Archive for the ‘Öykü’ Category

Hasta Parçacıklar- VIII :

“Siyah –Girizgah…”

Otuz gündür yıkanmıyordum. Otuz gündür sifonu çekilmemiş bir tuvalet gibi hissetmeye başlamıştım .  Dışarıda kar beyazının temizliği gözümü alıyordu. Ama kokum vardı evet benim kokum. Ama vardı ya yeterdi. Tıpkı  O’nun ve onların olduğu gibi. Her şey kokmalıydı. Her şey kendince kokmalıydı. Gözleri ışıldayan  ve Güneş’in alevleri gibi yanan bir tanecik kızım kokmalıydı ruhunda. Kadınım kokmalıydı ve ben ise otuzuncu günün sonunda yine kokmalıydım. Çünkü yeryüzündeki tek varoluş göstergem buydu. O kadar çabalıyordum ki kokmak için kokarcalar bile bu kadar uğraşmıyorlardı herhalde. Ama her şey ortadaydı , aslında hiç kokmuyordum. Benim kafamda canlandırdıklarım beynime dokunan  parmaklar gibiydi. Kokuları sağlayan beynime dokunan parmaklar… Saçmalama deyip kendime geldim. Geldim mi acaba. Kafamda bir saniyeliğine bir sürü soru: “ Görünmeyen her yerde olan tanrılar… ne gökte ne de yerdeler onlar. Her şeyi var ettiler, her şeyi  devam ettirdiler , ilk insan Onlar’dan korktu. Şimdi son insanlar da korkuyor. Çünkü onlar olmadan hayat var olamaz onlar varken de hayat yok olabilir…” . Evet işte sana somut. İşte sana tanrısallığı en çok hak eden varlıklar… Ne olduğunu söylemeye bile gerek yok…

“Neler oluyor!” diye saçma sapan bir haykırışla uyandım. Havlunun içinde çok temiz ve paktım. Kollarımı kaldıracak  gücüm yoktu. Kalbimin atacak mecali olmadığını düşündüğüm zaman O geldi. Evet Işımakta olan bir S…’dı bu. Kalbinin büyüklüğü içinde sadece  kendi aydınlığını değil ikimizin de Güneş’ini taşımaktaydı. Ellerimden tuttu. Ruhum hafifti o an… “S” diyecek oldum. O ise sadece kocaman yuvarlacık gözleri ile “S’enin atmakta olan  Kalb’inim” diye buyurdu. O an anlamalı ki ey dost insancıklar hayat sadece S.. olabilirdi. Ama beyin Tanrı’yı buyurdu: İlim ve S’abır.

Az sonra kar beyaz soğuğunda kulübeden çıktım. Her şey sessizlikti.  Etrafta kış için biriktirilmiş çalılar, boynu bükük bir kardelen, ufukta gözlerimi alan bir ışık kaynağı ve akşam açlığımı nasıl gidersem düşüncesi. Evet biraz arayış içindeyken karşımdaki kar dolu tepeciği tırmandım. Biraz ötede “düşünce otu” olarak bilinen A… göründü.  Bilmem neden zengin bilmem kaçıncı kimin bilmem ne hastalığına iyi geldikten sonra adamın zeka dolu zaferler elde etmesini sağladığı iddia edilen ot. Benim için ise ıspanaktan farkı olmaksızın koparıp çiğnedim. Ekşi tadıyla kendini itmeyen bu ot biraz da ısıtıyordu  vücudumu.  Biraz daha ilerledim. Başım o S’ufle dolu  trompet sololarıyla iniyordu otun etkisiyle. Ya da ot sadece bir araçtı… Hayat soluk almaya devam ediyordu sanki benim nefesimle. Yoksa ben de O da olmamalıydı hatta trompet üstadı da… Çevrenimizdeki karmaşıklığın  asil basitliği… Kimindi bu laf? Ben mi saçmalamıştım?

Derken ortalık kararmaya başladı ya da ben öyle sanmıştım. Ne siyah ne gri bir bulut belirdi sahnede . O sahne ki nasıl tanımlanmalı nasıl? İnsanoğlu nasıl acılarla göğü inletti nasıl? Nasıl bir renk idi ki o ve kimdi aslı biz Aşk olmuşken bu dünyacıkta…”

Fran(sı)z…

 

[Tarih belli olmamakla birlikte en organize en mantıklı soykırımı ve aslında en tanrıyı anlatan bir düşünce silsilesi…  (20/06/2005 kayıtlı metinde sanırım tarih olarak o tarihteki son okunuş tarihlenmiş.)

Parçacıkların kendi aralarında düzenlenişi ve numeroları da saçmalıktır aslında ama aslında vardır böyle bir düzen ve V.. nin bilmem kaç mevsimine benzerler. Çünkü hayat sadece Aşk’dır. “Aşk” olmayan hayat batsın, der kimileri…  Bu arada ufkumuzdaki şizofreniyi depreştiren sevgili İhsan Oktay Anar şahsiyetlerine şahsım adına teşekkürü bir borç bilirim ey Yüce Aylak Adam’lar (Gerçi İOA , Sayın ATILGAN’ a karşı şizosunu teşekkür babında sunabilmelidir diye geçirmekteyim kanaatimce bir  Zebercet  hatmederek…Çünkü esas olan… Deli miyim neyim?) (19.09.2012)]

Hasta Parçacıklar –VI

“Çıplak Narkolepsi ”

Birden merdivenlerde buluverdim kendimi. Geniş, en azından her katta ellişer basamaklık beton merdivenler. Bulunduğum yeri kestiremiyordum. Ortamda garip bir serinlik vardı. Ve loştu. Gecenin bir vakti olmalıydı herhalde. Hiç kimse yoktu ortalıkta. Merdiven boşluğundan aşağıya baktım. Sessiz bir karanlık vardı . Yukarıya baktığımda ise bu loşlukta hatta yukarılara doğru zifirileşen karanlıkta en azından beş kez gidişli gelişli dolanan  merdiven parmaklıklarını seçebildim. Üşümeye başlamıştım. Neden buradaydım. Ne zaman gelmiştim. Birden o ana kadar fark etmediğim vücudumun çıplaklığını sezdim. Daha fazla üşümeye başladım. Ne olmuştu bana. Beni bu tanımadığım merdivenlere getiren neydi? Amaçsız bir şekilde merdiven boşluğundan  aşağıya ve yukarıya bakıyordum. Ara sıra da aynı kat üzerinde birkaç basamak inip çıkıyordum. Bir süre sonra yorularak merdivenlerin inilip çıkmaktan aşınarak parlamış basamak kenarlarına ayağımı sürterek isteksizce bulunduğum yere oturuyordum. Bir an  ayak sesleri duydum- alt katlardan olsa gerek. Telaşlandım. Böyle  çırılçıplak merdivende yakalanmam pek de hoş olmazdı. Yukarı doğru hızla çıkmaya başladım.  Arada bir merdiven boşluğunu da gözlüyordum. Ayak sesleri kesildi. En azından dört kat çıkmış olmalıydım. Merdivende ne bir pencere vardı ne de çıktığım katlar herhangi bir daireye açılıyordu.  Bir koridorun merdivenleştirilmiş  şeklinde  yürüyor gibiydim. Kısılıp kalmışlık duygusu ağır basmaya başlamıştı ve merdivenlerin nereye kadar gittiğini görmek için yukarı doğru  tırmanmaya başladım.  Çıktıkça her katta durup  içinde bulunduğum binanın  tavanına ne kadar yaklaştığıma bakıyordum. Bir ara merdivenlerin hiç bitmeyeceği düşüncesi  belirmişti. Çıktıkça yoruluyor ve umutsuzluğa kapılıyor , bu umutsuzluksa beni korkutuyor  ve daha  hızlı çıkmama neden oluyordu.  Sonuçta yorgunluğum  daha da artıyor ve kısır döngüdeki umutsuzluk son haddine ulaşıyordu.  Oldukça hızlandığım hatta koşarcasına  çıktığım bir anda  önümde ansızın beliren duvara çarptım ve olduğum yere yığıldım. Nefes nefese kalmıştım. Karnıma heyecan ve tedirginliğin yol açtığı ağrı ve kasılmalar girmeye başladı. Daha derin nefesler alarak biraz olsun kendimi toparlamaya çalıştım.   Yukarı çıkarken  herhangi bir pencereye de rastlamamıştım hani.  Birileri bana bir tuzak mı kurmuştu yoksa bir rüyada mıydım? Ama dokunduğum her şey gerçekti. Merdivenin soğukluğunu ayak tabanlarımda hissedebiliyordum. Duvarlar gerçekti. Muhtemelen beyaz olan tertemiz iğrenç duvarlar.  Birkaç kez yumrukladım. Tok bir ses çıktı. Oldukça kalın olmalıydılar.

Bu kez ümitsizce aşağıya inmeye başladım.  Üçer dörder atlayarak iniyordum. Bir ara ayağım bir basamakta  kayıp burkuldu. Bir süre kıvrandıktan sonra tekrar inmeye başladım. Tüm katlar aynıydı, soğuktu. “Birileri tarafından gözetleniyor olabilir miyim?” diye düşündüm. Ama her yerde pürüzsüz duvarlar ve kenarları inilip çıkılmaktan yuvarlanmış merdiven basamakları dışında hiçbir şey yoktu.  Mademki hiç pencere yoktu  merdivenleri az da olsa görebilmemi sağlayan  ışık nereden geliyordu? Duvarların boyası fosforlu türden parlayan bir boya da değildi hani. Yalnızca beyazımsıydı. Buna rağmen ışık yokken bu özellikleri seçebilmem mümkün olmamalıydı.  Hatta tenimin rengini de seçer gibiydim.  O zaman bir yerlerde ışık olmalıydı. İnmeye devam ettim. Merdiven boşluğuna yaklaştığımda aşağıdaki karanlığa yaklaşmış olduğumu gördüm  ve sonunda ulaşmayı başardım. Karşıma çıkan şeyse  yine anlamsız bir duvar oldu.  Yani merdivenlerin çıkışı yoktu. Neler oluyordu?  Giderek üşümem artmıştı.

Bir rüya gördüğüme dair şüphelerim artmaya başlamıştı. Böyle anlamsız bir ortamda nasıl oldu da kısılıp kalmıştım? Labirent içine konan deney fareleri gibi hissetmeye başlamıştım kendimi. Ama onlar yine de şanslıydılar. Labirentin elbette bir sonu vardı.  Ama benim içinse son  duvardı.

Bir an kendimi düşündüm. Kimdim ben? Sevdiğim bir kadın var mıydı? Ne iş yapıyordum? Hayattan zevk alıyor muydum? Tüm bu soruların cevapları karşıma çıkan duvarları açıklıyordu. Merdivenlerin birer nedeni vardı ve sonunda beliren duvarların. Düşünüldüğünde bulunabilecek nedenlerdi bunlar. Merdivenlerde uzun bir zaman inip çıkarak kendimi yormayı amaçladım. Böylece uyuyup gerçek hayatta uyanabilir miydim acaba? Ancak uykum zaten oldukça yorulmuş olmama rağmen gelmiyordu. Uyanmak istememe rağmen  böyle bir dürtüyü de kendimde bulamıyordum. Kısacası hem uyuyamıyordum hem de uyanamıyordum. Zihnimde ufak matematik hesaplar yapıyordum. Yalnızca vakit geçirmek için. Ama yaptığım basit işlemlerin cevaplarını şimdi hatırladığımda farklı veriyordum. Yani aslında cevaplar yanlıştı ama bana o an son derece mantıklı görünmüştü. Uyuyamıyordum ama sanki  aynı zamanda uyuyordum. Ama ya karşımdaki beyazımsı duvar. O da neyin nesiydi?

Birden bir ses duydum. En başta boğuk , kalın bir sesti bu. Sonra yavaş yavaş netleşmeye başladı. Midem bulanmaya başlamıştı sanki ve boğazımda bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Daha sonra boğazımdan bir şeylerin çekildiğini hissettim. Ardından ani bir öğürtü ile uyandım. “Hadi bitti ameliyatın. Uyan artık!” diyen bir sesi artık net olarak duyabiliyordum. Karşımda bulunduğum yerin beyaz tavanı duruyordu. Etrafıma baktım. Yeşil önlükler içinde yeşil kepli maskeli insanlar dolaşıyordu. Birisi elinde beyaz bir şeyle gelerek karnımın üzerine yapıştırdı. Kafamı yerine koyup uyumaya çalıştım. Bir şeyler düşünmeden.

Fran(sı)z (2003)

(Uyumuş ve uyanmışlık deneyimleri…)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(çizim: fran-sı-z)

HEPSİ BU..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“şu veya bu tarihte dünyaya geldim, şurada veya burada yetiştirildim, düzenli olarak okula gittim, şu veya buyum ve adım da falanca veya filanca ve fazla düşünmem.. cinsiyet bakımından bir erkeğim, devlet bakımından iyi bir vatandaşım ve toplumdaki yerim bakımından da iyi bir ailenin çocuğuyum.. beşeri cemiyetin titiz, sessiz, nazik bir üyesiyim, deyim yerindeyse iyi bir vatandaşım, bir bardak biramı akıllı uslu içmeyi severim ve fazla düşünmem.. iyi yemeklere düşkün olduğum bilinir ve aynı şekilde fikirlerden uzak durduğum da beldir.. keskin düşüncelerden büsbütün uzak dururum; fikirler bana hepten uzaktır ve bu nedenle de iyi bir vatandaşım, çünkü iyi bir vatandaş fazla düşünmez.. iyi bir vatandaş yemeğini yer, hepsi bu!

kafamı pek fazla yormam, bu işi başka insanlara bırakırım.. kafa yoran kişiden nefret edilir; çok düşünen insan, huzursuz bir insan olarak görülür.. julius caesar bile, o kalın parmağıyla, gözleri çukura kaçmış cılız cassius’u göstermişti; ondan korkuyordu, çünkü fikirleri olduğunu tahmin ediyordu.. iyi bir vatandaş korku ve kuşku yaymamalıdır; çok düşünmek onun işi değildir.. çok düşünen kişi sevilmez ve sevilmeyen insan olmak tamamen gereksizdir.. horlamak ve uyumak, şiir yazmak ve düşünmekten daha iyidir.. şu veya bu zamanda dünyaya geldim, şurada veya burada okula gittim, arada sırada şu veya bu gazeteyi okurum, şu veya bu mesleği sürdürürüm, şu veya bu yaştayım, iyi bir vatandaş olduğum bilinir ve iyi yemek yemeyi sevdiğim bellidir.. kafamı pek fazla yormam, çünkü bu işi başka insanlara bırakırım. çok kafa patlatmak benim işim değildir, çünkü çok düşünen kişinin başı ağrır ve baş ağrısı tamamen gereksizdir.. uyumak ve horlamak, kafa patlatmaktan daha iyidir ve akıllı uslu içilen bir bardak bira, şiir yazmak ve düşünmekten kat be kat daha iyidir.. fikirlere tamamen uzak dururum ve kafamı hiçbir koşul altında patlatmam, bu işi baştaki devlet adamlarına bırakırım.. huzurumu bozmadığım için, kafamı yormaya gerek duymadığım için, fikirler benden tamamen uzak olduğu için ve gereğinden fazla düşünerek ödümü patlatmadığım için de iyi bir vatandaşım zaten.. keskin düşünmekten korkarım.. keskin düşünürsem, gözlerim kararır, dehşete düşerim.. onun yerine güzel bir bardak bira içerim ve her türlü keskin düşünceyi baştaki devlet idarecilerine bırakırım.. devlet damları istedikleri kadar keskin düşünsünler ve isterlerse kafaları patlayıncaya kadar düşünsünler, benim açımdan bir sakıncası olmaz.. kafamı yorarsam gözlerim kararır, dehşete düşerim ve bu iyi değildir ve bu nedenle de kafamı mümkün olabildiğince az yorarım ve kafasız ve düşüncesiz kalırım güzelce.. eğer baştaki devlet adamları, gözleri kararıncaya ve kafaları patlayıncaya kadar düşünüyorlarsa o zaman her şey yolunda demektir ve bizim gibiler, huzur içinde, akıllı uslu bir bardak biralarını içebilirler, düşkün oldukları güzel yemekleri yiyebilirler ve geceleri horlamanın ve uyumanın kafa patlatmaktan ve şiir yazmaktan ve düşünmekten daha iyi olduğunu düşünerek, mışıl mışıl uyuyabilir ve horlayabilirler.. kafa yoran kişiden, ancak nefret edilir ve niyet ve görüş bildiren insan huzursuz bir insan  olarak görülür; ama iyi bir vatandaş huzursuz değil, tersine huzurlu bir insan olmalıdır.. keskin ve kafa kurcalayan düşünceyi, gönül rahatlığı içinde baştaki devlet adamlarına bırakırım, çünkü bizim gibiler, sonuçta sadece beşeri cemiyetin sağlam ve önemsiz birer üyesidirler ve bizim gibilere, bir bardak birasını akıllı uslu içmekten ve olabildiğince güzel, yağlı, iyi yemekler yemekten hoşlanan iyi vatandaş veya sıradan vatandaş, denir, hepsi bu!

devlet adamları, gözlerinin karardığını ve başlarının ağrıdığını itiraf edinceye kadar düşünsünler isterlerse.. iyi vatandaşın başı asla ağrımamalıdır, tersine o, güzel bir bardak birasının tadına akıllı uslu varmalıdır ve geceleri usul usul horlamalı ve uyumalıdır.. benim adım şu veya bu, şu veya bu tarihte dünyaya geldim, şurada veya burada, düzenli olarak ve kurallar gereği okula gönderildim, zaman zaman şu veya bu gazeteyi okurum, mesleğim şu veya budur, şu veya bu yaşındayım ve fazla ve çetrefil düşünmekten uzak dururum, çünkü kafa yormayı ve kafa patlatmayı, kendilerini sorumlu hisseden baştaki idareci kafalara seve seve bırakırım.. bizim gibiler, kendilerini uzaktan yakından sorumlu hissetmezler, çünkü bizim gibiler bir bardak biralarını akıllı uslu içerler ve fazla düşünmezler, çünkü bu çok tuhaf zevki, sorumluluk taşıyan insanlara bırakırlar.. ben şurada veya burada gittiğim okulda, yormaya zorlandığım kafamı o gün bugündür, bir daha asla az da olsa yormadım ve kullanmadım.. şu veya bu tarihte doğdum, adım şu veya budur, hiçbir sorumluluk taşımama ve kesinlikle kendi türümün biricik örneği de değilim.. ne mutlu ki, benim gibi bir bardak birasının tadını akıllı uslu çıkaran, tıpkı benim gibi az düşünen ve kafa patlatmayı benim kadar az seven, bu işi başka insanlara, sözgelimi devlet adamlarına sevinerek bırakan epeyce insan var.. keskin düşünceler, beşeri cemiyetin benim gibi sessiz bir üyesine tamamıyla uzaktır ve ne mutlu ki, sadece bana değil, tıpkı benim gibi iyi yemeklere düşkün ve fazla düşünmeyen, şu veya bu yaşta olan, şurada veya burada yetiştirilmiş, beşeri cemiyetin, benim gibi temiz üyelerine ve benim gibi iyi vatandaşlara ve keskin düşüncelerden, tıpkı benim gibi uzak duranlara da uzaktır, hepsi bu!”

 

ROBERT WALSER..

‘GEZİNTİ..’ , ROBERT WALSER, Çeviri : CEMAL ENER, CAN Yayınları, 212 Sayfa, Kasım 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Absürd Ayı

Çok değil bundan üç-beş yıl önce, bizim semte komşu semtlerden birinde, kendini balon sanan kesegözlü japon balığımı arıyordum. Zavallı balık, varoluşunu sorguladığı huzursuz bir gecede, endişesini azaltmak için ağzını öyle çok açıp kapamıştı ki, sabahın ilk ışıklarıyla bir balon gibi havalanıp, mutfağın açık penceresinden dışarı uçmuştu. 

Gideyazarken suyun üzerine hava kabarcıklarıyla, “Beni bul!” diye yazmıştı. Giyinip hemen evden çıktım. Yokuş aşağı koştum, koştum, koştum… Ciğerlerim tıkanmıştı. İç tabi o kadar sigarayı, pof pof pof, olacağı buydu. Bir ara durup, kendime acıyasım geldi. Anında aklıma, tarafımdan bulunmayı bekleyen kesegözlü balığımın çaresizliği düştü. Vazgeçtim sızlanmaktan, tekrar koşmaya başladım. Gözlerim gökyüzünde, komşu semtin sınırlarına vardım.

Çok yorulmuş, terden sırılsıklam olmuştum. Ellerim diz kapaklarımda, iki büklüm nefesimin düzelmesini beklerken, birden yıllardır tanıdığım o çaresizlik hissi, göğsümü iki eliyle kavradı. Tıkandım. Gözlerim yaşardı. Ağlamadım, ama kalbimin boynu büküldü. Orada öyle, salak salak “n’apcağını” bilemeden salınırken, karşımda gözlükleri burnunun üzerine inmiş bir ayı belirdi: “Evladım, burası neresi?”

Şaşkınlıktan, küçük dilimi yutayazdım. “Nasıl ya?” dedim kendime, kafam karıştı, kafam illa ki çok karıştı. Ayı bilge tabi, halinden belliydi halden anladığı:

–      Sen hiç konuşan ayı görmedin herhalde, hı?

–      Yok valla, nerede göreyim. İnsanlara göre ayılar konuşamazlar ki… Bir diliniz varsa bile bize bilinir değil. En azından öyle varsayılır…Tabi sen bunu çürütmüş oldun şimdi.

–      Ha ha ha! Takma kafana. Çingeneler’den öğrendim sizin gibi konuşmayı. Hem biliyor musun, Artvin’den geliyorum ben. Orada yıllarca, bir Çingene boyu olan Lomlar’la iç içe yaşadım. Sen kaç yaşındasın?

–      30.

–      Ha bak işte, sen çocukluğunda mutlaka görmüşsündür, oynayan, hamamda bayılan kadın taklidi yapan ayıları. Görmedin mi yoksa?

–      Gördüm, görmez olur muyum? Ama sonra gittiler… Ayı oynatan Çingeneler, eski terlik veya plastik kap karşılığı horoz şeker veren eskiciler, mahalle aralarında dolaşıp geçimini sağlayan ne kadar zanaatkar, küçük satıcı varsa hepsi gittiler. N’oldu onlara, haberin var mı?

–      Uzun hikaye. Buralarda oturabileceğimiz bir yer var mı?

İlk defa bir ayıyla hem de görmüş geçirmiş bir ayıyla hasbihal ediyordum. Kesegözlü balığım çoktan aklımdan uçup gitmişti. Köşede, on iki metrekarelik bir çay ocağı vardı. Bilge ayıyla gittik, masalardan birine oturduk, iki çay söyledik. Bilge ayı, önce masa örtüsünün kenarıyla gözlük camlarını temizledi. Sonra usulca anlatmaya başladı:

“Lom bir ailenin yanında yaşamaya başladığımda çok ufaktım. Beni bizim oranın ormanlarından birinde bulmuşlar. Yalnız başıma bir ağacın altında oturuyormuşum. Etrafta kimse yokmuş. Ailemin olmadığını düşünüp, beni de yanlarına alarak şehre dönmüşler. Bu aile o zamanlar, bahsettiğim yıllar 1970’ler, hem elekçilik hem de ayı oynatıcılığı yapıyordu. Şehirde, çoğunluk Lomlar’ın ikamet ettiği bir mahallede yaşıyorlardı. Zaten Çingeneler’in genel özelliklerinden biridir bu. Kapalı bir toplulukturlar. Gacolarla, yani diğerleriyle, alışveriş dışında bir ilişkileri yoktur. Sonra değişti bu durum tabi. Neyse… Elek yapıp, köy köy geziyorlardı grup olarak. Gittikleri yerlerde elekleri satıp, karşılığında paradan çok, un, bulgur, şeker vs. alıyorlardı. Bu şekilde geçimlerini sağlıyorlardı. Çingeneler tok gözlü insanlardır. İnanma sen anlatılanlara. En azından yeryüzünde kapitalizme, modernleşmeyip geleneksel dokusunu koruyarak en uzun süre direnen halklardan olmuşlardır. Biriktirmezler, günlerinin çoğunu başkalarının işinde çalışıp tüketmezler, yaşamları ne kadar zorluk ve acı ile dolu olsa da, hep mutludurlar. Onlar, neşeyle, dansla ve birbirinden keyifli ezgileriyle direnirler hayatın ayazına. Neyse… 1980’lere kadar durum iyiydi. Yanlarında mesleğimle ilgili bayağı bir şey öğrendim. Ben de aileden biriydim. Hiç bir zaman farklı/dışarıdan biri gibi hissetmedim. 80li yıllarla birlikte, küreselleşme ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle, çoğunluk el zanaatlarıyla geçinen Çingeneler’in çoğu işsiz kaldılar. Hep geçimlik düzeyde yaşadıkları için öncesinde eğitim yaygın değildi. Bu sebepten çoğunluk okuma yazma bilmiyorlardı. Böylece, el emekleri pazarda karşılık bulamayınca, nitelikli işlere de giremediler. Ya hamallık ya mevsimlik işçilik yaptılar ya da apartman yıkayıp başkalarının evlerini temizlediler. Sonuçta, iyi eğitim almış rol modelleri de yoktu etrafta. Yırtmış birileri var idiyse de, gacolar tarafından dışlanmamak için kimliklerini gizliyorlardı. Şimdilerde takip ediyorum, yeni yeni onlar da modernleşiyorlar. Yeni dünya düzeni işte, neo-liberalizm kapalı hiçbir kapı istemiyor. Orada burada tek başına duran toplumsal adaları, entegrasyon masalıyla asimile ediyor.

–      Biliyorum haberim var. Çok acı değil mi? Yeryüzünde nefes alıp verebileceğin tek bir insan topluluğunun kalmaması. Herkes giderek daha fazla birbirine benziyor. Sen ne yaptın peki sonra? Yıllar oldu sokaklarda tek bir ayı oynatıcısı görmedim…

–      Ne yapacağım, 2000 yılına kadar ailece direndik. Sonra baktık olmuyor, bizimkiler İstanbul’a, oradaki Rom-Çingeneler’in mahallelerinden birine göç etmeye karar verdiler. Bana da ısrar ettiler; ancak istemedim. Artvin’den, doğduğum topraklardan kopma fikri içimi acıttı. Zaten yeterince yarılmış, doğama yabancılaşmıştım. Buna bir de büyük şehrin huzursuzluğunu ekleyemezdim. Kendi yoluma gitmeye karar verdim. Ormana dönecektim. Kendime bir mağara bulup, ashab-ı kehf gibi, kalbimi dışımdaki dünyanın yüzünden öteye, içime çevirecektim. Bizimkilerle vedalaşıp, yanıma tüm kutsal kitapları aldım. Okuma-yazmayı sonradan kaymakam çıkan; ancak dediğim gibi ayrımcılık korkusu ile kendini gizleyen komşunun oğlu Ferit’ten öğrenmiştim. En çok Tanrı’yı merak ediyordum. Kitaplardaki simgesel dilin şifresini, içimdeki denizden çıkardığım incilerle çözecektim. Bunu da en yalın biçimde, doğada gerçekleştirebilirdim. Neyse, vedalaştıktan sonra uzun bir süre yürüdüm. Sonunda Şavşat yakınlarında bir ormana sığındım. Dışarıda geçen bir-iki geceden sonra, girişini örten çalılardan terk edilmiş olduğu belli olan bir mağara buldum ve orayı kendime yuva yaptım. Tam da senin yaşındaydım bunları yaptığımda.

–      Doğana dönmek zor olmadı mı? Son kertede sen doğasına yabancılaşmış bir ayısın. O çelişkiyi bertaraf etmek sancılı olmuştur?

–      Öyle. Kimse bu işlerin kolay olduğunu söyleyemez. Ancak ne var biliyor musun? Bilinç sahibi olmak sahibine onulmaz bir yük yüklüyor. Değişen/geçip giden/helak olan milyonlarca şey arasında değişmeyecek/geçip gitmeyecek/baki kalacak olanı aramak, bulamayacağını bile bile gaybi yürüyüşünde ısrar etmek, bence bana bahşedilmiş bu bilinç nimeti için şükretmemin yolu buydu. Acım derinleştikçe şifam çoğalıyordu. Doğamla, bana yüklenenlerle çatışmam, evet çok zor oldu; ancak şimdi iyiyim. Kendimi tamamlanmış, tek ve biricik bir bütün olarak hissediyorum.

–      Kırk yaş civarı yakaladın bu hali o zaman?

–      Yaklaşık. Zaten 40 yaş zirvedir. Oldun oldun, olamadın boşver git kendini sok münasip bir deliğe. Bu işler zor evladım. Oluş, bambaşka bir hikaye. Bilinçaltında ne kadar kapalı kutu varsa açman gerekiyor. Tabi, farkında olabildiğin kadarını. Bak şimdi kendimi ölmeye gerçekten hazır hissediyorum. Ölebilirim; çünkü ben öleli zaten iyi-kötü bir zaman oldu. Bakma sen, çoğu ölmez sadece telef olur. Unutma sen buradasın; çünkü tamamlanmalı, beynine kat kat dokudukları zarları yırtmalısın. Çok didaktik oldum di mi?

–      Boşver, sen herhangi biri değilsin. Basbayağı konuşan, düşünen hatta seyr-ü süluk yaşayan derviş bir ayısın. Kahve içer misin?

–      Sağol evlat almayayım. Sen napıyordun benle karşılaştığında?

–      Ben mi, napıcam, açık penceremden balon olup uçan kesegözlü balığımı arıyordum. Sahi napıyordur şimdi?

–      Sen de az absürd değilmişsin. Hadi kalk da aramaya devam et zavallıyı!

–      Sen? İstersen bize gel?

–      Yok, yürünecek yolum var daha. Hadi tutma beni, kal sağlıcakla.

–      Hoşça kal…

Ayıdan ayrıldıktan sonra içim sıkılmış, balığımı aramaktan vazgeçmiştim. “Belki o da kendi yolcuğuna çıkmıştır” diye düşünüp, kendi yoluma gitmeye karar verdim. İşte o an ilk defa, bana fısıldayan gölgemle göz göze geldim: “Absürdmüş! Karşımda insan mı ayı mı ne idüğü belirsiz bir oluşla duruyor, bir de kalkmış bana absürd diyor. Absürd senin yarılmış bilincindir!”

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraf : Andy Prokh..)

Hakikat Kaşığı

Şşş! Sessiz ol.

Bizi duymamaları gerekiyor. Geçen gün yine kendini kaptırıp, yüksek sesle küredin. Az kalsın yakalanıyorduk. Allahtan komşumuz, tam zamanında duvar tenisi oynamaya başladı da, eşik meleklerinin dikkati dağıldı. Gözleri üzerimizde hissediyorum, en ufak bir açığımızda bizi enseleyecekler. Ondan sonra boşluğa, sonsuza kadar veda etmek zorunda kalacağız.

Tamam işte öyle, bak isteyince nasıl da güzel yapıyorsun. Usul usul, anladın mı? Tıpkı, bahçedeki hafif taşlaşmış karın göğsüne küreği saplar gibi; kırt! Ya da bir kadının rahmini kürer gibi; kırt, kırt, kırt… Ancak bu şekilde, dışımızdaki ahtapotun içimize saldığı kollarından kurtulabiliriz. Kürediğimiz dışımızdaki bu duvarlar; ancak kazınarak solan içimizdeki el yapımı evren. Biliyorum sana hala aptalca geliyor, ama inan doğruyu söylüyorum.

“Biricik dostum, seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi?”

“Aa, a, aaa…”

İnsan sevmeden de yaşayabilir mi?

“…?”

Yorma kendini canım benim. Biliyorum, sen de bana, beni ne kadar sevdiğini söyleyebilmek isterdin. Ne yapalım Hû’nun işlerine akıl sır ermez. Seni böyle, hem dilsiz hem duymaz etmiş. Aksi olsaydı, emin ol, hem sen hem de ben önyargılarımızdan birbirimizi göremeyebilirdik. Düşünsene! Birbirini tamamlayan iki ruh, birbirlerinin yanıbaşından geçip gideceklerdi. İnsanların arasındayken, çoğunlukla, yaşadığımız bu değil miydi? En çok şikayet ettiğimiz, bize kendimizi,  arasına mutsuzluk dürülmüş lavaş ekmekleri gibi hissettiren?

Olasılıklar…

Pat, pat, pat… Geçip gittim yanından. Yalnızsın ve zavallısın.

Pat, pat, pat… Geçip gittim yanından. Ben bana yeterim, korudum kalbimi karanlıktan.

Uyusunlar daha, ölünce nasılsa uyanacaklar. Senveben, onlar gibi miyiz? Biz en başından, içine doğduğumuz bu garabetin, kurulmuş bir yalan olduğunun farkındayız. Bizi kandıramayacaklar. Diğerlerine yaptıkları gibi, ismimizi kötüye çıkararak ya da kutsayarak, bizi bahtiyar ya da bedbaht bir insana dönüştüremeyecekler. O yüzden sevgili dostum, çok dikkatli olmalıyız, tedbiri elden bırakmamalıyız. Bize baktıklarında, hep uyuduğumuzu sanmalılar. O eşikten adım atmadıkları sürece sorun yok. Dışarısı ve içerisi, iki farklı alem. İkisinin yasaları birbirine zıt. Orada geceyse, burada gündüz; yaşsa kuru; kederse sevinç… Aslında ikisi de, kalbin iki farklı çarpıntısından ibaret. Boşluğa ulaştığımızda, o zaman anlayacaksın, hatta o halin kendisi olacaksın. Varsak var, yoksak yok…

Başım dönüyor iki gündür. Eksilen kabullerin yerini, esintili bir yokluk duygusu alıyor. Ondan herhalde. Penceremizin önündeki çınar ağacının gövdesini fark ettin mi? Onun bile duruşu ve rengi farklılaştı. Gövdesindeki yarılmış kabukların araları daha derinleşti, kahverengisi daha yaşlandı sanki, ne dersin? Yoksa, orada da gizli bir geçit mi var? Yıllar önce, babaannemin anlattığı bir masalda vardı. Ağaçların gövdelerinde, görünmeyen aleme açılan geçitler kazılıydı. Sadece, ateşten halk edilmiş yaratıkların nefesini hissedebilen insanlar, bu geçitlerden geçip, sırra kadem basabiliyorlardı.

Neyse, eşik meleklerine yakalanmadan bu yolculuğu sonlandırmalıyız. Senileben, korkusuz iki şövalye, boşluğun kalbine doğru cesurca kanat çırpıyoruz. En başından sana, eğer kalbini sakınıp koruyabileceksen, benimle yürümeye dayanabileceğini söylemiştim değil mi? Ayartılmaya açık olduğunu gördüğüm anlar, korkudan küçük dilim buz kesiyor. Eşik meleklerinin burnu, her türlü duygumuzun kokusunu çok iyi alır. Sana geçen gün, insanın ilk yaratılış anından bahsetmiştim, hatırladın mı? İşte o an, Rab elleriyle kardığı çamura şekil verip, ruhundan üflüyor ve tüm melekleri ona secde etmeye çağırıyor. Hepsi secde ediyor, şeytan hariç. Bize hep böyle anlatıldı değil mi? Babaannem, perşembe akşamları,  Kur’an meali okurdu. Annem bizi terkedip de, babam beni, o geceleri koridorlarında ifritlerin cirit attığı yatılı okula yollayıncaya kadar, her perşembe babaannemin tefeül ayetlerini dinlerdim.

Babam kırk yıllık dostu muallim Hasan Bey’e anlatırken duymuştum: “On iki yılımı verdiğim bu kadın, bir aylağa, bir lümpen proletaryaya kaçarak beni terketti. Bu suretle yıkılan evliliğimin ardından, oğlum Ömer’e bakamayacağım. İşbu sebepten, yatılı okula yazdırdım. N’apalım Hasan Bey’ciğim, hala incinmiş gururumu doğrultamadım. Oğlanın uzakta olması, hem onun için hem de benim için iyi olacaktır. Zavallı anacığım, çok yaşlandı ve yeterince acı gördü. Oğlanın bu kimsesiz terkedilmiş hali, kadını iyice üzüntüye boğuyor…”

Annemin evi terkettiği akşamki son yemeğimizi anımsıyorum. Kızarttığı istavritleri, sofranın ortasına yerleştirmiş, yanına da kırmızı soğanlı roka salatası yapmıştı. İstavrit, en sevdiğim balıktı. Dememişti, ama anlamıştım, annem bana son kez istavritle dokunmuş, beni sevdiğini bu şekilde göstermişti. Yemeğin sonuna geldiğimizde, bir ara masadan kalktı. Kapıda onu, elinde valiziyle görünce şaşıran babam: “Nereye Nagehan Hanım?” diye sordu. Annem, sorusunu umursamamış, kendi veda cümlesiyle yanıtlamıştı onu: “Bu evde, bu sofrada eksik olan nedir Sırrı Bey, biliyor musunuz? Sevgi… Sevgisiz, şefkatsiz yapamam ben Sırrı Bey, anlıyor musunuz? Kusura bakmayın artık! On iki yıldır, kalbinizin duvarlarını kazımaya çalışmaktan yoruldum, benden bu kadar. Eminim, Ömer’e benden iyi bakarsınız. Sanki o, benden çok size benziyor…”

Babaannem bir perşembe gecesi, kovulmuş şeytandan Rahman’a sığınarak, Kur’an’dan rastgele bir sayfa açtı. Nasibimize, İsrâ Sûresi’nin 61. ayeti çıkmıştı. Babaannem, şeytanın melekut aleminden kovuluşunu anlatan ayetleri okuduktan sonra, odanın kapısına, etrafta bizi dinleyen birileri var mı diye göz attıktan sonra, eğilip fısıltıyla, “Bak Ömer” dedi, “sence de ilginç değil mi? Meleklerin çoğunluğu secde etmişler, bir tek şeytan baş kaldırmış. İnsanların çoğunluğu, bunu hep böyle bilirler; çünkü dünyayı da, siyah ya da beyaz olarak görürler. Halbuki, bir de eşikte duran zihinler vardır. Onlar ne orada ne de buradadır, ya da hem orada hem de buradadır. İşte orada, melekut aleminde de böyle melekler varmış. Bunu bana, büyükbabamın kız kardeşi anlatmıştı. Eşi, Tokatlı bir Yahudi’ydi ve Yahudi tasavvufunda derinleşmişti. Onun söylediğine göre, hem ateşten hem de nurdan halk edilen bir grup melek, insanın yaradılış anında, rabbin emrine ne itaat etmiş ne de başkaldırmış. Tepkisizliklerinden ötürü Rab de onları, sûra üfleninceye kadar, insan kılığında dünyada yaşamaya mahkum etmiş. Sayıca az olan bu eşik melekleri, zamandan ve mekandan azatlarmış. Ne bahtiyar ne de bedbaht olduğuna inanan, hayır ve şerrin ötesine geçmek isteyen insanları, çift kutuplu yaradılış zindanında zaptetmekle vazifeliymişler. Şimdi dikkatle dinle. Benim soyumda, bu lanetli tohumun ruhunda döllendiği çok insan var. Babanda olmadığını en başından anlamıştım. Nasıl desem, Sırrı hep iyi biri oldu; ancak belleği birçok karesi ışık görmüş bir film şeridi gibi. Bu yüzden içeriyi ve dışarıyı bağlantılandırabilme yetisinden yoksun. Ancak sen, sen çocuğum bambaşka bir halsin. Sessizliğin, yersizliğinden. Bağlamını yitirmiş anlamsın sen… Sabırlı ol ama. Gün gelecek topladığın her kırıntıyı birbiriyle ilişkilendirip, muazzam bir kaçış haritası kuracaksın. Yalnız dikkatli ol, eşik meleklerine yakalanmaman lazım. Onlar, her türlü duygunun kokusunu, asırlar ve kıtalar ötesinden bile çok iyi alırlar. Bu nedenle, yöntemini iyi belirle.”

İşte bu yüzden, panayır ateşi bakışlı dostum, elimizde birer kaşık, bizi çevreleyen ne kadar duvar varsa kazıyoruz. Onlar duvar değil aslında, sadece güçsüz örümcek ağları. İçimize zerkedilmiş kronik hayalkırıklığı ve korkudan, sanki hiç yıkılmayacaklar zannediyoruz. Duvarları, sıcak ve karanlık rahimlerimizde kalp atışlarımızın sesiyle salınırken, bizi dölleyen adamı ve taşıyan kadını kederlendirerek hamurumuza kattılar. Ancak neşelen biraz, bir çinekopken ellerinden kaçmayı başarmışsan, bir lüfere dönüştüğünde, sen izin vermedikçe, hiçbir şey yapamazlar.

“Bir keresinde ölmeyi denedim, ama olmadı. Son anda kurtardılar. Ölmek, bu yokuşu tırmanmaktansa, daha kolay bir yol olur sandım. Demek ki bundan o kadar  da emin değildim ki, oda arkadaşımın gelmesine yakın bir vakit seçmiş ve odanın kapısını aralık bırakmıştım. Beni bulduğunda, banyonun soğuk zemininde, bakışlarım tavana sabitlenmiş olarak yatıyormuşum. Derin kesikleri olan kol bileklerim iki yanımda, üstüm başım ve beyaz fayanslar kan içindeymiş.”

“Nı…ııı?”

“Çözüm değil biliyorum; ama oldu işte. Bu da denenmiş oldu. Babaannem bana bir şeyi söylemeyi unutmuştu. Belki o da farkında değildi, kim bilir? O an yerde kanlar içinde, damarlarımda yakıcı bir sızıyla yatarken, yaşamayı ne çok sevdiğimi düşündüm. Bence asıl lanet bu. Boşluk müritliğinin ızdırabını dayanılır kılan da, bizim gibi ruhların yanıp yanıp dirilmesini sağlayan da bu karşı konulmaz yaşama sevinci.

“See…see…”

“Üzülme ama, sil gözyaşını. Bunları sen üzülesin diye anlatmıyorum. Anlamanı istiyorum sadece, yolda kendiliğinden bir ölümle huzura çağrılabiliriz, ama senveben yaşamı sevmeye yazgılıyız. Neyse… Bu olaydan sonra, hem kendi özyıkımıma hem de genel olarak eylemin kendisine çok kafa yordum. Biliyor musun nereye vardım? Gayb, evet gayb… Hem intihar eyleminin kendisi hem de herhangi birinin intiharı, her ikisi için de insana söz düşmüyor. Yapılabilecek en doğru hareket, susmak. Böyle düşünüyorum, çünkü arkadaşımın hızla banyoya girip, panik içinde benimle ne yapacağını kestiremediği o aralıkta, ardında eşik meleklerinden biri vardı. Kesiklerimin üzerini, görünmeyen bağlarla sıkarak, kan kaybımı azaltan bir diğeri ise, bilincimi açık tutmam için saçlarımı okşuyordu.”

Bu tecrübe aslında netleşmemiş yöntem arayışımın bir parçasıydı. Yaratılışımız itibariyle diğerlerinden farklı melekelerle donatılmış olabiliriz; ancak yine de peygamberlerle ya da diğer dehalarla karşılaştırıldığında sıradan iki zihiniz. İlahi bilgi bize doğrudan ve apaçık bilinmez. Hiç kutsal kitaplardaki ifadeleri düşündün mü? Hepsi, insanların algı düzeyine göre tasarlanmıştır. Rabbin dili onlara gaybtır. Peygamberlerin zihinleri ise, anlamı bağlamına uygun işleyen çeviri aygıtları gibidir. İlahi sözler, onlara çırılçıplak bilinseler de, insanlara aktarılırken koşullara göre farklı kılıklara bürünürler. Oysa senveben, ne İbrahim’in baltasına sahibiz ne de Zülkarneyn gibi doğru yöntem bilgisiyle donatıldık. Hem onlar korunmuş ruhlar, senveben daha zayıfız, diğerlerinin darbelerine daha açığız. O yüzden öyle korkusuz gözlerle, kalbimiz elimizde dalamayız diğerlerinin arasına. Bu yüzden kaşık bizim için en uygun yöntem. Kimsenin dikkatini çekmeden, usulca o betondan katmanları başlangıca ulaşıncaya kadar kazabiliriz. Boşluğa, unuttuğumuz her ne ise ona ulaştığımızda ise, hep oradaymış gibi olacağız. Ne bir engel, ne bir sarsıntı ne de alışamama korkusu… Bir an önce buradayken, bir kaşıklık bir mesafe sonrasında orada olacağız, düşünsene. Absürd değil mi?

“Ihhh!”

“N’oldu? (Pat, pat, pat)  Ayak sesleri, geliyorlar! Eşik melekleri… ÇABUK kaşığını sakla, ÇABUKkk…!”

–          İbrahim, al şunun elinden kaşığı çabuk, boğazına sokuyor çabukkk!

–          Rahat durmuyor ki, amma da güçlü, önlüğü ver!

–          Tamam yakaladım kollarını…Kıl payı kurtulduk, dua et! Başına bir iş gelseydi, o kodaman babası, bizi de Haliller gibi duman ederdi. Geçen sene, sen tut nereden bulduysa artık, bir çakı bulmuş. Bir gece, herkes çekildikten sonra, küçük dilini kesmiş. Sabah bulduğumuzda, ağzı yüzü kan içindeydi. Son anda yırttı anlayacağın. Bir süredir de kaşıklara taktı.

–          Neyse, Başhekim görmesin, azarı işitiriz yine. Yap şunun iğnesini de sabaha kadar zıbarsın yatsın yatağında. Yandaki oğlana da bir bakalım. Acıyı hissetmiyor ya bu ibneler, sen tut kendini top gibi duvardan duvara çarp… Haydi oyalanma!

–          Tamam, tamam. Sabah olaydı da şu nöbeti devredeydik hayırlısıyla…

‘İbn-i Zerabi’

OTOPSİ RAPORU BAĞIMSIZ BİR KAYIP İLANI

Ben bunları yazarken sen çok uzak bir sende, yılgın bir yöne uzatmış olacaksın beni. Sen bunları okurken ben çok uzaklarda değilmişsin gibi yapacağım eminim. Aramızdaki mesafeleri aklımda yenilgiye uğratmış olmama rağmen hiçbir yerimden zafersel bir gurur fışkırmıyor, garip.. İhtiyaç gibiymişsin gibi duruyorsun artık, belki de ondandır. Ne kadar yanılmış olabilirim ki’yle geldiğim ve döndüğüm o uzun yolun tamamen ölümüme attığım adımlar toplamı olduğunu anlıyorum şimdi. Çok hızlı gelişiyor özlemin, kontrol edemiyorum.

Fırtına öncesi sessizlik anlarıymış seni görmeden önce düşlediklerim, farkında olamıyor insan kavuşmadan, kavuşmaya ramak kala zamanlarının aslında ne çetrefilli, ne çocukça olduğunun. Seni gördüğümde o kısacık an içinde aldırdım en yakın yalnıza içimdeki çocuğu. Öyle bir boşluk doldu ki arafında, tüm beklenenler yargılandı ve layığını buldu huzurunda. Genişledi cehennem, ve yırtıp attı cennetle arasında süzülen sıratları. Çok eski hüzünlerden tanıdım yüzünü, hiç yabancı gelmiyordun, geldiğin yerden. Ne kadar astarsız boyalarla dokunsan, kapatsan kalbinin kapılarını illa kalmıştır birkaç tırnak izim kapılarında , demir parmaklıklarında çığlığım, görüyor musun, duyuyor musun ?

Serçe parmaklarınla tanışıklığımız uzun yıllara dayanıyor, ben uzatmadım sırtına onca uzun yılı dayan diye ama sen yine de rahat et usumun ormanlarında, yabanıl kalsın parmakların, evcilleştirmeye çalışmayacağım onları. Her dokunuşunda kirime, bir tel kopuyor içimde bir yerlerde; kısa devre yapıyor aklım. Tüm günahlarımı yolcu ediyorum bir araya getirdiğim otobüs koltuğundan. İlk mola yerinde, el sallamanı taklit etmeye çalışıyorum, gittikleri yerde eksiklik hissetmesin kendilerini günahlarım. Yoksa hiç dayanamam veda sahnelerine, sen bilmezsin; dayanıklı görünmüştüm tüm zerrelerime kadar senin yanında, sen bilmezsin..

Kelimelerimin üzeri çizilmez, karalanmaz. Çizilir, karalanır ama erir utançtan yabancı çizgiler, uyuşmayan renkler. Sessizce toparlar valizlerini uyuşmadığında renkler, çizgiler, karalamalar. Karşı kıyıya geçerler sırat’ımdan, dün-yarın arası bir yaşam kırıntısında, bir nefesinin sırtında; anlarlar geç olmadan, izoledir benim özgürlüğüm, anlattığım ve yazdığım tenlere siner kelimelerim.. Olmamış kadınlar sevdim çoğunlukla, tutkuları yoktu, kaprisleri çoktu, hamdılar yok olma zamanlarına kadar. Şimdi bocalıyorum tenine dokunduğumda, şimdi bocaladım, şimdi; senden uzakta.. Veda sahneleri tasarladım kağıtlar üzerinde, kolay olacak gibiydi, bir sürü müsvedde çıkmasına nazaran. Bir sürü beğenisizlik hissettim bunlarda da, tanrı okuduğunda. “Planlama” dedi eceli, “ben istediğimde ödeyeceksin son taksidini, peşinen verdiğim nefeslerin en nihayetini”. Ellerini çek yanaklarımdan, şakası olmaz silahın ve çok banal, tanrıyla aramıza bu kadar pervasız dalman.

Yol mu sana karşı provoke ediyor aklımı ? Yanımda duruyorsun oysa, başın omuzumda, uyumuyorsun da, bedenin olmasa da, başın.. Kesip almışım aklının orta yerinden, ama hata sesin, söz vermeseydin çıkmayacağıma zihnimden, açık bırakmazdım aklımın kapılarını; üşümezdin, üşümektendir bu uykulu hallerim, oysa geceyle uykusuzluk yarışlarında ipi hep ben göğüslerdim.. Seni en güzel halinle bıraktım ölürken, ne yaşlanacak, ne de değişeceksin artık. Tekrar karşıma çıktığında da zaman işlememiş olacak sana, en sağlam mirasımsın sen, kendime bıraktığım.

Bir benzin istasyonunun kamera kayıtlarıyla kanıtlandı vedasızlığın, zorla yanaklarına dokunan dudaklarım, iyice görünüyorlar üstelik.. Şimdi dilekçe hazırlamalardayım “güvenlik sebebi” ile başlıyor arzuhalim, geri almak niyetindeyim seni görüntülerden; adam gibi vedalaşana dek boyun eğmeyeceğim bürokratik engellere, üçüncü kişilerin sorgu sualine, adam gibi yalanlar sıralayacağım gerekirse. Kalbim harici hiçbir yerde, görüntün bile olsa, yalnız kalmayacaksın..

Son sevişmemiz ileri bir tarihe ertelendi, tarafından. Oysa amacım büyümek. Toprağın kalbinde dayandım tüm mevsim normallerine ve abartılarına. Nefesin kırdı kabuğumu, şimdi sürgünüm sana çiçek, dal. Diktiler seni yanıma. Henüz tanımıyorum mevzusu sık sık geçen rüzgarı, çok korkutmuşlar küçükken ağaçları; tekerrür ediyordur belki korkular, bilmem.. Dikil yanımda, yarı naylon bir iple bağlasınlar gövdemi, gövdene. Toprağa tutunmayı öğret bana gizli gizli, kökleşeyim kaldığım burada; gidecek bir yerim yok değil, olmayan bir yoka gidecek gibilerimden caydır beni.

De ki; git-me..

Ölüm korkusunu tatsın bizimle azrail. Omuzumuza dayasın nurdan başını, gözyaşlarını ilk biz silelim, ilk bizde isyan etsin alınyazısına.

De ki; git-me..

Sensiz bir şehir istemiyorum, tüm kaldırımları emzirmem gerekse de, seni büyütmek istiyorum; bir parça toprak biriktirdim geleceğini bile bile, serpil sen dal, çiçek.

De ki; git-me..

Zamanla genişleyeceksin yerinde, daha çok isteyeceksin biliyorum; o zamana dek, git –me..

Sevişme sonrası perte çıktım, dudaklarında yeniden yeniden ölerek; ama başardım sanırım, adıma dokunmadan çıkmıyor herhangi bir kelime, herhangi bir sözün, dudaklarından..

De ki; git -me..

Adım nasılsa dilinde.. Hınzır bir kafiye de sen-ben, tüm sonların ucundan hep taa en başa doğru, yine yine; git-me-de.

Alkol duvarıyla aramda sıkışıp kaldın dün gece. Asit damlıyordu şiirden, okunduğu usu yakıyordu. Denizime işer giderdi ya(ba)ncı insanlar, ama hiç zarar veremezdiler yakamozlara. Kimin gönderdiğini, kimlerin imzasıyla sıvarlardı paçalarını bilirdim. Usul bir dalgalanma olurdu yüzeyde, daha güzel görünürdü hatta ay, tuz oranı yükselirdi çok az; hepsi bu..

Verebildikleri en büyük zarar..  Bir kadeh daha ?

Aralanırdı tüm kapılar, simsiyah bir yoklukta ışıldardın; korkuturdu ışığın.. Ben seni daha çok üçüncü kadehten sonra sevmeye başlardım –ki tanrı hakkını doldurup çıkardı aramızdan. Yalnızlığımızı batırırdık, tuz oranı yüksek, tutku oranı ütopik değerler taşıyan denizimizde, yanardı yalnızlıklar, kanardı yakamozlar..

Adının iç denizlerinde sığınacak limanlar aradım, fırtına öngörüsü hakimdi tüm lokal gözyaşlarında; oysa yerlik bir “şey” değildin, ölesiye korkuyordun yer edinmekten.. Senin gibi bir katili hiç bu kadar tanrı misafiri bilmedi maktülliyetim. Hiç bu kadar güzel ölmemiştim daha öncesi. Anlayamıyorum, hangi ara caniler sıralamamda böylesine yükseldin. Karşında yarım kalmış bir önsevişme kadar utangaç ve acizim.. Lal kraterimsin sen, nasılını bilmiyorum ama bir gün senden fışkıracak içimdeki cehennem, neyin çıkarsa önüme yakarak.. Es’i yok seni seviyor olmamın. Ardımdan gelenlere bırakıyorum bu besteyi, kim ki anlatmaya meylederse aşkı, sadece bu notaların altına dizsin kelimeleri. Yoksun; yüzlerce kilometre uzaktasın üstelik. Hala “tad” burukta olsa, seni hayal ediyor olmak; saklı düşlerimin senlerime dek donduğu bu zemheride..

Bu sevimsiz oda ! Genzimi yakan bu kimyasal koku.. Parmağıma bağlı acil durum butonu.

Bu mevsimsizlik.

Hangi günün tam olarak neresindeyim ? Burnuma, ağzıma giren bu plastik borular, kollarımdan sarmal çıkan bu geçici damarlar, ucunda plastik birer kalp.. Sarıya çalıyor kanımın rutin rengi, nasıl zorla girdilerse içime, çeşit çeşit iğne izleri..

Hem kim bu insanlar, tam olarak hayatımın hangi kısmından çıktılar, şimdi neden yeniden girme telaşındalar ? Her an nefes ritmimi bozan bu reflü, bu zehir..

Jaluzilerin sakladığı ışık mı ? Herhangi birinin tanıdık sesiyle acınması mı ?

Arada bir gelip penceremden bana bakan taklacı mardin, kalkabilsem –ki anca ağrıkesici bir şeyler ikram edebilirim sana; birde yarım kilogramlık tetrapak paketinde ılık süt.. Ağrın, sızın var mı ? Süt içer misin ?

Neden boşalmayan bir kadeh duruyor jaluzinin ışığı sömüren paralel çizgileri üzerinde ? Neden omuzlarım üşüyor sadece, sızdığım senden çıkış noktasında, yattığım yerde ? Hep onulmaz kutuplar mı kullanır operatörleri bedenimin ? Neden böyle üşürler üstelik, kirpiklerimden sızan ilk ışıklar ?

Dur Doktor ! O’na bu kadar telaşlı dokunma ! Bu kadar habis değil O bedenimde..

İyiyim bir’az daha. Yasağımla cebelleşiyorum, henüz kendime bakmadım aynada..

Canım beyaz bir kağıt, tükenmeyen bir kalem çekiyor da, inadına tükettiriyorlar seni kinayeli yasaklarda..

Bana verdiğiniz nedir, bu zaman farklarına sebep ? Gözümü açıyorum güneş sızıyor pencere kenarlarından şarabi duvarlara, gözümü açıyorum tenha bir akşam.. 

Bir şiirden yeni çıkmıştı, üstü başı ironi.. Çıktığı yere büyük gelmişti, darmadağın etmişti, eskiden esnekliğiyle övünen Şair’i. Engizisyonlarda yargılandı bu şairler, bu kelimeler. Binleri asıldı, binleri sürgün edildi pert cümleler(d)e. Birkaç yaşamı kardım, toparladım yarısını. Asılanların cesetlerini söktüm, mermer lahitlerden; sen çıktın şimdi, diğer yarısını bulmak zorunda olmalarımda; kaybettiğimi yeni anladığım en güzel yarı’m. Yoksa çürümezdi hiçbir cümlem senle temas anında. Dayanırlardı sonsuza, vardığım en uzağa..

Nasıllarımı soruyor üst insanlar.. Nasıllarımı merak ediyor, hayatımda yönlerini sorgulayanlar.. Nasıllarım umurunda değil aslında, hiçbirinin; tanımıyorum hiçbirini bazen.

Sadece çok tanrılı bir geceydi, ve okaliptüs kokuyordu nefesin; tek sana dua ettim acemi avuçlarımı açarak natamam masallarda, seni seçtim bir Son’a. Yol üzerinde ilk intihar noktasında, milyon ışık yılı uzakta, milyon yıl mola verdim. Körebe oynadım, sesi kısık bir otobanda, en haylaz tanrıyla..

Sadece çok çeşitli şişelerde, irili ufaklı yalnızlıklardaydım. Cevap vermiyordu hiçbir tedavi şekline aklım. İkiye bölünmüş olduğumu anladım sonunda, diğer yarıma bakmaya çıktım; özgürleşmişti diğer yanım, yüksekte aramalıydım. Benimle kalan diğer yarım, üç adım arkamdan geliyor, ama asla yetişemiyordu bana. Durduğum anda kamçısı dökülüyordu ellerinden yelkovanın. Kaçmak zorundaydım !!

Kaçmak zorundaydım, şişeleri taşımaya üşendim, ya da yorgundum..  Sonrasını inanın anımsamak istemiyorum !

Diyaframı çalıştıracak kasıntıya sahip değil ölülerim. Tamamen senni tenefüslerle soludu cesetlerim. Ölü seviciye çıkacak olsa da ismim, kağıt balonlar yapacağım mezarlarımın üzerlerine basmasın diye insanlarım.

İnsanlarım.. iblislerim.. Rollerim.. Bakın yine mi beceremiyorum ? Uçamaz mısınız ?

Ölümü neden beceremiyorum ? Uçun ve yukardan bakın birde, alışacaksınız..

.. ve beton soyundu derisini, nasıl narindi rüzgar, nasıl utangaçtı tüyleri. Dokundu et, kanı çekildi dünlerinden bir anda, düşünecek pek fazla bir şeyi yoktu belki, onca ağırlığında kafamın. Lirik bir biçimdi, kıvranıyordu sonsuza; dokunmak istedim parmak uçlarımla, yetişemiyordum; uzandım boylu boyunca, kayboluyordu acele etmemem gerekliliklerinde, acele ettim henüz sızmadan; dokunmalıydım öylesine eş’ size…

Attığım adımın farkındalığı daha yavaştı benden.

Yüklemine takıntılı devrik bir cümleyim. Sanki geri kalan, ayakta edat çatıyorlar özneye. Ya cidden gizliyse ? Senden söz açıldığında aşkın meskun mahallerinde, bilinçsizce sözümüzü keserdi sessizliğin. Her yüzeyde derinleşir, derinlerimize nüfuz ederdi lekesizliğin. Yüklemine takıntılı devrik bir cümleyim. Yeni ilahiler yazma zamanlarına, dualar toplayıp, dualar biriktirmekteyim.; kaynayıp buharlaşmış bir Aralık tortusu üzerimde.. En kolayı kendine kesmek illaki faturayı. Sirenler çalmaya başladığında, sığınaklara kaçar kadınlarım; kağıt-kalem arası savaşlardan anlar önce. Üstelik hiç üstünlük sağlayamayacaklarını bile bile, birbirlerine. Şiirin hiçsel muharebesinde, ne sayfa, ne kalem; kurtulamıyordu kapılmaktan kelime sellerine, zafer aşktan yanaydı her seferinde…

Acıma sakın bana..

Belki susmayı ülkelendirecek ellerim, yine de en gizli ayrıntım kalacaksın benim. 

Boşuna telaşlanmış komşularım, bakın aranızdayım hala. Tüm sentetik zamanları paylaşalım. Ben sizler gibi değilim, sanmayın. Zar tutmuyorum hayat oyununda, en klas oyuncağım değil üstelik hayat. Ne gelirse, geldiği gibi dokunup, sürtünüp geçiyor bana. Kalbimden geleni yapıyorum..

Acıma sakın bana…

Bu buhranlar gerekliliklerim.. Belli bir tonajdan sonra çöküyor olması omuzlarımın, taşıyamayacağım anlamına gelmez, herhangi bir vedayı daha. Tüm anti-sosyal desteklere ihtiyaç duyduğum zamanlarda, ister istemez -boynunu süsleyen- bir kar tanesi şekilsizliğinde dökülüyorum kapına.. Mağrur gitme topraklarımdan, kanıma dokunuyor sükunetin. Kralın canına kast eden her soytarıyı severek alkışlıyor ayak izlerin. Yazmıyor tarih, ihtiyaç duyulduğu anda desteden birden fırlayan maça kızını..

Acıma sakın bana..

Cebimde işte ! Sen olmasan kimse anlayamazdı semadan çalınan yıldızı benim gizlediğimi. Cebimde işte, ilk karşılaşmamızda eritecektim kar tanesini, yahut asacaktım bir kirpiğine. Yanındayken nasıl unuttum ?  Unuttum; Kahverengi ufak bir kutuda uçuyor yusufçuğun…

Acıma sakın bana..

Ayık kafayla güdüleyemiyorum kendimi. Kendi kendini asan darağaçlarına hibe ediyorum tutkularımı. Dar ağacı olması için beslenen, büyütülen fidanlara asıyorum şimdi çalışkan çocukluğumu. Çocukluk yaşken eğiliyor sonuçta, başka kimsenin önünde eğilmişliğim yoktur, bilesin. Baktım olmuyor, kalbimi söker giderdim..

Özgürlük çok uzak ülke, yakınlarında. Üç tarafı hüzünlerle kaplı bu yarımada, geliş-gidiş yolu üzerinde senlerim. Sanma ki önünden geçip gitmeye menzilliyim. Sen çıktın yolum üzerine –de yol sensin. Gelip geçici sağanaklarız bizler, aklım uçurum boylarında ergenleşiyor sancılı aşklar.

Acıma sakın bana..

Çocukluk düşlerimin özü olsa da, tam bir büyümeden söz edemez bizim hikayemiz. Düşlediğim sen dibimdeyken, çok uzak kalmak “biz” den,  kapalı alanlarda, küçücük odalarda. Kıyılarına vuran bir asma kilit anahtarı, kumların kadar çekici, ılık bir lunapark muştusu kalbin, renkli renkli..

Aynı nehirde birkaç kez yıkanan bir ateş, bütün uçurtmaların peşinde aynı hızla; özgürlük.. Yabancı kalırım kara sularına, it dalaşı düşlerin penceresi, gökyüzü biraz. Merak etme, belki sana da uğrayacak aynı bulutlar, tuzu çekilmiş birkaç damla gözyaşımı dökecekler ayakuçlarına. Merak etme, kirlenmeden karşılanacak güneş, olduğu yerde batmasını bekleyen suskun akşamlarda.

Acıma sakın bana..

Seyrek bir Pazar gecesi, tüm insanlarım hücrelerindeki yerlerini almışken; yarın sana doğacak şehirler öldürüyordum şişe diplerinde.  Henüz yolun başında, şimdi olabildiğince çocuk kadehim; şarabın şımartısında.. Otoyollarla örülü kalbimde, birkaç beyaz önlüklü personeli, yabancı bir devletin. Tüm damaryollarımı kesmişlerdi, çevirme noktalarında ayrıştırıyorlardı tek tek hız sınırı kaçağı promilleri. Işıktan fırçaları vardı ellerinde, ışığı daha önce görmeyen her promil meraktan çakılıp kalıyordu olduğu yerde. Ayıkladılar hepsini kızıl sulardan, çokça uzun sürmüş olmalıydı üstelik.

Çatışmalarımı hükme bağladığım o yüksek köşebaşını özlerim bazen, yıktılar orayı çok önceden. Yerinde tuhaf bir yalnızlık var şimdi, rakımı sokak seviyelerinde sabit.. Gözümün içine baka baka sevişen, karşı binadaki kadında taşındı zaten –ki iyi ki taşındı, yoksa camdan sarkmak zorunda kalacaktı göstermek için tüm vurdumduymazlığıma kendisini. Benim izleme zamanlarında sevişirdi çoğunlukla, yabancı yabancı adamlar hırıltısında. Bazen kısa bazen uzun bakardık birbirimize. Bazen de ağlardık, ben boşlukta; O  gümüş bir kasede biriktirirdi gözyaşlarını. Arada sırada çay ikram etmek için çağırırdı. Gitmezdim hiç.. Gitse miydim ki, gelmemesi için saçma sapan zamanlarda aklıma ?

Yeşil gözlerinin yansıması kaldı ahşap pencerede. Sanki bilerek değiştirmedi bina sahibi, o masum pencereleri. O hariç tüm katlar pvc doğraması şimdi. Sanki bilerek değiştirmiyor, birkaç kez arkanda  hırlayarak gördüğüm yılgın aşk sahibi..

Ahh Jully ! Nerede sevişiyorsun şimdi ? Ahh Jully ! Hiç karşılıklı sevişmedik değil mi biz ?

Ahh Jully ! Herhangi bir elbiseyi sana yakıştırabilmeyi özlüyorum şimdi..

Acıma sakın bana..

Rakımını, nüfusunu, ve koordinatlarını bilmek istemediğim hayal kırıklıkları kenti. Bir daha gelecek olursam tüm sokak çocuklarını dolduruşa getirip salacağım en işlek caddelerine. Hepsinin ellerinde renkli renkli düşler, hepsinin elimde tüm dillerde ikamet adresin. Sende pişman olacak caniler, sende uyuyacak yorgun katiller..

Ben bu ölgün alfabe ile ne yapacağım ? Kaçmaz kurgusu kelime pazarlarının. Kaçıncı kuşak çığırtkanlıklarım ? Her harfe yazılan kaç hikaye duyumsayabilir, dinleyenler ?

-Almak şart değil usta, dene şu harfi. Bak ayna. Nasıl duracak üzerinde ?

-Almak şart değil usta, şair tezgahı bu; herkesten bir parça, her parça biraz biz..

-Almak şart değil usta, seçmece üstelik. Kağıt al biraz, dene usta, alma sorun değil.

-Almak şart değil usta, biz her gün buradayız. Uyduramazsan herhangi bir yere, belli bir yıpranmışlık düşer, iadesini alırız.

– Almak şart değil usta !!

Tanrı misafiri bir kurşunun adres karmaşası bu ayaz; gel..

Açık tüm iç organlarımın kapısı, usulca saplan istediğine, taşıyabildiğim kadar taşırım..

Çok kalacaksan yalnız, izin kağıdı çıkarmalısın altında senden vazgeçen katilin imzası..

Bir yere gitmiyorum merak etme, az uyurum sadece, seni beklerken..

Yine de uyurken yağmur ol isterdim en kurak iklimlere yatağına sadık kalsın isterdim güneşler,

Dağların çiçek..

Düşkörü dökülsün kirpiklerinden gerçekler, dayanırım, sen ovalayana dek mahmurluğunu gözlerinden.

Kalsın nöbetlerde, ılık dokunuşların.

Ok kirpiklerin..

Kolay mı ayaküstü uyumak, bir kez bile gözünü kırpmadan ?

Saklandığı yere sığmayan ışıklar sarkar illaki saklandığı yerde saklanamayacak kadar ışıldak

masum,  akluofobik gece bekçisi..

Dengesiz bir jiletin yol üzerinde duruyor bileklerim, sanırım; durabilme mesafesinde değilim..

‘Düşsel’

bOzUkKaLp

Ondan bahsetmek istemiyorum artık. Her ne vakit adını ağzıma alsam, dilimin üzerinde hem acımsı hem de tuzsuz bir tat beliriveriyor. İçi boşalıyor her şeyin… Ne gök ne de yer, sığmıyor bir yere kalp. Bu bağlamsızlık zaman zaman telaşlandırıyor.

Hayırdır inşallah, paranoid çözülme alameti mi?

Bu durumun bir türevi var mı?

Bay H. hep yanımda. Beraber uyanıp beraber örtüyoruz geceyi üzerimize. Sağolsun beni hiç bırakmıyor… Tekvin anında hamurumuz beraber karılmış sanki. Ammawelakin, içinde olduğumuz bu halin, müsebbibi biz değiliz. Nasıl desek, birinin yaşadığı bir halin sonucu gibiyiz. Ya da onun göğsünün daralmasıyız sadece biz ikimiz, ama varlık iddiasındayız. O da bizim zehabımız işte. İbrahim’in baltası bizim tepimize inince, o üçüncü şahıs rahatlayacak mı? Bırakacak mı bu 21. kattan boşluğa bırakılan, çuvala doldurulmuş kırılmış kemiklerin görüntüsü hissihali yakamızı?

Sanmam Bay H. That seems almost impossible… Ne kadar çok aymazlığımız olduğunun farkında mısın Bay H., en basitinden en karmaşık olanına, ne çok körlük? Mesela bu sabah, pötibör bisküvi yerken, birden neyi fark ettik? Evet, evet üzerinde “Petits Beurres” yazdığını; bunun Fransızca, “Küçük yağlar” anlamına gelen bir sıfat tamlaması olduğunu; ilk 1886’da Louis Lefevre-Utile tarafından icat edilen dikdörtgen kurabiyelere bu adın verildiğini.

Tamam Bay H. sulandırmıyorum meseleyi, ancak bugünü “Pötibör Günü” ilan edelim istiyorum. Seninle kafamıza hiçbir şeyi takmadan, iç huzuru simülasyonu yapalım mı? Eve gidelim, çay demleyelim ve yanına bir tabak dolusu muhtelif pötibör bisküvilerinden alıp laflayalım, ne dersin?

Ya da en iyisi ikimiz Endülüs’e gidelim. Belki o zaman, ne varsa ikimiz de dâhil olmak üzere, varlık iddiasında bulunan unutabiliriz. Unutamasak da en azından deneriz be Bay H., olmaz mı?

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hasta Parçacıklar- V

“Kitaplar”

 

“İlk kez bu kadar kalın bir kitap okuyup bitirmenin  garip hazzını duyuyordum. Kitap okumayı  sevememiş biri için  gerçekten haz verici bir durumdu bu.

Bununla beraber  kitaplıktaki raflarda duran onlarca kitap artık gözümü korkutmamaya başlamıştı. Hatta artık onlara karşı büyük bir açlık duyuyordum. ‘Bu kitapların hepsini okumalıyım’ diye düşünüp  bunlarla ilgili bir senelik saçma bir plan dahi yapmıştım.  Ancak her ay başına on beş kitap koyacak kadar işi abartınca kendimle ilgili yarım kalan türlü çeşitli saçma sapan planlara bir yenisini daha eklediğimi kabullendim sonunda. İlgili kitapların çoğunluğu da en azından Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı kadardı…

Belki de bir coşkunluk nöbetiydi  bu kadar fazla kitap hedeflememin nedeni. Öyle ki kendimi gerçek hayattan soyutlayacağımı zannettirecek kadar yoğundu bu coşkunluk.  Oysa ki yapılacak işler, hiç gerçekleşmeyecek olan böyle bir planın saçmalığını kısa sürede ortaya koymuştu.

                                                                       *

Hayatımın yirmi küsur senelik kısmını kitapların kokusundan kaçarak geçirmiş olmaktan duymuş olduğum pişmanlık ve öte yandan  sonraki yıllarımı  boşa geçirme endişesi sürüklemişti belki de . . .

                                                                       *

Sonraları okuduklarım arttıkça bu kez de okuduğum kitapları ileride hatırlayamama korkusu baş gösterdi. Küçük alıntıları bir yerlere kaydederek kitapların can alıcı noktalarını hatırlamaya çalışacaktım. Oysa ki bu da gayet zordu benim gibi başladığı her işi yarıda bırakmayı seven biri için. Örneğin, K. gibi bir yazarın herhangi bir kitabının herhangi bir paragrafını alıntı yapmak kitabın geri kalanına   haksızlık etmek demekti. Ama devam etmeliydim kitaplar bitene dek.

                                                                       *

Bir başka düşünce ya da bir saplantı demek daha doğru olacaktır, okuma şevkinden sonra kitap cimriliği de baş göstermişti.  En başlarda  kitapların yıpranmasını engellemeye yönelik önlemler almayla başladı. Bir süre sonra kitapları diğer insanlara vermede kararsızlık; onların zarar verip yıpratabileceği düşüncesi hakim oldu. Öyle ki kitapları görmesinler diye yatağımın altına saklamaya başlamıştım.

                                                                       *

Onları silip belli bir sıraya göre dizmek, hepsinin dışa bakan kısımlarının aynı sınırda olmasını sağlamak bir zevk haline geldi. Rafla temasta olan yerlerini ve köşelerini bantlamak da korumak için aldığım bir önlemdi. Bir süre sonra bu düzenleme işi her gün olacak seviyeye erişti. Öyle ki günün üç saati bu titizlikle uygulanan düzenlemelere gidiyordu. Bazen yaptığım sıralamayı başka bir şekilde yenileme düşüncesi bu süreyi beş saate kadar çıkarıyordu.   Kitapları renklerine, kalınlıklarına, boylarının kısa ya da harflerinin büyüklüğüne  göre dizmeye başlamıştım…

                                                                       *

Kitapların bana zararı böyle de bitmedi. Günlük düzenleme sırasında ya da kitapları tek tek silerken  yanlışlıkla yere düşürünce  bu kez nemden pek fazla etkilenmediğini düşündüğüm kapaklarını  sabunlu bezle silip sonra  nemli başka bir bezle durular hale geldim. Sanki yere düşmeleri onların mikrop kapıp hastalanmalarına yol açabilirdi. Ayrıca yere düşen kitabın her tarafını zarar var mıdır diye taramak da adet olmuştu. Bir keresinde, bu nedenle  sayfalarından birkaçının köşeleri bükülmüş olan bir kitabı avutmak için yanımda bir gece yatırdığımı anımsıyorum.

                                                                       *

Onlarla konuşmaya ne zaman mı başladım? En başlarda rüyalarımda roman kahramanlarını görüyordum. Bunlar bana ne yapmaları gerektiğini soruyorlardı. Yani olayları nasıl geliştirmeleri gerektiğini… Söz gelimi Raskolnikov’un baltayı alıp tefeci kadını öldürmesi gerektiğini ya da Josef K.’nın tuttuğu avukattan vazgeçmesi gerektiğini, Lennie’nin köpek yavrusunu  sıkıp öldürmesi gerektiğini söylediğimi hatırlıyorum.

Sonraki rüyalarımda bunlarla güncel konularla ilgili tartışmalar da yapmaya başlamıştım. Bir keresinde Pelageya Ana’ya oğlunun seçtiği yolun doğruluğunu anlatmak için akla karayı seçmiştim.

Sonraları rüyamda kahramanlar daha az görünmeye başladılar. Gördüğüm zamanlarda da bulundukları romanın bilmem kaçıncı  bölümünü okumadığımı söylüyorlardı. Uyanınca ben de o bölümü okuyordum. Oysa ki her seferinde o bölümü daha önce okumuş olduğumu görüyordum. Bu durum beni kızdırıyordu. Bir seferinde rüyamda bu yüzden Barnabas ile kavga halindeydim. O esnada yatağımın yanındaki duvarı yumruklayarak elimin ağrısına  uyanmıştım. Sonraları bu kahramanlara rüyamda hiç rastlamadım.

                                                                       *

Uyanıktım. Evet. Her şeyin olup bittiği dönem… Uyanıktım. Kitaplar bana seslenmeye başladılar. Onları silmemi istediler. Birgün Gorki’nin   Aşk Rüyası, içine bir güve girdiğini ve kendisini yemeye başladığını söylemişti. Tüm kitabı didik didik ettim ama güveyi bulamadım.

Bu tür istekler beni kızdırmıyordu. Çünkü onların söylediğini yaparak beni sevmelerini sağladığımı düşünüyordum.

                                                                       *

Birgün annem beni ziyarete gelmişti. Odamda sayıları gayet fazla olan bunca kitabı görünce hepsine para harcamamın anlamsızlığından söz açmıştı. Oysa ki zaten annem ve babama karşı kitaplardan hayatımın ilk yirmi yılında  uzak tuttukları için büyük bir kin besliyordum. Böyle bir şeyi  söylemesi de beni çok kızdırmıştı ve annemi – onca yolu teperek beni görmeye gelen annemi- kovdum. Kadıncağız durumuma korkup üzülmüş  ve o gün kapı komşumun evinde yatmıştı.

                                                                       *

Günler geçtikçe hissettiğim bir eksik vardı. Birgün bu eksikle ilgili olarak Camus’un Veba’sıyla konuşuyorduk.  Bana yemek yemediğimi, belki de bu yüzden zayıfladığımı, eksikliğin bundan ileri gelebileceğini söylüyordu.

Kitaplarla tartışmalarım onlara ayırdığım günlük süreyi  yedi sekiz saate  çıkarmıştı. Bu durumda okula gidemezdim. Her şeyimi onlara adamaya karar verdim. Dışarıyla ilişkimi neredeyse kesmiştim. Yalnızca yeni gıcır kitaplar almak için  dışarı  çıkıyordum ve genel ihtiyaçlar için…

                                                                       *

Bir Pazar günü  ev sahibim kendi yedek anahtarıyla evime girmişti. Bense dışarıya  yeni kitaplar almak için  çıkmıştım. Dışarısı boğuk ve nemliydi. Paltomun kenarını yüzüme kapatarak  döndüm. Döndüğümde Sartre’ın Bulantı’sını elinde tutuyordu. Beynimden vurulmuşa döndüm. O nasıl bir kitap tutuştu öyle? Elimdekileri yere fırlatıp  Ona doğru koştum . Adam “ Kusura bakma. Eve izinsiz…” demeye  kalmadan bir yumruk attım. Sendeleyip  yere düştü . O esnada  kitabı yere düşmeden  yakalamak için ben de adamın üzerine atladım: Neyse ki adamın yalnızca dudağı patlamıştı. Kitabı elinden   alıp adamı yaka paça dışarı attım. Kapıyı kapattığımda dışarıdan adamın inleyen sesiyle beni evimden attıracağını  ve çeşitli küfürleri  savuruşunu işitiyordum… Bir saat sonra “Fareler ve İnsanlar” ev sahibini dövmekle iyi bir iş yaptığımı, aslında bunu hak ettiğini söyledi. Buna karşılık “Türlerin Kökeni”  itiraz ediyordu. Kavganın saçmalık olduğunu , bunu ancak Amerika gibi  bir kıtayı zorbalıkla  ele geçirmiş insanların torunu  olan bir yazarın  yazdığı  kitabın düşünebileceğini söyledi. Bunun üzerine  Fareler ve İnsanlar, Türlerin Kökeni’nin  kabahatiyle oturması gerektiğini, ırkçılığın en ciddi odaklarından olan bir ülkenin tohumu oluşunun utanç duyulacak bir şey olduğunu  söyledi. Türlerin Kökeni ise yerinde duramıyordu sinirden ve “Faşist! Irkçı! Amerikan ayrılıkçısı!” gibisinden bağırıyordu. Bense sinirlendim ve ikisine  seslerini kesmelerini söyledim. Onlara böyle suçlamalar yakışmıyordu. Benim ve buradaki tüm kitapların yeryüzündeki her insanı birbirinin kardeşi olarak gördüğünü ve yalnız bu iki kitaptan böyle  ırkçı izlenimler almanın esas utanç verici olan şey olduğunu söyledim. Bunun üzerine Sartre’ın Sözcükler’i itiraz etti ve buradaki her kitabı –Fransızlar dışında- faşist ilan etti. Bu düşünceye çok sinirlenmiştim.  ‘Sen çok konuştun ama!’ diyerek duvara fırlattım. Bundan sonra tüm kitaplar bana küfretmeye ve benim Allah’ın belası bir pislik olduğumu     haykırmaya başladılar. Bense devamlı ‘Susun!’ diye bağırıyordum. Büyük bir gürültü yükseliyordu bu kitaplardan. Özellikle seçebildiğim kadarıyla Brecht’in Sanat Üzerine Yazılar’ ı ile Shakespeare’in Venedik Taciri  ıslık da çalıyorlardı. Sonra bunlara Einstein’ın Görelilik Kuramı da katıldı.

Benimse tepem atmıştı. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kitaplar da susmak bilmiyorlardı.  Kulaklarımı parmaklarımla  acıtırcasına tıkadım. Ama fayda etmedi. Sanki kafamdaki kemikler sesi beynimin derinliklerine iletiyordu. Sonunda dayanamayarak kitaplıkları devirerek tüm kitapları yere döktüm. Çığlıkları artmıştı. Kulak zarlarım adeta patlamak üzereydi. Bunlardan kurtulmalıydım. Çevremde ulaşabildiğim en yakın nesne  sandalyemdi. Bununla kitaplara vurmaya başladım. Onları belki de bu şekilde öldürebilirdim. Sesleri belki böyle kesilirdi. Başlangıçta bir iki tanesine vuruyordum. Böylece diğerleri de görüp korkarak susabilirlerdi. Ama öyle olmadı. Gürültü çoğaldıkça çoğaldı. Kafamın içinde yankılanıyordu adeta. Vurmak fayda etmiyordu. Son kez sandalyeyi kaldırdığımda arkamdaki eşya raflarından birinde duran şamdanı devirdim. Evet! Yooo! Hayır! Hayır! Saçmalama! Onlar her şeyin senin! Evet Evet ! Tek kaçınılmaz sonuç!  Şamdanla beraber düşen çakmak gözüme ilişti. Ona uzanırken kitaplar bana ait küfredilmedik  herhangi bir kavram bırakmamışlardı geriye… Bir an bile tereddüt etmeden çakmağı yerden kaptığım gibi  az önce duvara fırlattığım Sartre’ın Bulantı’sını aldım ve tutuşturup diğer kitapların üstüne attım.  Kısa sürede diğerleri de alev aldı. O esnada ses kimden çıkıyordu bilmiyorum- sanırım K…nın Değişim’iydi – içlerinden biri ‘faşistler akıttıkları kanımızda boğulacaklar!’ diye yüksek sesle bağırmaya başladı. Çığlıklar arttı. Sanki hiç etkilenmiyorlardı. Etrafı duman kaplamıştı. Ayrıca alev  halıyı ve perdeyi de tutuşturdu. Beynim raks ediyordu sanki. Başımı duvara vurmaya başladım. Alnım kanamaya başlasa da daha sert vurmaya başlamıştım.  Penceremin kenarından duman sızmış olacak ki dışarıdan da bağrışmalar geldi. ‘Yangın var!’ diye bağırdı birileri…

Bense ağlamaya başladım. O anda sanki arayıp da bulamadığım eksiği  keşfettiğimi hissettim. Ama açık değildi düşüncelerim. Dumanın etkisiyle olacak bayılmışım.  Ayıldığımda siz bana anlamsız bir iğne yapmaya çalışıyordunuz. Ama değişmeyen ve tüm bunlardan sonra … Kitaplar… Kitaplar, sadece ve sadece okunarak hürmet edilmeyi  bekliyorlar oysa ki…”   

                                                                      

‘Fran(sı)z’

– Yıl: 2000 –  (Canımdan çok sevdiğim biricik aileme ve kitaplarımıza…) .

 

(Söz konusu kitapların içerikleri ile yazılanların bağlantısı yoktur… 11 yıl sonra  buraya yazarken neler karalanmış diye düşünmek…..)

spesifik yaklaşımlar…

..ve tutundu, tüm gereksizliklerine; aslında tutunduğu  – öyle sanmadığı – kayıplarıydı. Ayaklarının altından kaydı dünya; görebiliyordu, görmek için geceleri uzun kılan sayısız unuttuklarını. 

– Kaymağınızın altına ekmek kadayıfı alır mısınız ?

– Sade, lütfen..

Çevremde minnet duymamı bekler gibi ağır suretleriyle kıpırdamadan duruyor eşyalar. Herbirinin nereden ve nasıl geldiklerini anımsıyorum. Mobilyalarım, minderlerim, halılarım, masam, sandalyem, kitaplıklarım.. Kitaplarım.. Uzun bir ömür geçirdik sizlerle, bazen sinirlerim bozuldu, sizlerden aldım yedek parçaları, onarıldım.. Bazen mutlu oldum, süsledim sizleri, temizledim. Herhangi birinizden vazgeçmem gerektiği anlarım oldu, yeniler katıldı bazen aranıza; sizleri tanıştırdım, kaynaştırdım.. Gidenlerden milyon kere özürler diledim, gittikleri yerlerde huzurlu olmalarını sağlayamadım – kalanların bundan hiç haberi olmadı – Olamazdı da, yalanlar söyledim.. Bir sona doğru yaklaşıyorum artık, benden sonra sizler ne olacaksınız bilmiyorum; bilmek istemiyorum. Baki kalacak o kadar çok şey varki aslında, duvarlara işleyen tıkırtısı daktilomun, dolapların kapaklarını açıp kaparken çıkan sesleri, parkelerin halılara işleyen gıcırtısı, saçma sapan yumrukladığım, saçma sapan okşadığım masamın, zamanla deforme olmuş ve ayrışan profillerinden çıkan ses; sandalyemin beni taşıyorken çektiği sıkıntı sesleri, usul gıcırtıları.. Sizleri size bırakacağım, tek mirasım bu. Gittiğim yere gelemezsiniz, orada sizlere ihtiyaç duymayacağımı söylüyor tüm kutsal yazımlar. Ben onların yalancısıyım. Görmelerimi bırakıyorum sonra sizlere, size her bakanda göremeyeceğiniz üzere. O zaman anlayabileceksiniz, sizlere nasıl baktığımı, sizlerde gördüklerimi. Tüm görünmezler bir kenarınızda yığılı duruyor şimdi, dijital bir veri bankası gibi. Ben istediğim görüntüyü alabiliyorum oradan, size bırakıyorum bu spesifik yaklaşımları; giderken.. Yapabileceksiniz, ben gittiğimde; sizlerde.
Bazen güdümlü çağrışımlar oluşacak yüzeylerinizde, herhangi bir parçanızda da. Öyle çok dokundum ki sizlere, bunları silmek öyle çok olanaksızki, öyle çok dağıldıki her zerrenize. Anımsamak istediğinizde kısa yolculuklar yapacaksınız içinize; orada bekliyor olacağım sizi suratımda aptal gülümsemelerle.. ..ve belki yine, ve yine..
Retorik söylemler istemiyorum, kalıplaşmış veda sahneleri, kafiyeli gözyaşları istemiyorum ardımdan. Rahat bırakmalısınız tüm geçmişi, adından sıkca sözedilmesi gereken herhangi bir “fiil” olmadı hayatımda; yazmak dışında.. Onu da tarif edemezsiniz sizler zaten. Hatalı ve beceriksiz göründüm uzun zamanlar, bu oyunun içine hiç düşünmeden daldınız; bunu sağlayabildim sizlere. Kendi’nizle geldiniz sonuçta bana, arınmış, huzurlu.. Sizleri şekillendirdim, herhangi bir aparata ihtiyaç duymadan. Öylesine bencildim. Görmezden gelinmek her zaman kolay olmuştur bana, her zaman görmezden gelinerek ulaştım en az’larınıza. Şimdi herşeyi biliyorum, herşeyi bilmiyorsunuz siz. Bana yalan söyleyemediniz asla, asla yakalayamadınız benim herhangi bir renge boyadığım  herhangi bir yalanımı.. Sizler, ben; güzeldi hep olması gerektiği gibilerin sınırlarında; tam istediklerim üzere..

Sigaramın dumanı, kalsana içimde. Ne çıkarsın atmosfere, ne diye uzaklaşırsın git gide. Belirsizliğin yakıştığı bir sevgi, seninki. Derinlerden gelen cılız bir piyano sesi, bir kapı gıcırtısı.. Evreni yorgan çekip üzerime, kendi haline bırakıyorum yıldızları; yorgunum artık kağıt üzerine yağmalara, yaratmalara.. Korkutucu olabiliyor bu talan altında, yaratmalar.. Ucube, şekilsiz, milyon şiir; kalsanıza içimde.. Ölmeden önce çarptırıldığım yaşam cezası, ölümün bir anne gibi emzirdiği göğüslerinin bir yukarı bir aşağı iniş-çıkışları, hiçbir lahzasını kaçırmadan izleme telaşı, adaşı hayat.. Yanıma gelip alnımı okşamalarında, uyuyor-muş gibi yapmalarım; öpmelerinde tepkisizliğim, dudaklarım buz.. Yaklaşıyor olmalı, ayakbileklerime dek çekildi kanım; gel-gitler sahfasındayım. Ayaklarım buz, ölüm ışık, ölüm git, ölüm gel.. Sonsuz gibi görünen bir yaşama zamanının bitiş çizgisi, ama ışık ölüm; bu sadece ruhumun karartma oyunları, ama ışık ölüm, bitiş çizgisi ufkun altında sadece, upuzun, incecik, simsiyah.. Göğün, toprakla öpüştüğü, kararma noktası.. Geliyorum..

Kürtaj yaptırdığım hayallerime yaklaşıyorum yol üzerinde, herbiri beni bekliyor. Doğmalarına ramak kala, canımı yakıyor boşverişler, oysa yoklar; onlarsa yoklar, yaşamadılar.. Ama öylesine kanlı, canlılar.Sahipsiz kalmalarını istemediğimdendir, kaldılar, doğmadılar; sahipsiz kalmışlar.. Nasıl üzgünüm bilsen..

Yanımdan geçtiklerini hissettiğim yüzleri olmayan gölgeler, bazıları çok kollu devler, bazıları ağaçlar, bazıları yengeç.. Toprağın alnında, güneşin vurup çıldırttığı, yeni patlamış mantarların kokuları; çimenlerin içinde neşeyle dolaşan solucanlar, baskın bir yenilenmişlik havası.. Geçtiğim heryer bir anda siyah-beyaz. Ardımdan gelmiyor sen-li, siz-li, ben-li herhangi bir şey. Yürüdükçe çöküyor yol – durduğumda – ardıma baktığımda yenileniyor tüm doğa, renkleniyor telaşla. Ağaçlar, solucanlar, yengeçler, yüzler; sadece gölgesizler.. Tüm olasılıkların dışında, yargısız ve köşeleri yuvarlak zamanlarla, ufka doğru yürüyorum, ardım sıra yıkıla yıkıla. ..ve ölüyorum, içten içe.

– Seni tanıyor muyum ?

– Tanımak istemiştin, bir zamanlar.

Havuz vardı, birkaç şezlong sonra, kum sonra; gemi vardı havuzda, devasa.. Ellerini çırptığında büyük bir dalga aparırdı yüzeyden, yıkardı bizi ruhlarımıza dek. Ellerini çırptığında, kirlenmiş olduğunu anlardı tanrı; ve izin verirdi ruhlarımızın yıkanmasına. Oysa nasılda “ben” leşirdi herşey kısacık an içinde, tüm fiil köklerinin sonunda nasıl sırıtırdı iyelik ekleri. Kendinden geçerdi tüm sahiplenmeler, sonu olmayan bir zirveye doğru tırmanırdı yabanıllığı insanın. Tanrının tanrısallığıydı aslında bu izin vermeler. İnsanın kafası almazdı, almasıda ne derece gerekliydi, umursanmazdı. Orta ölçekli bir havuz, büyük ölçekli bir dalga yaratsa bile, önemli olan sadece sonuç olmalıydı; bu yetersizliğin ironisinde. Sonra alkışlarlardı, çevreye göre davranılması sıkı sıkı tembih edilmiş çevreleri tarafından. Doyurucu bir hissiyat olabilirdi, ama boştu dışkısı, yoktu posası. Hislerin sindirildiği her nokta önceden tasarlanmış bir “ol” bilinci içinde ağır ağır oluşurdu. İnsan sanrılarının esiri, insan kayboluşun eseri; insan tanrının umudu oluverirdi, aniden; ya da öyle sanardı zirveye yaklaşan..

Düşsel

aslında…

Aslında…

Aslında…

Aslında…

Aslında kendinde değil hiçbir şey eskiden olduğu kadar. Her şey amansızca değişiyor, değiştikçe aslındalıkları başka aslındalara yaklaşıyor; karmaşıklaşıyor…

Telaşla maskeleniyor insanlar, aslındalarının kimin aslındasına yaklaştığına  bile dikkat etmeden, toplum olabilmek adına, içlerinde kendilerini haklı çıkaracak bir çok yalanlarıyla maskeler ediniyor her insan. Aşklar kartpostallarda kalıyor, aslında sadece para kazanmak adına üretilmiş, duygu similasyonları saçma sapan kartpostallar…

Karşısında otururken unuttuğun duygularına dem vurup altlarında ezilmene olanak tanıyan büyük aşk filmlerindeki figüranlara bile “şanslı” gözüyle bakan, aslında biraz çabalasaydı, teğet geçtiği aşkların izlediği senaryolardan daha büyük olabileceğini hiç düşünemeyen, maskeleri altında, ihtimaller kenarında dümdüz yürüyen insanlar…

“Sevişme” sözcüğünü duyduğunda yüzü kızaran, gözbebekleri büyüyen, dudaklarını ısıran; aslında gecelerce hayaletlerle sevişen çoklu, pek çoklu yalnızlıklar…

Yanında duran kadının bir zamanlar ayak bileklerine bakarken bile doyumsuz hazlar duyduğunu anımsarsın, sonra şimdine dönersin ve farkına varırsın o an sana sadece ihtiyaçlarını taşıyan kemikler olduğunun.. ve senin yanından, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş, geçmişinde uğrunda ölebileceğim şey diye ifade edebilmeye cesaretinin olduğun kadını, ona sahipken, aptal bir senaryo sürecinde bunları hatırlıyor olman ne acıdır. Aslında ne acıdır ki tüm bunları bir çırpıda okuyuveriyorsun. Belki de düşünüyorsundur, tahminim bundan ileri gitmez. Ya da gidebilir mi ?  Çamurlar içinde yaşarken kendimizi teselli edecek bir ahlaki zemin bulmamız bazen zor olabiliyor, değil mi ? Bak yine yanındakine dönüyor konu dönüp dolaşıp, yahut ben dönmesini istiyorum. Toplumsal yaşama o kadar adapte olmuşuz ki, ihtiyaçlarımızı o kadar kapsamlı hale getirmişiz ki, en ufak bir sarsılmada depresyona giriyoruz. Kurduğumuz zincirlerin etrafımızı sardığının farkında değiliz. Kırılan ilk halka bir anda kendimizi çırılçıplak hissetmemize neden oluyor üstelik. Sonra profesyonel destek.. Seni tanımayan, sana sadece kitap sayfaları ardından bakan, kirpiklerindeki nemin senin için ne anlama geldiğini bilmeyen ( ki bilmek isterse bile kendini görebilme, kendi aşımsız sorunlarını anımsama riskine giremeyecek ) kendini daha iyi hissettiğin, şirin şirin kutucuklara, minik şişelere konmuş ilaçlara, haplara ulaşabilmen için imza yetisine sahip bir profesyonelden gelen yardım. Külahıma anlat, sen anlatırken ben de lavaboya gideyim.

Ne oldu ? Neden yaptın bunu ? Külah o sadece. Seni anlamasını nasıl beklersin. Ne bu saldırganlık ? Onun bir kişiliği yok, hoş olsa bile ısırmandan sonra seni anlamak istemez ki zaten. Bırak külahımı ısırma !

Yanındaki..

O işte..

Bir gün yanında olmayacağını düşündün mü hiç ?

Elbette düşündün. Sonra korktun ve kaçtın. Hatta işyerinde arkadaşının anlattığı fıkrayı geri koydun bilinç üstüne, aklının geri dönüşüm kutusundan alıp. Fıkra ilgin bittikten sonra da dolaptan kola almak için kalktın. Dolaba giderken illa ki gözüne başka bir şey çarpar ( ki çarpması için veya kendi içinde konuyu değiştirmek için tüm duyuların açıktır ) ve unutuverirsin. Uzun bir süre unutmayı da başarırsın.  Özel bir tarihe kadar mesela. Hani hep unutmamak için ufak kağıtlara yazıp cüzdanının “zula” sına sakladığın özel günler. Benim gibi arkasına hesap bile yapmışsındır belki, hesap yapman gereken bir durumda “müsvette kağıt” bulamadığın bir anda.. ama benim farklı tabi. Dolaptan kolaya almaya giderken unutmaya çalışmama fırsat vermedi “O’nu kaybetme” hissiyatı. Çünkü O’nu kaybettim ben. Yani bu cehennemin tadını biliyorum.

Yanındaki cenneti kaybettiğinde, ne dolaptaki kolayı, ne de arkadaşının fıkrasını hatırlamaya takatin kalmayacak. Ve hiç takatin kalmayacak radyatörün bile güzel görünmesi için danteller ören o “güzel insan” ı özlediğini birilerine anlatmaya.. Sevişme sözcüğünün utanılacak bir şey olmadığını anlayacaksın. Aşkı anlayacaksın kısaca…

Külahımı bırak, git ‘o’na sarıl…

Onu kaybetmenin bıçak sırtı olduğunu anlat.

Ki bilmezsin aslında;

Aslında ne olduğunu bu cehennemin…

Aslında bunları yazmayacaktım, hiç karışmayacaktım sana, ne bileyim. Zaten yanında bile değilim; yanında olsam da sana yandaşta olmazdım aslında. Soğudum anlıyor musun ? çevreme baktıkça da soğumayı abartıyorum, donuyorum. Hep tedirgin sabahlara uyanıyorum ve gülümsüyorum her şeye. Gülümsemekten başka izah bulamıyorum yaşananlara. Dümdüz gidenlerden olmamak adına önüme çıkan her yola sapıyorum, her yöne açığım, dönüyorum, dolaşıyorum, zamanla oyunlar oynuyorum, gülümsüyorum… Her köşe başında sobelesin istiyorum hayat beni. Ama olmuyor, bu dehlizde çırpındıkça daha da dibe vuruyorum…

Aslında…

Aslında…

Aslında, bunları üzül diye söylemiyorum, ajitasyon da yapmıyorum. Sadece yarın kaçırdığın otobüslerden, unuttuğun özel günlerden, ayaklarının aşındırmadığı yollardan, dolabındaki koladan, saçma sapan fıkralardan merhamet dilenme diye söylüyorum… cehennemde sadece ateş yok, bil istiyorum. En büyük ateş tenini yakan değil, kalbindeki ufak kıvılcımlardır diyorum. Sarıl diyorum yanındakine, benim yapamadığımı yap istiyorum. Çünkü maskelerimiz altında can çekişen, hiçleriz biz. Birilerinin birilerine bağlı, birilerini birilerine bağlamaya her daim hazır bir sistemin “feda edilebilir” üyeleriyiz biz. Görünen hiçbir büyük resimde yok suretlerimiz. Hiçbir resimde o kadar büyük görünmüyor küçülmelerimiz…

Aklının unuttuğun köşelerinde birer biblo gibi duran şeyleri hatırla, buruşturup attığın hayallerini. Ayrı yastıklardayken başlarınız, henüz sahip olamamışken varlığına neler düşündüğünü anımsa. Anımsa ki henüz yanında, anımsadıkça yüzünden gülücükler yaratan o insan. Yeni bir kaybedene gülümseyerek yaklaşan beni anımsa. Seninle daha sonra karşılarız. Mesela bir parkta, ben kayıplarımı, sen güvercinleri beslerken. Ortak bir konu bulana kadar İstanbul konuşuruz. Belki çatlamış ellerimden, belki eteği sökük hırkamdan anlarsın kaybettiklerimi ve bana acırsın; bir parça ekmek kırıntısı verip güvercin beslerken bir an unutabilmemi sağlarsın.. Sonra yine İstanbul konuşuruz, bir ortak noktamız olmadığını anlayıp. Anlatırsın içinden “o” na olan şükranlarını bana ve güvercinlere, usulca…

‘Düşsel’