Archive for the ‘Öykü’ Category

Hasta Parçacıklar – IV

“Denizyıldızı”

Müzik olanca iç yakıcılığı ile sesini yükseltiyordu. Bense kendimi hapsettiğim otel odasında elimde kalem ve etrafımdaki defterler kalabalığı ile uzayda değersiz bir zerrecik olarak  zaman ve mekan kavramımı yitirmeye çalışıyordum. Kafamdaki abuk sabuk fikirler defterlerin sayfalarında  uzunca bir süre uçuştuktan sonra  yazılamadan son buluyorlardı.  Uyuyamıyordum. Hafıza kaybım artmıştı. Bu kayıp hayatı umursama gereksiniminin azalmasından mı kaynaklanıyordu bilmiyorum . Belki de – hani siz bilmezsiniz ya nine kavramını…- babaannemdeki gibi gerçek bir hafıza kaybının erken başlamış şekliydi.

İnsanlara karşı davranışlarım değişmişti. Dışarıda sıcaklığı giderek artan havanın bir etkisi olabilir miydi acaba bu değişim? Doğru da olabilirdi pekala. Şehir gazetelerinde metronun  çok sık arızalanmaya başladığı , şehir içinde çok  fazla doğal gaz patlamaları olduğu  , yer altında  telefon hatlarının  çok daha sık değiştirildiği söylentileri artmıştı.

Bense sadece düşüncelerimin dağınıklığından  ve bunları gerçekte hiçbir yere koyamayışımdan rahatsızdım. Ne yapacağımı bilemez vaziyette kendimi günlük tekliflerle kandırarak  zaman kavramını öldürmeye çalışıyordum. Söz konusu teklifler  ise sadece kendime ait yönelmelerdi.

Son yazımı da karalarken uyuyakalmıştım. Dayanılmaz bir sıcaklıkla uyandım. Üzerimdeki örtüyü neredeyse hava almayacak şekilde  kucaklamıştım. Kendi ürettiğim ısı ile yanıyordum adeta. Kafamdaki boşluk dayanılmaz bir  hal almıştı.

Öğleden sonranın yıkıcı sıcaklığını yüzümde hissederek kapattım odamın perdesini.

İnsanlar Aralık ayında ki bu sıcağa anlam verebiliyor muydu acaba? Uzun zamandır dünya medyası ile  olan bağlantımı da kestiğimden bu konuda hiçbir  fikrim yoktu.

Ne yaptığımı bilmez bir şekilde elime geçen ne varsa büyük bavuluma doldurup büyük zorlukla fermuarı kapattım.  Küçük bavulum zaten ortalıkta yoktu. Sonradan küçük bavulumu beni terk eden eski kız arkadaşımın götürdüğünü  hatırladım. Bavulun içine kendi eşyalarını değil bana aldığı  ve hatıra olabilecek malzemeleri koymuş ve evinin bahçesinde  bana gönderdiği video kaydında ki “istese bana da aynısını yapardı” dedirtecek  bir hışımla yakmıştı.

Bunları hatırlamış olmak bile yeterince yorucuydu.

Arabamın sıcaktan arızalanmaması için arada durup kendime işeme molaları vererek  bir yerlere ulaşma şansımı artırmaya çalışıyordum.

*                              !                                     *

Ve otoyol tekrar altımda uzanmaya başladı her saniye yoldaki çizgiler üçer dörder yıldız gibi kayarken.

Nereye gittiğimi bilmiyordum. Arabam nereye gittiğini biliyor olmalıydı sanırım. Neler saçmalıyordum ben…

Havanın kararmasına yakın sıcaklık da düşmeye başlamıştı. Arabamın termometresi bu düşüşü nedense çok abartıyordu. Çünkü oldukça hızlı bir sıcaklık azalmasıydı bu. Cam buğulandı ben bunları düşünürken. Camı açıp dış ortamı gözlemlemek istedim. Hava gerçekten de çok soğuktu. Birden üşümeye başladım. Alıp verdiğim soluk pudra gibi üzerime düşmeye başlamıştı ve ben  tedirgin olmuştum. Bir yerlerde bir şeylerin sınırını geçmiştim sanki.-Sıcaklığın biterek hayatın soğumaya başladığı noktayı da bir hayli geçmiş olmalıydım- .

Karın bastırdığı noktada durdum. Dışarı çıkıp arabayı temizlemeye koyuldum. Cam silecekleri bir anda hızlanan karın ağırlığı altında  takılmışlardı.  Düzeltmek için bir süre uğraştıktan sonra elimin soğuktan yanmaya başladığını hissederek vazgeçtim.  Biraz ileride ki yol sapağının  uzantısında  belli belirsiz bir ışık seçiliyordu . Cesaretimi toplayarak arabamla oraya doğru ilerlemeye karar verdim.  Yol şimdiden bir karış kadar karla kaplanmıştı. Hükümetin  buz tutmayan ve  karın sürekli eridiğini iddia ederek tüm ülkeyi donattıkları asfalt hiçbir işe yaramıyordu.

Ara yola girdikten sonra uzakta bir çift çakır göz beni izlemeye koyuldu.  Kar beyazı olan bu ufak kurt arabamın peşinden gelmeye başladı. Biraz ileride  karşıma çıkan otelin köpeğinin ani havlamasıyla  ters yöne doğru kaçıştı.

İçeriden tek nefeste çalınan bir trompet solosu yükseldi kar sessizliğine doğru. Çok tatlı bir melodiydi. Uzun süredir ilk kez bir şeylerden zevk aldığımı duyumsadım.Sanki uzun zamandır arayıp da bulamadığım bir duyguya ulaşmıştım.

Kapıda  klasik hikayesel tanımlamalara uyan papyonlu , kısa boylu, şişman, saçları jöleyle kafasına adeta  ütüyle yapıştırılmış bir görevli belirdi.  Ya da en azından ben görevli olduğunu standart bir otel kapıcısının smokinli , karın içeri , göğüs dışarı duruşundan anlamıştım. “Otelimize hoş geldiniz!”, diye bağırdı rüzgarda sesini duyurmaya çalışarak ve  sırıtarak. Arabadan inerek arkadaki bavulumu alırken diğer yandan  görevliye hoş bulduk anlamında bir el selamı yolladım.  Zaten bu yoğun kar yağışında konuşmak da pek mümkün değildi. Hızla yanıma gelerek bavulu elimden aldı. “Şanlısınız. Otelimizde kalmakta olan yabancı kafile bugün gitti. Dolayısıyla sayısız oda seçeneğimiz mevcut.” Sanki beraber kalacakmışızcasına söylenmiş bu sözden rahatsız olarak, söylediklerine onay veren bir bakış fırlattım- ama hayır fırlatmadım sayın okuyucu. Evet böyle bir bakış istediği aşikardı ama bu konuda ne en ufak bir söyleşiye girişmek ne de bakış fırlatmak istemediğim için “Herhangi bir odanıza  en hızlı şekilde girip dinlenmek istiyorum. Oldukça uzun bir yoldan geldim.”, dedim. 

“Tabii ki!” dedi sevinçle ve sırıtarak. “Kayak takımlarınızı getirmemişsiniz. Ama dert etmeyin bizde onlar da var.”

“Az önce güzel bir müzik duydum. Kimdi o?” diye umursamazlığımı ortaya koydum. Kayağa ilgi göstermemem biraz moralini bozsa da çevreyle ilgilenmem  onu yine mutlu etmişti. “Herkes burada bir müzisyen olduğunu düşünüyor  ama sanılanın aksine  duyduklarınız sadece hava akımının yarattığı şeyler.”

“Şu karşıdaki yol nereye çıkıyor?”

            *                      !                      *

Karşıdaki yoldaydım. Görevliyi bavulumla baş başa bıraktıktan sonra  nereye çıkıldığını tam olarak bilemez vaziyette etraftaki ağaçlara bakarak  yolumu bulmaya çalışıyordum. Benden önce yolda yürümüş olanların kar ile ince temasları biraz olsun işimi kolaylaştırıyordu. Her ne kadar bu yola koyulmamın anlamsızlığını bilsem de yine de hedefe varma gereksinimi ağır basıyordu. Kendimi bulacağımı düşündüğüm yolda ilerlemek ne mutluydu oysa ki – yoksa bu cümleyi yazmak okuyucuya karşı bir zayıflık mıydı?. Ama yol kısmen de olsa bir tedirginlik de yaratıyordu.

Yol, kavislerle ne kadar  uzakta olduğunu kestiremediğim bir zirveye ulaşıyordu. Zeminde adımlarıma ayak uyduran kar hışırtısını dinlemek bile belki de tek amacımdı…

Ama bölgeye ulaştığımda duyduğum o müziğin kaynağını bulmalıydım.Yol boyunca kar ve buzun yer yer birbirinin yerine geçmeye çalıştığı  ve bu yüzden zaman zaman düşüp tekrar kalktığım süreçlerin sonunda tepe noktasına vardım. Ulaştığım noktada bir turist kafilesi oturmuş, odun ateşinin artık köz haline gelen ışıltısı  karşısında  sıcak şarap ile demleniyordu.

Daha yukarı çıkmak gerektiğini düşünerek tekrar yola koyuldum.  Yukarı doğru yol aldıkça sıcaklık giderek düşmeye başlamıştı. Buna karşılık havada tek bulut yoktu  ve yıldızlar hayatım boyunca hiç bu kadar canlı görünmemişlerdi. Hepsi birer kristal cazibesine sahiptiler. Zemindeki kar da aynı kristal ışıltısını yansıtıyordu. Gezegen belki de güzelliklerini her şeye rağmen  yani her türlü hoyrat kullanıma rağmen göz zevkimize sunmaya devam ediyordu.Bu görüntü karşısında çok da üşüdüğüm söylenemezdi. Yeryüzünün bu cömertliği akıldışıydı bana göre insansal yıkımdan sonra.

Her adımda biraz daha üşümeye başladım bunları düşünürken . Zirve bana giderek yaklaşırken bir yandan da uzaklaşıyor gibiydi. Aynı şey daha önce ıssız bir mekanda ayaklarımda paletler olmadan yüzerek birkaç yüz metre uzaktaki bir adacığa ulaşma çabam sırasında da başıma gelmişti. Sevdiğim kadın bir şekilde o tatlı bonesiyle olimpik yüzücülerin yüzme becerilerini uygulamaya çalışırken ben de karşı adacığa  ulaşarak buradaki el değmemiş kumsaldan  elde ettiğim bir deniz kestanesi ya da deniz yıldızını doğum günü hediyesi olarak O’na götürmek düşüncesindeydim. Sahilden adacığa doğru ilerledikçe benden kaçmaya çalışan bir dinozorun sırtı gibi sanki uzaklaşıyordu adacık. Yaklaşmaya çalıştıkça da dip akıntısının soğukluğu altında  ölüp kayıplara karışmanın  o anlık ilginç ve korku veren  sürecini yaşamaktaydım.  Ayağımda paletler olsa belki de birkaç dakikada alacağım yol için gereksiz bir maceraya atılmıştım. Bir süre sırtüstü yüzerek dinlenmeye ve böylece karşı kıyıya ulaşma şansımı artırmaya çalıştım. Suda ilerledikçe adacık daha da yakınlaşıyor ama çok kısa bir süre sonra bunun sadece bir yanılsama olup attığım kulaçlara rağmen olduğum yerde saydığımı anlıyordum.   Bir ara geriye baktığımda aslında mesafenin tam  ortasında yer aldığımı  ve artık geri dönmenin de bir anlamı olmadığını itiraf ettim kendime. Yola çıktığım kıyıda puantiyeli bikinisi içinde biricik sevdiğim  el sallayıp benim iyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu. Elimi kaldırıp iyi olduğumu işaret etmeye çalıştım. Ama ikimiz de miyoptuk ve sevdiğim kız gözlük kullanmazdı. Buna rağmen beni fark etmiş ve rahatlamış olacak ki sudan çıkarak  sahilde o sırada komşumuz olan  yaşlı bayanla aramızda olabilecek olası bir evlilik sürecinin nasıl seyredebileceği ile ilgili konuşmaya başlamışlardı bile- bunu sonradan sevdiğimin o saatleri hatırlarken ki öfkeli bakışları altında ağzından kaçırdıklarından çıkarmıştım-

Soğuğun göz bebeklerimi dondurduğu dağ başında denizin içinde kendi kendime paniklememem gerektiğini söyleyip karşıya ulaşabileceğime dair telkinler aklıma geldi. Sonunda güç bela karşı kıyıya geçmeyi başarmıştım.  Kumsalda bir şeyler bulunmamasına karşılık denizin bulanık olmadığı kısma dalıp elime geçirdiğim ilk deniz yıldızını şortumun cebine koymuştum. Bir süre dinlendikten sonra aslında yaptığım  delilik olsa da yaşadıklarımın  kendime karşı kazanılmış bir zafer ya da belki de sınırlarımı yukarılara taşımak olduğu düşüncesi yerleşti. Bu fikrin verdiği coşkuyla tekrar yola koyulmadan önce elimi olanca yüksekliğe kaldırarak salladım ama gözlüğüm karşı kıyıda olduğundan fark edildiğim konusunda pek emin değildim.

İlginç bir şekilde geldiğim kıyıya ulaşmak daha kolay olmuş ve daha kısa sürmüştü. Buna karşılık sevdiğim kadın  ortalıkta yoktu. Onun, benim yokluğumda ne kadar korkabileceğini düşünerek ben de telaşlandım. Sahildeki yaşlı kadın çiçeğimin beni aramak için bir tekne bulmaya gittiğini söyledi. Ardından da gözlüğümü elime tutuşturduktan sonra suda kalmaktan derisi çatlamış eliyle sinirini belli eden okkalı bir tokat yapıştırmıştı yüzüme. “Haydi gidelim M.” , diyerek yüzme öğrettiği torununu simidi ile beraber kolundan çekip vakur bir şekilde yola koyuldu. Torun M. de  pis pis sırıtarak ve simidinin ördek kafasını kemirerek  yaşlı kadınla birlikte gözden kaybolmuştu.

Biraz sonra ise tekne bulamadan eli boş dönen çiçeğim ağlamaklı yüzüyle belirdi karşımda. Sımsıkı sarıldı bedenime yapışarak. Hiç konuşmadı gün boyunca , hatta hafta ve ay boyunca. Doğum günü hediyesi olarak hayatımı tehlikeye atarak elime geçirdiğim deniz yıldızı ise artık kimliğini yitirmişti. Sadece bir nesneydi artık o… Tıpkı benim dağ başında o anda , bembeyaz soğukla kalbimi dondurmaya çalışırken kendim için hissettiğim kadar basit bir nesne.

Soğuk dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Düşüncelerim de donma noktasına  ulaşmıştı sanki. Gezegenin donduğu yerdi belki de ulaştığım seviye. Ama dağcılıkla ilgili dergilerden söz konusu zirvelere kolayca çıkılamayacağını da biliyordum. Tekrar gökyüzüne baktım . Ağaçlar da seyrelmeye başlamıştı yürüdükçe. Bir sakız attım kuruyan ağzıma. Ama ısırdığımda  ağzımda dağıldı ve tükürmek zorunda kaldım.

Geri dönmemek gerektiğini düşünüyordum her nedense. Bu yolculuğa neden çıktığımı da hatırlamıyordum. Son derece sıcak bir hayattan(!) kendimi sürüklediğim dağ başı  soğuğundaki sessizlik gerçekten de ilginç bir rahatlama kaynağı oluyordu. Zifiri karanlık beyaz örtü ile şafak sökümüne benzemişti. Birden yanımdan bir kar motosikleti geçti ters yöne doğru. Biraz ileride durarak  çok da anlamadığım bir bağırış ve el hareketleriyle  aşağıya inmek isteyip istemediğimi sormak ister gibiydi.  Bense ters yöne gideceğimi belirten bir el hareketi yaparak yoluma devam ettim. Kayak için kullanılan böyle dağlarda  zaman zaman yapılan bu dağ kontrol turlarından başka birine yakalanmamak için  karlı parkurdan çıkarak ağaçların arasından yola paralel olarak ilerleye başladım.  Daha fazla ilerlemeliydim belki de nefessiz kalıncaya kadar. Yukarı çıktıkça kenarından ilerlediğim yolda virajlar da artıyor bir yandan da belli noktalarda sanki asıl yol orası değilmişçesine belirsizleşmeye başlıyordu.  Birden ilk duyduğum  müthiş güzellikteki  trompet solosu yükseldi  etraftan. Derin bir nefes çektim ciğerlerime ve olduğum yere kendimi sırtüstü attım. Sonrasında tekrar tekrar  müzik yükseldi  o iç geçirtici tonuyla. Bu rahatlamadan sonra daha yukarılara çıkmalıydım. Tekrar yola koyuldum. Müziğin kaynağına ulaşma ihtimalim beni daha da heyecanlandırmış  ve daha da hızlandırmıştı. Bir süredir durduğunu fark etmediğim kar yağışı tekrar başladı. Hatta o kadar hızlıydı ki geride kalan ayak izlerim çok kısa sürede belirsiz bir hal alıyordu. Elimi gözlerime siper yapıp zirveye  doğru bakmaya çalıştım. Silueti oldukça yakında görünüyordu. Müzik sesi de daha gür geliyordu. Karşımdaki bayırı tırmandıktan sonra  zirve tam karşımda olacaktı.  Kar yağışı birden durdu. Adımlarımı hızlandırmaya başladım. Zirveye ulaşmanın heyecanı artmıştı. Yükseklikten olsa gerek  nefessiz kalmaya başlamıştım. Öte yandan sanki hava da ısınmış gibiydi. Zirvede bir parıltı gördüm. Hareketli bir karaltıya bitişik bir parıltıydı bu.  Tam da o sırada o ana kadar duyduğum müzik bütün netliği ile içime işledi. Biraz soluklanmak için  durdum.  Aslında  müziğin verdiği hazzı hissetmekti duruş nedenim. Artık zirve gözlerimin önündeydi. Karaltı da bir insan siluetiydi  elindeki parlak  nesneyle birlikte.  Ona ulaşabilmek için ellerimi de kullanmam gereken bir tırmanışa geçtim. Kalan mesafenin tam ortasındayken ayağım kaydı  ve gerisin geri yere kapaklandım. Neyse ki zemindeki beyaz örtü yastık vazifesi görüyordu.  Heyecanım beni daha da hızlandırmıştı. Kayalara ve buz parçalarına daha bir sıkıca  tutunuyor daha çevik hareketlerle tepeye ulaşmaya çalışıyordum.

*                                 !                                  *

Sonunda zirvedeki düzlüğe ulaşmayı başardım. Derin nefesler aldıktan sonra O’nu gördüm. Elinde altın sarısı bir trompet tutuyordu. Geldiğimi fark etmemişçesine derin bir soluk alarak dudaklarını trompete yapıştırdı ve o iç geçirten melodiyi  haykırdı ciğerlerinden gökyüzüne ve yaşama. Melodi bittiğinde bağdaş kurmuş O’nu dinleyen bana döndü ve o keskin bakışlarıyla süzdükten sonra “Demek en sonunda geldin.”, dedi. “ Evet sanırım zirvedeyim” , dedim. “Burası senin zirven. Oysa ki etrafta birçok zirve var . Herkesin kendine ait zirvesi” , diyerek etrafı işaret etti trompetinin ucuyla. Gerçekten de daha önce fark etmediğim bir çok dağ ve tepe yer alıyordu etrafta . En yükseği de benimki sayılmazdı pekala. “Ya sen. Sen kimsin?”, dedim merakımın doruk noktasında. O sırada tekrar trompete sımsıkı sarılmış ve az önceki melodiyi haykırıyordu  “buraların son nefesiyim” dercesine. Soluğunun son noktasında derin bir nefes alarak  “ Çok uzaklarda yaşarım. Karlar başlayınca ve çevrede sessizlik hakim olunca gelir ve nefes veririm.”, dedi. Üşümeden nasıl böyle  oturabildiğini sordum. “Üşümesi gereken sensin aslında. Ben sadece senin için son noktayım. Buraya bu sese ulaşana kadar çalgıma üflerim ve sen burada  olduğunda son kez nefes veririm.”, dedi. Biraz korkmaya başlamıştım. Ama öte yandan çalgıcının sözleri ve ses tonu da rahatlatıcıydı da. Hatta bir zamanlar tanıdığım ama adını aklıma bir türlü getiremediğim bir müzisyene tıpatıp da benziyordu. Gözlerimin içine hazır olup olmadığımı  soran bir ifadeyle  bakarak tekrar önüne döndü  ve çalgısını  nefeslendirmek için hazırlandı. Nereden geldiğini anlamadığım bir ışıkla parıldamıştı çalgı. Ama nedense üflemiyordu.  Etrafıma baktım son bir kez. Sessizlik bile susmuştu ya da ben sağır olmuştum. Üzerimdekileri çıkartmaya ve teker teker zirveden aşağı atmaya başladım. O ise çalgısıyla hazır vaziyette benden işaret bekliyor gibiydi. Çırılçıplak beyaz örtünün üstüne uzandım. O ise işareti almışçasına üfledi çalgısına  ve o müthiş müzik yankılandı  karanlık gökyüzüne ışık saçarcasına.  Ses canlanmıştı sanki kalbimi  titretircesine. Kalp atışlarımın o kadar tatlı olduğunu ilk kez  fark ediyordum. Ama giderek yavaşlıyordu sanki. Çalgıcı yavaşça oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi. Elini alnıma koyarak gözlerimi kapadı. Artık sadece kalp atışlarımı  duyuyordum. Etrafımdaki sıcaklık bir yandan artmışken altımdaki beyaz örtünün soğuğu ile dengelenmişti.  Kalp atışlarım yavaşlayarak duyulmaz hale geldi. 

Kendimi bırakmıştım bu sessizliğe. Rahattım. İçim huzur doluydu. Birden boğazımda bir sıkışma hissettim. Boğazıma yumrukla basılıyordu  sanki . Öksürmek istiyordum. Ama hareket edemiyordum. En sonunda  öksürerek kendime gelmeyi başardım.  Yavaşça kollarımı  ve bacaklarımı  da oynatabilmeye başladım.  Bedenimin sağ  yarısı suya gömülü vaziyette kumsalda yatıyordum. Tepemdeki Güneş’in sıcaklığı ve suyun serinliği birbirini dengeliyordu. Elimi mayomun iç cebine götürdüm. Dipten çıkardığım deniz nesnesi  halen cebimdeydi.  Parmağımda altın bir halka takılıydı.  Ayağa kalktım. Ama çok fazla duramadan yere kapaklandım. Midemden bol miktarda suyu kustuktan sonra  deniz suyu ile yüzümü yıkadım. Karşı kıyıda tanıdık bir sima aradım. Ama gözlüklerim olmadığı için net olarak bir şeyler göremedim.  Üzerinde bulunduğum adacık ıssızdı. Tekrar denize atladım. Bazen sırtüstü bazense yüzüstü kulaç atarak karşı kıyıya ulaşmayı başardım.  Yaşlı bir kadın torunu ile beraber sudan çıkarak yanıma geldi. Yüzüme sağlam bir tokat indirecekken  eline hakim oldu ve arkasına dönerek “Hadi gidelim M.” ,dedi torununun kolundan  çekiştirerek.  Torun M. belindeki simitle yola koyuldu bana karşı pis pis  sırıtarak. Kilimin üstündeki gözlüğümü takıp  etrafı gözlemledim.  Kimseden eser yoktu. Kendimi çok rahatsız hissettim. Geriye döndüğümde arabamın kıyıda durduğunu gördüm. Eşyaları toplayıp  arabaya taşıdım. Anahtarı bulamayınca geri döndüm. Biraz sonra S. ağlamaklı yüzüyle  belirdi yanımda. O tatlı kocaman gözleri yaşla dolmuştu. Bana sıkıca sarıldı. Sonra “Sana hiçbir şey söylemek istemiyorum! Bu sorumsuzluğunu hayatım boyunca unutmayacağım!” diye hıçkırarak arabaya yöneldi. Kapıyı hışımla açarak arka koltuğa oturdu.Onun arabaya gidişini izlerken cebimden çıkardığım deniz nesnesi  ve S. arasında bakışlarım gidip geldi. Nesne elimden kayarak kuma yapıştı. Arabaya bindim. Kaldığımız otele ulaştığımızda  S. arabadan inerek hızla odaya çıktı. Uzunca bir süre hatta ertesi akşama kadar zorunlu cümleler dışında sesler çıkarmadık.  Gece boyu uyumaksızın pencereden süzülen ay ışığını izledim. Ama nedense yer değiştirmiyordu . Yataktan kalkarak pencereye ulaştım.  Işığın kaynağı sokak lambasıydı. Bu durum rahatsız ediciydi. Hava ne kadar da ısınmıştı. Odadaki klima bozulmuş da olabilirdi.  

Ertesi günü neredeyse ayrı geçirdik.  S. gazete ve kitaplara gömülerek güneş şemsiyesinin altında yatıyordu. Hava dayanılmaz bir sıcaklığa ulaşmıştı. Klimanın karşısında durmama rağmen  hiçbir faydasını göremiyordum. Üzerimdekileri çıkarıp balkona çıktım. Kavurucu Güneş sıcağı altında daha fazla dayanamayarak aşağı atladım.  Havuzun serin suyu  çok rahatlatıcı gelmişti. Ama S.nin donmuş vaziyette yukarıdan bakışlarını  kazanmayı başarmıştım.  Otel müdürü hemen yanıma seğirterek ikinci kattan havuza böyle  sorumsuzca atlayışı kabul edemeyeceğini ve derhal oteli terk etmemizi söyledi.  Sakin olmasını ve oteli terk edeceğimizi söyledim.

Yarım saat sonra  yoldaydık. Sıcaklık dayanılmaz bir hal almıştı.  Eve yaklaştığımızda hava kararmaya başlamıştı.  Ben de S.’nin elini tuttum tüm cesaretimle.  Elinin sıcaklığıyla geceye doğru yol aldık…

Fran(sı)z 

(2010)

(Yazıyı yakın dönemde elektronik ortama aktarmış bulundum)

[N.P.Molvaer’in Re-vision Arctic Dub 2.34 saniyesi]

Ateşten Yaratıldı Benim Sevgili-m

Sevgili-m ütülenmemiş pantolonuyla evden çıktı, çıkarken ardına bile bakmadı. Oysa, oturma odası ile mutfak arasındaki kilimli boşlukta, tatlı bir serzeniş boylu boyunca uzanıyordu ve geceden beri gözünü kırpmamıştı. Uyursa, uyuyakalırsa, sevgili-m’i kaçırabilirdi. Kendisini gören göz olmayınca da bir anlamı, hikmet-i sebebi kalmazdı. İşte bu yüzden, o tatlı serzeniş, sevgili-m kapıyı hızla ardından çarpıp ışık hızıyla sokağa boşalınca, kendi kendisini havaya dönüştürdü. Tam o anda, köşeyi dönmekte olan ve kapıcının kızı Selma ile karşılaşan sevgili-m’in başı hafifçe döndü. Sallandı, az biraz sarsıldı ve “Halılarınız ve el dokuması kilimleriniz itinayla yıkanır…” ilanının çakıldığı, çınar ağacının gövdesine yasladığı sağ eliyle destek aldı. Kapıcının kızı Selma, kaçak bir bakış attı yüzüne ve içinden: “Yine geceden kalmış herhalde” diye geçirdi. Anlamadı, sevgili-m’in halden hale geçen Hava Kavminin son savaşçısı olduğunu. İnsanlar ahmaktır çoğu zaman sevgili-m, iyilik zehabıyla kötülük yaparlar ve bilirsin işte, yeryüzünde – çıkarına ters düşerse- kendi türü de dahil, hiçbir canlıya hayat hakkı tanımayan, tek akıl sahibi yine onlardır.

Sevgili-m az biraz soluklandıktan, kendisine bakış yapan Selma’nın gözlerine bir dehr esintisi yolladıktan sonra yoluna devam etti. Az gitti uz gitti, ana caddeyi, tütüncü dükkanıyla arasındaki iki tali sokağı, hızlı adımlarla geçtikten sonra, ilk sağdan döndü. İşte oradaydı, Doğu’nun en güzel tütünlerinin satıldığı harikalar diyarı. Nezaketle selamladı sevgili-m dükkan sahibi, yahudi gözlüklü dalgalı saçları şakaklarından kırlaşmış orta-yaşlı kadını. Kendine iyisinden yarım kilo, ballı Bitlis tütünü ve 500’lük 1 adet “Marla” marka boş tütün kağıdı aldı. Yapılacak çok iş vardı, bir an önce eve geri dönmeli, sigaralarını sarmalıydı çalışmaya başlamadan önce. Bir gün öncesinde yeterince çay-kahve-elma çayı stoğu yapmıştı. Açık bir bilince ihtiyacı vardı sevgili-m’in, o sebepten sinir sistemi hazımla uğraşmasın diye iki gündür yemek yemeyi de kesmişti. Apartman kapısının önüne geldiğinde, ufak bir poşet gördü, içinde çocuk giysileri vardı. Bir şey, yaşayan bir şey, poşetin kapalı kısmında hareket ediyordu. Sevgili-m önce ürktü, böcek-yılan vs. zannetti. Sonra,50 metrekadar batısından bir kız çocuğunun ağlayarak ona yaklaştığını farketti. Kedi gözlerine sahip kız çocuğu, 8-9 yaşlarındaydı ve ağlayarak diyordu ki: “Hayır ben büyüdüm, altıma falan kaçırmadım. Pantolonumdaki ıslaklık sudan, hepsi sudan sebeplerden işte. Git anneme söyle, üzerime giyecek kuru bir şeyler yollasın ve beni eve alsın.” Sevgili-m şaşırdı, “Bu ne?” diye düşündü. Etrafına bakındı, çocuk, hareket eden cismin olduğu poşet ve kendisinden başka hiç kimse yoktu etrafta. Sonra birden, poşetteki cismi zahir kılmak istedi; poşeti açtı ve içinden, ayşe kadın fasulye uzunluğunda yavru bir kedinin sersem sepelek çıktığını gördü. Birden boşlukta, bir şişe su belirdi. Şişeyi açtı, kapağına su doldurdu ve ayşe kadın kediye verdi. Kedi suyu kana kana içti. O anda beliren metalik gri, kel bir şoförün, içinde şoförü olduğu halde, park ettiği arabanın içine, sürücünün tarafındaki camdan girdi. Birdenbire kız çocuğu-kedi-araba gayb oldular. Sevgili-m hayretsiz bir şaşkınlıkla gözlerini bir kez ovuşturdu ve hızla apartman kapısından eve doğru süzüldü.

Eve girerken, müziği duydu: Adele söylüyordu bu sefer  “Lovesong”u. Oysa The Cure’un yorumunu da severdi. Üstelemedi, inatlaşmadı, kendisini bıraktı, şarkının bağıntılarıyla kendi bağıntıları birleşsin diye. Buna ihtiyacı vardı, en büyük eylemini gerçekleştirmesinin arefesinde, şarkıların gücü elzemdi. Beni görmedi, ben o arada, Benjamin’in “Pasajlar”ı ile İbn-i Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye’sinin 1. cildinin arasında salınıyordum. Onun beni görmemesi, benimle kurduğu alakanın zorunluluğu idi. Dedim ya, aldırmadım işte. Ben bunları mırıldanırken o, kahve yaptı kendine; 10 adet sigara sardı ve geçen hafta aldığı üzerinde, “This is a valuable notebook” yazan kırmızı defteriyle dolma kalemini alarak, şehir manzaralı köşesine kuruldu. Kalem ve levha, akıl ve ruh… hazırdılar işte “ol”maya. Sosyalizmden sonra bir ilk olma iddiasındaki, sistematik düşüncesinin başlığını attı: “Hikmet … !”

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Giardini Hakkında Bilinenler’

Ruhumuzu daha biz yokken teslim ettik. Yalnızlığımız daha önceden başkalarının yaşadıkları.

Her gün kalkıp gittiğimiz iş, okul, tarla bindiğimiz otomobil, tren, otobüs, vapur bile bizim değil. Dilin sınırlarını oluşturan kelimeler bizim değil, sadece arıyorum.

Dünya artık insanlığa bir şey vermeyecek. İnsan iyimser düşünmeyi seviyor. Düşündüğüne inanıyor, inandığı şeyin gerçekleşmesini istiyor. Maymunun rüyasında muz görmesi gibi bir şey yaptığımız. İyi insanlar mutlaka var ama kötülerde öyle.

Toplum insanlığın en büyük hapishanesiyken özgürlük arayışı niye? Olmayacak. Hep böyle oldu bizden önce ve bizden sonra olacak olan.

Diye düşünüyordu Giardini.

Sonra yoluna devam etti. Sürekli gittiği orospunun bacak aralarına sığındı. Bir an olsun beynini rahatlattı. Sigarasını yakıp “annem” dedi, orospu saçlarını okşarken “özledim.”

“Öldü o, kötü öldü. Çöplükte bulmuşlar cesedini ya açlıktan ya da soğuktan ölmüş, bilmiyoruz. Hangisi daha iyidir?”

‘Papyrus’

Konuşuyorduk.

O gece bir evin bize ayrılan kısmında oturup , bizden önce bize , burası salon burada oturacaksın , televizyonunu şu köşeye koyacaksın , buraya iki vazo bir tane kanepe atarsan iyi görünür diye yapılan mimari bir dayatmanın içinde oturup konuştuk. Gidenlerden konuştuk , yeni doğacaklardan , sabahı çağırmaktı sohbetimizin amacı çünkü o an , güneş bizim oturduğumuz evin çok uzağındaydı. Karanlıktı , ve sessiz… Korktuğumuz için yazıyorduk , yazdığımız için konuşuyorduk , kalemlerimiz bir cümleye takılıyor ve oradan çıkamıyorduk. İsmail BEŞİKÇİ hapiste. Onun da kalemi belli ki bir yerlere takılmıştı ve şimdi kendisi hapse tıkıldı. Takılmamız birazda bundandı. Eğilimimiz vardı , hapse özlem duyduğumuz aptal zamanlar geçirmiştik , ölüm de var bu işin içinde dediğimiz anlar olmuştu – benim vardır birkaç kez direkten dönmüşlüğüm – . Bildiğimiz şeyler vardı. Görüp de söyleyemediğimiz , kör bir insanlığa sesleniyorduk , en göreni , miyoptu ve uzak görüşü yoktu gözlüğünün , – en hit olan yerimiz abide-i hürriyetin köprü altlarıydı , çünkü orada çok yankı yapardı kahrolsun diye bağırırken – akustik bir narayla seslerimizi kısıyorduk.

Sonra aşktan bahsettik , aşkın renginin kırmızı olmasından. Şarabımızın kırmızı olması kana karışmasını kolaylaştırır mıydı ? Yoksa kırmızı şarabı sevmemizin nedeni ideolojik miydi ? Aşka aşıktık. En sevdiğimiz kadın tipiydi , Gorki’nin romanlarındaki kadınlar , ve Nazım’ın Tanya’sı ne kadar cesur bir unutkandı. İsmini unutuyordu , Alman askerlerine söylememek için adını , cesurdu asılmaya giderken köy halkına sesleniyordu boğazındaki ip izin verdiği ölçüde…

Çocuklarımıza Tanya’nın ismini veriyorduk , asılacağını bile bile , dedim ya konuşuyorduk. Kelemimizden başka bir şeyimiz yoktu , dünyayı değiştirmemiz için , parasız pulsuz yazıyorduk. Yazdıklarımızda hep bir akşam üstü vardı , hep yarım kalan hayatlar , acılar , çünkü sevinemiyorduk Tanya asılırken , köy halkı oluyorduk , uzaktan izliyorduk ve çocuğumuz köy halkı olmasın diye ona haksızlık edip , adını Tanya , Deniz , Erdal , Ulaş koyuyorduk. Kaypaklık yapıyorduk , dönüyorduk çok hızla ve dünyanın doğası gereği dönmekti. Döndük bizde , dünya el verdiği ölçüde…

Andık sonra sürekli andıklarımızı , onlardı bize en karanlık zamanlarda bile , bize bir ışık olduğunu söyleyen , ve taşımamız için tabutlarını emanet edenler , yüktü ağır bir yük… Kahraman taşımak , her yoldaşa nasip olmaz diye sıkı sıkı tutuyorduk , düşüp kırılacaklarını düşünüyorduk. Kendi gazetemize sinirli , hüzünlü pozlar veriyorduk , meyilliydik kahraman olmaya…

Sabah olsun diye zamansız konuşuyorduk , şarabımıza katıyorduk gidenleri ve gelecekleri , iş olsun diye yazmıyorduk , işsizliktendi yazmamız , yazdıklarımız para eder bir gün diyip yazıyorduk , ev kirası vardı verilecek ev sahibi de çekilmez bir bunaktı , bir dahaki şarap parasını çıkarıp , evlilik yıl dönümüzü şarapla kutlayalım istiyorduk , istiyorduk ki sabah olsun , şöyle martılar çağırsın sabahı , güneş doğudan yükselsin ve sabaha genç bir günaydın çakalım istiyorduk , cebimizdeki silahı bırakalım gece karanlığında kaleme sarılalım diyorduk. Ve yazıyorduk kan gibi aşk gibi şarap gibi… Sabahı çağırmak istiyorduk ama o hiç gelmedi. (16 Aralık 2007)

‘Papyrus’

Ruh toparlayıcı ve iyileştirici…

Binanın dış yüzeyindeki o anlamsız düzlük bir ruh toparlayıcısının bulunabileceği ve yaşayabileceği mekanlar içinde sanırım en olumsuzu olsa gerektir. zile basınca kapının açılma süresi ile bekleme süresi arasındaki zaman çok tüketici , alıp götürücü , kendine dönücü bir süreç ve işte o güzel an , otomata basılır , beklersiniz ki otomata kısa sürede basılsın , yok olmaz ama gereksiz olan ne varsa tedaviye geldiğiniz bu ruh toparlayıcının kapısında başlıyor zaten , zzzıırrrr….. kapının ağırlığını açarken kendi ağırlığınızla ölçmeye çalışıp o anı saklamaya çalışıyorsunuz , kapıyı ardına dek açıp içeri ilk adımınızı attığınız her şey korkulu bir düş gibi… ağır adımlarla ruh toparlayıcının dairesine yöneliyorsunuz , o ahşap kapının ardında ne olduğunu bilemeden ( bir an o kapının ardından şişman , şişmanlığıyla gurur duyan bir akıllara zararın çıkacağını elinde bir ruh iğnesi olduğunu , önündeki önlüğün üzerinde beyin parçalarının ve esir ruhların çığlıklarının yapışmış olduğunu gördüğünüzü zannediyorsunuz ) ilerleyip zaten sizin kapıya gelme sürenizle onun içerideki olası masasının başından kalkıp , ahşap kapıyı açmak için kattettiği yol ömrünüzün unutmak istediği fakat aklınızın unutmadığı korkulu bir şeymiş gibi.. kapı açılır ve tam o an tüm o duyduğunuz korkular üzerinize akar , beklediğiniz ile olan arasındaki farkı hisseder gibi sanki…. güleç yüzlü orta yaşlı sekreter ya da asistan görünümlü bir kadın içeri buyur ederken neden umduğunuz görünümde olmadığını kendinize soracak oluyorsunuz , hayır hayır daha kötüsü var demek ki , bu bir kandırmaca şimdi o güleç yüzlü kadının masasının altından bir takım iğneli ve ruhsuz ruhlu insancıklar çıkacaklar , iğneleri ile sizi korkutup sürekli soracaklar sırıtarak ‘hoş geldin niye geldin , hasta mısın , ruhunu mu kaybettin , dr. Yabancılaşmanın verdiği ilaçları neden kullanmadın’…. ellerinde hemen iğnelerinin yanında ruhunuzu tutarak… emin adımlarla ve her köşeye bakarak adımlıyorsunuz muayenehaneyi , bu hanenin içinde sizi nelerin beklediğini bilemeden , çıldırtıcı bir sessizliğe gömülmüş odanın bir tarafından ya da her yerinden gelen ruh dinlendirici olduğunu tahmin ettiğiniz bir klasik müzik , bu ruh toparlayıcının nasıl bir insan olduğunu merak ediyorsunuz ve işte çok beklemeden tanışacağınız ruh toparlayıcının sessiz ve biraz da kendinden emin adım seslerini duyuyorsunuz müzikle beraber o kısacık anda nasıl göründüğünü onun merak etmenize fırsat bile kalmadan görünüyor ve hoş geldin diyor olric… sen benimsin demiyor.. olric sormuyor ruhumu toparlayabilecek misiniz… annnecimmmm….. korkular sakinleşince duyumsuyorsunuz içeriye başka bir içeriye davet edildiğinizi , başka bir içeride ne olacak acaba , ruh dağınıklığının bedeli ne olacak ve bu ruh toparlayıcı nasıl bilecek ruhumun parçalarının dünyanın ya da yaşamın nerelerine dağıldığını , kaç parça olduğunu nasıl anlayacak… belki bir puzllee ustasıdır diye umut ediyorum , o zaman daha kolay olur… ne kadar güzel ve düzenli bir başka içeri burası , iki koltuk tek kişilik birbirlerine bakan , okumuştum bunların birine benim oturmam gerekiyor , diğerine ruh toparlayıcının oturması… bunu dahi ezberletmişler , biliyorum nasıl olacağını , eline birazdan bir kalem alacak muhtemelen hemen yanında bir not defteri olacak , yazacak yazacak , beni yazacak , ruhumu bulmaya çalışacağını söyleyecek , bulabilecek mi acaba ? ve öğretilmiş sorular… baştan başlayalım diyor neden geldin diyor , sizi bana getiren nedir… bilmiyorum sayın ruh toparlayıcı , emin olunki bilmiyorum siz varmışsınız dediler buluyormuşsunuz.. neyi buluyorum.. beni benliğimi yaşamımı kendimi buluyormuşsunuz sonra bulduğunuzu süslü bir zarfın içine koyup veriyormuşsunuz , ruhumu da yerine yerleştiriyormuşsunuz karşılığında ne yapmam gerekiyor.. para vermen gerekiyor… para mı sadece bu kadar mı benden istediğiniz karşılığında , para , ama her yer para , alıp gelirim şimdi , istesem insanlardan vermezler mi… ruhumu tekrar edinmek için o cebinizdeki kağıtlara ihtiyacım var hanımefendi emin olunuz ki onlarla bunu dışında bir şey yapmayacağım , karşılığını öderim size , ruhumu geri alayım ne isterseniz , isterseniz size orgazmı tattırabilirim , desem verir mi o kağıt parçalarından… düşüncelerimi ruh toparlayıcı kesiyor , sonra diyor biz peşin çalışmıyoruz , önce hizmet diyor… olamaz bu boş başka içeride onların ne işi var , hemen karşımda beliriyor , dr. Yabancılaşma bu , yanında dr. korkunç yalnızlık var onun yanında da dr. yalnızlık… hep kıskanır zaten dr. Yalnızlıkla dr. Korkunç yalnızlık birbirilerini… konuşmuyorlar sadece bakıyorlar ve hisset diyorlar kendini ruhunu nerede bıraktığını hatırla… neden geldin buraya ruh toparlayıcı sana bizim veremeyeceğimiz neyi verebilir ki ? bu soru zihnimde dolanıyor , işimin ne olduğunu bilmediğimi söylüyorum ayrıca ruh toparlayıcının o kadar kötü olmadığını elinde iğneler değil sadece not defteri olduğunu söylüyorum , ruh toparlayıcının kelimeleri ile arkasına bakması arasındaki sürede onlar onun göremeyeceği bir yere doğru , köşeye çekiliyorlar , neden korkuyorsunuz diyorum o bir toparlayıcı onun görevi bu , yaşama nedeni bu onun , üstelik bu müthiş hizmet karşılığında sadece para istiyor , ne kadar iyi bir toparlayıcı , sizler paradan fazlasını istemiştiniz hatırlıyor musunuz…. istediklerinizi karşılamanın külfetini karşılayamam çok ağırlar… benliğimi sürekli kendine dönen kısır döngülere teslim olmuş bir garabete benzettiniz , oysa sizleri ben özel kılmıştım yaşamımda , tüm hastalıklarımı iyileştirebilecektiniz… dostane kalabalıklarımı aldınız , sadeleşmiş yalnızlıklarımı alıp dünyanın en ücra yerinde bir kişilik hapishanesine kapattınız , bu çok ağırdı… ruh toparlayıcının sakin sesiyle uyanmış gibi oluyorum , sersem sarsak bir bilinçle cevap vermeye çalıştıkça daha fazla gömülmemek elde değildi… anımsamak şimdi aldığım duyduğum tüm hisleri ceplerimden çıkarmaya çalışıyorum… ruh toparlayıcıya kabalık ettiğimi düşünüyorum aslında sorduğu tüm soruları duymamış gibi yaparak yalnızlığıma gömülmek istemiştim bir an için olan biteni düşünmek burada ne işim olduğunu ve kimliğimi nerede bıraktığımı neden doğduğum yeri hatırlayamadığımı soracaktım aslında , yeşerdiğim ve yaşlandığım tüm mecralarımı biliyor gibi düşünmüştüm… bilmediğini öğrenmenin yolu ya da bildiğini ona sormak ve anlamaya çalışmasını sağlamak gerekiyordu ruh toparlayıcısına bile anlatamayacaksam kime nasıl….

 

Kime nasıl… benliğim… beynim ahh.. o kapıyı açan mendeburun önlüğünde unutmuş olabilir miyim tüm bunları ve daha fazlasını dönüp baksam mı acaba , aralarından seçebilecek kadar iyi tanıdığımı sanmadığımı hatırladım birdenbire , insanın kendi bireyini anımsamaması hatta hatırlamaması sanırım dünyada olabilecek en berbat yalnızlık ve sarsaklık , şimdi ne yapsam ne etsem de bunu en azından ruh toparlayıcısına anlatabilsem doğru düzgün , anlayacak mı acaba ama onun yaşama gerekçesi bu , o bir ruh toparlayıcısı…. öteki olabilmeyi başaramayan ve empati kuramayan her insanın bir zaman sonra kendiyle farklı zeminlerde yaşamını sıkıştıracak sorgulamalara girmesi içten bile değil , sosyallik halinin kendisi içeriği itibariyle zenginleştirici olabiliyor , fakat sorunun kendisi bu sosyalliğin içinde gizli zaten , insanların toplulaşarak yaşadığı bireysel toplumların sosyallik hallerinin samimi olmadığı , sahte yüzlerle dans edildiği aşiyandır , farklı olabilmesi için toplumsal aklın nasıl işlemesi gerektiği konusunda tüm toplumun hem fikir olması gerektir… olric toplumsal akla ters düştüğünü düşünüyor , o akıl olricin insanlarla iletişime geçmesini engelleyen unsurları zenginleştiren bir kanserli hücre gibi , duyulanın anlaşılmadığı , bakılan ile anlaşılan ve anlatılanın arasındaki farklar aklın kendisini imha yöntemi olabilir mi , belki de akıl intikam alıyor… ruh toparlayıcının ne kadar hızlı kalem kullandığı düşüncesiyle gerçek olana geri dönen  bilinç , zamanın ne kadar çabuk geçtiğini anlayabilmek için ruh toparlayıcının yüzündeki endişeye bakakalır… ve empati kurmuştur artık olric , ruh toparlayıcıya gerek mi kalmamıştı yoksa aklının ona oynadığı o garip oyunlardan bir başkası mıydı bu yaşadığı yeni şey , bununla ilgilenip bunu düşünecek miydi bunu da bilmiyordu aslında , dr yabancılaşma , dr yalnızlık ve dr korkunç yalnızlık da terk etmişti onu bu başka içeride , artık tamamen yalnız sayılırdı , yanındaki koltukta ruh toparlayıcısı , olric ve karşıdaki tablodan kendisine bakıp bakıp gülümseyen yaşamı onun… bahtiyarlık hissini mutlulukla özdeş tutmak doğru olur muydu acaba , bahtiyarlık belki de şu an duyduğu huzur olabilirdi , mutluluk ise neydi unutmuştu bile onu yıllardır… artık zaman dolmuştu,ruh toparlayıcı ile bir daha ki randevuya kadar görüşemeyecekti , bir başka içeriden çıkma ve hayatın o anlamsız kargaşasına tahammül etmek gerekiyordu artık , çünkü yaşam asla unutturmazdı kendini ve acılarını , şimdi çıkılacak buradan , o uzun cadde ufak adımlarla geçilecek , eski sevgili bir kez daha özlenecek , eve gitmekle meyhanede oturup bir kadeh rakı içip içmeme arasında kalınan kısacık bir andan sonra sokağın başındaki cazibeli anason kokusuna kendini bırakacaktı belki…. olric yaşam enerjisini yitirmeye başladığını o başka içeride fark etmişti.. ve buda yeni sorun oluyordu , belki de artık bu hayatta yapılacak çok az şey kalmıştı , onları da bir el çabukluğu ile yapıp gitmek gerekiyordu belki de…

‘DELİRMEK’

Bilirkişi Raporu

Biz bilirkişiler olarak yaptığımız incelemeler sonucunda hastanın bilincinde vuku bulan olayın kendinden münferit bir olay olmadığına ve yaşanılan gerçeklik ile yaşanılmak istenen düşler arasındaki bağın oldukça zayıflamış olduğuna , bu saikle yola çıkıldığında hastanın toplum içerisinde ilişki kurmasının hastanın ruhsal ve bilinçsel sağlığı bakımından çok da gerekli olmadığına ve hatta sağlıksız olacağına… dr. Yabancılaşmanın vermiş olduğu ilaç tedavisine, dr. yalnızlığın uygulamak istediği terapiye , dr. korkunç yalnızlığın uygulamış bulunduğu beyin daraltılmasına aynı sıklıkla devam edilmesine… bireyin bilinçsel ve yaşamsal özgürlüğünün aynen korunarak , yüce divanımız ve salonumuzda bulunan yüce halının takdir ve şayanlığıyla ve onların düzenlemiş olduğu kendinden menkul sayılamayacak kadar içi boşaltılmış anayasamızın sıfırıncı maddesine dayanarak korumanın sonsuzlaştırılmasına…. hastanın vermiş olduğu beyanatlar çerçevesinde ülkemizin isminin ruh bozucular olarak değiştirilmesine , yine anayasamızın sıfırbirinci maddesinde yer alan ‘ruh yapıcılar’ isminin ülkemizdeki öğretim kurumlarına verilmesine… olayın vuku bulduğu anda zarar gören akıl damarlarının mistik çayırlık isimli hastanemizde dr. komodin tarafından yapılacak tıbbi bir operasyonla yenilenmesine… toplumsal hijyen kuralları çerçevesinde çürümüş kimlik ve kişilikler bayırında yaşamasına devam edebilen toplum bireylerinin hastayla herhangi bir şekilde yakınlık kurmaması için güvenlik güçlerimizin herhangi bir durum karşısında müsterih olmadan hastayı korumaları için talimatname gönderilmesine karar verilmiştir.

 Sonuç olarak : olric isimli hastamızda : aşırı yalnızlık ve bundan kaynaklı ultra içe kapanma , düşüncelerini kontrol edememe , düşündüğünü yapma isteğindeki fazlalık , insanlarla safça ilişki kurma teşebbüsü , çift kişilikli menopoz , yeryüzünde bulunan fakat izine rastlanamayan bir takım ruh hastalıkları… tanıları konulmuş olup , kendisine ve çevresine karşı nevi şahsına münhasırlık hakkı tanınarak tedavisinin devamında ısrar edilmesine ve bu durumdan dolayı kendisinden özür dilenmesine , topluma kürek cezası verilmesine karar verilmiştir.

 NOT: İmza ; bilirkişiler.

 

‘Dr. Yabancılaşmanın Hizbi…’

Bilirkişi komitesinin verdiği kararlardan sonra dr. yabancılaşmanın varolan sorunla ilgili hissiyatları birer kımıldamazlık hali şeklinde ve anlamanın anlayışsızlığı gibi görünüyor… olric’in insanlığa verdiği cevap kendi duruşunu ve sezgilerini yok sayan bir umursamazlıkla yeryüzüne sadece acı veriyor , kendini yok ediyordu , bilinç savaşında tarafını anlamamış askerler gibi savunmasız , yelkenlerini indirmiş bir gemi gibi rüzgara dayanıksız , usundaki her şeyin hesabını bireye vermeye çalışıyorken ayağına takılan bir düşünceyle sendeleyip yaşamın ortasına düşen olricin hayata dair düşüneceği tüm olan bitenle ilgili bir eleştirisini kaleme almaya çalışıyor , sevgilisiz bir bahar akşamında viktor levi’de şarap içmenin güzelliksizliği nasılsa olric’in hayatla ilgili düşleri de yaklaşık öyle bir şeydir. haliyle ben yabancılaşma uzmanı olarak , olric’in tüm yaşamı boyunca ve tüm dünyayla kurduğu sosyallik halinin kart bir haykırıştan öte bulmuyorum. insanlığın ruhsal ve zihinsel açıdan karşılaştığı buhranları ve girdapları inceledikten sonra toplumsal aklın tüm bu olan bitene sadece bencil bir duyguyla yaklaşmayı tercih etmesi , insanlık nezdinde olric’i esir almış ve acıların önemli kısmını yaşatmıştır. acıların öğretici olduğu yanıtı , bence , komitemizin tez canlı ve açıklayamadığı savlardan kaynaklanmaktadır. olric’in zihinsel gelişimini etkileyen , körleşmesine sebep olan nesnel durumun , gerçeklikle düş arasındaki bağların zayıflaması , geçek ilişkilerle olması gereken ilişkiler arasındaki farkların kendinden menkul bir değerlendirme olamayacağını düşünmekteyim , keza insanın duygu dünyasındaki inşasında atladığı , öngöremediği kendilerinin dışındaki bireylere nasıl yaklaştıkları ve zaman içerisinde boyutları ciddi sınırlara dayanmış bir yozlaşmayla karşı karşıya kalınmıştır. bu karşı karşıya kalınma durumu olric’in zihninde ve bilincinde derin buhranlara neden olmuştur. kendisinin asosyallik halinin ise yaşamsal deneyimlerle birlikte düşünülmeli , hassasiyetlerinin ne kadar su yüzüne çıktığına bakmak gerekmektedir. sn. komodinin ve takdire şayan halının söylemlerinin ve şahitliklerinin gerçeği yansıtmadığı görüşündeyim. lakin kendileri eşyanın kişilik kazanmış tabiatıyla duruma yaklaşmaktadırlar , olric’in beyninde oluşan her şeyi anlamalarını beklemek ruh bilime ters düşmektedir , bu sebeple dr. yalnızlığın ve dr. korkunç yalnızlığın tedavi yöntemlerini benimsemek istememekle beraber toplantı neticesinde alınan , topluma verilen cezalar konusundaki kararlara katılmaktayım , fakat olric’in yeniden bir toplumsal sürece ve insanlığın sosyallik hallerine kazandırılması çabasının yersiz , gereksiz , anlamsız olabileceğini,ömür boyu bir dinlence ve düşünce süresi verilmesini arzulamaktayım. uzmanlık deneyimlerimin sonucunda da kendisi için uygun gördüğüm ilaç tedavisinin dozlara bağlı olarak sürmesini şiddetle arzulamaktayım..

Bilirkişi komitesi katılımcısı

Dr. Yabancılaşma

‘Dr. Yalnızlığın duruma ilişkin özeleştirisi veya cevabı…’

yüzyıllardır insanlığa yaşattığım bu kutsal duygunun soruşturma konusu olması ve insanlığın son durumunun tüm suçlusunun benimle ilişkilendirilmesi oldukça rahatsız edici bir durumdur. insanların kendileri ve doğayla kurdukları ilişki biçiminin kendisi oldukça kaotik ve yabancılaştırıcı bir kült oluşturuyor , doğallığıyla yabancılaşmanın hissettirdiği öncelikli duygu biçemi yalnızlığa eş düşmektedir , ben bireylerin oluşturduğu bir gerçeğim. hatta o kadar gerçeğim ki bir çok yaşama alanında insan denilen yaratığın özüne dönmesini , yaşamı algılayış tazının değişimini , düşünsel doğruların ya da yanlışların öncüsü sayılmaktayım. bu kısa özeleştirimde hastamızdan daha az bahsetmek onu daha az yaralayan bir ilişki biçimidir. dolayısı ile sayın olric’in zihninde ve yaşamında oluşabilecek tüm arızaların yalnızlığa hükmedilmesine karşı olduğumu belirtmek istiyorum. karşıyım çünkü yalnızlık iyi değerlendirildiğinde yaşamsal bir tazeliği ve dönüşümü temsil etmektedir , ha insanlığın bunu bu şekilde algılamaması yalnızlığın gerçek haliyle anlaşılmasını reddediyorum , insanlığın tercihidir diye düşünüyorum yaşamlarında genellikle benden feyz almaları…doz aşımının yarattığı düşünsel ve kimyasal etkiler  olric’in nezdinde tüm insanlığı olumsuz etkileyen bilinçsel kötücülüklere dönüştürmeye başlamıştır. bunun direkt sorumlusunun dr korkunç yalnızlığın olduğunu düşünmekteyim. fikirlerimin olric’in durumuna ilişkin değerlendirmesi budur. takdire şayan halının ve sayın komodinin şahitliğinin yanlış anlaşılması beni kati derecede üzmüştür , bu yanlış anlamanın bir an evvel ortadan kaldırılmasını komitemizden arz ederim…

Bol yalnız yaşamlar dilerim.

Dr. Yalnızlık..

‘Olric’in bilirkişi komitesi raporu ve doktorların cevapları ve savunularına ilişkin cevabı….’

Kişiliğimin ahrazlarını anlatmaya cüret edebildiğim an özgürleşme kendiliğinden gelecek diye düşünüyorum , insan ahrazlarını anlatabildiği ölçüde zenginleşebilen bir varlık , değil mi albayım ? hakkımda anlatıla gelen ve söylene gelen her şeyi anlamaya çalışıyorum , eğer bu anlatılanlar ya da yazılanlar doğru ise -ki yazılan her zaman anlatılan olamayabiliyor-yaşamımı kendi ellerimle bir sonsuz hiçliğe teslim etmişim ve ben olric bunu dillendirmeye o kadar korkuyorum ki… geçmişle başlamak gerektir belki , bu yüzden biraz tarihten başlamak lazım , yok insanlığın ilkleri kadar yorucu bir hayatım olmadı hiç , sadece o an inandığım şeyler bağladı beni hayata ve başka ve şeylere… şeyin anlamını insanoğlu henüz tam olarak çözemedi… büyüdüğüm kentte yaşıyor olmam bir avantaj belki , en azından hala soluk alıyor olmamda önemli bir etken… olric gençliğinde başladı hayatla ayrı noktalarda kendine yaşama alanları belirlemeye , o din hocasına dikkat etmeliydi lakin din hocası kafasındaki her şeyin inanılası ve biat edilesi olduğunu düşünüyordu , yokoluş insanların hayatlarında kendilerini değersizleştiren bir dizi inanışların işgal ettiği yer o kadar büyük oluyor ki , tanımlaması ve kavraması gerçekten zor. din hocasının inanışlarını hayata uygulama çabası umarım bu hikaye içinde kendisi içinde olumlu olmuştur , aksi halde her şeye baştan başlamak gerekecek ve bu hayatı baştan yaşamaya enerjim olmadığı gibi yeni baştan hayata da başlamaya inanın ki hiç mesela , hiç enerjim yok. öğrenim denilenin ezberletilmiş ve öğretilmiş bir takım manasız kalıplar olduğunu anlamak uzun sürmedi aslında… birileri var ve o birileri size şöyle yaşayacaksınız diyor , şunu şöyle bunu böyle yapacaksın ve şikayet etmeyeceksin , mümkün görünmüyor bence…. bilirkişinin de şikayet etmeye hakkı olmadığını düşünüyorum niyeyse  , soranlar oldu ilk , ben böyle yaşıyordum herkesten ve her şeyden uzakta , toplumsal akla kazandırılmam konusunda bu kadar ısrar etmeselerdi ne ruh toparlayıcısı olacaktı ne de isimlerini telaffuzda bile zorlandığım bir takım başka doktorlar , madem ısrar var o halde… şu an geldiğim yaşamsal durum uçurumların dibine doğru bakıyor , doğup büyüdüğüm ve ilk hissettiğim yeşil tepeler artık yok ve ben hayata saldırmaya başlıyorum belki , anlayış beklemiyorum ne de tedavi , burada tedavi edilmesi gereken toplumsal aklın kendisi , karar veremiyorlar çünkü kendilerine dair , nasıl yaşamak gerektiğini bende bilmiyorum ama onlar çoklar , binlerce akla sahipler ben bir tanesine sahip olamazken… menopozik  ve terkedilmiş yalnızlığımla mutlu olduğumu söyleyemem ama toplum bunu istedi , ne diyebilirim ki… o karşıdan karşıya geçmeye çalışanın üzerine sürdüler araçlarını…. aşık olanlara kötü davrandılar zina diye… hakları yenildi ve kıllarını kıpırdatmadılar… bunalımları oldu ve önemsemediler… çocuklar öldürüldü.. sahip çıkmadılar… evleri yok oldu , hayır demediler… yalnız kaldılar birbirlerine saldırdılar… ve olric hiç olmadığı kadar yalnız kaldı bunların sonunda sadece biraz insanlık… kendilerine yine insanların benimle ilgisi yok , değil mi albayım…. ahrazlarım ah ahrazlarım ağrıyor ağrısı başıma vurdu , bunca yabanilik her şeyi temizler mi acaba… okul bitmişti çabucak , yazma öğrenildi ve ötesi gereklilik sayıldı galiba…. beynim akıyor o sekreterin önlüğüne , engel olamıyorum… düşünemiyorum artık…

‘DELİRMEK’

Hançerle Koşan Babalar

“ARAYIŞIN KENDİSİ GÜZELDİ,
SORUN BUYDU”

Bu kalabalıkta ne işim var? Aklıma ilk gelen soru buydu. Etraftaki kahkahalar arttıkça, bar sahibinin rahatladığı düşüncesi beynimi kurcalıyorsa da o kadar elzem değil.

Beyoğlu’nda, Nevizade girişi (ya da çıkışı) civarında oturuyoruz. İki ellilik söyledik. Tercihimiz Arjantin’den yana, ama olur da oval bardakta gelirse biralarımız, “Bunu götür biz Arjantin istemiştik” diyemeyiz. Bunu biliyoruz. Çünkü özgüvenimiz yitik.

Biraz gevşemek istiyorum. Dirseğimi sandalyenin arkalığına atmak için hamle yaptığımda, amorsumda oturan kızın sırtına dirsek atmış gibi oluyorum. Dönüp “pardon” diyorum. “Özür dilerim.” Duymuyor bile, elini sırtına atıp sutyeninin askılığını kontrol edip karşısındaki kız arkadaşına, “Ee sonra ne dedi ki, hem ben sana söylemiştim Kemal’in sana abayı yaktığını, bakışlarından be…” diye devam etti. Özrümün karşılığı bile yok diye düşündüm.

Bacak bacak üstüne atayım derken Cengiz’in bacağına çarpıyorum. Masa sallanıyor. Allahtan biralar henüz gelmedi diye söyleniyorum içimden.

“Pardon Cengiz. Bugün sakarlığım üstümde.”

“Önemli değil. Allahtan biralar henüz gelmedi.”

Biliyorum, o da en az benim kadar kötü durumda. Çekip kolundan yürü be oğlum, evde bok mu var demesem; çilehaneye dönüştürdüğü, kutsadığı tek göz evinde oturur. Bilgisayarını kurcalar, müzik dinler, kısa filmi için doğaçlama çalışır ve üzülerek bekler. Sadece bekler. Onu ne zaman arasam, evdeyim diyeceğini biliyorum. Özlem’den ayrıldıktan –daha doğrusu terk edildi– sonra sakal uzatmaya başlamıştı. Hâlâ uzatıyor ve sakalları şimdilik göğsüne gelmiş durumda.

“Ne zaman unutacaksın onu?”

“Unutacağımı nerden çıkardın?”

“Unutmak zorundayız.”

Biralarımız geldi. Kısa zamanda bitirip ikincileri söyledik. Sağ tarafımızdaki masadan bir kahkaha dalgası yayıldı. Sonrasında, “Allah belanı versin emi” diye tiz bir kadın sesi ve gülüşmeleri bölen öksürük sesleri.

Her şey, içerek kendimi öldürme isteğimi kanıtlarcasına sürüp gidiyor. İnsanların bu kadar neşeli olmasını kaldıramıyorum. Gülmeyi çocukken izlediğim çizgi filmlerde bıraktığım aklıma geliyor. Hiç komik değiller şimdi. Ben mi büyüdüm, çizgi filmler mi bilemiyorum. Yıllardır gülemeyince insanın içinde bir kara delik açılıyor. Tüm sevinçleri yutarak kendisini büyütüp var edebiliyor. Etrafına memnuniyetsiz bakışlar atan ben oldukça, içimdeki memnuniyetsizlik daha çok kendini büyütüp, genişleyip memnun oluyor. Bunu biliyorum. Kendimi uzun zaman önce ona teslim ettim. Ne zaman elime kalemi alsam hep karamsar şeyler yazıyorum. Skeç konusunda da bu böyle olmamış mıydı.

Geniş bir masada bizi ağırlamıştı L. Kırca. “Hoş geldiniz çocuklar.” Uzun ve komik bir konuşma yapmıştı ciddiyeti elden bırakmayarak. “Sizden iyi şeyler bekliyorum” demişti. Sonrasında ne yazmaya çalışsam olmamış, yazdıklarımı yırtmaya başlamıştım. Ve yine ona döndüm. Yani şiire. O beni anlıyordu. Övgüler alıyordum. Yapmak istediğim işi yapıyor, ama para kazanamıyordum. Zaten insan şiirden para kazanamaz ki, bunu bilmiyor muydum, ama insan sevdiği işi yapınca hani para da sonra gelirdi! Bu öyle değilmiş. Yanlışmış. En iyi bildiğim işi yapıp mutsuz olmaya karar verdim. Arkadaşlarım bu halimi sevmişlerdi, şiir yazdıkça daha mutsuz, mutsuz oldukça daha iyi yazmaya başladığımı hissediyordum. Artık karamsarlığıma ödül bile vermişlerdi. “Hiç şaşırmadım,” diye yazmıştım bir yerlere…

“Her şey geçer” dedim. Birasından acımasızca bir yudum aldı. Uzamış bıyıklarını kıllı parmaklarıyla sildi. “Sen” dedi, “rahat adamsın. Karını aldattın ama seni ilk günkü gibi seviyor. Ailene cehennem azabı yaşattın, ama annen hâlâ peşinde pervane.” Etrafı süzdü bacak bacak üstüne atarken ayakkabısının ucuyla dizime dokundu. “Pardon” dedi sessizce. Bu pardon diğer pardonlar gibi gelip geçici değildi.

Zayıf kadınlar, şişman kadınlar, büyük göğüslü, küçük göğüslü, uzun bacaklı… Kadınları benim kadar tanımıyordu. Tanımak eşittir, tırnaklarını üzerimde bilemelerine izin vermek. O yırtılan şeyden, sesin gizinden zevk almak. Kendini benim kadar tüketmemişti.

Sinirimiz ne zaman bozulsa –hep bozulsun da içelim– soluğu bir barda alıyorduk. Mutsuzduk, mutluluğu şişede aramak güzeldi. Ama bu, hep yanlış anlaşılmıştı. Arayışın kendisi güzeldi, sorun buydu. Arayışın içinde olduğumuzda, karşımızda hep bir resim vardı.

Buğulanmış, Arjantin bardağı üzerinde bir serçe parmak kalınlığında köpük. Hafif bir ağırlık var bileklerimizde, aklımız da sürekli dağınık, konuların ardı arkası kesilmiyor, bu resim ya da fotoğraf hiç gitmiyor gözümüzün önünden; masadan kalkan iki adam yarın nasıl bir baş ağrısıyla cebelleşecek çok iyi biliyorlar. Ama yarın geldiğinde hiç önemi kalmayacak dünün; çünkü unutkanlık ağır basacak! “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Adımı unutmak istercesine içtim.” 
Yine yan taraftan bir kahkaha.

“Ne gülüyor lan bu yaraklar!”

İnanın ki, küfür bazen içinizdeki vahşeti engeller. Sizi toplum içinde sıradanlaştırarak cinnetten uzak tutar.

Kahkaha dolu masaya baktım. İçlerinde bir “oğlan” var. Cengiz’in sakallarına bakıp, karşısındaki üç kıza bir şeyler anlatıyor. Dalga geçtiği açık. Yanlış ata oynadığını bilmiyor. Yanına gidip kulağına birkaç şey söylüyorum.

Cengiz, “Kimdi o?” Gülüyorum.

“Eski bir arkadaş. Bitmiş bir hesap” diyorum. “Birazdan kalkacaklar zaten.”

“Rahatsız mı ediyor seni?”

“İlgilendiğim tek oğlan sensin” diyorum gülerek.

“Kadın olsaydın, seni tek geçerdim.”

Feminen birkaç hareketle onu sevdiğimi gösteriyorum. Buna duruma adapte olmak da denilebilir.

Dördüncü biradan sonra az bulunur gülücükler atmaya başladık. Hayatımızın beraber geçen on beş yılını konuştuk. Özü; nasıl başladık, nasıl gidiyor, nasıl bitecekti. Biz hiç teke tek kavga etmedik. Sürekli çoğuldu, hep saldıranlar olmuştu bize, karşılığını verdik. Sinirliydik, bunu vahşice gösterdik. Kan akması gerekiyordu, akıtmıştık.

Böyle zamanlarda hep daha erkek olduğumuz fikri aklımıza yerleşiyordu. Bizi de birileri hiç olmadık bir zamanda öldürecek. Son sözlerimizi daha gençken hazırlamıştık. Sadece söylemek için biraz daha zamana, bizi öldürecek insanlara ihtiyacımız vardı. İşte gelecek buydu. Mutlaka mukaddes piyango bize de vuracaktı, ama bu akşam kazanan biz değildik.

Üç saattir aynı masada oturuyorduk. On beş dakika sonra saatler günler takvimler değişecek, günlerden pazartesi olacaktı. İş günü, ama önemi yok. Yedinciyi içiyoruz, yedincide iş yok, düşünce çok uzakta, düşünecek bir şey yok! Ama umarım Taksim-Bostancı dolmuşuna bindiğimde şoförün yanı boştur. Böylece yüce vatandaşlarıma bira kokulu bir adam takdim etmekten kaçınmış olacağım. Olmadı, arka koltuklardan birine oturdum. Yanımda uzun bacaklı bir kadın var. Benden tiksiniyor. Yüzüme baktığını anlıyorum. Ayık olsam cesaretle bakabilirdim, bakamıyorum şimdi! O beni bakışlarıyla eziyor, önemi yok! Sızdığımda umarım başım onun omzunda olmaz. Aklıma gelen tek ayrıntı bu. Eğer ayık olsaydım benim gibi bir adamın yanıma oturmasını istemez, ben de ona yanımdaki kadının bana baktığı gibi iğrenerek bakardım. Allahtan böyle bir rezilliğe sadece sarhoş olarak dahil oluyorum. Herkes iğrenebilir benden, herkes ayık nasılsa, tek farkım var o da nöbetçi bir tekel bulup eve dönebilmek. Umarım eve varabilirim. Evde yastık yerine, bir kaldırıma başımı dayamam ve sızmam. Evet ev önemli. Çünkü o ev!

“Hâlâ yazıyor musun?” dediğini hatırlıyorum. Herkes bunu sorar o da sordu. İçimden haykırdım daha fazla ne yapabilirim. Sevmediğim bir işim var. Günde on iki saat çalışıyorum, çok az para kazanıyorum. Kazandığım paranın yarısı unutmaya –biraya– gidiyor. İşte ya da evde iğne deliği kadar boşluk bulursam yazmaya ya da yazacaklarımı düşünmeye ayırıyorum.

Herkesin bir bildiği var. Benim yok! Herkes kendine yatırım yapıyor. Benim amacım yok! Herkes güler. Ben, sen de mi, diyemiyorum.

Köprüden geçerken gözlerim kapanıyor. Aklımda tek şey var. Düşüncan! Bunu neden düşündüğümü biliyorum. Yuva parası. O paranın yarısını içkiye yatırdım. Gözlerim kapanırken, “Daha kötülerini de yaptın, aldırma,” dedim; “hem sen iyi bir adamsın, tekrar iyi şeyler yapabilirsin. Karamsar olma iyi düşün, iyi şeyler olsun.” 
Gözlerim kapandı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu iyi, çok güzel. 
“Abi geldik” dedi şoför. “Son durak.”

‘Papyrus’

karşındaki senin yansımandan başkası değil.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

karşındaki senin yansımandan başkası değil. 

Bir vakit önce yazmıştım bu yazıyı. Bir gece pıt diye çıkıvermişti içimden, nefes almadan, dönüp düzeltmeden, ikinci kez okumadan, şurası şöyle olsa nasıl olur diye düşünmeden, provasız alabildiğine gelişine vurduğum bir hikaye. Bugün yine yolumu kesti. Başucu kitabı gibi bir başucu yazısı. Ne yazmayı bitirebileceğim bir gün, ne de okumayı. Dönüp dönüp baktığım, hatırladığım, yokladığım, içimin terazisine koyup “bakıyım ne kadar yol almışım” diye tarttığım. Belki bir gün hayat izin verir, gerisini getiririm.

Karanlık basmaya yüz tutmuş, bomboş bir evin içinde “biz ne yapıyoruz?” diye soruyor kendine. Kendi sandığı besbelli “o”, “o” ise kendinden başkası değil. Hemen cevap geliyor: “Yüzümüzü hayata dönüyoruz.” Derin bir nefes alıp önce, sonra büyükçene bir yudum alıyor şarabından. “Elektrik yok, su yok, oturacak bir tabure dahi yok” diyor bu sefer. Karşıdan gelen cevap bir akbaba gibi pike yapıyor çürümeye yüz tutmuş kalp etine: “Bundan milyonlarca yıl önce, ne elektrik vardı, ne su, madam. Ama aşk vardı yine de.” Bu sefer şarap kesmiyor, bir sigara yakıyor. Derin bir nefes çekiyor, öksürüyor. “İyileşmeyen bir yaram gibisin. Kronik bir enfeksiyon gibi ta şuramda. İyileşti sanıp, sırtımı dönüyorum, belki unutursam kendiliğinden kapanır diye. Lakin nafile… Ne zaman yüzümü dönsem göğe, çat, zihnimin kapılarına dayanıyor, var gücüyle.”

Zil çalıyor. Kalkıyor yerinden, hali hazırda yarıladığı şişenin şimdi boş olan yerini bir zaman dolduran kırmızılık, artık damarlarında dolaşıyor. Ona edeceği kırmızı sözler tasarlıyor, kapıya kadarki birkaç adımda. Tüm dünyevi konforsuzluklara inat, ağırlamak için ilk misafirini kapıyı açıyor. Karşısındaki kendinden başkası değil. Ruhu “o”nun suretinde, “o” nun bedeninde, “o”nun gözlerinden bakıyor. Ayna gibi bir şey. Bir vakit önce ettiği, “Korkma, karşındaki senin yansımandan başkası değil” diye bir cümle geçiyor aklından. Yansımasına sarılıyor. Sarılıp, öylece kalıyor. 30 yıllık bir hasret bu. “Seni özlemişim” diyor. “30 yıldır görüşmedik. Nerelerdeydin?” Çantasından iki şişe daha çıkarıyor. “Gece belli ki uzun olacak” diyor. “Bir sürü hikaye biriktirdim sana.”

İki bedende tek ruh, yan yana oturup yere; sözcüklerin dünyasında geziniyorlar sabaha dek. Ağızlarından çıkan kendi sözleri, kulaklarına çalınan da. “İki” olduklarını unutup, aralarında asılı duran 30 yıllık uzaklığı yakın yapıyorlar. “Bir” olmaya kalkıyor kadehler. Parmak uçları köprüler kuruyor kıyıdan kıyıya. Uzak sandıkları meğer kendi nefeslerinden yakınmış onlara, şaşırıp kalıyorlar yabancı sandıkları toprakların bunca tanıdıklığına. Ying’ten yang’a uçuyorlar kelimelere binip. Işıklı, başka türlü bir evrene ışınlanıyorlar etten uzay gemilerinin içinde. Kapılardan geçiyorlar, duvarlardan. Tümden gelip, tüme varıyorlar.

“mişli ve ecekli bütün zamanların barbarlığını. sütlü ve ballı bir şarkı gibi siliyorsun. dudaklarında karanfilli bir sigara gibi tuttuğun gülümsemen. ve iki kadeh zevk parçası gibi salınan ellerinle. duruyorken sen. hangi kapı durdurabilir beni, madam?”

diyor biri.

“dur diyen kim? dayan var gücünle bütün kapılarıma. “

diyor beriki.

sonra sabah oluyor.

‘lucy in the sky’

kıldan tüyden sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 (resim : edvard munch , SCREAM..)

 

 

kıldan tüyden sayıklamalar.. 

‘hepimiz bazen sıkıldığımızda saçma sapan abuk sabuk şeyler yaparız değil mi.. neden yaptığımız o anda belki meçhuldür.. bir içgüdü , bir refleks belki bir anlık öfke.. ben bu duyguyu beş altı senede bir dinlendirmek için bıyıklarımı kestiğimde yaşarım.. ne alaka demeyin çok alakası var.. bıyık kesmek uzun saçı kesmek gibi çok zordur , düşündürür insanı uzun uzun.. makası alırsın eline saatlerce düşünürsün kessem mi kesmesem mi diye aynaya bakarak.. çünkü bıyık , saçınız gibi sizinle özdeşlemiştir.. ama kesmek gerekir bazen dinlendirmek için ve yine de el makasa ya da makineye gitmez..

ben lise ikinci sınıfın yaz tatilinde ilk defa bıyık bırakmıştım.. herkes dalga geçmişti.. ben de onlarla dalga geçmiştim.. bir de bıyık pistir diye bir safsata vardır.. evet pistir bakmazsan bıyığa pis olur.. ama kafanıza her gün tonlarca jöleyi , briyantini boca edip pisliğin dumanın tozun toprağın , egzoz dumanının içinde dolaşırsınız.. ne olduğunu bilmediğiniz kimyasalları sıkarsınız ya da sürersiniz parfüm , bakım kremi vs diye.. onlar pis değildir ama bıyık nedense hep pistir..

valla bıyık çok temizdir ve güzeldir.. bir kere her gün belki sekiz on kere kere yıkanırlar bol sabun ve suyla.. sonra da  tararsınız.. gülmeyin.. hele bazı yaşlı amcalar , dedeler bir de nerden bulurlar bilmem güçlendirmek için kremler filan sürerler , ben hiç kullanmadım krem mrem.. kim bilir belki çok yaşlanınca mecbur kalıyorlar.. bıyık temizdir , elimizden ağzımızdan daha temizdir ,  abartma değil 19 senedir bıyıklı birisinin söyledikleri bunlar..

hele bıyıkla bira içmek ne büyük zevktir.. yazık bayanlar bu zevki hiç tadamayacaklar.. gülüyorum şimdi kahkahalarla..

lise iki de yaz tatili bitip okul başlayınca bıyıklarımı kestiğimde moralim çok bozulmuştu.. tam da yeni oturmuştu bıyıklarım kestiğimde.. ilk kestiğim günlerde nasıl da yağıyordum hep nefret ettiğim eğitim sistemine.. okullardan ve eğitimden nefret ediyorum.. bence torna tezgahları daha az şekilcidir eğitim sisteminden ve okullardan.. ne vardı yani bıyıkla okula gitsem ne olurdu ki.. kime ne zararı var iki parça kıl , tüyün..

neyse ki son sınıfa geçmiştim.. liseyi üniversiteye gitmek için ya da iş hayatına atılmak için bitirmiyordum sanki bıyık bırakma özgürlüğü içindi tüm yaşananlar.. erkekler için konuşuyorum çoğu okul bitsin üniversite başlasın hemen saç uzatacağım hayalindedir.. hiç hayatımda saçımı uzatmadım , uzatmakta istemedim.. hep kısacık kestiririm saçlarımı.. neden bilmiyorum öyle seviyorum.. çünkü berber koltukları ayrı bir hikaye konusu benim için.. berber dükkanlarını ve berber koltuklarını tam bir işkence yeri olarak görürüm.. o koltuğa oturmamla kalkmam arasındaki süre bana yıllar gibi geliyor.. hele o berberlerin özenmeleri , saçma sapan şeylere takmaları of of..

keşke saçım hiç uzamasa ya da bir makine icat etseler biz kafamızı soksak böyle anında içinden kafamız tıraşlı çıksa.. oh ne güzel olurdu..

ya nerde böyle icatlar.. saçma sapan şeyler icat ediyorlar mesela ‘cep telefonu’ gibi.. yazı biraz uzayacak belki fakat biraz da cep telefonu konusunda yağayım sağa sola , kime değerse artık..

‘cep telefonu hayat kurtarıyormuş..’ yok ya ne hayat kurtarması cep telefonu yüzünden kaç hayat kararıyor , kaç ailenin ocağına incir ağacı dikiliyor biliyor musunuz.. cep telefonu hırsızlığı , gaspı , gasp amaçlı cinayetler , kıskançlıklar vs vs.. cep telefonu yüzünden bozulan ilişkiler..

‘bana neden çağrı atmadın’ , ‘seni aradım niye cevap vermedin’ , ‘mesajıma niye cevap vermedin’ , ‘bana niye dönmedin’ vs vs.. dön baba dön bu ne yahu..

eskiden cep telefonu mu vardı.. bizim kibrit kutularından ve iplerden yaptığımız telefonlar vardı sadece.. bir de o ahizeli telefonların güzellikleri , şıklıkları vardı..

şimdi nasıl ama herkesin cebinde bir bazen , iki üç telefon.. baz istasyonu gibi geziyor herkes.. neymiş şirket hattıymış ,  özel hatmış , gizli  numaraymış.. ha benim de iki tane var telefonum da , telefondan benim kadar nefret edip , ulaşılamayan insan yoktur.. sonra cep telefonlarının yaydığı radyasyon.. o apayrı bir akıllarla durgunluk verecek konu.. çocuklar artık okuma yazmayı kalemle kağıtla değil cep telefonundan öğreniyorlar..

sonra en önemlisi de insanların özgürlüklerini sıfıra indirişi var cep telefonunun.. en önemlisi de bu.. bu.. bu..

adam arıyor ‘niye telefonun kapalıydı’ diyor ya çıldırıyorum.. ‘sen kimsin la.. sana ne la-n..’ kapatırım kapatırım.. kural mı var.. beğenmezsen beğenme bana ne.. ben böyleyim kardeşim..

belki kenefteyim , belki banyodayım tövbe tövbe.. tutacaksın atacaksın kubura sifonu çekeceksin , kurtulacaksın bu esaretten..

sonra belki ge-ber-mi-şim , toprağın altına boncuk gibi yatırmışlar beni.. açamam telefonu nasıl açayım öbür tarafta.. öbür taraf henüz kapsama alanı dışındaymış.. reklamlarında anayasa , manayasa yapmaya başlayan gsm operatörleri henüz öbür tarafı kapsama alanına alamamışlar kusura bakmayın..

bir de geceleri aranmalar vardır.. tüm gün aramazlar hava kararır , tam böyle günün stresini atmak için gevşemeye çalışıyorsundur zırttttttttt telefon çalar.. nefret ,  nefret , nefret..

bakarım numaraya bakarım , bakarım , bakarım.. düşünürüm yahu arkadaş arayan gündüz niye aramaz.. neden.. tüm güne kıran girmiş sanki.. hele bizi gecenin hangi saati olduğu fark etmez ararlar ya biterim o aramalara..

‘alo arkadaşlarla oturuyorduk da bizim işin bahsi geçti arayalım bir durumu soralım dedik ne alemdeyiz diye..’ o anda ben yağmaya başlarım ‘senin ben işini de..’ neyse boş verin..

hele içki sofralarından sizi ararlar ya aman aman evlere şenlik.. ben karşı tarafın alkollü olduğunu hissedince direk küfür eder kapatırım.. ben ‘aksırıp tıksırıncaya kadar içmeyi’ şiar edinmiş birisi olmama rağmen nefret ederim böyle rakı masalarına meze olmaktan..

sonra bir de gece yarıları abuk sabuk mesajlar atılır size.. uykularınızı kaçıracak cinsinden.. onlara direk telefon açar yağarım zaten..

daha fazla uzatmayayım telefon hikayesini bir anımla bitireyim bu bahsi.. ben üniversite yıllarım sırasında bir yandan çalışıp işi öğrenmeye çalışırken yanında çalıştığım adam bana bir telefon vermişti , ilk çıkan cep telefonu markasından.. yaklaşık bir , bir buçuk kilo ağırlığında , telsiz gibi.. sanırım şimdi tarih oldu o marka.. o telefon abartısız evdeki ahizeli telefonlar kadar ağır ve ‘tır dorsesi’ gibiydi.. güvenlik kapılarından geçerken polisler ya da güvenlikçiler kafa bulurlardı : ‘adam öldürür bu beyefendi , silahtan tehlikeli , almasak mı içeri girerken bu telefonu’ diye.. o telefondan bir sene de zor kurtulmuştum , bayram etmiştim kurtulduğumda..

nereden nereye geldik neyse işte bu cep telefonu icat edilmeyeydi de berberler yerine bir makine icat etselerdi kafamızı içine sokup bir dakikada tıraşımızı olsaydık ne olurdu sanki..

işte ben de böyle bir berber , saç kesme fobisi ve yanlış anlaşılmasın sadece kendim için uzun saç nefreti olan bir çatlağım.. hadi çık çıkabilirsen işin içinden..

benim 1989’dan beri berberim aynı adam.. lisede bir arkadaşım orayı tavsiye etmişti.. ben de hep oraya gittim şimdiye kadar.. beni , ne istediğimi bilen tanıyan birisi bu ustamız.. az laf çok hızlı iş istiyorum.. ama nerede..

saçımın çoğu yerini makineyle aldırmama rağmen bir saç tıraşı bir buçuk saat sürer mi kardeşim.. deliriyorum , her defasında on kere kalp krizi geçirir gibi oluyorum.. bayılacakmış gibi hissediyorum kendimi.. hele yazları.. of of..

bir de gözlerini kapatamazsın hiç berberde.. hep tetikte olacaksın.. seni yirmi senedir tanısa bile bir abuk sabukluk yapar hemen bıyığınıza ya da saç şeklinize kendi kafasına göre el atar.. değişiklik yapmak ister.. hele bıyığıma dokunduklarında deliririm.. bir de tutarlar kulağınızdaki , yanağınızdaki , burnunuzdaki kılınızı tüyünüzü çakmakla yakmaya kalkarlar psikopat gibi ,  delirmemek elde değil..

bıraksana kardeşim ben maymundan geliyorum , bırak kulağımdaki kılı tüyü.. vardır bir hikmeti o tüylerin ne yakıyorsun.. sen saça bak saça.. olmazsa bir ara geleceğim sana bir ağda yap kafama komple , yüzüver tüm kılları tüyleri sana da bir daha iş kalmasın yahu.. delirtmeyin beni..

 ama eminim ben yaşlılığımda delireceğim bu berber meselesi yüzünden , öyle görünüyor.. alakası pek yok ama dün gece yarısından sonra romain gavras’ın (costa gavras’ın kendisi gibi yönetmen olan oğlu) ilk uzun metrajlı filmi ‘notre jour viendra’yı izledim.. başrolde en sevdiğim yabancı erkek oyuncu ‘vincent cassel’ oynuyordu.. cassel sevgimi , itiraf ediyorum ‘aşkımı’ anlatırım bir gün..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse bu vincent cassel son iki üç filmdir bayağı bir kıllı tüylü bir şeydi , saç sakal birbirine karışmış şekilde boy gösteriyordu..

en son aronofsky’nin siyah kuğusunda portman’a eşlik etmişti.. orada yine saçlar uzundu.. halbuki cassel hep kısa saçın hastasıdır benim gibi..

ancak dün izlediğim romain gavras’ın ‘notre jour viendra’ filminde saç sakal birbirine girmiş bir  psikanalisti oynuyordu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘patrick’ adlı bu adam aynı zamanda yön-len-di-ri-le-bi-lir ve yön-len-di-re-bi-lir bir sosyopattır..

cassel yine bu karakteri canlandırırken on numara bir oyunculuk çıkarıyordu..

ırkçılığın kıçına tekme atan , attıkça da coşan coşturan bir film bu.. aidiyet kavramını sorgulayan , bireyselleşme mücadelesinde yaşanan savaşları da derinlemesine inceleyen nihilist ve anarşist öğelerin doruğa çıktığı bir yol filmi bu.. filmin çok sarsıcı anları var.. izlerken pataklandığınızda anlarsınız..

‘gaspar noe’ ve ‘haneke’den sonra tokat atan , sarsan , tartaklayan filmler yapan biri daha sinema dünyasına girdi ya romain gavras’la birlikte aman da ne güzel oldu.. çoğalın çoğalın.. tokatlayın insanları kendilerine getirene kadar.. 

konuya döneyim işte dünkü filmin ikinci bölümünde , ben ‘delirme evresi’ diyorum bu bölüme – bazıları isyan evresi diyor (isyan , delirmeyle birlikte olur , delirmezsen isyan edemezsin , delilik güzelliktir bir gün insanlık bunu anlayacak) – işte orada cassel öyle bir halde ekrana yansıyor ki saç , sakal , kaşlar kesilmiş halde bir anda ortaya çıkıyor.. dehşete düştüm.. beş on dakika sonra patrick’in himayesine aldığı ‘remy’ adlı gencin delirme sahnesinde ‘remy’nin eline jileti alıp saçlarını ve kafasındaki kılı tüyü kesmesi sahnesi vardı ki işte korkarım gözlerimden yaşların aktığı o sahnedeki gibi ben de bir gün öyle yapacağım bu berber işkencesinden kurtulmak için..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

türkçesi ‘bizim de günümüz gelecek’ olan film mutlaka izlenmesi gereken filmlerden birisi olacak sinema tarihinde.. cassel ise yine en büyük oyuncu olduğunu ispatlıyor bu filmiyle..

ha bu arada filmi ‘ümo’ da izleyecek.. ‘ümo’ eminim gelip kafama kakacak filmi ama umurumda değil.. sinemaya bakış , hayata bakış gibidir.. değişir kişiden kişiye göre..

neyse efendim esas konumuza tekrar giriyorum.. (bu arada çaktırmayın esas konumuz neydi iki saattir onu düşünüyorum..)

işte uzun uzun 19 senelik ‘bıyıklı’ ben , geçen ay saatlerce düşünerek geçtim aynanın karşısına elimde makas uğraştım durdum kesebilmek için bıyığı.. en son yedi sene önce dinlendirmiştim sanırım.. kesemedim.. gittim uzandım..

birden aklıma iki sene önce izlediğim yine bir fransız filmi olan yönetmen emmanuel carrere’nin ‘la moustache’ (bıyık) adlı filmi geldi.. onu izleyeyim biraz belki ilham gelir gider kesebilirim sonra bıyığımı dedim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

neyse benim çok sevdiğim ama yine ‘ümo’ ve diğer bazı arkadaşların ‘bu ne lan , film mi bu’ diye sert tepki verebileceği güzel bir psikolojik gerilim film ‘la moustache’..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

başrollerinde ise gözlerine aşık olduğum , kendisine ise uzun süre vurulduğum ‘emmanuelle devos’un ve ‘vincent lindon’un başrollerinde oynadığı 2005 yapımı bir film bu.. filmdeki baş karakter ‘marc thiriez’ adeta kendisiyle özdeşleşmiş olan , yıllardır hiç kesmediği bıyığını kesmeye karar veren başarılı bir mimardır.. karısı ve arkadaşları kendisindeki bu değişikliği fark etmediklerinde , kendisini kendi akıl sağlığından bile şüphe eder hale getiren bir girdabın içinde bulur kahramanımız.. ‘marc’ özenle planlanmış bir komplonun kurbanı mıdır yoksa dünya da korkunç değişiklikler mi olmaktadır.. cevaplarını filmin ilerleyen sahnelerinde belki bulabileceğiniz sürükleyici bir gerilim filmi bu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

hele bir vapur iskelesi sahnesi vardır ki dakikalar boyunca aynı sahne tekrar eder.. bir an kendinizi o vapur iskelesinin içinde sanırsınız.. o kadar özdeşleşirsiniz o sahneyle.. ben yeter bitsin diye neredeyse bağıracaktım o sahnede..

işte ben filmi tekrar koydum , izlemeye başladım.. hayran hayran bir süre ‘emmanuel devos’un gözlerinde kaldım , izledim , durdurdum filmi gözlerinde , sonra başlatıp tekrar izledim.. birazını izlerim diyordum sonra film aldı gene izletti kendini sonuna kadar..

film bittiğinde makası bırakıp kalktım bir hışımla elektrikli sakal makinesini çalıştırıp bıyığın dibine vurdum.. kendimi şekilden şekle soktum bıyığımı keserken.. içim kan ağlarken bir yandan da eğleniyordum..

ve işte bitmişti işkence.. gözlerimden bir damla yaş döküldü.. kestiğim anda özledim bıyığımı.. filmdeki gibi garip bir adam oluverdim o anda.. fakat yanımda ‘emmanuel devos’ yoktu , tek farkım buydu.. gülüyorum yine..

bıyıksız halimi ilk gören annem oldu bir çığlık attı , ‘oğlum ne yaptın’ diye bağırdı.. ‘sakin ol’ dedim ‘kökü bende , dinlendirmek için kestim..’ ‘bir sorun mu var’ dedi hemen.. ‘evet bir sorun var.. sorun hayat , sorun nefes almak’ diye bağırarak söylemek istedim ama anneme kıyamam , onun suçu yok hayatın böyle iğrenç , tekdüze , saçma sapan olmasından.. içimden bağırdım hayata..

sonra babam gördü , gülümsedi o da ‘hayırdır’ dedi.. ‘hayır hayır’ dedim.. beraber güldük..

sabah ‘ciğerim’ arabada yanıma oturduğu anda öyle bir kahkahayla çığlık attı ki ben de dikiz aynasına bakarak kahkaha attım..

sonra pirimiz ‘halo dayı’ gördü arabaya bindiğinde , ‘bu ne müdür , hayırdır niye kestin’ diye sordu.. ‘seni daha güzel öpebilmek için’ dedim , dediğim anda okkalı bir küfür savurdu öksürüklere boğularak gülerken..

ama hemen özledim bıyığımı ve kestiğim günden beri sakalımı kesmedim yine bıyık bırakabilmek için..

bıyık bir yaşam tarzı.. alışan onsuz yapamıyor.. zaten beyazlayınca keseceğiz.. ki sakala bıyığa ak düşmeye başlayalı çok oldu.. bari bırakın bizi kınamayı da bıyığımızı sakalımızı özgürce bırakalım be yahu.. ben bazen espri yaparım ‘ciğerim top sakallı , ben de bıyıklı doğmuşuz’ diye.. gerçekten bizi kimse bıyıksız , sakalsız bilmez , tanımaz..

ha bugün epeyi sayıkladım burada ama size tavsiyem yukarıdaki filmleri bulun izleyin.. ‘saçma film ,  böyle film mi olur lan’ diyin ama izleyin sonlarına kadar.

hadi size kıldan , tüyden bir film daha söyleyip sizi gene gıcık edeyim diyorum yunan bir yönetmenin filmi var onu da bulun izleyin.. değişik , değişik olduğu kadar da rutinin dışında bambaşka bir aşk hikayesi izleyin diyecektim ki vazgeçtim yine gıcıklık yapıp.. sonra anlatırım..

bu arada ‘aylak adamız’ benim tabirimle kelimelerle dövüşülen insanların pek birbirini tanımadığı bir çeşit ‘dövüş kulübü’ haline gelmeye başladı.. bu çok sevindirici.. herkes bilsin ki  yazarların çoğunu görmedik , sesini duymadık ve tanımıyoruz.. burası insanların kelimeleriyle hayatla ‘dövüştüğü’ ve yalnızlıklarını , umutlarını , acılarını , sevinçlerini , öfkelerini ve paylaşmak istediği şeyleri paylaştığı bir sahneye dönüşmeye başladı.. ne güzel.. ayrıca ‘lucy in the sky’dan sonra aramıza katılan  ‘ciğerim’e ve ‘bulut’a hoş geldin diyorum buradan.. ve sırada gelecek olanlara hazırlanın , sürprizler devam edecek..

bitirirken yukarıda o kadar anlattık hadi bari romain gavras’ın ‘notre jour viendra – bizim de günümüz gelecek’ adlı filminden bir replikle bitireyim :  ‘hareketlerim, davranışlarım sizi rahatsız mı ediyor.. güzel.. onları daha fazla yapacağım.. böylece nihayet olmam gereken kişiye dönüşebilirim.. ve bu nefrete , bu utanca rağmen beni olduğum gibi seveceksiniz..’

gülüşünüzle ve sinemayla kalın..’

Crockett..

 

 

Hasta Parçacıklar… – III

 

 

 

 

 

                       

 

 

 

 

 

                   Hasta Parçacıklar – III… (Morbid Segmentations-III..)

 

“Bir Masal : Boşluk”

Hayat sokağında yürürken bir kişi;

Birden yerde bir karartı görür.

Meraklıdır ne olduğunu öğrenmeye.

Gölge değildir  ya da bir kara boya

“Belki de orada böyle bir şey yoktur”

            diye düşünür;

       ama etrafındaki yolun varlığı

       bu karartıyı var kılar.

 

Eğilir karartıya ve dokunmak ister ,

Karartıdan kara bir kelepçe

            yapışır bileklerine ansızın

ve çeker onu kendi hiçliğine doğru.

O anda hisseder boşluğun soğukluğunu.

      Etrafı kararır,

      Gözüne görünmez olur güneş ne de ışık

      Bir tek yukarıda bu boşluğun

              artık ulaşılamaz kapı’sı vardır .

 

Kişi yukarı bakar devamlı ,

Ellerini uzatır yakalayabilmenin

          umudu içinde

                        aydınlığın sıcağını

 

Ama boşunadır her şey

Boşluk yutmuştur onu

              ve onunla ilgili her şeyi ,

 

Ve umutsuzluk başlar

Bir şey yapamamanın

       kederi gelir ardından

 

Etrafına bakınır ,

Ama yoktur etraf

           yalnızca varlığı belli olmayan

                   bastığı zemin vardır.

                                           

                                   *

 

Çok geçmeden bir başkası gelir

              karartının başına

                        uzun hayat sokağında .

Ve meraklanır önceki gibi.

Karartının içindeki

                        farkeder yeni gelen kişiyi

                                   karartının üzerine düşen gölgesinden

Ve seslenir yukarı doğru

                        varlığını duyurmak için .

 

Yeni gelen işitir bu zayıf sesi

                        -zayıftır çünkü

                          yokoluş yolundadır sesin sahibi

                                ve neredeyse yolun sonundadır.

“Kurtar beni ! Uzat elini !” der ses

Yeni gelense uzatacaktır

                        ama tereddüt içindedir.

Ne olacağını bilememenin

            tedirginliği çullanır üzerine .

Kurtarabilir belki de eski kişiyi

                        bu uzatılacak el ,

Ama öte yandan boşluğa da düşebilir

                        elin sahibi .

Yine de çaresiz uzatır elini

Yakalar içeridekinin elini

Ama boşunadır her şey

Ve kaptırır kendini karanlığa .

 

Artık iki kişi de içeridedir .

Sorgularlar kendilerini ve

                        yaptıkları hatayı .

Ve anlarlar ki tek kişi yetmez

                        kendilerini çekmeye dışarı

Beklemelidir yeni gelecek olanı.

Etraflarını biraz seçer olmuşlardır ,

                        karanlığa alışınca .

Ve sanki yalnız değil gibidirler

                        çünkü kıpırdanmalar sezerler

                                   karanlıkta .

 

Bunları gözlerken yeni bir gölge düşer üstlerine

ve seslenirler yukarıya : “Kurtar bizi ! Uzat elini!”

“Ama sen de tut bir başkasının elini ki düşmeyesin bu kuytuya.”

 

Yeni gelen , sokaktan geçen bir başkasının  tutar elini

ve o da sımsıkı tutunur  yakındaki ağacın gövdesine .

Yeni gelen uzatır elini boşluğa ve yakalar ilk gelenin elini

Ama boşunadır her şey ;

İkisini de alır içine boşluk .

 

Ve otururlar umutsuzluk içinde

                        Bulundukları yerde.

 

                                   *

Oturdukları anda dehşete düşerler.

Çünkü az önce karanlıkta kıpırdaşanlar belirirler birden

ve ucu bucağı görünmeyen  insan tarlası

Hepsi başlarını  öne eğmiştir

            ve susmuşlardır.

İlk “yeni gelen” sorar birine şaşkınlık içinde bu durumun anlaşılmazlığını

Susan adam der ki yalnızca ,

“Kurtuluş yoktur bu hiçlikten ,

Ne kadar zıplarsan zıpla yukarılara doğru

Ve yardım işte dışarıdan – diğer yeni gelenleri  işaret eder ,

yoktur yine de çıkış”

 

Tüm insanlar bir zincir olsa ve destek yapsalar birbirlerine yine de çıkaramazlar seni buradan .”

 

“Ama bu boşluk …

            … yani bu boşluk …

                        bizi yuttu mu kısaca!?” ,der ilk yeni gelen telaşla.

 

“Aslında” der eskisi ; “boşluk vardır

            her zaman etrafta

                        tüm insanlar boşluktadır

                        ama o kadar yalnızlaştırılmışlardır ki

                        ve o kadar yabancılaştırılmışlardır ki

                                               İnsanlığa ,

                        yaşadıkları boşluğu sezmezler ,

                        ve boşluk  sürüp gider ömür boyu.

 

                        ama sen , ben ve

                                   tüm bu karanlıktakiler

                                               şanssızdırlar ,

                        Çünkü fark ederler boşluğun  varlığını

                        Ve perde arkasını görünce ,

                                   her şey sahteleşir

                                               ve zannedersin ki

                                                           gerçekte dışarısı vardır.

                        Çırpınırsın çıkmak için ,           

                                               ama başaramazsın.

                        Çünkü aslında

                                   Sen

dışarıdasındır.

 

                        Yalnızca fark etmişsindir

sahte dekoru.

                        Ve dekorun ardındaki ,

                                               sonsuz zifiri karanlık ,

                                               değiştirilemez çaresizlik

                        Seni kahreder

                        Ve sonunda biz eskiler gibi

                        Oturursun birşey yapmadan ,

                                   önceden dikildiğin yerde .”

 

 

O an  başka bir susan konuşur:

“Aslında bir söylentiye göre

                        vardır bu boşluktan çıkışın çaresi.

                        ama deneyenler yine de

                                   emin olamazlar yeni ortamın gerçekliğinden .

Ve yine başka bir söylentiye göre

            hayat sokağındadır kurtuluş ,

                        çok yakınındadır insanların.

 

Ama geçicidir her kurtuluş

            çünkü kurtuluşun temel şartını

                        insanlar sürdüremezler daima”

 

“Peki nedir temel şartı?” der ilk yeni gelen ;

“Onu yaşayarak öğrenirsin bu zifiri karanlıkta.

 

Bunca kişinin arasında

            doğrusunu tanımaktır , O’nu tanımaktır.

O ki seni çıkışın sıcaklığına götürecektir.” der az önce konuşan kişi.

“Onu nasıl tanırım” der  ilk yeni gelen .

“O ve sen .

Ararken sen onu

            bir çift ışıktır yanar

                        gözlerinin onu aradığı yerde

İşte hedefin odur , o ışığı yakalamaktır

                                   temel sorun .

            Ama aslında pek de kolay değildir onu yakalamak.

 

Çünkü ona ulaşmak için

            katedeceğin yolda

nice kişiler vardır

 aşılması gereken

                        ve nice yenisi çıkacaktır yoluna.

 

Ama ne olursa olsun ilerlemek gerekir ,

                        yılmadan ilerlemek hiçlikte ,

                        ulaşana kadar ilerlemek .

 

Yaklaştığın zaman görürsün ki

            her şey anlam kazanmaya başlar,

                        geçici de olsa bir anlam.

 

Önce sıcaklığını hissedersin O’nun ,

            hiçbir yerde bulamayacağın sıcaklığını .

Sonra da yaklaşırsın

            ve ruhunun kokusunu çekersin içine

                        doya doya .

Ve sonunda sımsıkı sarılırsın ,

            O ışıktan gözlerin bedenine .

Her şey güzelleşir adeta ,

Boşluk kaybolur sanki

            hayat sokağı başlar yeniden yürünmek için…

 

Ama her şey evet her şey yalnızca bir söylenti de olabilir.

Çünkü söylentiler çoktur

            bu hiçlikte ;

                        ne de olsa yoktur

yapacak bir şey.

Belki de yalnızca bir dekordur her şey

                                   ve ışıklı gözler .

Hani şu ana kadar kimsenin ,

                        buradan kurtulduğunun görülmeyişi de

                                   bunu gösterebilir.

 

Ve belki de tüm bu gelişenler

            yalnızca , fark ettiğin  hiçliği ve boşluğu

                        unutmandır geçici olarak .

 

Ama sonrasında yine

                        aynı karanlık olacaktır

                                   ve sen fark etmiş olarak

            Sahteliği ;

                                   tek çözümü üretmeye kalkarsın

o zaman .”

 

            İmalıdır bu son söz  ve bu imayı

                        anlamıştır ilk yeni gelen            

                 ve “sus!” der , “ daha fazla anlatma

                                   kapana kısılışımızı .”

 

O sırada üçüncü bir susan konuşur ;

“Ama belki de yine bir umut vardır

Tüm bu söylenenler birer söylenti olabilir

            önceki susanların ürettiği bir söylenti

Ve belki de bu karanlık bile sahtedir

            ve sen bu dekorun ardındaki bir gerçeği arıyorsundur.”

 

Ve diğer insanlar da konuşmaya başladılar

                                                           sırayla.

 

Hepsi yeni söylentilerden söz açtılar

                                   birbirinden farklı .

 

Ama hepsi birer söylentiydi.

İlk yeni gelen kişiyse

            yalnızca umuyordu :

            ışık saçan gözlerin gerçekliğini

                        ve susmayı hazmedemiyordu .

Kalktı bulunduğu yerden  ,

            zifiri karanlıkta kayboldu

            Işık saçan gözleri aramak için

            “bir umuttur yaşamak”

                        diyerek çıktı yola belki de…

‘FRAN(SI)Z’

(tarih, mekan , yer olmamalı ; sistem olmamalı , sadece “Kalb” atmalı “Nefes”te…)

 

( alakam olmayan ama elime boş olarak geçmiş bulunan 1998 tavukçuluk ajandalarından birinde bir yazı – fakültede bir vapur yolculuğunda yazılmış birkaç satır … “Onlar” söylemeye yeltendi … Ben devam ettim… “Ufukta pencerede ki belli belirsiz ışık…”  aydınlık oluverdi . )

(Buradaki Fransız ifadesinden Fransız hayranı falan olduğum düşünülmesin. Ülkem adliyelerinden bir alıntıya istinaden yazılmış bir takma isimdir bu. Dünyamızı oluşturan edebiyat ve felsefenin ilahlarından birilerine –onlar kendilerini bilir , atıflar yollamak için sadece Tarkovsky seyretmeyi ihtiyaç duymak da  yeter , siz merak etmeyin atıflar hedefine ulaşır…) 

Şu kısacık hayatımda ve herkesin şu kısacık hayatında soluğunu hissedebileceği  en delikanlı adam olan Crockett’ a  ithaf olunur .

‘Fran(sı)z’ 

            *                                 *                                 *

 

Bana bir adım uzak dur nokta ve virgül gibi…

                        Yazımdan  sız kağıdın ipeksi kokusuna kalbimden sızan al gibi…

Kendini kendin belle başkası değil…

                        Elindeki hayattır sadece ne de olsa bir de ufuktaki Güneş…

Çıplak ol ruhunla , kalbinin sesi uğruna Aşk ol…

                        Ta ki tenin kendini ruh edinceye kadar…

‘FRAN(SI)Z’