Archive for the ‘Sayıklamalar’ Category

‘SENSİZLİK’ CEHENNEMİNDEN SAYIKLAMALAR – 1

‘SENSİZLİK’ CEHENNEMİNDEN SAYIKLAMALAR – 1

 

evet sensizlik cehennem.. her şeyiyle cehennem ikizim.. sensiz geçen her anım bir kabus.. sanki dünyanın tüm laneti üzerime yağıyor.. nasıl mı anlatayım da sen ve herkes okusun ikizim..

bak aşağıda ‘reisin’ mutlu yıllar yazısı var.. gerçekten ‘çok mutlu’ bir yıla adım attım.. hem de ‘ne mutlu’.. sensizlikte mutluluk yok , sadece acı ve hüzün var ikizim..  yine de ‘reisin’ bu inceliğine teşekkür ederim..

‘mutlu yıllara’ girmeye hazırlanırken 30 martta gözlerini para hırsı büyüyen gıda teröristlerinin saldırısına uğradık ‘ciğerimle’..

ikimiz kırk derece ateş ve bilimum ekstra sıkıntı verici durumla dört gündür yatıyorduk , ilaçlar , iğneler , serumlar..

daha yeni soğuk algınlığından kurtulmuşken ikimiz , şaka gibi geldi.. hayatımda yaşamadığımız bir şeydi besin zehirlenmesi , ya da kıyısından köşesinden geçerek ucuz atlatıyorduk.. hep duyardım sıkıntılı durumlar yaratabiliyormuş..

işte o gün kalktık sabahın köründe , önce ‘nehir’imizi okuluna bıraktık.. yine arabada beni ‘müdürlükten’ aldı ‘müdür yardımcılığına’ indirdi ve olmayan maaşımdan kesinti yaptı ceza olarak çünkü evlerine geç gittiğimden okula da geç kalmıştık.. ben de sesimi çıkarmadım yoksa her şeyden olabilirdim.. ciğerim şanslı her sabah az uyumuşsa bile kafasını açıyordur ‘nehir’.. ben haftada birkaç kez bu şansa sahip oluyorum..

‘nehir’i bıraktıktan sonra baktık ‘sözde’ yapacağımız işe çok vakit var.. nereye gidip kahvaltı yapalım meselesine geldi sorun..

istanbul cehenneminde eğer evinizin dışında iseniz siz yüzlerce diyebilirsiniz , ben binlerce diyeyim ama en önemli üç sorun var: trafik , park ve zıkkımlanma sorunu.. hadi trafik ve parkı hallettiniz bir şekilde ama zıkkımlanmaya gelince kocaman bir sorun olarak karşınıza çıkar bu mesele.. ‘dayı’ ne der : ‘bu mesele bizi de düşündürtmektedir..’ öncelikle temiz ve sağlıklı ve sonra cebinize göre olmasını istersiniz her insan gibi.. ama bu üçünü bir arada kapitalist sistemde istemek , daha doğrusu bulabilmek ne kadar mümkündür ne kadar hayalciliktir..

hangi işletme yüzde yüz değil yüzde elliye bile razıyız , yüzde elli temizdir mesela.. hangi işletme çalışanlarına karın tokluğuna çalıştırmak değil de insanca yaşamaya yetecek yeterli ücreti vermektedir , hangi işletme çalışanlarının sigorta primlerini düzenli yatırmaktadır , hangi işletme tüm çalışanlarına aylık periyodik sağlık taraması yaptırmaktadır ki ayrıca fiziksel ve ruhsal sağlık kontrolleri , yanlış anlaşılmasın aynen ‘ruhsal sağlıkları’ da kontrol edilmelidir çünkü aşağıda anlatacağım bazı olaylar bunların nedenlerini ortaya koyacaktır.. hangi işletmenin tuvalet , lavabo gibi yerleri gün aşırı ya da haftada bir değil de periyodik olarak gün içinde temizlenip dezenfekte edilmektedir.. daha bir sürü soru sorulabilir ama bunların hiçbirine tam olarak biz de var diyebilecek işletme yoktur.. yıllardır hem gazetesinde hem televizyondaki programlarından takip ettiğimiz ‘hazreti’ mehmet yaşin üstadım en büyük tanığımdır..

hadi geçtik bu bitmek bilmez sorularımıza cevap almayı gözlerini daha fazla hep daha fazla kar hırsı bürümüş psikopat işletmeciler vardır bir de.. bile bile size bozuk gıdayı en güzel sunum içinde koyarlar önünüze.. afiyetle yersiniz.. sonra karnınız tok , mutlu bir şekilde oradan ayrılırsınız.. vücudunuzun direncine göre ve zıkkımlandığınız yiyecekteki bakteri , virüs , mikrop , zehir , pislik her ne haltsa adı onun sizi etkileme gücüne göre bir süre sonra dünya sizin için cehenneme döner.. işte biz de ciğerimle o kadar düşünüp ne yiyelim ne zıkkımlanalım dedikten sonra tuttuk çok bilinen ve bir çok ilde , bir çok ilçede sayısız şubeleri olan bir pastanemize gittik ve en çok satılan ürünlerinden yedik , çayımızı içtik.. kalktık işimize gücümüze gittik.. öğlen ikimizde hala bir şey yoktu.. öğleden sonra mecburiyetten ayrıldık.. akşam anormallikler eve giderken başlamıştı , yüksek ateş , aşırı terleme , bulantı , kusma ve arkası gelecekti.. eve kendimi attım kurtuldum sandım.. ama cehennemin hoş geldin ekibiymiş bu belirtiler.. birkaç ilaç attım , fahri doktorluğum var ya.. ama ilaçlar kar etmedi.. evde hiçbir şey yemeden yatmak istedim uyursam iyi olurum dedim , üşütmüşüz belki.. kendimizi kandıralım dedik , herkes kandırıyor biraz da kendimizi kandırsak ne olur.. uyuyamadım bir türlü , dön dolaş yatak terden oldu ‘deniz’ kulaç at gitsin.. sonra burada kısa geçeceğim ama sanırım on yıla bedel tuvalet seferleri.. fakat en kötüsü ne biliyor musunuz ateş.. ölüyorum dedim.. ölüm bir kurtuluş aslında o ateşte.. sabahı zor ettim.. zor bela kalktım , o saate kadar aldığım altıncı ateş düşürücüyle birlikte çöplüğümüze gittim.. gitmek zorundaydım çünkü yapmam gereken bir iş vardı.. kapıyı bir açtım baktım girişteki bekleme koltuğunda paltosunun üstüne bürodaki cüppeleri de atmış ciğerim yatıyor.. kapı sesiyle gözlerini zar zor açtı ölüyorum adamım dedim.. ben de çıkmayan sesimle ‘yetiştim ciğerim öbür tarafta da benden kurtulamayacaksın , ben de bilet aldım’ dedim.. bir küfür savurdu.. o anda ikimizde olayı çözdük.. hemen canım kardeşimi rahatsız ettik binlerce kilometre öteden telefonla.. doktora gitmekten korkan eşek kadar bizler telefonla kendimize teşhisi koydurduk ve ilaçlarımızı mesajla alıp eczaneye yollandık.. eczaneden yollarımızı ayırdık evlere tevzi olduk.. eve geldim , aldığım ilaçları yediğim iki muzun üstüne içtim ve yatağa girdim.. 39-40 derece ateş tir tir titriyorum , konuşamıyorum.. birden aklıma o günün doğum günüm olduğu geldi.. gülümsedim.. güzel bir hediye doğum gününde gebermek.. yatakta döndüm durdum ne ateş ne de zaman geçiyordu.. sonra annem de fark etti hasta olduğumu.. üzüldü ve ana refleksiyle hemen seferber oldu.. ama hastayken birisinin devamlı başınızda size bir şeyler tavsiye etmesi şöyle ya böyle yap veya böyle yapmasaydın , dışarıda yemeseydin , bu kadar içmesen filan gibi şeyleri devamlı tekrar etmesi belli bir süre sonra sizin kendinizden geçmenize de yol açıyor ve bir süre uyumanızı sağlıyor.. ana gibisi yok işte , analarınızın kıymetini bilin ‘arkidişler’..

uyandım.. sanki saatler uyumuştum.. ne kabuslar gördüm , ne olaylar yaşadım ama baktım yarım saat bile uyumamışım.. küfrettim.. o sırada telefon çaldı.. baktım canım kardeşim nasıl olduğumu soruyor.. işte doktor buna denir , binlerce kilometre öteden saatlik vizit yapıyor telefonla.. ‘abi nasıl oldun’.. inanın cevap veremedim , keşke burada olsaydın diyecektim ama diyemedim artık kendimi tutamadım sinirlerim boşaldı , telefonu anneme attım , o izahat verdi.. yataktan hiç çıkmadım akşama kadar lavabo seferleri dışında , ayakta zor duruyordum..

akşam yedi gibi bir şeyler yedim zar zor ilaçlarımı alıp yatağa attım kendimi yine.. sekize doğru anamla babam ben o durumdayken doğum günümü kutladılar , çok üzgündüler.. babam neredeyse ağlayacaktı , ben de onları mutlu etmek için yatağın içinden gülümsemeye çalışıyordum.. o sırada telefon çaldı canım kardeşim hem rutin vizitini yapıyordu telefonla , hem de doğum günümü kutluyordu.. biraz kendime gelsem masada duran kocaman pastanın içine kafamı sokacağım ama o kadar açım anlayın.. anam da babam da yiyemiyor , ben de.. e ne işi var o pastanın evde.. pastayla bakışırken ve o pastayla ilgili hain planlar düşünürken kapı çaldı hah dedim gelen kesin komşulardan ‘x teyze’.. kapı sesi ve yiyecek kokusu uzmanıdır ve en az benim kadar midesine düşkündür.. pastanın kokusunu aldı.. bari ona verin anında mideye indirsin diye yüksek sesle düşünürken diafondan bir ses : ‘sücuu’.. anlamadım yattığım yerden sucu mu , sütçü mü.. biz süt almayız ki artı su da istemedik o saatte.. annem kısa ve net bir cevap verdi.. iki dakika sonra yine zil bu sefer uzun uzun ve kapının arkasından biri bağırıyor yine ‘sücuu’ diye.. annem babam tam sinirlendi kapıyı beraber açmaya yöneldiler.. kapının açılmasıyla bir çığlık sesi duydum.. la ne oluyor dedim o halimle yani aslında ‘ölü halimle’ yataktan nasıl fırladım bilemezsiniz.. gözlerim kararıyor başım dönüyordu , kapıya tam yetişecekken baktım görüş alanımda canım kardeşim dimdik karşımda duruyor.. şaka gibiydi.. inanamadım.. çocuk sesimi ilk duyduğunda sabah o kadar kötü olduğumu düşünmüş ki hemen koşmuş havaalanına daha on gün olmadan gittiği binlerce kilometre öteden atlamış gelmiş.. dilim tutuldu.. ne diyeceğimi bilemedim sarıldım ona.. ‘abi sana doğum günü hediyesi olarak çeşit çeşit , paket paket iğne , ilaç getirdim.. kusura bakma aceleye geldi bir şey  alamadım başka’ dedi.. beni yatırdı , kontrollerini yaptı , sonra kaç iğne yaptı bilmiyorum gece boyunca.. ateşim biraz düştü sayesinde ve gece iki üç saat uyuyabildim.. ya işte hayatımın en güzel doğum günü hediyesi oldu bu bana.. böyle bir kardeşim var benim işte.. hiçbir gıda teröristi yıkamaz beni.. hele bir yataktan kalkayım hepinizi ziyaret edeceğim gıda teröristleri.. beni bu kadar hasta edenlerden alacağım intikamı üstad murat menteş bile kurgulayamaz..

neyse sonrası dört gün ciğerim kendi evinde ben kendi evimde zıbardık yattık.. öyle inatçı bir ateş ve öyle inatçı bir karın ağrısı ki.. tam geçti derken sevinmenize fırsat vermeden ortaya çıkıveriyorlardı.. ama benim canım kardeşim hem beni hem ciğerimi kendimize getirdi..

işte böyle ‘arkidişler’ , özellikle çocukları olanlar gıda teröristlerine dikkat etsinler lütfen.. tabi kendilerine de.. acımadan insanlara yediriyorlar , içiriyorlar bozuk ya da zararlı , zehirli gıdaları.. ‘gdo’lu ürünlere hayır demeye gerek yok kardeşim.. tüm ürünlere hayır demek gerek.. sil baştan düzenlemek gerekir tüm sektörü.. yukarıda bahsetmiştim başımdan geçen bazı gıda maceralarını anlatacağım diye fakat yazı da çok uzun oldu.. kısa kesmeye çalışarak bir kaçını örnek vereyim..

birinci örnek gıda sektöründe çalışanların sağlık kontrollerinde ruh sağlıklarının da kontrol edilmesi gerektiği konusundaki görüşümle ilgili.. ne zamandı tam hatırlamıyorum , kadıköy’ de ana otobüs duraklarından birinin arkasında bulunan kuruyemişçilerin birinin önünde bekliyorum.. baktım kuruyemişçiden  bağırtı sesi geliyor , dükkanın sahibi yanında çalışan yirmili yaşlardaki delikanlıya bağırıyor bilmem hangi nedenle.. delikanlı bir sinirle kıpkırmızı çıktı dışarıya elinde cam sil olduğunu sandığım içinde mavi bir sıvının olduğu fısfıslı bir plastik şişe ve bezle.. camlara yöneldi , camdan içerideki dükkan sahibini kontrol ederek , camları silmeye başladı.. ama bir anormallik vardı çünkü çalışan delikanlı bir cama sıkıyordu fısfısı bir dükkanın dışında vitrinin önünde duran  yandaki leblebi makinesinin içinde kavrulan , dönen leblebilerin üstüne.. fırsatını bulduğunda bolca sıkıyordu leblebilere.. gözlerim faltaşı gibi açıldı.. sıcak leblebilerin üzerinden sıkılan sıvının dumanı çıkmaya başladı.. ya ne yapıyorsun kardeşim dedim fısfısçıya.. dondu kaldı yakalanmanın verdiği şokla.. bir şey yapmıyorum demeye çalıştı.. utanır gibi hemen kendine çeki düzen verdi ve yok bir şey dedi.. daldım içeriye , dükkan sahibine durumu iki cümleyle anlattım.. adam elinde sopayla dışarı fırladı , ettiği küfürden anladım ki fısıfısçı meğer oğluymuş.. peşinden koşturdu ama tabi genç çocuk seğirtti ara sokakta kalabalığa karıştı , kaçtı.. ben orada saatlerce bekleyip leblebileri çöpe attılar mı diye bakmadım , vaktimde yoktu.. en az on kilo leblebi vardı belki makinenin içinde.. dükkan sahibi kızgın adamın insafına kalmıştı artık.. ya işte yirmili yaşlardaki adam babasına olan kızgınlığını vatandaşa satacağı leblebiden çıkarıyor.. işte böyle bir cinnet dünyasında yaşıyoruz..

ikinci anım yıllar öncesinden bu kez taksimden.. daha öğrencilik yıllarımdı , fakat çalışmaya başlamıştım.. mesleği öğrenecektik hesapta.. neyse çalıştığım büro taksimdeydi.. öğlenleri mecburen lezzet keşiflerine değil de ‘maceralarına’ çıkıyordum.. taksim ve beyoğlu bir türlü ısınamadığım hep yabancı yerler.. zaten ‘canımmmm kadıköy’ dışında birazcık da üsküdar var benim için daha da gerisi bana istanbulun hep yabancı , korkutucu gelir.. inanın vapur kadıköye yanaştığında iskeleye adım attığımda sanki evime gelmişim gibi gülümser ve rahatlarım.. bir çok kadıköylüden duymuşumdur bu tür övgüler kadıköye.. kadıköylülük sendromu diyen var , kadıköy takıntısı , kadıköy tribi , kadıköy aşkı..

her neyse işte taksim günlerimden birinde çıktım yine öğlen yemeğine.. daha önce defalarca yediğim bir tanınmış lokantamıza girdim.. özellikle yemek çeşidi ve türkiye yemekleri konusunda menüsü zengin olduğundan çok tercih edilen bir lokantadır bu lokanta.. o gün canım köfte istedi.. self servis olduğundan çorba , köfte , pilav ve salata aldım.. gittim oturdum yemeye başladım.. ikinci köfteden bir parça ağzıma atmıştım ki çiğnerken birden ağzımdan çat diye bir ses geldi.. eyvah dedim celal abime iş çıktı , gitti dişlerden birisi.. herhalde dedim köftelerden birinde bir kemik parçası filan çıktı o da dişlerden birini tuz buz etti.. ama yok kırılan bir şey hissetmiyorum.. ağzımın içinde dönüp duran sert bir cisim var farkındayım.. dişlerimle öğütemiyorum da yutamıyorum da , çıkaramıyorum da.. lokanta tıklım tıklım dolu.. peçeteye aktarımı düşünemiyorum o turist kalabalığında.. üçüncü kattaki lavabolara da çıkmaya üşeniyorum.. kaldı ki eğer başka bir şeyse ağzımın içinde dönen kimliği belirsiz cisim , lavabolarda çıkarsam peçeteye lokanta sahibine nasıl ispat edeceğim.. zaten cisim ağzımda dönerken bunun kemik , kıkırdak , sinir olamayacağını anladım , yoksa şimdiye benim güçlü çenem halletmişti işini..

planımı yaptım , masanın altına doğru hafif bir çatal düşürme numarasıyla daldım , onu alıyormuş gibi yaparken özür dileyerek söylüyorum peçeteye ağzımdaki malzemeyi boşalttım.. ve o an peçetenin üzerinde gördüğümle dondum kaldım.. peçete de yiyeceklerin dışında açıkça görülen kırmızıyla kahverengi arasında bir rengi olan güzel mi güzel bir basılı durumdaki ZIMBA TELİYDİ.. yavaşça kalktım , derin nefes aldım kasada oturan ve gelip gitmelerden tanıdığım kasiyere yanaştım , ‘buyurun abi emriniz’ dedi.. hesap diyeceğimi bekliyordu ama çekinmeden peçeteyi olduğu gibi tüm sıradaki müşterilerin önünde bıraktım ‘emrim bu , bu ne kardeşim dedim..’ adam sanki uzaydan gelmiş bir cisme bakıyor gibi bir süre inceler gibi yaptı şaşkınlıktan ve yaşadıkları rezillikten dondu kaldı.. evet cevap bekliyorum.. sessizlik..

sırada bekleyen turistler ve yerli müşteriler ve o katta oturanlar birer ikişer tüymeye başladı.. bazıları kasaya yanaşıp peçetedekinin zımba teli olduğunu görünce ‘oo shit’ diye tepki verince ben içimden keşke ‘shit’ olsa diyordum ona razıydım çünkü ankara’daki bir üniversitede o zamanlar çalışan bir arkadaşımdan dinlediğim bir hikaye ne tehlike atlattığımı bana hatırlatıyordu.. arkadaş anlatmıştı üniversite yemekhanesinde iş arkadaşlarından birisi yemeklerin birinde yine zımba teline maruz kalıyor , fark ediyor ağzındaki yabancı cismin ama çıkarmaktan çekindiği için midede öğütülür diyor , yutuyor ve zımba teli lokmayla beraber tüm yemek borusunu yırtarak iniyor mideye.. sonuç sayısız ameliyat ve acı.. ya işte böyle bir tehlikenin kapısından dönmüşken ben o kargaşada cevap bekliyordum.. o sırada mutfak kısmından lokantanın sahibinden daha ‘sahip’ bir aşçı görünümündeki ‘ayı’ arkadaşımız teşrif etti koşarak.. olay kendine garsonlarca iletilmiş ki ‘ya kardeşim ekmekten çıkmıştır un çuvallarından düşüyor hep’ dedi.. sanki bu cümle lokantayı kurtaracakmış , rezilliği temizleyecekmiş  gibi.. ama ben kolundan tuttum masaya kendisini döndürdüm bak bakalım masada ekmek var mı diye gırtlağımdan bir bağırtı koptu.. pilav , makarna türü varken ekmek kullanmamayı öğretmiştim kendime aylar süren işkenceyle.. iyi ki de o gün yoktu , iyi ki pilav almıştım yoksa ihale fırına kalacaktı..

‘ş-aşçıbaşı’ sustu.. kasadaki zerzevat binlerce özür diledi falan filan.. ben ne yapacağımı düşünüyordum.. hak savunucusu olmaya aday ben ne yapacaktım.. zabıtayı çağırsaydım ne olacaktı , bir uyarı yazısı , tutanak hop tamam.. o zaman çok hayalciydim , toydum.. peçeteyi kaptım içindekiyle.. en nadide küfürleri lokantanın içinde yankılandırarak ikiledim.. şunu düşünmüştüm : sözde gazete ve televizyonlara bildirecektim olayı.. olay büyüyecek ve lokanta gününü görecekti.. internet o zamanlar bu kadar gelişmemişti ve biz de yabancısıydık internet olayının.. ama büroda olayı anlatan bir yazı yazıp faks geçtiğim hiçbir sevgili basın kuruluşumuz geri dönmedi bana.. salaktım işte.. günlerce düşündüm gidip cam çevre indirsem yapamazdım , yalan tabi.. ama ben şunu yapabildim sadece , lokanta çalışanlarını psikolojik olarak bitirdim.. yolumun üstündeki lokantanın her önünden geçişimde lokantanın önünde durup içeriye girecekmiş gibi yapıyordum ve dakikalarca içeriye bakıyordum.. tabi beni tanıyan çalışanlar çıkıp hiçbir şey diyemiyor mal gibi kaçamak bakıyorlardı.. çünkü içerideki müşteriden olma ihtimalleri vardı her an.. o zımba teli hala bende duruyor.. isteyene gösteririm.. ne diyor şarkı ‘hatırası var..’ hatıraları batsın terörist bunların hepsi..

son bir anı yine ‘ciğerimle’ beraber yaşadığımız bir olay.. kadıköy’ün en nezih mekanlarından birinin bahçe kısmındayız.. hava güzel , mekan güzel , etraftaki insanlar güzel.. çok sağlığımıza dikkat ediyoruz ya her zaman istediğimiz ‘ton balıklı salata’dan istedik yine.. kocaman bir salata geliyor önünüze ve o kadar doyurucu ki içinde yok yok , bitiremiyorsunuz bile.. tabi o koca salata tabağı karşısında size kocaman bir öpücükte atıyorlar hesapla birlikte.. neyse yine geldi salatalar biz koyulduk çeneleri çalıştırmaya.. konuşup gülüp yiyorduk.. neredeyse yarılamıştım ki salata tabağımı baktım ciğerim donmuş bir şekilde kendi tabağına bakıyor.. ne oldu diyecekken kafasını kaldırdı ağzını açamıyordu gözleriyle tabağının içine bakmamı istedi..  hafif uzanarak baktım.. uzanmış pozisyonda kaldım , dondum çünkü.. ya gördüğüm manzara bir david cronenberg filminden apartma bir sahne miydi.. yoksa bize ilaç içirmişler cronenbergin bir filminde yem olarak dublör mü yapmışlardı.. rüya mıydı yoksa.. ve geri sandalyeme oturduğumda tabağımın derinliklerinde aynı şekilde onlarca ‘YİYECEK KURDUNUN OYNAŞTIĞINI’ bende mi görecektim.. o korkuda vardı bende.. ciğerim şefe bağırırken masaya gelmesi için ben maalesef tabağımda kazıya başladım.. salatanın altlarını açmamla kapamam bir oldu.. evet maalesef benim tabağımın derinliklerinde de lezzetli mi lezzetli onlarca kurt canlı canlı oynaşıyordu.. olsun be demek gerekirdi belki sağlıklıdır , hem erkeğiz ya bak bak belki afrodizyaktır , belki ciğerimin saçları gürleşir , belki benim gözlerime faydalıdır değil mi.. kızmamak lazım hemen , bir açıklama alalım önce.. şef geldi ‘buyurun abi’ yavşaklığıyla.. ciğerim iki tabağı önüne koydu ‘bir bak bakalım’ diyerek.. şef tabaktaki mısır kornişonları ,  balık ve diğer yeşillikler arasından kendine sırıtarak bakıp selam veren kurtları görünce dondu kaldı tabii.. diğer garsonlar koştu patrona haber verdi.. o da gelince sustu.. içinden herhalde önce ağaçlardan düşmüştür demek gelmiştir.. diğer müşteriler duymasın diye sessizce özürler dilemeye başladılar , bize hemen yeni salata gelecekti falan filan.. ne özrü lan yedik biz ‘kurt salatasının’ çoğunu , ne yeni salatası , ondan ne çıkacak acaba yeşillikler arasına gizlenmiş ton balığı yerine köpek balığı ya da yeşillik kurdu yerine ormanların kurdu mu kim bilir.. kalktık , lokantadaki tüm müşterilerin duyacağı şekilde bağırdık çağırdık küfrederek çıktık.. günlerce kendimize gelemedik..

daha anlatayım mı..

ha diyeceksiniz ki ama hala dışarıda yiyorsunuz.. e ne yapalım.. sabit bir mesleğe sahip değiliz.. devamlı değişik yerlere gidiyoruz.. yanımızda bavul gibi çantamızın dışında bir de sefer tası taşıyamıyoruz.. büroda da sürekli oturamıyoruz.. mecbur yiyoruz bir şeyler dışarıdan.. ama işte saldırılara uğruyoruz böylece defalarca.. yukarıda örnek verdiklerim en anlatılabileceklerden..

sözün özü çocuğunuz varsa harçlık vermeyin okula gönderirken , evden bir şeyler koyun çantasına yesinler , çünkü onlar bizden daha dirençsiz ve size gelince sizde dikkat edin yediğiniz şeylere ve işletmelere diyeceğim başka şey diyemiyorum.. ha şunu diyebilirim imkanınız varsa ananızın mutfağından veya kendi evinizin mutfağından mümkün olduğunca vazgeçmeyin.. sonuçta ‘hepimiz arkadaşiz..’ çok üzülürüm aynı durumları yaşamanıza..

tekrar merhaba diyeyim sana ve tüm ‘arkidişlerimize’ ve bitireyim bugünkü bu ‘iğrenç’ yeme – içme faslını.. 

Crockett..

(Scream – Edward Munch..)

‘..dışı kırmızı , içi beyaz bir turp gibiyim , doğurgan ; bütün ihtimallere ve imkanlara açık..’ – Subcomandante Marcos

subcomandante marcos’tan seçmeler..

‘çocukluktan.. ailemizde kelimelerin özel bir yeri vardı.. dünyaya kelimelerle yaklaştık.. daha erkenden , annem ve babam bize başka şeylerin sırlarını açığa çıkaran kitaplar verdiler.. bir şekilde , dilin sadece bir şeyleri iletmek değil , aynı zamanda bir şeyleri kurma aracı olma işlevinin farkına vardık.. bizim için bu bir görevden çok , bir haz gibiydi..’

subcomandante marcos.. 

 

‘.. önce latin amerika’nın yükseliş dönemi başladı.. gabrial garcia marquez , carlos fuentes , monsivais , vargas llosa sadece bir kaçıydı.. bize onları okuttular.. o zamanlar eyaletlerin nasıl olduğunu anlatmak için ‘yüzyıllık yalnızlığı’ okuttular.. artemio cruz’un ‘ölümü’nü , meksika devrimi’nde ne olduğunu anlatmak için okuttular.. dias de guardar’ı orta sınıflarda ne olduğunu anlatmak için okuttular.. la cuidad y los perros’a gelince bu , bizim portremiz gibiydi.. sadece biraz çıplak halimizle.. daha sonra shakespeare geldi.. sonra cervantes , sonra garcia lorca , sonra da şiir zamanı.. alfabeden edebiyata oradan teorik ve siyasi metinlere gittik , ta ki liseye gidene kadar..’ 

subcomandante marcos.. 

 

 

‘.. ben genç ve güzelken entelektüeller bir yayın organının etrafında gruplaşıp , kök salıp , oradan ölümlülerin cahil dünyalarına hakikati öğretmeye soyunuyorlardı.. o günlerde onlara elit entelektüeller deniliyordu ve onlardan etrafta çok vardı ; çünkü dergiler ve ideolojik eğilimler modaydı.. bu yayınlar sanki sadece yayınlayanlar tarafından okunmak için yayınlanıyordu.. ‘editöryel masturbasyon’ diyor ‘lucha’.. sen zavallı masum dünyalı , eğer onların sırça kulelerine dokunmak istersen bir diken tarlasından geçmek zorunda kalıyordun..’

 

subcomandante marcos.. 

 

 

‘..eski geleneksel disiplin içinde yer alan ‘ya bizimlesin ya da ölüsün’ düşüncesine çok fazla vurgu yapamazsınız.. kimsenin tırmanamayacağı kadar yüksek bir yere koymamalısın basamakları , herkesin kendi yetenekleri dahilinde katılabileceği kadar yer açabilmelisin ki , daima insanları birbirine bağlayan şeyin arayışı içerisinde olasın..’ 

subcomandante marcos.. 

‘..alkolizm oranını sıfıra düşürdük.. buradaki kadınlar , alkolün sadece erkeklerin karılarını ve çocuklarını dövmelerine yaradığından şikayetçiydiler.. böylelikle içmenin tamamen yasak olması için emir vermişlerdi.. bu yasaktan en fazla yararlananlar kadınlar ve çocuklardı ve bundan en fazla zarar görenler işadamları ve hükümetti..’

subcomandante marcos.. 

(‘Subcomandante Marcos’ – Nick Henck , Çeviri : Eylem Kaftan , Timsah Kitap , Kasım 2008..)

‘..dışı kırmızı , içi beyaz bir turp gibiyim , doğurgan ; bütün ihtimallere ve imkanlara açık..’ – Subcomandante Marcos

‘bağışlanmış özgürlük tutsaklıktır..’ – ALEKOS PANAGOULIS

‘bağışlanmış özgürlük tutsaklıktır..’ – ALEKOS PANAGOULIS

ALEKOS PANAGOULIS , ALEKO.. aklımdan hiç çıkmayan güzel insan.. insanlık onurunu her şeyin önünde tutan ve yunanistan’da darbe yapıp terör estiren albaylar cuntasının  liderine karşı suikast girişiminde bulunurken tutsak düşen ve tutsaklığı sırasında uğradığı insanlık dışı tüm işkencelere rağmen cuntacılara karşı nefretini hep haykıran ALEKOS PANAGOULIS yıllar süren tutsaklığından sonra ilerde hayat arkadaşı da olan ORIANA FALLACI’ya verdiği mülakattan bazı bölümleri aşağıda okuyabilirsiniz.. tamamını okumak ve bu eşsiz insanı daha yakından tanımak istiyorsanız kitabı bulmak zorundasınız.. daha önce de ALEKO’yla ilgili ufak bir yazı çıkmıştı ‘aylakadamız’da 31 Temmuz 2009’da.. onu da sayfalarımız arasında bulabilirsiniz.. ‘aylakadamız’ var olduğu sürece  ALEKOS PANAGOULIS devamlı burada ve hep bizimle olacak..

Crockett..

‘.. o gün yüzü on kez çarmıha gerilmiş bir isa yüzüydü ve gerçek yaşı olan otuz dördün üstünde görünüyordu.. solgun yanakları daha bu yaşta kırışıklıklarla dolmuştu.. kara saçlarının arasında ak tutamlar vardı.. gözleri bir çift melankoli oyuğuydu.. yoksa öfke mi ? güldüğü zaman bile güldüğüne inanmıyordunuz.. üstelik bu çok kısa süren zoraki bir gülüştü – bir tüfek patlaması gibi.. dudakları anında gene acı bir büzülmeyle kilitleniyordu..’

Oriana Fallaci  ,  ‘Alexandros Panagoulis’ için yazıyor..

(Tarihle Söyleşiler , Oriana Fallaci , Çeviri : Gökçin Taşkın , Can yayınları , 1987..)

‘..yıllar sonra dışarıya ilk çıkışım hiç olağanüstü değildi.. kör oluyor gibi oldum.. o beton mezardan dışarı çıkmayalı yıllar olmuştu.. güneşin ne olduğunu unutmuştum ve dışarıda kızgın bir güneş vardı.. güneşi duyumsayınca gözlerimi kapamak zorunda kaldım.. sonra yeniden biraz açtım , yalnızca biraz ve yarı kapalı gözlerle ilerledim.. biraz ilerleyince çevremdeki açık alanı fark ettim.. açıklığın ne olduğunu artık unutmuştum.. hücrem bir buçuğa üçtü ; ve içinde yalnızca iki buçuk adım atabiliyordum ; en fazla üç.. yeniden açıklığa çıkmak başımı döndürdü.. içimde fırıl fırıl dönen bir atlıkarınca var gibiydi; sendeledim ve az daha düşüyordum.. şimdi bile yüz metreden fazla yürürsem yoruluyorum, dengem bozuluyor..

dediğim gibi hayır olağanüstü olmadı.. bana inanamasan da umurumda değil ; ya da umurumda , aldırma, o güneşte o boşlukta ilerlemek için korkunç çaba harcadım.. ve birden bire o güneşte , o boşlukta bir leke gördüm.. sonra bu leke bir insan topluluğuna dönüştü.. o gruptan bir karartı ayrıldı.. ve bana doğru geldi ve yavaş yavaş o karartı annem oluverdi.. anneme sımsıkı sarıldım..’

Alexandros Panagoulis..

(Tarihle Söyleşiler , Oriana Fallaci , Çeviri : Gökçin Taşkın , Can yayınları , 1987..)

‘..bu benim duruşma sırasında söylediğim ve uluslararası kızılhaç’a da bildirdiğim bir olaydır.. bunu yapan , işkencecilerimden ‘babalis’tir.. beni çırılçıplak o demir karyolaya bağladıktan sonra erkeklik organımdan idrar yoluna ince bir tel soktu.. iğne gibi bir şey.. öbürleri açık saçık şeyler söyleyip bağrışırken , ‘babalis’ sarkan telin ucunu çakmağıyla ısıtıp kızdırdı.. korkunçtu.. bana hiç değilse elektrik şokları uygulamadılar diyebilirsin.. hayır , çünkü onu nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı.. ama sana bu anlattığım şeyi yaptılar ve işkenceden söz ederken hangisinin en kötüsü olduğuna nasıl karar verebilirsin ? on ay eli kelepçeli kalmak , on ay diyorum , gece gündüz , bu da bir işkence değil midir.. on ay gece gündüz.. yalnızca dokuzuncu ayın başında bileklerimi birkaç saat için çözdüler.. cezaevi doktorunun ısrarı üzerine sabahları iki üç saat.. ellerim şişmişti , bileklerim kanıyordu ve yer yer irinli yaralar açılmıştı..’

Alexandros Panagoulis..

(Tarihle Söyleşiler , Oriana Fallaci , Çeviri : Gökçin Taşkın , Can yayınları , 1987..)

İKİ MUHTEŞEM KİTAP..

İKİ MUHTEŞEM KİTAP..

 

son haftalarda kitapçı seferlerimi arttırdım..  seni arıyorum gittiğimiz kitapçılarda.. ama yoksun yoksun.. çok sevdiğin , alıp okşadığın göğsüne bastırdığın kitapları alıp açıyorum , açarken kitapları senin onları ilk gördüğün sırada attığın çığlıkları duyuyor kulaklarım.. ama yoksun.. yoksun işte.. oysa o kadar çoğaldı ki seninle paylaşmak istediğim kitaplar.. 

bilirsin kutsal bir ibadet gibidir benim kadıköy kitapçılarında fink atmalarım.. kitapçılarda çalışan kendinden bezmiş kızlar hep onlara aşık olan saftiriğin biri zanneder her gün dükkanlarını ziyaret eden beni.. ama bilmiyorlar ki kendimi tamamen unutuyorum kitapların arasında.. o kadar çok kitap , binlerce.. ama kendimden kaçan kendime bile yetişemezken ben gücüm yetmez ki bu kadar kitaba.. hepsini içime almak , içime almak içime almak ve hepsini okumak , hepsinin içindekileri bilmek istiyorum , anlatılanlarda kaybolmak yitip gitmek istiyorum.. kitapların kokularıyla boğulmak , yapraklarının hışırtılarıyla uyumak istiyorum.. ama bilmiyorlar işte çalışanlar.. kim bilir nasıl da dalga geçiyorlardır.. olsun varsın dalga geçsinler kitapların peşinde koşmaya devam.. hem sen dersin ya ‘boşver kafaya takma , o insanlar biz varız diye varlar..’

 

kitaplar.. öyle güzel , öyle iyi.. ve de masum , saf ve temizler ki.. onlarsız bir dünyaya kaç gün dayanabilirdim.. bana okumayı ve kitapları bu kadar sevdiren özellikle  babama sonra anneme ve gülsan hocama nasıl teşekkür etsem azdır.. 

işte sensizlikte sığındığım tek yer kitapçılar.. her girdiğim yerden muhakkak birkaç tane yeni arkadaşla çıkıyorum.. eve geliyorum yeni arkadaşlarımı orada onları bekleyen binlerce arkadaşla tanıştırıyorum , yanlarına bırakıyorum birbirlerine alışsınlar diye..

 

bu hafta aldığım onlarca arkadaşımın arasından iki kitabı paylaşmak istedim.. özellikle ‘çıplak şölen’in 50. yıl özel baskısı.. ‘çıplak şölen’i yıllar önce ilk defa david cronenberg’in aynı adlı filmiyle tanımıştım.. uçuk kaçık bir filmdi , hayatımda böyle bir film görmemiştim.. ama sürükleyici olduğu kadar kapkara bir dünyaydı anlatılan.. sonra hemen kitabını edinip okudum.. kitabı okuyunca film daha da anlaşılır bir hal aldı.. işte ‘william s. burroughs’un bu başyapıtını ‘versus kitap’ , kitabın 50. yılı anısına özel bir baskısını yapmış , yeni bulunmuş bazı metinlerin eklemesiyle.. o kadar da özenli ve güzel bir tasarımı var ki çok çekici.. hemen kaptım tabi.. o gece gittim eve , önce cronenberg’ten çıplak şöleni izledim tekrar , sonra açtım kitabı daldım gittim.. neyse uzattım yine , kısa keseyim diğer kitapta kafka’yla ilgili muhteşem bir çalışma.. adı bile hemen kitaba saldırıp almanıza yol açıyor..

 

okuyup , iyi kaybolmalar dileğiyle.. 

Crockett..  

 

 ÇIPLAK ŞÖLEN / NAKED LUNCH –WILLIAM S. BURROUGHS

 

Kitap Arkası : 

‘Beat kuşağının kutsal kitabı… Başlığı Jack Kerouac önermişti: Çıplak Şölen.. Herkesin her çatalın ucunda ne olduğunu gördüğü, donmuş bir an..’ Asla unutamayacağınız bir ziyafet..

 

‘Beat Kuşağı yazarlarının en tehlikelisiydi William S. Burroughs.. Anarşinin çift taraflı ajanı, konformizmin ve hükümetlerden afyona her türlü kontrol odağının yılmaz düşmanıydı..’
Rolling Stone..

 
‘Burroughs bize, birer hapishane haline gelmiş yaşamlarının duvarlarını durmadan yıkmaya çalışan bir karakter kadrosu sunar; bu karakterler sistemin gerçeğini az çok görürler ama bağımlılık onları yerlerinden kımıldayamaz hale getirdiğinden ondan kaçamazlar. Bağımlıların dünyasında kaybolurken, zaman zaman uyuşturucu dünyasının paranoyak hayallerinin, iktidar sistemlerine karşı bireysel iradenin özgürlüğünü öne sürerken sayıkladığımız avutucu yalanlardan daha gerçekçi olabileceğini üzüntüyle idrak ederiz..’
‘Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap’tan
 

Kitabın iç kapağından :

 

‘Burroughs , Jonathan Swift’ten sonra gelmiş en büyük satir yazardır..’

Jack Kerouac 

‘Burroughs en önemli romanına Çıplak Şölen adını koymuştu ki bundan kastı , çatalın ucunda görülendi.. Burroughs , muazzam zengin yazan bir yazar ve her kitabı bize çatalın sonundakini gösteriyor : gerçeği..’

J.G. Ballard

 

‘Burroughs , üstünde normal tümcenin parçalandığı , gökselliğin yere konmaya çabaladığı , okurun ödünü kedinin fareninkini patlattığı gibi patlatan tümüyle sıra dışı , zamandan ve uzamdan arı , yepyeni bir yolda yürüyor..’

Anthony Burgess 

‘Yabani ve ölümcül güldürüsüyle müthiş güzel ve çılgınca seçkin bir roman.. deha tarafından ele geçirildiği kabul edilebilecek tek Amerikan romancısı..’

Norman Mailer

 

‘William Burruoghs , kapıyı kıran adamdı.. onu okuduğumda ne hakkında ve nasıl yazılabileceğine dair tüm görüşlerim değişti.. İnsanların zihnindeki insanlık kavramını genişletiyordu..’

Lou Reed 

 

William S. Burruoghs :

Romancı , öykücü , denemeci , eleştirmen ve ressam William Seward Burroughs II (1914-1997) 1950’lerde yaygınlaşıp edebiyattan kültüre birçok alanda büyük etki yaratmış , Amerikan değerlerine başkaldırı, uyuşturucularla ve farklı cinsel yolarla deneyimleri ile nam salmış , doğu kültürü temelli Beat Kuşağı’nın Allen Gingsberg ve Jack Kerouac ile birlikte en önemli üç yazarındandır.. 1959 tarihli başyapıtı Çıplak Şölen , sadece aynı akımın en önemli üç kitabından biri (diğer ikisi Uluma – Allen Gingsberg , Yolda – Jack Kerouac) değil , aynı zamanda 20. yüzyıl edebiyatının doruklarındandır..

 

Çıplak Şölen – William S. Burroughs , Versus Kitap , 384 sayfa , Şubat 2010..

……                 

 

HAYATINIZI MAHVETMEDEN ÖNCE NEDEN KAFKA OKUMALISINIZ , JAMES HAWES

 

Kitap Arkası : 

‘Kitaplarını okusun okumasın, herkes Kafka’yı tanır. Fotoğraflarındaki o düşünceli yüzde devlet dairelerinin yoğun sıkıntısı, kâbus gibi yaşanan dönüşümler, Holokost’un habercisi esrarengiz bir ifade vardır. Yaşadığı dönemde dehası şimdiki kadar anlaşılamamış bu adam, tarihin eşsiz karakterlerinden biridir.

Bütün varsayımlara, söylenenlere karşılık Franz Kafka kızları, genelevleri ve pornoyu severdi. Önemli bağlantıları olan bir milyonerin oğluydu ve günde yalnızca altı saat çalışarak iyi para kazandığı bir işi vardı. Prag’ın Almanca konuşulan seçkin sınıfına sadakatle bağlıydı, hatta eserleri daha o zaman edebiyat çevrelerinde kabul görüyordu.

Hayatınızı Mahvetmeden Önce Neden Kafka Okumalısınız, onun yalnız, değeri bilinmemiş, cinsellikten korkan biri olduğu hurafelerini çürüten, Franz Kafka’nın gerçek kimliğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren, başarılı bir çalışma.

James Hawes, tarihin önemli bir yanlışını düzeltirken mütevazı bir öneride de bulunuyor: Hayatınızı çarçur etmeden önce Kafka okuyunuz !’

James Hawes :

Romancı ve Kafka üzerine çalışmalar yapan bir akademisyendir. A White Merc with Fins, White Powder Green Light, My Little Armelite ve Speak for England adlı romanların yazarıdır. Hawes, Oxford’da lisans eğitimini sürdürürken, Kafka’nın Şato romanının orijinal müsveddelerini inceleme fırsatı bulmuştu.

 

Kitaptan : 

“Kafka’nın ünü tuhaftır. Dante, Shakespeare, Goethe, Keats, Flaubert, Dickens, Çehov, Proust hepsi kendilerinden alıntı yapılan yazarlardır. Geçerli olan onların sözcükleridir, zaten arkalarında yalnızca sözcükleri bıraktıkları için bu durum oldukça mantıklı görünür. Kafka’nın sözcükleri, onun seviyesindeki herhangi bir yazarınkilerden muhtemelen daha az alıntılanmaktadır. O dünyada kurduğu hayallerle ünlüdür…”

Hayatınızı Mahvetmeden Önce Neden Kafka Okumalısınız (Why You Should Read Kafka Before You Waste Your Life)  , James Hawes , Çeviri : Suğra Öncü , Sel Yayıncılık , 245 Sayfa , Mart 2010. 

birer yabancı..

BİRER YABANCI..

‘ağır ve de hemen hemen tek başına bir içme süreci yaşamıştım dün..

‘dayıyla’ başladık içmeye.. tüm gündüz beraberdik.. sözde çalıştık , birkaç yere uğradık , iş yapar gibi yaptık.. daha sonra yolumuz nedense adana dostlar kebapçısına yöneldi.. öğleden sonra olduğundan sakindi lokanta.. dışarıdaki güneşli masalardan birine oturduk.. rakı istendi acil şekilde masaya.. birer duble içildikten sonra tansiyonlar normale döndü ve sinirler gevşedi.. çok acıkmışım.. mideme zararlı ne varsa istedim meze olarak , ama en güzeli nar ekşili roka salatası.. yedikçe acıkıyorum ve içim açılıyor sanki.. böyle bir lezzet olamaz.. bizim memlekette bu salataya taze nane ve maydanoz da koyarlar o zaman direk gökyüzüne doğru havalanırsınız.. hele hele yanında rakı da varsa..

neyse dayıyla iki saat orada demlendikten sonra çöplüğümüze döndük.. çöplüğümüzde ziftlenmeye devam ettik..  sohbet sohbeti açtı.. ‘dayının’ canı benden sıkkın , benim ki ondan.. ‘dayıyı’ bir ara oğlu aradı , evde ki bilmem hangi saçma nedenden dolayı onunla tartışmaya başladı.. dayı incileri diziyordu telefonda oğluna : ‘seni doğuran kadına söyle canımı sıkmasın daha fazla.. yeter be , yetmiş küsür yaşındayım kimse bu kadar kötü niyetli davranmadı bana.. bu son artık bir daha tekrar ederse  çekip gideceğim , kaçacağım.. sizin suratlarınızı görmemek , zırıltınızı , paranoyanızı çekmemek için..’ dedi ve telefonu oğlunun suratına kapattı.. sonra bana döndü ve yine bal damlıyordu ağzından : ‘çocuklarımın annesi olan kadın..’ diye başladı dert yanmaya ve esti , yağdı , gürledi..

kaç duble rakıdan sonra bilmem , canımın sıkıntısından biraya döndüm.. şişeleri dayının yanına yere diziyordum , ‘dayı’ yazacaktım her zaman ki gibi şişelerle.. fakat yazamadan  ‘dayının’ gelen ‘özel konuğu’ ortamı bozdu ve ‘dayı’  çıkmak zorunda olduğunu özürleriyle bildirdi.. tam iki kat yaşı var benden dayının : 36 X 2 = 72.. yaş farkına rağmen hayatımdaki en yakın arkadaşım oldu.. yaşına rağmen hiç of demiyor , yoruldum kelimesi yok lügatında.. en önemlisi yalan yok.. direk söylüyor söyleyeceğini , evirip çevirmiyor.. haklı da , haksız da olsa mermi gibi akıyor kelimeleri suratınıza.. neşelendiğinde ‘ben sahtekarım değil mi müdürüm’ der en nazik şekilde.. gülmekten çatlarsınız.. neyse dayı özürleriyle beni ‘sattığını’ söyledi ve çıktı ‘konuğuyla’..

kutsal yalnızlığıma kavuştum yine.. soap kills’in tüm albümlerini açtım , sesi yükselttim ve içerken , seninle fotoğraflarımıza bakmaya başladım.. daldım gittim sana..

kaç ay oldu  , kaç gün oldu göremedim seni..

kaç kere geldim de sana rastlayamadım o denizin yanında olmasına rağmen kapkara olan o şehire..

sokaklarında aylak aylak saatlerce dolandım.. parklarında oturdum.. oturduğun , çalıştığın  yerlere gittim , yoktun hiçbir yerde..

şaka gibiydi.. hayatıma usulca bir kenardan girdin , her noktasını işgal ettin ve bir gün birden kendini benden aldın , esirgedin.. her şey olmamış mıydı , her şey yalan mıydı , bir rüya mıydı.. sen yok olmadın aslında beni yok ettin..

kaç kere gittim o kara şehre.. kaç bin kilometre yol yaptım seni en azından görebilmek için.. ama her defasında hüsran , hayal kırıklığı.. her defasında yeni bir umutla şehre son sürat giriyordum ve saatler sonra yıkık  , yenik bir ordunun askeri gibi ya da diğer köpeklerce hırpalanıp benzetilen bir köpeğin kuyruğunu kıstırıp dönmesi gibi dönüyordum istanbula..

hiçliğime hiçlik katıyordu her kilometre.. yokken beni var etmen , sonra kendi ellerinle beni yok etmen , yok sayman acımasızca.. cezam acımasızca infaz ediliyor ve ben suçum ne bilmiyorum.. dayanabilmek için bu cezaya aylardır içtiğimin haddi hesabı yok.. içmediğim gün yok.. alkolle değiştirdim damarlarımdaki kanı , alkol akıyor damarlarımda  kan yerine.. neden diye sorsalar ‘küçük prensteki’ gibi neden içiyorsun bu kadar , oradaki ayyaş gibi ‘unutmak için’ derdim.. neyi unutmak için diye sorsalar cevabım farklı olur : ‘hiçliğimin , yok sayılmamın verdiği acıları unutmak için’ derdim..  

bunlara daldığım yerden ekranın karşısından kalktım.. kafam kazan gibi.. eve gittim yatağa kendimi attım.. yattığım yerden yine kendimi kandırmaya başladım ,  ‘yarın yine git o kara şehre erkenden.. yarın belki görebilirsin , belki rastlarsın’.. derken kendi kendime uyumuşum..

seni gördüm yine rüyamda.. her zaman görüştüğümüz haldun tanerin önündeki bankta bekliyordum seni.. arkamdan gelip yine gözlerimi kapatacak mısın ya da aniden yanıma pat diye oturacak mısın diye düşünüyordum.. aynı şeyleri ben de sana defalarca yapmıştım fakat sen yaptığında suda boğulurken bir anda oksijene kavuşur gibi heyecanlanıyor nefes nefese kalıyordum.. ben yaptığımdaysa bunları sen sigarandan bir duman çekerek ismimi uzatarak bana bağırıp neşeyle kızıyordun..

rüyamda da bekledim , bekledim seni.. bu sefer de gelmedin , seni beklerken derin bir çarpıntıyla yataktan fırladım.. inanılmaz bir baş ağrısı vardı.. sabahın beşiydi.. yatakta beş on dakika gözlerim kapalı uzandım.. seni düşündüm düşündüm , ağladım , yalvardım sana.. neden dedim neden..

gözlerim yaşla dolu fırladım yataktan , elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştirip attım kendimi arabaya.. o kara şehre doğru sürmeye başladım..  oturduğun mahalleye gidip evine en yakın otobüs durağında seni bekleyecektim..

saat altıyı geçiyordu gazı kökledim.. bir saniyelik gecikme belki seni görememe yol açacaktı..her şey yolunda giderken trafik birden durdu.. kaza olmuş , yolu temizliyorlardı.. sabır sabır dedim fakat küfrettim kendime..

bir süre beklemeden sonra trafik açıldı ve soap kills ‘tango’ diyordu ben iki yüzlere çıkarken.. bir anlık dikkatsizliğim ya da lastik patlaması son ‘tango’m olmasına yol açardı bu hızla giderken ama sensizlikten daha kötü ne olabilirdi ki..

kara şehre girdim son hızla.. şehir merkezini geçtim , arka mahallelere doğru sürdüm , trafik ışıkları hep yeşil yanıyordu ya da ben öyle sanıyordum..

ve senin mahallen ,  siten , durağın göründü sırayla.. hızımı azalttım sitenin olduğu caddeye girdiğimde.. yaklaştıkça kalbim yerinden çıkacak gibi oluyordu.. üç dört senedir böylesini yaşamamıştım.. durakta önce bir beyaz renk yoğunluğu gördüm kalbim çatlayacaktı sanki.. sen hep beyaz giyerdin – ya da mor-.. yaklaştıkça inanamadım sendin duraktaki , elinde laptop çantan , siyah ceketin ve beyaz , bembeyaz pantolonunla işte sendin duraktaki.. aylar sonra seni görüyordum ; kaç saniye , kaç saniyeydi.. bilmiyorum.. yavaşladım.. ve beni fark ettin sende görüş alanına girer girmez , fark etmemen imkansızdı ki.. aylarca bu arabanın içinde yaşamıştık adeta..

ve o an işte o an ,  beni fark ettiğin anda kafanı çevirdin ya..

yok olmak istedim o an , her şey dursun istedim , her şey son bulsun..

ilk dönebildiğim yerden döndüm geriye hemen , inip sana sadece ‘merhaba’ diyecektim ve devam edecektim ama döndüğüm yerde halk otobüsü önüme geçti , otobüs seni almadan onu geçmem lazımdı , geçemedim.. otobüsün arkasından beni görebileceğin şekilde hızla geldim durağa doğru.. ve sen benim geldiğimi gördün.. beni görmene rağmen yavaş yavaş acıyı kalbime sapladın , yokmuşum gibi benim olduğum tarafa bakarak otobüse bindin..

sen önde otobüste , ben arkada arabada şehir merkezine doğru yol almaya başladık..

aylardır kapalı olan telefonlarımdan birini açtım , sana ‘ne kadar komik değil mi birer yabancı gibi sen önde otobüste , ben arkada gidiyoruz’ diye mesaj attım.. kapattım hemen telefonu çünkü zevkle tatmak istiyordum bu acımasız yok sayılışı..

peşi sıra giderken otobüsü bir anda kaybettim bir kırmızı ışıkta salaklığımdan.. ben de direk çalıştığın işyerinin olduğu caddeye gittim , arabayı park edip caddenin girişine koştum.. yürümeye başladım caddenin diğer başına doğru ama yoktun etrafta , yürüdüm yürüdüm yoksun.. bir ara arkamı döndüm işte sen arkamdaydın , sessiz sakin ve hiçbir şey olmamışçasına yürüyordun.. görmüştün beni ve görmezden geldin yine.. ben de yürümeye devam ettim..

bir elinin arkamdan omzuma dokunmasını , seslenmeni bekledim.. caddenin sonu geliyordu yavaş yavaş ve düşündüğüm şey olmadı.. kimse dokunmadı ya da seslenmedi..

caddenin sonuna geldim , ne yapacaktım geriye mi dönecektim ya da hangi yöne gidecektim.. durdum , o an gözlerimi kapattım bir süre beklemek istedim , arkamdan yaklaşıp gözlerimi ellerinle kapatacağını hayal ettim.. zaman yavaşladı sanki.. kalbimin atışları da yavaşladı.. yanımdan , sağımdan , solumdan insanlar , arabalar geçiyordu ve ben gözlerim kapalı bekliyordum.. bana yaklaşan her ayak sesinde heyecanlanıyordum ama hiçbir el kapalı gözlerimi kapamadı..

gözlerimi açarken caddeye doğru döndüm.. seni iş yerine girerken gördüm.. bir yerde durmuş ya benim uzaklaşmamı beklemiştin ya benim ne yapacağımı izlemiştin ya da bir şeyler almak için bir dükkana girip çıkmıştın , yoksa çoktan işyerine girmen lazımdı..

döndüğümle kaldım caddenin başında.. hiçbir yöne kıpırdayamıyordum.. sabahın ayazı zaten donduruyordu.. ben var mıydım gerçekten bu dünyada , şu yaşadıklarım hepsi bir rüya mıydı..

bir süre öylece kalakaldıktan sonra caddeden aşağıya geri yürümeye başladım.. içim kan ağlıyordu.. ‘yok olsam yok olsam yok olsam’ diye sayıklıyordum kendi kendime..

arabanın yanına ulaştığımda son kez geriye dönüp caddeye doğru baktım bir umutla.. ama yoktun..

arabaya bindim..

senden , kendimden  , kara şehirden hızla uzaklaşmaya başladım..

hangi yöne nereye gidecektim ki olmadığım , yok sayıldığım bir dünyada..

bir bankın bile beni acıtıp , ağlattığı ; bankın yanından her geçişimde tüm ağırlığıyla , acımasızlığıyla kalbime saplandığı  şehre mi geri dönecektim..

her köşesinden , her noktasından  senin karşıma çıktığın şehre mi geri dönecektim..

her yerde sen ve senden bir şeyler var..

zaten sen nerede yoksun ki..

benim olduğum her yerde sen de varsın.. kendimden kaçmam lazım.. bir insan kendinden kaçabilir mi.. 

işte kaçıyorum kendimden..

kara şehirden otoyola çıktım , gazın sonuna kadar bastım yüz , iki yüz..

‘follow’ çalıyordu soap kills’ten ve her şeyden  , her yerden , kendimden uzaklaşıyordum..

ne olurdu ki bir merhabanı duyabilseydim..

ne olurdu ki..

bilmiyorum..

ama son bildiğim , öğrendiğim şu oldu : nereye gittiğini bilmez bir halde iki yüz kilometre hızla üç şeritli otoyolda ilerlerken birden önünüzdeki üç şeridin en sağındakinde beton kamyonu , diğerinde tır , en soldakinde de otobüs belirirse her şey birden duvar olur ve son olur.. 

Crockett..

(resim  :VINCENT VAN GOGH , fotoğraf : BLACKHAWK..)