ‘bir sessizlik hakim’ diyorlar bizim için.. dördüncü senemizi doldurmaya çalıştığımız şu günlerde bu tür eleştiriler için şunları söyleyebilirim bizim hiçbir zaman gündemle ilgili bir yayın politikamız olmadı.. herkes kafasına göre yazıyor burada.. sitemizin üzerinde ‘haber sitesi’ ya da ‘gazete’ veya ‘dergi’ künyesi yok.. bizim adımız ‘aylak adamız..’ aylağız biz.. gündemin içindekilerden dilediğimize yazıyoruz, dilediğimize susuyoruz.. gündemle ilgili gerekli tepkileri burada vermiyorsak da gereken yerlerde veriyoruz zaten merak etmesin ‘bazıları..’

‘oblomovluk’ yapmaya gerek yok.. boş laflara herkesin karnı tok, bizim de tok.. ‘insan’ olan gerektiği yerde gerektiği şekilde tepkisini verir, vermeyen zaten insan değildir.. yaşanan süreçlerden çok öfkelendiğimiz, sinirlenip masaya kapıya vurduğumuz,  öfkeden midemizin delindiği anlar oluyor.. damarımıza basılmayan gün yok.. sinirlenmemek elde mi.. biz insanız.. insanlığını unutmamış insanlarız.. insanlığımıza yönelik her türlü söylem, olay ve sürecin karşısında her zaman dimdik durduk ve durmaya da devam edeceğiz.. tweeter, facebook ya da bilmem hangi sanal alemde iki tweet, bir iki mesajla ruhumuzu vicdanımızı rahatlatmıyoruz biz..

dünya ayakta, dünya finans kapitalinin kalbinde on binler eylem yapıyor, dünyanın bütün kentlerinde bu eylemlere ses verilerek aynı şekilde eylemlerle destek veriliyor ama ülkemizde ne mi yapılıyor tweet atılıyor.. üç beş kelam yazan yazarlar dahi süreci tahlil yeteneğinden bile yoksunlar.. dünyanın değişik ülkelerindeki iç çatışmaları arap baharı veya halk ayaklanması diyerek yere göğe sığdıramayanlar yaşanan sürecin ne olduğu ve bu ayaklanmalar sonucunda şu anda durumun ne olduğu konusunda sessizler..

zaten dikkat ederseniz televizyonlarda, gazetelerde konuşup yazanlar hep aynı tipler.. kanal kanal aynı tipler dolaşıyor.. sanki klonlanmış gibiler.. hele bir karı koca var maşallah her konuda uzmanlar.. siyaseti bıraktılar magazinden, spora her konuda söyleyebilecekleri bir şeyler var.. bir de bunların ağa babaları var.. kadının yaşı yüz mü oldu iki yüz mü bilmiyorum.. yetmişlerde seksenlerde solcuların kanını içen darbelerin şakşakçılığını yapan bu kadın şimdilerde darbe karşıtı ve demokrasi havarisi olmuş.. ve her şeyi kendisi biliyor ve tek o biliyor.. her konuda uzman.. atom fiziğinden bahsedin sizi çırak çıkarır uzmanlığıyla.. çevreden bahsedin uzman.. kendisi bir ara verse gençlerin (genç dediğim zaten kendileri gibi düşünmeyenlerin şu anda medyada yeri yok, nasıl olsa kendisi gibi düşünenler gelecek rahat olsun, gözü arkada kalmasın) önünü açsa, bir sussa, bir gidip emekliliğini yaşasa ama yok kurulmuş saat gibi yirmi dört saat ekranda ve gazetelerde.. lan bir git ya bir git, bir sus ya.. tamam kabul ediyoruz her şeyi sen biliyorsun.. ama sen bir sus ya.. geceleyin uyurken bile kendi kendine konuşmuyorsa cezalandıracağım kendimi.. bir ay müzik dinlemeyeceğim, film izlemeyeceğim..

işte böyle şimdi dünya gündemi tweeterdan ve facebooktan yönetiliyor-muş.. iktidarlar, otuz küsür yıllık diktatörler tweeterla, facebookla devriliyor-muş..

ya gidin kocaman kocaman insanlarsınız, artık yemeyin bizi yahu.. bunları yazanların çoğu da eski solcu, örgütçülükten gelen tipler.. toplumsal olayların ve sosyal patlamaların sanal alemdeki örgütlenmeler sayesinde oluştuğuna inanıyorlar ve inandırmaya çalışıyorlar.. ee peki soruyorum onlara mesela bu sanal alemde örgütlenip, iktidarı devrilen mısır’da şimdi yönetimde kim var.. mübarek’in bilmem kaç senelik ordusu değil mi.. nerede oradaki iktidarı deviren kitleler..

yok arkadaş yok.. biz de gündem filan yok.. arada dileyen burada kafasına göre gündemle ilgili vesaire ile ilgili yağar dilediğine.. o kadar.. haber ajansı değiliz.. dileyen yüz bin milyon ya da milyar bilmiyorum tane sanal haber sitesinden olmadı, tweeterdan filan takip edebilir gündemi..

alın bakın her yerden şimdi bangır bangır bağırıyorlar : ‘kaddafi öldürüldü..’ gündem yine değişti-rildi.. dünya anlık yaşıyor artık.. herşey o kadar hızla değişiyor ve gün-cel-le-ni-yor-ki insanlar değil bir şeyler yapabilmek, daha durumu veyahut olayı idrak edemeden, düşünemeden gündem hoop değişiyor.. ‘hop hoop değiş tonton.. hooooooop gündem oldum..’

ama biz gündemin ta içindeyiz, göbeğindeyiz.. kafamız da gönlümüz de vicdanımız da rahat.. vicdansızlar, ruhsuzlar düşünsün..

dünyayı yaşanmaz hale getiren gündemlere rağmen biz yaşıyoruz ve yaşayacağız.. ‘yaşamak gerek vanya dayı..’

isteyen bizi okur isteyen okumaz.. bir iddiamız veya bir amacımız yok burada..

rahatta..

gülüşünüzle ve dilediğiniz ‘gündeminizle’ kalın..’

Crockett..

(1. not : benim gündemim mesela şimdi ‘halo dayı’ bizim mekandan çıkarken litrelik jack’in ‘yanlışlıkla ‘halo dayı’nın çantasına girip mekan dışına çıkması..’ ikinci gündemim robert walser’in can yayınlarından yeni çıkan kitabı ‘tanner kardeşler’.. üçüncü gündemim ‘t’ kapaklarından yaptığım tavşanlara bir çiftlik kurma projesi diyelim.. artık saymayayım.. lanetlenmeyeyim.. gündemim saymakla bitmez.. ama bizim gündemimiz anlık değişmiyor hep bir yerlere not ediyoruz hızla akıp giden dünyayı.. işlenen cinayetler, insanlık suçları, patlayan bombalar, katledilen insanlar hep gündemimizde.. ‘hiçbir şey insan hayatından daha değerli değildir..’ bizim felsefemiz bu.. insana karşı olan, cana kıyan her şey, herkes düşmanımızdır.. ama bilsinler ki dünyayı bizden alamayacaklar, çalamayacaklar.. kazandık dedikleri anda kötülerin sonları suya sabuna dokunmayan kendi sinemaları hollywood filmleri gibi olacak : ‘iyiler kazanacak..’ kötüler kendilerini biliyorlar zaten.. bundan iyi aylak gündemi mi olur..)

(2. not : ha şimdi yukarıdaki yazıda tweeter filan bilmem neyin adını yanlış yazmış olabiliriz, dilediğiniz kadar gülebilirsiniz, biz de gülüyoruz..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BeDbAhT

Erken uyandın mevzuya aferin diyor

Öyle hocam bu işler, hayat bu çocuk oyuncağı değil

bir girdi mi bir daha töb’allah çıkmaz diyorum

Salın sen kafana göre olanlar hep ola gelenler diyor

Eywallah, beklenti bitti, baksana öylece kaldım boşluğumun ortasında diyorum

Eski fotoğraflara bak, bak hepsi gitti, kim kaldı sahi diyor

Haklısın kimse diyorum

Onca öfke, direniş, kalbi yakan ateşten acı, kendini kusturan fa-fa-faşist mide bulantısı nerede şimdi diyor

Yüzüne bakıyorum, pes etmemekte ısrarcı, toprak olmadılar, kurtlar elleri ve gözleri, göğüste duran kalbi yediler, onların edip eylediklerini değil diyorum

Çocuuukkk diye uzatıyor, dolunay vakti kurt adama dönüştüğüne inanan sivilceli bir ergen gibi

Çocuk sana g….. diye ünlüyorum ben de ona

Benden sonra da sana g….. diyerek lafımı diliyle geri tepiyor ağzımın içine

Almasaydım, akşam çok yemişim, hazmedemeden daha dolmayı bu fazla oldu diyorum

Tamam, kusura bakma, nefs-i emmare yokladı diyor

Benden hiç gitmedi ki olur öyle diyorum

Onlar var ya diyor, sadece nemrutlar tarafından makamlara dikilen takım elbiseli korkuluklar diyor, sakın korkma, çünkü sen bir karga değil, insansın diye ekliyor

Ama diyorum, ama o korkuluklar yine de kirli-yapışkan kanat kırıcılar, kaç kez düşürdüm ve yedim, düşürdüm ve ceviz ağacının dibine gömdüm içime bıraktıkları larvaları…

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

geniş açı.. dar açı.. ve de parke taşı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yukarıda aynı coğrafyada yarım saat arayla çekilmiş iki fotoğraf görüyorsunuz..

 ‘terk-i dünya yolculuğu’nun ilk kilometrelerinde dibinde dinlendiğim bolu’daki ‘gölcük’ gölünden çekilmiş iki fotoğraf..

birisi geniş açıdan, uzak plandan.. tıpkı günümüz medyasının her boku geniş açıdan yansıtıp, damara narkozu verdiği fotoğraflar gibi.. gerçekleri tam olarak göstermeyen, aldatan bir fotoğraf.. cennet bir dünya.. her şey yolunda ve tıkırında bu dünyada..

diğeri ise dar açıdan, yakın plandan.. o cennet gölün yakın plandan çekilen bir fotoğrafı..

o gölün ani ve sarsıcı bir şekilde tecavüze uğradığının delaleti..

yani acı gerçekler..

her sene en az beş altı kere gittiğim bir göl..

sadece çeşit çeşit kuş, rüzgar, ağaç, su sesi ve lanet olası ‘insan sesi’ duyabileceğiniz bir yer..

binlerce kilometrelik yolculuğumuzun başlangıcında yolumuzdan saparak tekrar çıktım o gölün yanına.. on saniye sonra tekrar büyülendim.. gölün hemen kenarına koştum.. her gidişimde fotoğraf aldığım, tahta banka oturduğum gölün o kenarı işte ikinci fotoğraftaki gibi çöp doluydu..

her bok vardı affedersiniz..

ben ‘titus tüneli’ndeki antik mezarlıkların içinde yüzlerce prezervatif görüp toplayıp çöpe atmış birisiyim.. yani alışkınım bu tür tecavüzlere..

fakat burada yıkıldım..

buraya kadar insanlık canavarı gelemez demiştim..

burayı da beceremezler demiştim..

fakat hayır, işte uzaktan kepçe sesi geliyordu..

buraya da ulaşmıştı : ‘PARKE TAŞI HASTALIĞI..’

benim teorimdir : ‘parke taşı hastalığı..’

evet buraya ulaşıp bulaşmıştı ‘parke taşı hastalığı..’

teorim şu : parke taşının, asfaltın girdiği yerler bir sene içinde dejenere olup, iki sene içinde kirlenmesini tamamlayıp, üçüncü senesinde son nefeslerini yaşayıp, dördüncü senesinde ruhunu müteahhit ideolojisine vermesidir..

gölün etrafına parke taşı döşüyorlardı..

insanlarına gölün etrafında yürüyüş yaparken kırmızı toprakla kirlenmesin diye pabuçları, toz olmasın diye çorapları, kirlenmesin diye elbiseleri tane tane ve de müthiş özenle parke taşını DÖŞÜYORLARDI gölün kenarına..

hiç tanımadığımız kuş türleri ve de gölün sözcüleri ‘kurbağalar’ ile reis ‘helikopter’ çığlık çığlığa bize anlatmaya çalıştı durumu ve yardım için yalvardılar..

sustuk, küfrettik..

ve ağladık belli etmeden..

huzuru, cennette katlediyorlardı..

‘tanrılar’, plan – proje – istihkaklarını paylaştırıp katledilmesine izin vermişlerdi bu sessiz cennetin..

ağladık..

ağladık..

ağladık..

birbirimize belli etmeden ağladık..

ben aslında acizliğime ağladım..

düşündüm..

ne kadar zamanda bu parke taşlarını söker yok ederim diye.. 

tek başıma sanırım yüz insan hayatı süresi lazım olurdu..

ama benim bir hayatım olsa da, bir parke taşı bile yok etsem o ‘helikopterin’ çığlığına kulak vermiş olacağım..

ve işte çalışıyordu kepçe, parke taşı için gerekli yabancı kumu taşıyıp yaymada..

yaşasın ayaklarımız kırmızı kum olmayacak artık..

yaşasın parke taşı ideolojisi..

ama bence parke taşlarının rengi güzel değildi..

gelecek sene göle uygun bir renkte değiştirilsin, mavi ya da yeşil olsun ve yeni müteahhitler palazlansın..

yorgun, bitik ve yılgınım..

yorum yapmayacaktım iki fotoğrafa fakat ‘terk-i dünya yolculuğu’nda çektiğim fotoğrafların, videoların içinde bu iki fotoğraf ruhumun, hayatımın her an, her yerde ……………. göstergesi olduğundan, suratıma sağlı sollu şamarı çaktığından yazdım bu abuk sabuk yazıyı..

dayanamadım yazdım..

bazılarını, özelikle ‘medeniyet timsallerini’ incittiysem hiç kusura bakmasınlar, hayatım onları incitmekle ve parke taşlarını söküp fırlatıp atmakla geçecek..

kahrolsun parke taşları..

parke taşsız fakat gülüşünüzle kalın..

Crockett..

 

TANRININ LEHÇESİ

16 yaşım gibiyim kaç zamandır; aşka ve hayata ipekten anlamlar yüklerdim, kaygan yumuşak ve parlaktı her şey,

Olgunluk, dikeni batan, dimdik ve sade bir çiçek, acı veriyor bana. Ben uzun gelincik tarlalarının kızıyım, yüzüm gözüm onlara değip dokunmaktan kıpkırmızı, bir de utancımdan….

İçim acıyor benim, çoook acıyor.

Yüreğimin taşları bir bir  yerinden oynuyor. İçim bugüne dek görmediği bir sınavla sınanıyor ve bunu hiç kimse bilmiyor.

Hayat neydi ki senin bana bakışının yanında???

Her şey nasıl da anlamını yitiriyor….

Günlerdir ağlıyorum ve günlerdir 16 yaşım gibi yüksek sesle müzikler dinliyorum.

Ayıp mı bilmiyorum, belki komik.

BEN GÜNLERDİR NE YAPTIĞIMI BİLMİYORUM! Bildiğim yarısı yaradır hayatın, gerisi derin bir iç çekiş….

Mumlar yaktım kalbime gecelerce, kendimden özür dilerdim, vicdanıma bağırdım, af diledim. Ermişler, müneccimler ve inançlı kadınlar güldü bana . insan olmayı beceremeyenin duası kabul görür mü diye.

Doğdum diye yaşıyorum günlerdir, bir de ilk gençliğime olan vefamdan.

Anılarıma, yıldızı, geceyi, güneşi ve aşkı ilk tanıdığım zamanlara olan borcumdan…

Sonrasına inancım kalmadı, nedenim de yok..

Ben karanlığı kendinde saklı dilsiz, ıssız, bir karabasan çığlığıyım

Hafif terli endişeli, göğsü inip kalkan ve uyanmaya çalışan bir küçük kız çocuğu belki…………..

Ne olurdu sanki hiçbir resim sararmasaydı,

Şiirlerin bir anlamı olsaydı

Şarkılar hep birini anımsatsaydı

Ve hiçbir şeyden

Ve hiç kimseden vazgeçmek zorunda kalmasaydık…

Kalemim anlamıyor kelimeler niye eksik bu gece.

Bilmiyor ki herkesin yaşadığı adı konumlamamış hisler vardır içerimizde

Ve kelimeler onlara en çok ihtiyaç duyduğumuz an yüz çevirir bizlere

Yüreğim gecenin siyahıyla esmerleşiyor

Vakitsiz dünyaya gelmiş çocuklar ömür boyu bu yükü taşırlar omuzlarında

Biz, haksız yere azarlanmış onurlu ve inançlı çocuklarız.

Ve ömür hala tanrının lehçesini tercüme etmekle geçiyor…

‘TOPAL KUŞ’