Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

‘esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim..’ – ÖZCAN ALPER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“senaryoyu yazarken tek bir çizgide ilerlemiyorum.. o süreçte çok emek harcıyorum.. filmi yazma ve çekme süreçlerinde ben de öğrenmesem, heyecanlanmasam belki de film yapamam diyebiliyorum kendi kendime döndüğüm zaman.. çünkü sadece setin mekanikleşen bir tarafı var.. bense film yapmak istediğim andan itibaren kendimce alt kazılar dediğim 4-5 katman belirliyorum.. bu hem hikaye, hikayenin geçtiği mekanlar, beslendiğimiz sinema, edebiyat.. bu etkilenmeyi olumlu bir şey olarak görüyorum.. yönetmen görüşünü, hikayenin ilk halini yazdığım zaman rahatlıyorum.. işin temeli çıkmış oluyor.. ondan sonrası emek yoğun bir süreç oluyor.. kentin kendisini de, doğanın kendisini de bir karakter gibi düşünmeyi ifade ediyorum ve bunun üzerine çalışıyorum.. yazma sürecinde o mekanlara ve kente daha çok gidip gelmeye başlıyorum hatta orada yaşamaya başlıyorum.. o kentin görünürdeki hikayelerini değil derinliğini yakalamaya çalışıyorum.. sabah erkenden kalkıp sokaklarında dolaşıyorum, ruhunu yakalamaya çalışıyorum.. ‘sonbahar’da örneğin ‘john berger’in ‘avrupa üçlemesi’ benim için yol gösterici oldu.. ölmekte olan köylülük hakkında yazdıkları.. birinin senden önce yapmak istediğini edebiyatta yaptığını görüyorsun.. ‘john berger’in bunun için çamlıhemşin’de yaşaması gerekmiyor.. alpler’in altındaki fransız köylerinde de aynı şeylerin yaşandığını görüyorsun..

..

filmi büyük bir ev olarak düşünmüştüm.. bana bunu hatırlatan ‘tül akbal’ın kitabı oldu sanırım.. bizim çamlıhemşin’deki evleri düşünün.. odaların açıldığı ortadaki odaya ‘hayat’ denir bizim orada.. orta kısım geniştir, odalar ise dar olur.. ‘sonbahar’daki ‘yusuf’un odası çok küçüktü örneğin, bir usta bulup büyütmek zorunda kaldık.. yine de bir hapishane hücresinden daha büyük olmadı.. düşündüğüm şuydu : bir sorun çıkıyor bir odayı kapatıyorsun, türkiye de böyle.. bir süre sonra bir yaşam alanı kalmıyor.. ev ve oda konusu üzerine düşünmüştüm.. kendi yaşam alanını da yok ediyorsun aslında..

yası nasıl tutacağız meselesi aslında.. ağıtlar da bunun bir parçası.. türkiye’de aslında etnomüzikoloji diye bir bölüm yok.. antropologlar ilgileniyor..

buradaki esas sorun ülkenin kendisinin aslında bir kayıplar ülkesine dönüşmesi ama bununla nasıl baş edilecek,  yası nasıl tutulacak belli değil.. o yüzden ‘john berger’in ‘efendilerin’ sözünü kullandım ve ’musa anter toplumsal hafıza merkezi’ni kurdum filmde.. bütün otuz yılda çok ağır koşullar yaşanırken bir arşiv tutulmamıştı aslında.. tabi 1,5 milyon ermeni’nin öldüğüne resimlerini görünce mi inanacaklar.. esas sorun, esas hesaplaşma vicdanlarda aslında ama bu mesele bitsin, yirmi yıl sonra tv’lere çıkıp hiçbir şey olmamış gibi konuşacaklarından eminim.. filmin bir yerinde, filmin kendisi de sadece kayıt altına almayı amaçlıyor, sadece bunu yapsa yeter dedim.. o yüzden kayıplarla ilgili kayıtları uzun uzun çektik..

film esnasında onlarca kişiyle kayıt yaptık.. bir kopyasını bir kurum olsa da versek diye düşündüm.. ama orada fark ettim ki , ağıtlar, dengbejler de bu hafızanın korunmasını sağlıyor.. yaşar kemal ağıtların bir direniş biçimi olduğunu da söylüyor.. başka kültürlerle de karşılaştırıyor.. faili meçhul cinayetlerde kaybedilen insanların fotoğrafının üzerine bir tülbent örtülüyor evlerde.. ölüm yaşanmıyor, kabullenilemiyor.. bu durumda ciddi travmalar yaratıyor.. bir mezarı olsa her şeyi affedecek hale geliyor kadınlar.. o mezara gidebilse neredeyse yarı yarıya bağışlayacaklar..”

YENİ FİLM Dergisi’nden SERAY GENÇ ve YUSUF GÜVEN’in ÖZCAN ALPER’le yaptıkları röportajdan bir bölüm..

Röportajın tamamı için ‘YENİ FİLM DERGİSİ..’, Sayı 24, Kasım 2011,  Sayfa 14, 15, 16, 17, 18, 19..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘siz inanmayın bir gün değişir elbet güneşe ve penise tapan rüzgârın yönü..’ – Arkadaş Z. Özger

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“seversiniz sevmezsiniz türk sanat müziği sanatçısı ‘bülent ersoy’ geçenlerde bir şeyler anlattı çocukluğuyla ilgili.. anlattıklarının arasından güzel ve yiğit insan ‘deniz gezmiş’le ilgili söyledikleri şeyleri yağlı boya medya sanki çok acayip bir durummuş gibi cımbızla çekip manşetlere taşıdılar..  ‘deniz bana üç gazoz aldı, ben ona şarkı söyledim, sesimi çok beğendi, ben onların toplantılarına katıldım vs..’

iki üç gün boyunca gazetelerde bolca yer aldı bu haber.. arkasından ‘bülent ersoy’a sağlı sollu salvolar başladı.. içlerindeki erkek egemen, cinsiyetçi, faşist pislik düşünceleri kusmaya başlayan ve çoğunluğu kendisine ‘solcu’ diyen güruh saldırılarını tehdit derecesine vardırdı.. yazıklar olsun hepsine..

ar damarı kopmuş çağımızın insanlığında böyle insanların kendilerine ‘solcu’ demesi de gayet normal gelmeli bizlere ama hala insan ‘kalabildiğimizden’ yine de öfkeleniyoruz.. beğenirsiniz beğenmezsiniz ‘bülent ersoy’un açıklamalarını, ‘doğru değil, yalan söylüyor, reklam yapıyor, şu nedenlerle mümkün değil’ diyerek yalanlayabilir, karşı argümanlarınızı sunabilirsiniz.. fakat bastırılmış cinsel duygularınızı, içinizdeki faşist düşünceleri kusarak insanların cinsel tercihlerine, kişiliğine saldıramazsınız..

‘bülent ersoy’a yapılan bu çirkin saldırılara katledilmeseydi eğer en önce özgürlük için yaşamını hiç duraksamadan feda eden ‘deniz gezmiş’ isyan ederdi.. önce onun kemiklerini sızlattınız beyler, bayanlar..

kimler yoktu ki bu faşist güruh arasında ‘deniz gezmiş’in arkadaşı olduğunu söyleyen ama onu hiç tanıyamamış, anlayamamış insanlar, 68’li olduğunu söyleyip 2000’lerde faşistlerin avukatlığını yapanlar, eski maocu yeni liboş tayfa, demokrasi için mücadele ettiğini söyleyen demokrasiyle alakası olmayan ‘ne sağcıyım ne solcuyum paranın en has kuluyum tayfası..’ ne ararsınız var aralarında..

1980’lerde ‘bülent ersoy’un sahneye ve televizyona çıkmasını yasaklayan faşist diktatörlerden hiçbir farkları yok ve hatta onlardan daha faşistler..

dostlarımızla konuştuğumuzda hep deriz zaten ulan bu tip ‘solcular’  hiç iktidara gelmesinler, bir gelseler önce bizi içeri tıkıp, kökümüzü kurutacaklar.. çünkü şöyle bir ‘solculuk’ anlayışları var : yaşama hakkına, farklılıklara, tercihlere saygı duymayan ve yok etmek isteyen bir ‘solculuk..’

bu ‘solcuların’ zihniyetlerinin ‘hitler’in üstün ırk teorisi ve katliamlarından, keza ‘mussolini’ ve ‘franco’ gibi faşistlerin yaptıklarından, ‘stalin’in sosyalizmden anladığı ‘tek ülkede sosyalizm, kutsal anavatan savunusu’ adına yaptığı katliamlardan, sürgünlerden, cinayetlerden, itaat eden koyun sürüsü olacak tek tip insan modelini oluşturmaya çalışan 12 mart, 12 eylül diktatörlerinin katliamlarının temelinde yatan düşüncelerden hiçbir farkı yoktur.. 

bir insan arap ya da türk ya da kürt ya da ermeni doğabilir.. nasıl bu durumun seçiminde engeller koyamazsanız insanların doğuştan gelen ya da sonradan cinsel tercihlerine de engeller koyamazsınız.. bu kadar basit ve doğal bir olayı hala içselleştirememiş ve kabullenememiş aciz insanlar güruhu var işte dünyada..

yıllar önce ülkemizde ‘zeki müren’le, bülent ersoy’a’ yapılmayan kalmamıştı.. otuz kırk sene geçti dünya değişti ama bizdeki beton kafalar hala değişmedi..

ben ‘zeki müren’i çok severim ve onun sesini duymadığım gün yoktur hemen hemen, ‘bülent ersoy’u onun kadar olmasa da severim ve dinlerim.. hiçbir zaman cinsel tercihleriyle, özel yaşamlarıyla ilgili düşünmedim, konuşmadım, espri yapmadım çünkü aklıma bile gelmedi onların bu tercihleri.. beni ilgilendirmiyordu ki.. beni ilgilendirmeyen bir konuyu neden düşünüp, konuşayım, tartışayım ki.. cinsel tercihleri veya özel yaşamlarından yola çıkarak onların siyasal düşüncelerini, sanatlarını, hayat hikayelerini, anılarını nasıl yargılayabilirsiniz, nasıl ilişkilendirebilirsiniz.. ve nasıl bu kadar acımasız olabilirsiniz anlamıyorum.. acınacak zavallılarsınız.. zerre kadar insanlık yok içinizde..

özgürlük, devrim gibi idealler uğruna kendilerini feda eden yiğit insanları tanrılaştırıp, putlaştıranlar ve onları sömürenler de bu zihniyetlerdeki insanlardır.. bunların halka ulaşamamasının, politik mağlubiyetlerinin nedeni de zaten bu özgürlük düşmanı yapılarıdır.. onlar  ‘solcuysa’ da biz değiliz, onların olsun ‘solculuk’ da, devrimcilik’ de, 68’lilik de..

‘bülent ersoy’u tehdit edecek kadar zavallılar ama bizler onları sadece büyük hocam ‘ünsal oskay’, sevgili  ‘arkadaş zekai özger’in yazdıklarına havale ediyoruz..

onlara inat hepimiz ‘zeki müren’iz, ‘bülent ersoy’uz..

bu sefer gülüşünüzle kalın demeyeceğim.. bu tip ‘solcular’dan uzakta kalın..”

Crockett..

kapitalizm demokrasiye karşı…

“Devletlerin küsüp barıştığı, üstelik yerçekiminden dolayı hepinizin lanet olsun diyerek uzaklaşmak isteyip, beceremediğimiz bir dünyadayız. Evet, yerçekimi, bizim dünyaya çapa atmamızı sağlayan bir Isaac Newton buluşu. Dayanılmaz hafifliğimize kan doğrayan, nasıra sebep ciddi bir duruş biçimi.

Kapitalizmde demokrasi arama çabaları sanırım son bulma noktasına geldi. Kapitalizm demokrasi kavramını içine sindirmeye çalıştıkça, dünyanın dört bir yanında o bünye bu güzelliği kaldıramaz çığlıkları atılıyor. Elbette Türkiye de bu ülkeler arasında, bize ne yalanlar söylendi… İleri demokrasi, demokratik atılım. Geçmişe gidecek olursak bir döneme ipotek koymuş Türkiye’nin en sağcı partisinin adı bile Demokrat Parti’ydi.

Demokrasi dediğimiz şey zaten temel sistemin oyuncağı. İstediği gibi oraya buraya çekilebilen bir olgu olduğunu biliyoruz. Diktatörlükle yönetilen bir ülkede yandaşlara demokrasi elbette vardır. Peki diğerleri? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz. Halk iradesinin sıfır derecede dondurulduğu bir ülkede toplum adına özgürlük isteyen insanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Nerede artıyor, tabii ki içerde. Eskilerin deyimiyle dam da.

Aslına bakarsanız sorun değil. İçerdekilerin dışarıdakilerden daha rahat olduklarını düşünüyorum, çünkü aynı idealler peşinde koşanların soluk alabileceği mekânlar haline geldi cezaevleri.  Gazetecileri kafesledikçe Türkiye’deki gerçek gazeteci sayısı da ortaya çıkıyor.

Sanırım bu gidişle içerisi dışarısından daha “hoş” bir yer haline gelecek. Devletin özgürlük istismarı yapması her dönem karşımıza çıkan olgulardan biridir. Yanlışlıkla devlet gider halkını bombalar sonrasında bir süre ortalıkta gözükmez ve hemen sonrasında başka bir özgürlük hâsıl olur.

Bu arada şuna da değinmeden geçmeyelim.

Bu edebiyat çevresinde öylesine insan kılıfı giymiş/giydirilmiş tipler var ki aklınız almaz, dimağınız durur. Kardeşim memleket kan gölüne dönüyor sen o gölde balık tutmaya çabalıyorsun. Çık bir yere demeç ver, git bir basın açıklamasına katıl, git bir protesto metnine imza at. Yok, onun varı yoğu kitlesi. Aman diyelim Allah zeval vermesin kitlene. Sen zaten vatandaşlık görevini yerine getirip sürü zihniyetinin bir mahsulü haline gelmiş/getirilmişsin be kardeşim.  Kitlenizle mutluluklar.”

‘Papyrus’

YENİ YIL…

“bira içerek ‘delirmen’ olan babamın arkadaşlarına”

 

Yeni yıl geldi

Herkes neşelendi !

Yeni yıl,

Yeni yıl.

 

Tam 24’de yeni yıla giriyor dünya.

Hangi insan sevmez ?

Tabii ki insan olan herkes sever

Barışı ve yeni yılı.

 

‘Nehir’

(Dünyanın en küçük aylak şairi.)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : ‘nehir’ ve ‘halo dayı’…)

‘haysiyetsizlere’ , ‘midesizlere’ inat 2012’de biz yine buradayız..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“zaman su gibi akıyor, nasıl geçip gittiğini anlayamıyorsun bile.. hayat dönüp arkana bakmana bile fırsat vermiyor koşturmacası içinde.. 2011’i de devirdik cumartesi günü.. 2012’nin gelişi 2011’den belli zaten.. ama umarım 2011 kadar zalim ve acımasız olmaz..

2011 ‘aylak adamız’ ailesinin en çok büyüdüğü yıl oldu.. yazarlarımızın sayısı 40’ı geçerken, dışarıdan alıntılarıyla, önerileriyle destek verenlerin sayısı yüzü buldu sanırım.. ‘rating’ gibi bir derdimiz olmadığından tıklanma ve okunmamıza dair kimsenin inanamayacağı rakamları buradan verip kıskançlıktan bazılarının çatlamasını istemiyorum.. sitemizde reklam olmadığı gibi görüleceği üzere   hiçbir yerinde sayaç da bulunmuyor diğer bazı siteler, bloglar gibi.. 2011’de onlarca profesyonel yazarı olan ‘caf caflı’ ve yanarlı dönerli reklamlı siteler tozumuzu yutmakla meşguldüler ve bu meşguliyetlerine tabii ki devam edecekler..

2011’de birçok yeni aylak katıldı aramıza.. kimisi her zaman açık olan kapımızdan çok hızlı girdi ve her zaman açık olan arka kapımızdan o hızla çıkıp kayboldular.. kimisi ‘atlama tahtası’ olarak kullandı bizim siteyi.. kimisi ismimizin ateşine, cazibesine tav olup “ben de ‘aylak adamız’da yazıyorum” demek için bir iki yazdılar.. sonra sıkılıp sessizliğe büründüler.. hele blogların komple yasaklandığı zamanlarda gelip yazan, sonra yasak kalkınca hiçbir açıklama yapmadan çekip gidenler var ya.. ne diyelim ki.. ‘reis’i bilmem ama ben en çok ‘atlama tahtası’ olarak yazıp çekip gidenlere tutuldum.. kardeşim gelip yazmak istediniz kimse sizi burada zorla yazdırmadı.. siz istediniz yazmayı..  gelip geçici hevese göre bir şey yok bizim aylak adamız ailesinde.. yazdılar, işleri bitince de çekip  başka yerlere gittiler.. canları sağ olsun ne diyelim.. kimisi de girdiği hızla yazmaya ve paylaşmaya devam ediyor burada.. ama herkese hep aynı cümleyi söylerim : yazmak, yaşamaktan zordur.. ha deyip oturunca yazı çıkmıyor ortaya.. yorar insanı.. ama bitirdiğinizde hissedilen duygular bambaşkadır.. yazmak yaşamaktan zordur evet ve yazmak aynı zamanda cesaret ister..

neyse işte büyüyen aylak adamız ailesinin kadıköy tayfasının çoğu cumartesi günü spontane bir şekilde ’aylak adamız’ın doğduğu bizim mekanda toplanmaya karar vermişler, davet olmadan bulunmaları gereken yere gelmişler.. öğleden sonra kapının her zili çalışında yeni bir aylak elinde dolu dolu poşetlerle geliyordu..

biz zaten öğlen vakti mekana gelecekleri öngörerek yeterince stok yapmıştık.. tekelcimiz suat abimize ‘abi şimdilik 30 tavşanlı bira istiyoruz.. ilerleyen saatlerde seni biraz daha yoracağız..’ tuttu ‘kasayla vereyim’ dedi.. kasayı bir daha göremezsin deyince vazgeçti kasayla vermekten.. neyse bira, çerez dolu poşetlerle sallana sallana mekana doğru yola koyulduk..

mekanda ‘ciğerim ve kuzeni ‘gülen adam’ hasanım vardı.. en küçük aylak ‘nehirimiz’ yeni yılımızı kutlayıp annesiyle eve gitmişti.. sabah bana yeni yıl hediyesi olarak nenesinin ördüğü bereyi verdiğinde duygulandırmıştı beni.. ama akabinde  benim ona aldığım pembe renkli elektronik günlüğü gördüğünde ise çığlıklarıyla mekanı birbirine kattı.. daha sonra bize bir yeni yıl şiiri de armağan ederek mekandan ayrıldı.. büyük üstadlarımız  ‘abidin dayımız’ ve ‘halo dayımız’ gelmediler o gün, ektiler bizi.. ikisine de sitemlerimizi bildirdik daha sonra..

getirdiğimiz biraları yaş olarak en küçük aylak ‘hasan’ buzdolabına özenle yerleştirdi.. rakımız ve viskimiz mevcuttu zaten..

sonra zil çaldı ‘ümo, gürsoş ve alki’ damladı.. ‘ümo’yla güreşirken zil çaldı tekrar, sürprizzzzzzzzzzzzzzzz.. ‘ismail abe’ gelmiş.. dedik şenlik büyüyor.. ‘ismail abe’ bizim kutlamamızdan habersiz, ‘ciğerim’le  iş görüşmek için gelmiş ama kutlamanın ortasına düştü.. morali bozuktu, onun için iyi oldu bu tesadüf.. yüzü gülümsemeye, klasik kahkahalarını atmaya başladı.. onun için müziğin açılışını urfa havalarından yaptım mekanın ‘dj’yi olarak.. tabi urfa havalarına alışkın olmayan bazı arkadaşlarımız bir şaşkınlık yaşadı önce.. hele ‘şahap akagün’ün ‘buldun bir urfalı eğlen bakalım’ türküsüyle ‘ismail abe’ koptu.. daha önce de bu türküyü beraber dinleyip söylemiştik bizim mekanda.. sonra cümbür cemaat başladık hep beraber bu türküyü söylemeye.. zil çalmış duymamışız, ön odada olan ‘ciğerim’ duyup kapıyı açmış.. gelen ‘aylak adamız’ın babası, yaratıcısı büyük  ‘reis’ ‘blackhawk’tı.. ‘vay sen hoş gelmişsen’ deyip onunla öpüştük, koklaştık.. daha sarılmamız bitmemişti ki zil susmuyordu ‘yücel’im geldi..

sağ olsunlar gelenler viski, bira doldurup getirmişler poşetlerle, dolap artık almıyordu.. viski su gibi akıyor, tavşanlı biranın tavşanları her yeri dolduruyordu.. tamam film koptu bugün dedim kendi kendime..  günlerdir süren moral bozukluklarına, kötü haberlere, hastalıklara ve sinir harbine karşı ilaç gibi geldi o günkü buluşmamız.. hep beraber umuda dair türküler söyledik, halaylar çektik, ‘faithless’la coştuk.. ‘faithless’ çalmaya başladığında ‘alki’yle, beni ilk defa ‘faithless’la coşarken görenlerin gözleri kocaman kocaman açıldı.. biz ‘faithless’la coşarken yeni aylak ‘ece’ geldi.. doğal olarak ‘alki’yle ben biraz normale döndük..

zaman hızla akarken insanlar akşam sekize doğru yavaş yavaş evlerine doğru tevzi olmaya başladı çünkü kimisi anası babasıyla, kimisi eşi ve çocuğuyla, kimisi de sevgilisiyle kutlamaya devam edecekti yılbaşını.. ancak su gibi tüketilen alkolden sonra kafalar milyon olmuştu ve bu nedenle ayrılmak zor oluyordu bu güzel ortamdan.. en zor ayrıldığımız da ‘ismail abe’ oldu.. o da gitmek istemiyordu ancak onun da bir programı vardı.. gerçi bana güzel bir teklif yapmıştı ama benim de yeğenime ve annemlere sözüm vardı.. teklifini başka zamana erteledik.. ‘ismail abe’yle, ‘reis’in vedalaşması ise tam anlamıyla komediydi.. en son ‘ismail abe’ ‘reis’i alnından öperek kaçtı..

tüketilen boş şişeleri dört tane siyah battal boy çöp poşetine doldurduk.. en ağırını günün yıldızı ve neşe saçanı ‘hasanım’ aldı.. herhalde o poşet otuz kilo vardı.. delinmesin diye iki poşete geçirmiştik..

herkes kaçtıktan sonra mekanı gözden geçirip evde beni bekleyen yeğenime koştum.. evin kapısını açtığımda salonda tıpır tıpır koşturuyordu.. hemen parmağını uzattı öpmem için.. öpüp sımsıkı sarıldım ona.. sonra annemin hazırladığı birbirinden güzel ve sadece kuş sütünün eksik olduğu memleket sofrasına beraberce oturduk.. ‘güneşim’e içli köfte yedirmeye çalıştım yemedi, yaprak sarma yemedi.. meğer ben gelmeden önce yemeğini yedirmişler ona.. ama masada her şeyi eline alıp tadına bakmaya, ısırmaya çalışıyordu.. ne istediyse verdim.. her şeyin tadına bakıp yüzünü ekşitiyordu.. e ne yapsın bu yaşta onca acılı baharatlı mezeyi, yemeği.. hele yanında bir duble rakı içemedikten sonra.. işte ben de yeğenimle girdim yeni yıla.. büroda çakırkeyif olan kafam evde bir milyon oldu.. evin o gün tek alkol alanı olarak yüzdüm alkolün içinde sabaha kadar.. ‘güneşim’e, canım kardeşime, anneme, babama sarılarak girdim yeni yıla..

bol bol içerek girdiğimiz bir yılı umarım yine içerek bitirebiliriz..

o gün mekana gelip neşeye ortak olan herkese buradan teşekkürlerimizi sunuyoruz.. gel-e-meyenlere de canları sağ olsun diyoruz.. ‘niye çağırmadınız’ diye hiç kimse sitem etmesin çünkü her 31 aralık’ta herkes gelinmesi gereken yeri bilir ve o gün kimse özel olarak aranıp çağrılmadı..

kalbimizdeki tüm acılar ve hüzünlerle beraber ülkemizdeki ve dünyadaki tüm ‘haysiyetsizlere’ ve ‘midesizlere’ inat biz aylaklar yeni yıla umutla girdik..  2012’nin tüm aylaklara ve insanlığa barış ve huzur getirmesini istiyoruz..

gülüşünüzle kalın..”

Crockett..

OTOPSİ RAPORU BAĞIMSIZ BİR KAYIP İLANI

Ben bunları yazarken sen çok uzak bir sende, yılgın bir yöne uzatmış olacaksın beni. Sen bunları okurken ben çok uzaklarda değilmişsin gibi yapacağım eminim. Aramızdaki mesafeleri aklımda yenilgiye uğratmış olmama rağmen hiçbir yerimden zafersel bir gurur fışkırmıyor, garip.. İhtiyaç gibiymişsin gibi duruyorsun artık, belki de ondandır. Ne kadar yanılmış olabilirim ki’yle geldiğim ve döndüğüm o uzun yolun tamamen ölümüme attığım adımlar toplamı olduğunu anlıyorum şimdi. Çok hızlı gelişiyor özlemin, kontrol edemiyorum.

Fırtına öncesi sessizlik anlarıymış seni görmeden önce düşlediklerim, farkında olamıyor insan kavuşmadan, kavuşmaya ramak kala zamanlarının aslında ne çetrefilli, ne çocukça olduğunun. Seni gördüğümde o kısacık an içinde aldırdım en yakın yalnıza içimdeki çocuğu. Öyle bir boşluk doldu ki arafında, tüm beklenenler yargılandı ve layığını buldu huzurunda. Genişledi cehennem, ve yırtıp attı cennetle arasında süzülen sıratları. Çok eski hüzünlerden tanıdım yüzünü, hiç yabancı gelmiyordun, geldiğin yerden. Ne kadar astarsız boyalarla dokunsan, kapatsan kalbinin kapılarını illa kalmıştır birkaç tırnak izim kapılarında , demir parmaklıklarında çığlığım, görüyor musun, duyuyor musun ?

Serçe parmaklarınla tanışıklığımız uzun yıllara dayanıyor, ben uzatmadım sırtına onca uzun yılı dayan diye ama sen yine de rahat et usumun ormanlarında, yabanıl kalsın parmakların, evcilleştirmeye çalışmayacağım onları. Her dokunuşunda kirime, bir tel kopuyor içimde bir yerlerde; kısa devre yapıyor aklım. Tüm günahlarımı yolcu ediyorum bir araya getirdiğim otobüs koltuğundan. İlk mola yerinde, el sallamanı taklit etmeye çalışıyorum, gittikleri yerde eksiklik hissetmesin kendilerini günahlarım. Yoksa hiç dayanamam veda sahnelerine, sen bilmezsin; dayanıklı görünmüştüm tüm zerrelerime kadar senin yanında, sen bilmezsin..

Kelimelerimin üzeri çizilmez, karalanmaz. Çizilir, karalanır ama erir utançtan yabancı çizgiler, uyuşmayan renkler. Sessizce toparlar valizlerini uyuşmadığında renkler, çizgiler, karalamalar. Karşı kıyıya geçerler sırat’ımdan, dün-yarın arası bir yaşam kırıntısında, bir nefesinin sırtında; anlarlar geç olmadan, izoledir benim özgürlüğüm, anlattığım ve yazdığım tenlere siner kelimelerim.. Olmamış kadınlar sevdim çoğunlukla, tutkuları yoktu, kaprisleri çoktu, hamdılar yok olma zamanlarına kadar. Şimdi bocalıyorum tenine dokunduğumda, şimdi bocaladım, şimdi; senden uzakta.. Veda sahneleri tasarladım kağıtlar üzerinde, kolay olacak gibiydi, bir sürü müsvedde çıkmasına nazaran. Bir sürü beğenisizlik hissettim bunlarda da, tanrı okuduğunda. “Planlama” dedi eceli, “ben istediğimde ödeyeceksin son taksidini, peşinen verdiğim nefeslerin en nihayetini”. Ellerini çek yanaklarımdan, şakası olmaz silahın ve çok banal, tanrıyla aramıza bu kadar pervasız dalman.

Yol mu sana karşı provoke ediyor aklımı ? Yanımda duruyorsun oysa, başın omuzumda, uyumuyorsun da, bedenin olmasa da, başın.. Kesip almışım aklının orta yerinden, ama hata sesin, söz vermeseydin çıkmayacağıma zihnimden, açık bırakmazdım aklımın kapılarını; üşümezdin, üşümektendir bu uykulu hallerim, oysa geceyle uykusuzluk yarışlarında ipi hep ben göğüslerdim.. Seni en güzel halinle bıraktım ölürken, ne yaşlanacak, ne de değişeceksin artık. Tekrar karşıma çıktığında da zaman işlememiş olacak sana, en sağlam mirasımsın sen, kendime bıraktığım.

Bir benzin istasyonunun kamera kayıtlarıyla kanıtlandı vedasızlığın, zorla yanaklarına dokunan dudaklarım, iyice görünüyorlar üstelik.. Şimdi dilekçe hazırlamalardayım “güvenlik sebebi” ile başlıyor arzuhalim, geri almak niyetindeyim seni görüntülerden; adam gibi vedalaşana dek boyun eğmeyeceğim bürokratik engellere, üçüncü kişilerin sorgu sualine, adam gibi yalanlar sıralayacağım gerekirse. Kalbim harici hiçbir yerde, görüntün bile olsa, yalnız kalmayacaksın..

Son sevişmemiz ileri bir tarihe ertelendi, tarafından. Oysa amacım büyümek. Toprağın kalbinde dayandım tüm mevsim normallerine ve abartılarına. Nefesin kırdı kabuğumu, şimdi sürgünüm sana çiçek, dal. Diktiler seni yanıma. Henüz tanımıyorum mevzusu sık sık geçen rüzgarı, çok korkutmuşlar küçükken ağaçları; tekerrür ediyordur belki korkular, bilmem.. Dikil yanımda, yarı naylon bir iple bağlasınlar gövdemi, gövdene. Toprağa tutunmayı öğret bana gizli gizli, kökleşeyim kaldığım burada; gidecek bir yerim yok değil, olmayan bir yoka gidecek gibilerimden caydır beni.

De ki; git-me..

Ölüm korkusunu tatsın bizimle azrail. Omuzumuza dayasın nurdan başını, gözyaşlarını ilk biz silelim, ilk bizde isyan etsin alınyazısına.

De ki; git-me..

Sensiz bir şehir istemiyorum, tüm kaldırımları emzirmem gerekse de, seni büyütmek istiyorum; bir parça toprak biriktirdim geleceğini bile bile, serpil sen dal, çiçek.

De ki; git-me..

Zamanla genişleyeceksin yerinde, daha çok isteyeceksin biliyorum; o zamana dek, git –me..

Sevişme sonrası perte çıktım, dudaklarında yeniden yeniden ölerek; ama başardım sanırım, adıma dokunmadan çıkmıyor herhangi bir kelime, herhangi bir sözün, dudaklarından..

De ki; git -me..

Adım nasılsa dilinde.. Hınzır bir kafiye de sen-ben, tüm sonların ucundan hep taa en başa doğru, yine yine; git-me-de.

Alkol duvarıyla aramda sıkışıp kaldın dün gece. Asit damlıyordu şiirden, okunduğu usu yakıyordu. Denizime işer giderdi ya(ba)ncı insanlar, ama hiç zarar veremezdiler yakamozlara. Kimin gönderdiğini, kimlerin imzasıyla sıvarlardı paçalarını bilirdim. Usul bir dalgalanma olurdu yüzeyde, daha güzel görünürdü hatta ay, tuz oranı yükselirdi çok az; hepsi bu..

Verebildikleri en büyük zarar..  Bir kadeh daha ?

Aralanırdı tüm kapılar, simsiyah bir yoklukta ışıldardın; korkuturdu ışığın.. Ben seni daha çok üçüncü kadehten sonra sevmeye başlardım –ki tanrı hakkını doldurup çıkardı aramızdan. Yalnızlığımızı batırırdık, tuz oranı yüksek, tutku oranı ütopik değerler taşıyan denizimizde, yanardı yalnızlıklar, kanardı yakamozlar..

Adının iç denizlerinde sığınacak limanlar aradım, fırtına öngörüsü hakimdi tüm lokal gözyaşlarında; oysa yerlik bir “şey” değildin, ölesiye korkuyordun yer edinmekten.. Senin gibi bir katili hiç bu kadar tanrı misafiri bilmedi maktülliyetim. Hiç bu kadar güzel ölmemiştim daha öncesi. Anlayamıyorum, hangi ara caniler sıralamamda böylesine yükseldin. Karşında yarım kalmış bir önsevişme kadar utangaç ve acizim.. Lal kraterimsin sen, nasılını bilmiyorum ama bir gün senden fışkıracak içimdeki cehennem, neyin çıkarsa önüme yakarak.. Es’i yok seni seviyor olmamın. Ardımdan gelenlere bırakıyorum bu besteyi, kim ki anlatmaya meylederse aşkı, sadece bu notaların altına dizsin kelimeleri. Yoksun; yüzlerce kilometre uzaktasın üstelik. Hala “tad” burukta olsa, seni hayal ediyor olmak; saklı düşlerimin senlerime dek donduğu bu zemheride..

Bu sevimsiz oda ! Genzimi yakan bu kimyasal koku.. Parmağıma bağlı acil durum butonu.

Bu mevsimsizlik.

Hangi günün tam olarak neresindeyim ? Burnuma, ağzıma giren bu plastik borular, kollarımdan sarmal çıkan bu geçici damarlar, ucunda plastik birer kalp.. Sarıya çalıyor kanımın rutin rengi, nasıl zorla girdilerse içime, çeşit çeşit iğne izleri..

Hem kim bu insanlar, tam olarak hayatımın hangi kısmından çıktılar, şimdi neden yeniden girme telaşındalar ? Her an nefes ritmimi bozan bu reflü, bu zehir..

Jaluzilerin sakladığı ışık mı ? Herhangi birinin tanıdık sesiyle acınması mı ?

Arada bir gelip penceremden bana bakan taklacı mardin, kalkabilsem –ki anca ağrıkesici bir şeyler ikram edebilirim sana; birde yarım kilogramlık tetrapak paketinde ılık süt.. Ağrın, sızın var mı ? Süt içer misin ?

Neden boşalmayan bir kadeh duruyor jaluzinin ışığı sömüren paralel çizgileri üzerinde ? Neden omuzlarım üşüyor sadece, sızdığım senden çıkış noktasında, yattığım yerde ? Hep onulmaz kutuplar mı kullanır operatörleri bedenimin ? Neden böyle üşürler üstelik, kirpiklerimden sızan ilk ışıklar ?

Dur Doktor ! O’na bu kadar telaşlı dokunma ! Bu kadar habis değil O bedenimde..

İyiyim bir’az daha. Yasağımla cebelleşiyorum, henüz kendime bakmadım aynada..

Canım beyaz bir kağıt, tükenmeyen bir kalem çekiyor da, inadına tükettiriyorlar seni kinayeli yasaklarda..

Bana verdiğiniz nedir, bu zaman farklarına sebep ? Gözümü açıyorum güneş sızıyor pencere kenarlarından şarabi duvarlara, gözümü açıyorum tenha bir akşam.. 

Bir şiirden yeni çıkmıştı, üstü başı ironi.. Çıktığı yere büyük gelmişti, darmadağın etmişti, eskiden esnekliğiyle övünen Şair’i. Engizisyonlarda yargılandı bu şairler, bu kelimeler. Binleri asıldı, binleri sürgün edildi pert cümleler(d)e. Birkaç yaşamı kardım, toparladım yarısını. Asılanların cesetlerini söktüm, mermer lahitlerden; sen çıktın şimdi, diğer yarısını bulmak zorunda olmalarımda; kaybettiğimi yeni anladığım en güzel yarı’m. Yoksa çürümezdi hiçbir cümlem senle temas anında. Dayanırlardı sonsuza, vardığım en uzağa..

Nasıllarımı soruyor üst insanlar.. Nasıllarımı merak ediyor, hayatımda yönlerini sorgulayanlar.. Nasıllarım umurunda değil aslında, hiçbirinin; tanımıyorum hiçbirini bazen.

Sadece çok tanrılı bir geceydi, ve okaliptüs kokuyordu nefesin; tek sana dua ettim acemi avuçlarımı açarak natamam masallarda, seni seçtim bir Son’a. Yol üzerinde ilk intihar noktasında, milyon ışık yılı uzakta, milyon yıl mola verdim. Körebe oynadım, sesi kısık bir otobanda, en haylaz tanrıyla..

Sadece çok çeşitli şişelerde, irili ufaklı yalnızlıklardaydım. Cevap vermiyordu hiçbir tedavi şekline aklım. İkiye bölünmüş olduğumu anladım sonunda, diğer yarıma bakmaya çıktım; özgürleşmişti diğer yanım, yüksekte aramalıydım. Benimle kalan diğer yarım, üç adım arkamdan geliyor, ama asla yetişemiyordu bana. Durduğum anda kamçısı dökülüyordu ellerinden yelkovanın. Kaçmak zorundaydım !!

Kaçmak zorundaydım, şişeleri taşımaya üşendim, ya da yorgundum..  Sonrasını inanın anımsamak istemiyorum !

Diyaframı çalıştıracak kasıntıya sahip değil ölülerim. Tamamen senni tenefüslerle soludu cesetlerim. Ölü seviciye çıkacak olsa da ismim, kağıt balonlar yapacağım mezarlarımın üzerlerine basmasın diye insanlarım.

İnsanlarım.. iblislerim.. Rollerim.. Bakın yine mi beceremiyorum ? Uçamaz mısınız ?

Ölümü neden beceremiyorum ? Uçun ve yukardan bakın birde, alışacaksınız..

.. ve beton soyundu derisini, nasıl narindi rüzgar, nasıl utangaçtı tüyleri. Dokundu et, kanı çekildi dünlerinden bir anda, düşünecek pek fazla bir şeyi yoktu belki, onca ağırlığında kafamın. Lirik bir biçimdi, kıvranıyordu sonsuza; dokunmak istedim parmak uçlarımla, yetişemiyordum; uzandım boylu boyunca, kayboluyordu acele etmemem gerekliliklerinde, acele ettim henüz sızmadan; dokunmalıydım öylesine eş’ size…

Attığım adımın farkındalığı daha yavaştı benden.

Yüklemine takıntılı devrik bir cümleyim. Sanki geri kalan, ayakta edat çatıyorlar özneye. Ya cidden gizliyse ? Senden söz açıldığında aşkın meskun mahallerinde, bilinçsizce sözümüzü keserdi sessizliğin. Her yüzeyde derinleşir, derinlerimize nüfuz ederdi lekesizliğin. Yüklemine takıntılı devrik bir cümleyim. Yeni ilahiler yazma zamanlarına, dualar toplayıp, dualar biriktirmekteyim.; kaynayıp buharlaşmış bir Aralık tortusu üzerimde.. En kolayı kendine kesmek illaki faturayı. Sirenler çalmaya başladığında, sığınaklara kaçar kadınlarım; kağıt-kalem arası savaşlardan anlar önce. Üstelik hiç üstünlük sağlayamayacaklarını bile bile, birbirlerine. Şiirin hiçsel muharebesinde, ne sayfa, ne kalem; kurtulamıyordu kapılmaktan kelime sellerine, zafer aşktan yanaydı her seferinde…

Acıma sakın bana..

Belki susmayı ülkelendirecek ellerim, yine de en gizli ayrıntım kalacaksın benim. 

Boşuna telaşlanmış komşularım, bakın aranızdayım hala. Tüm sentetik zamanları paylaşalım. Ben sizler gibi değilim, sanmayın. Zar tutmuyorum hayat oyununda, en klas oyuncağım değil üstelik hayat. Ne gelirse, geldiği gibi dokunup, sürtünüp geçiyor bana. Kalbimden geleni yapıyorum..

Acıma sakın bana…

Bu buhranlar gerekliliklerim.. Belli bir tonajdan sonra çöküyor olması omuzlarımın, taşıyamayacağım anlamına gelmez, herhangi bir vedayı daha. Tüm anti-sosyal desteklere ihtiyaç duyduğum zamanlarda, ister istemez -boynunu süsleyen- bir kar tanesi şekilsizliğinde dökülüyorum kapına.. Mağrur gitme topraklarımdan, kanıma dokunuyor sükunetin. Kralın canına kast eden her soytarıyı severek alkışlıyor ayak izlerin. Yazmıyor tarih, ihtiyaç duyulduğu anda desteden birden fırlayan maça kızını..

Acıma sakın bana..

Cebimde işte ! Sen olmasan kimse anlayamazdı semadan çalınan yıldızı benim gizlediğimi. Cebimde işte, ilk karşılaşmamızda eritecektim kar tanesini, yahut asacaktım bir kirpiğine. Yanındayken nasıl unuttum ?  Unuttum; Kahverengi ufak bir kutuda uçuyor yusufçuğun…

Acıma sakın bana..

Ayık kafayla güdüleyemiyorum kendimi. Kendi kendini asan darağaçlarına hibe ediyorum tutkularımı. Dar ağacı olması için beslenen, büyütülen fidanlara asıyorum şimdi çalışkan çocukluğumu. Çocukluk yaşken eğiliyor sonuçta, başka kimsenin önünde eğilmişliğim yoktur, bilesin. Baktım olmuyor, kalbimi söker giderdim..

Özgürlük çok uzak ülke, yakınlarında. Üç tarafı hüzünlerle kaplı bu yarımada, geliş-gidiş yolu üzerinde senlerim. Sanma ki önünden geçip gitmeye menzilliyim. Sen çıktın yolum üzerine –de yol sensin. Gelip geçici sağanaklarız bizler, aklım uçurum boylarında ergenleşiyor sancılı aşklar.

Acıma sakın bana..

Çocukluk düşlerimin özü olsa da, tam bir büyümeden söz edemez bizim hikayemiz. Düşlediğim sen dibimdeyken, çok uzak kalmak “biz” den,  kapalı alanlarda, küçücük odalarda. Kıyılarına vuran bir asma kilit anahtarı, kumların kadar çekici, ılık bir lunapark muştusu kalbin, renkli renkli..

Aynı nehirde birkaç kez yıkanan bir ateş, bütün uçurtmaların peşinde aynı hızla; özgürlük.. Yabancı kalırım kara sularına, it dalaşı düşlerin penceresi, gökyüzü biraz. Merak etme, belki sana da uğrayacak aynı bulutlar, tuzu çekilmiş birkaç damla gözyaşımı dökecekler ayakuçlarına. Merak etme, kirlenmeden karşılanacak güneş, olduğu yerde batmasını bekleyen suskun akşamlarda.

Acıma sakın bana..

Seyrek bir Pazar gecesi, tüm insanlarım hücrelerindeki yerlerini almışken; yarın sana doğacak şehirler öldürüyordum şişe diplerinde.  Henüz yolun başında, şimdi olabildiğince çocuk kadehim; şarabın şımartısında.. Otoyollarla örülü kalbimde, birkaç beyaz önlüklü personeli, yabancı bir devletin. Tüm damaryollarımı kesmişlerdi, çevirme noktalarında ayrıştırıyorlardı tek tek hız sınırı kaçağı promilleri. Işıktan fırçaları vardı ellerinde, ışığı daha önce görmeyen her promil meraktan çakılıp kalıyordu olduğu yerde. Ayıkladılar hepsini kızıl sulardan, çokça uzun sürmüş olmalıydı üstelik.

Çatışmalarımı hükme bağladığım o yüksek köşebaşını özlerim bazen, yıktılar orayı çok önceden. Yerinde tuhaf bir yalnızlık var şimdi, rakımı sokak seviyelerinde sabit.. Gözümün içine baka baka sevişen, karşı binadaki kadında taşındı zaten –ki iyi ki taşındı, yoksa camdan sarkmak zorunda kalacaktı göstermek için tüm vurdumduymazlığıma kendisini. Benim izleme zamanlarında sevişirdi çoğunlukla, yabancı yabancı adamlar hırıltısında. Bazen kısa bazen uzun bakardık birbirimize. Bazen de ağlardık, ben boşlukta; O  gümüş bir kasede biriktirirdi gözyaşlarını. Arada sırada çay ikram etmek için çağırırdı. Gitmezdim hiç.. Gitse miydim ki, gelmemesi için saçma sapan zamanlarda aklıma ?

Yeşil gözlerinin yansıması kaldı ahşap pencerede. Sanki bilerek değiştirmedi bina sahibi, o masum pencereleri. O hariç tüm katlar pvc doğraması şimdi. Sanki bilerek değiştirmiyor, birkaç kez arkanda  hırlayarak gördüğüm yılgın aşk sahibi..

Ahh Jully ! Nerede sevişiyorsun şimdi ? Ahh Jully ! Hiç karşılıklı sevişmedik değil mi biz ?

Ahh Jully ! Herhangi bir elbiseyi sana yakıştırabilmeyi özlüyorum şimdi..

Acıma sakın bana..

Rakımını, nüfusunu, ve koordinatlarını bilmek istemediğim hayal kırıklıkları kenti. Bir daha gelecek olursam tüm sokak çocuklarını dolduruşa getirip salacağım en işlek caddelerine. Hepsinin ellerinde renkli renkli düşler, hepsinin elimde tüm dillerde ikamet adresin. Sende pişman olacak caniler, sende uyuyacak yorgun katiller..

Ben bu ölgün alfabe ile ne yapacağım ? Kaçmaz kurgusu kelime pazarlarının. Kaçıncı kuşak çığırtkanlıklarım ? Her harfe yazılan kaç hikaye duyumsayabilir, dinleyenler ?

-Almak şart değil usta, dene şu harfi. Bak ayna. Nasıl duracak üzerinde ?

-Almak şart değil usta, şair tezgahı bu; herkesten bir parça, her parça biraz biz..

-Almak şart değil usta, seçmece üstelik. Kağıt al biraz, dene usta, alma sorun değil.

-Almak şart değil usta, biz her gün buradayız. Uyduramazsan herhangi bir yere, belli bir yıpranmışlık düşer, iadesini alırız.

– Almak şart değil usta !!

Tanrı misafiri bir kurşunun adres karmaşası bu ayaz; gel..

Açık tüm iç organlarımın kapısı, usulca saplan istediğine, taşıyabildiğim kadar taşırım..

Çok kalacaksan yalnız, izin kağıdı çıkarmalısın altında senden vazgeçen katilin imzası..

Bir yere gitmiyorum merak etme, az uyurum sadece, seni beklerken..

Yine de uyurken yağmur ol isterdim en kurak iklimlere yatağına sadık kalsın isterdim güneşler,

Dağların çiçek..

Düşkörü dökülsün kirpiklerinden gerçekler, dayanırım, sen ovalayana dek mahmurluğunu gözlerinden.

Kalsın nöbetlerde, ılık dokunuşların.

Ok kirpiklerin..

Kolay mı ayaküstü uyumak, bir kez bile gözünü kırpmadan ?

Saklandığı yere sığmayan ışıklar sarkar illaki saklandığı yerde saklanamayacak kadar ışıldak

masum,  akluofobik gece bekçisi..

Dengesiz bir jiletin yol üzerinde duruyor bileklerim, sanırım; durabilme mesafesinde değilim..

‘Düşsel’

‘sosyal demokrat belediyecilik’ örneği..

“istanbul’un yaşanabilir en güzel ilçelerinden birisidir kadıköy..

ama yıllar geçtikçe kadıköy de çarpık yapılaşmadan ve yaşanan göçlerden etkilenir.. yavaş yavaş eski dinginliği yok olmaya başlar.. boş kalmış araziler yavaş yavaş dolmaya başlar..  son ağaçlar rant uğruna kesilir, yeşil alanlar yok edilir.. yerlerine plazalar, siteler, kocaman kocaman apartmanlar yapılır.. ‘parke taşı teorimi’ beni tanıyan az çok bilir.. parke taşı öldürücü bir virüs gibidir.. parke taşının girdiği yer katledilmeye başlanmış demektir.. parke taşının olduğu yerde tırnak içinde uygarlık vardır ama yeşillik ve doğa yoktur.. 

işte bizim kadıköyümüz de zaman içinde rantın en çok döndüğü ve para babalarının ve siyasetçilerin uğruna çok kavga ettikleri bir yer oldu..

kadıköy’ün seçimlerde rengi hep bellidir.. belediyesi yıllardır ‘sosyal demokrat’ olduğunu iddia eden partilerin elinde olmuştur.. sağ bir partinin belediye seçimlerini en son ne zaman kazandığını kimse hatırlamaz bile.. sağ partilerin en güçlülerinin bile burada seçimi kazanması mucize bile değildir, imkansızdır.. zaten bu tırnak içindeki sosyal demokrat partilerin seçimlerdeki propagandası hep ‘ya onlar gelirse’ paranoyasıdır.. yahu siz varsınız yıllardır da ne oldu.. millete temcit pilavı gibi sunulur seçim propagandalarında bu paranoya.. vaatler vaatler.. hep seçim broşürlerinde kalır vaatler.. ‘sosyal demokrat parti’ zaten emindir kadıköy’ü ezici çoğunlukla açık ara alacağından, o yüzden sadece vaatte bulunurlar o da laf olsun diye.. ne yaparlar dört beş senede bir kaldırımlarınızı yenilerler, çöpünüzü kerhen toplarlar, sene de bir iki milli bayramda belediye başkanı en öne geçip fener alay düzenlerler.. budur işte o gelmesinden korkulan ‘diğerlerinden’ farkı.. yoksa özünde belediyecilik anlayışları aynıdır.. yeşil mi gördün kes biç, beton dik, parke taşı döşe.. başka bir hikayeleri, icraatları yoktur…

bu yazıyı yazmamın sebebine geleyim girizgahı kısa keserek.. bu arada yukarıda anlattığım partinin adaylarına doğruyu söyleyeyim ben de belediye seçimlerinde birkaç defa oyumu vermişimdir..

neyse ben yaklaşık 22 yıldır kadıköy’ün sahrayıcedid mahallesinde oturuyorum.. benim ‘kümes tarzı’ yaşam tarzı dediğim bir site içinde 22 yıldır yaşıyorum.. o mahalleye ilk taşındığımızda iki ana caddesinin yolları kırmızı topraklı yoldu.. ve yol boyunca uzun yeşil ağaçlar vardı.. şimdi gidip bakarsanız bağdat caddesi ile yarışan iki cadde görürsünüz.. her yer beton olmuştur ve insanlar ne de güzel ‘kırımızı toprağın’ ayakkabılarını, çoraplarını kirletmesinden kurtulmuştur..

işte bizim sitenin olduğu sokakta kadıköy’ün en geniş boş arazilerinden birisi mevcuttu.. bu arazi yıllarca halka açık spor kompleksi olarak kullanıldı.. arazinin bir bölümünde amatör kulüplerin ya da mahalleli gençlerin futbol oynadığı ışıklandırılmış toprak bir futbol sahası mevcuttu.. mahallemizin yaklaşık 20 yıl muhtarlığını yapan rahmetli ‘şadan batok’ amcamız çok emek vermişti o sahanın mahalleli tarafından ücretsiz olarak kullanılması için.. ama bir gün o tesisin kapısı demir zincirler ve asma kilitlerle kapatıldı.. hayırdır dedik ne oluyor.. efendim sevgili belediyemiz oranın bir para babasına ihale dilerek halı saha ve sosyal tesis olarak kullanılmasına karar vermiş.. böylece belediyemiz sevgili mahalle gençlerine çok güzel bir halı saha kazandıracakmış.. toprak sahadan kurtaracakmış pehh.. ha bana ya da başka birine soracak olsalardı alacakları cevap belliydi : toprak saha, halı sahadan milyon kere daha sağlıklıdır.. suni plastikten yapılmış yeşil halı saha birçok tehlike arz ediyorken toprak sahanın doğallığı dışında bir zararı yoktu.. ama rahmetli muhtarımızın ve mahallelinin mücadelesine rağmen belediye halka rağmen toprak sahayı bir güzel kepçelerle kazdırıp, beton döküp, suni mi suni bir halı döşetti.. ve tabelayı astılar kapıya : ‘saati şu kadar halı sahada maç keyfi..’ he ya maç keyfi.. ne keyif ne keyif..  ha mahallelinin direnişi sırasında direnişi kırmak için söylenen şuydu ‘mahalle gençlerine halı saha ücretsiz..’ yok ya yemezler kimi kandırıyorsunuz.. yalan ilk gün meydana çıktı hemen.. içeriye girip top oynamak isteyen gençlere bir kaba kuvvet gösterisi ve denilen şu gece 2 ile 5 arası mahalle gençlerine ücretsiz halı saha.. çok komik değil mi.. sabaha karşı maç keyfi.. neyse halı saha açıldıktan sonra halı sahanın yanındaki boşluğa bir et lokantası konduruldu, yıllardır mahalleli tarafından ücretsiz olarak araçlarını park ettikleri bölüm ise paralı otopark ve oto yıkamacı oldu.. işte size ‘sosyal demokrat belediyecilik’ anlayışından birinci perde.. nasıl güzel mi.. ‘aman ha diğerleri gelmesin’ diye verilen oyların neticesi..

neyse yıllarca bu arazi halı saha, lokanta, otopark ve oto yıkama olarak birileri tarafından kar amaçlı kullanıldı.. halk sokakta park yeri bulamayınca paşa paşa gidip oraya aracını koyuyor ve park parasını kuzu gibi ödüyordu..

sonra bir gün bir baktık bir arbede var bu arazide.. zabıtalarla tesislerin içindekiler arasında bir tartışma.. öğrendik ki belediye tahliye ediyor adamları.. bize ne yarın başkaları gelecektir bu tesisi işletmeye dedik.. uzaktan izledik.. adamları tahliye ettiler.. ama öyle olmadı işte.. ertesi gün belediyenin dozerleri girdi araziye.. halı sahayı, halı sahanın bin kişilik tribünlerini, içindeki binaları yıktı, yüzden fazla ağacı kökleriyle birlikte koparıp katlettiler.. hayırdır dedik koştuk.. merak etmeyin dediler eskisinden güzel bir tesis yapacak belediyemiz ‘sizler’ için.. iyi de o kadar ağacın günahı neydi be katiller.. ağaçları niye yok ettiniz.. arazi kapısında kilitlerle aylarca katledilmiş ağaçlar ve molozlarla dolu durdu.. biz bekliyoruz hep.. ama bir kıpırtı yok..

sonra öğrendik, meğer belediye ihaleye çıkarmış araziyi.. bir şirkete ‘yap işlet devret’ modeli bilmem kaç yıllığına kiraya veriyor araziyi.. ha ne mi yapacak şirket o araziye.. yok canım korkmayın suni halı saha, spor kompleksi filan değil : katlı otopark.. evet yanlış okumadınız.. yerin yedi kat dibine girecek şekilde bir katlı otopark.. neyse ülkemizin tanınan bir şirketi ihaleyi kazandı ve işe giriştiler.. inşaat sırasında mahalleli olarak çektiklerimizi fazla anlatmayacağım.. gürültü, çevre kirliliği filan hikaye.. kazılan dev inşaat çukuru nedeniyle bir sabah göçen yol nedeniyle oturduğumuz apartmanların çökme tehlikesini de anlatamayacağım.. hepsini sineye çektik bir şekilde.. çünkü senin tek başına koyduğun direnişin, tepkinin hiçbir anlamı yok.. üç beş kişi bağırır çağırırsın sonra kalkarlar utanmadan seni ‘onların, diğerlerinin adamları’ olarak gösterirler.. hoş  beni öyle gösteremeyeceklerini bilirler..

bizim sokaktaki o boş arazide iki yıla yakın süren katlı otopark inşaatı ve üstündeki lokanta mı market mi olacak bilemediğimiz dev yapının inşaatı geçenlerde bitme aşamasına geldi.. bir baktık sevgili belediyemiz bizim sokaklarda hummalı bir kaldırım çalışmasına girişti.. on yıldan fazla süredir değiştirilmeyen kaldırımlarımız sökülmeye başlandı.. iyi bizi hatırladılar kaldırımlarımızı yenileyecekler diye sevindik, gözlerimiz doldu.. ama ertesi gün bir baktık ki o da ne kaldırımlarımız eskisine göre otuz kırk santim daha geniş ve on santim kadar da yüksek yapılmaya başlanmış.. hayırdır dedik.. efendim ihtiyaç nedeniyle kaldırımlar genişletilmiş.. niye kardeşim niye.. dalga mı geçiyorsunuz siz insanlarla, ne ihtiyacı.. bu sokaktan günde geçen insan sayısı dört yüzü bulmaz ve aynı anda yürüyen insan sayısı beşi geçmez bu sokakta.. taksim meydanı ya da kadıköy rıhtımı değil ki burası aynı anda yüz kişinin yürüyebileceği kaldırımlar yapıyorsunuz.. biz bilmeyiz belediyedeki yetkililere sorun.. soralım dedik.. tabi o anda hala biz safça düşünüyoruz.. sonra bir gün jeton düştü, oynanan oyunu anladım.. sevgili belediyemiz bizi hatırladığı için değil yakında faaliyete girecek katlı otoparka rant yaratmak için kaldırımları yenilemeye başlamış.. insanlar gelip sokakta ya da kendi site otoparklarında araçlarını park edecek yer bulamayınca hop gel bakalım kucağımıza der gibi katlı otoparka gidip kuzu gibi geceliği on beş, yirmi liralardan arabalarını oraya park edecek.. bizim sokakta eskiden sağlı sollu iki araç park ettiği halde karşılıklı olarak iki araç rahatça geçebilirken şimdi insanlar yolun ancak sadece bir tarafına park edebiliyor ve sadece bir araç yoldan geçebiliyor.. işte anlı şanlı sosyal demokrat belediyecilik başarısı.. ayrıca söylenti şu ki sokağa tamamına park yasağı gelecekmiş.. araç park edenlerin araçları çekilecekmiş.. güler misin ağlar mısın.. otuz yıldır araç park edilen evinizin sokağı araç park edilemez hale gelecek.. sosyal demokrat belediyecilik anlayışının nadide örneklerinden birisi.. daha önce de defalarca böyle ‘güzellikler’ yapmışlardı pek sevdikleri ‘halkımız’ için.. mesela ne mi : kadıköy’ün bağrına bir hançer gibi saplanan otel inşaatı izni gibi.. iktidar partili büyükşehir belediyesi ile anlaşarak kadıköy’ün güzelim moda sahiline devasa iğrençlik abidesi otel inşaatına izin vermişlerdi.. bunlar milletin önünde birbirlerine atıp tutarlar.. ama kapılar kapandığında çıkarlar ortaktır.. yok birbirlerinden zerre kadar farkları..

neyse hemen bir şikayet yazısı döşenip belediyeye yolladım.. yakışmıyor size dedim.. ‘ispark rantçılarından’ ne farkınız kalıyor dedim.. o upuzun şikayet dilekçeme verilen yanıt ise tam bir komediydi.. efendim ‘biz ihtiyaç ve halkın talebi üzerine öyle bir çalışma yaptık..’ tek bir kelime yok otopark inşaatı vs hakkındaki iddialarım ile ilgili.. sessizlik.. başlarım sizin solculuğunuza da sosyal demokratlığınıza da.. ne farkınız var sizin diğerlerinden.. aynı kafasınız işte.. türkiye’deki belediyecilik anlayışı budur işte : rant yaratma, birilerini palazlandırma.. o birileri de hep ya yandaş ya da yakının olur..

biz öfke içinde kaldırım çalışmalarını izlerken bir baktık belediyemizin asfalt ekipleri geldi.. sokağın tüm asfaltını derince kazdılar.. tabi artık jeton hemen düşüyor bizde : derin kazıyorlar ki asfalt yol kaldırımlardan daha aşağıda kalsın.. bazı yüksek araçlar kaldırımların kenarına çıkıp park edemesinler.. oh ne güzel ya.. o sırada bir de bazı tehdit mektupları ortaya çıktı.. birileri geceleri yeni yapılan kaldırımların kenarına çıkıp park eden araçların sileceklerine bu tehdit mektuplarını yazıp bırakıyordu.. ‘aracını kaldırımın üstüne park etme sonra aracını çizerler..’ , ‘bu kaldırımlar araç park etmek için yapılmadı, yaya geçsin diye yapıldı.. aracını bir daha park ettiğini görmeyeyim..’ ama zerre kadar delikanlılık yok bu tehdit mektuplarında.. yiyorsa isim yazsana o mektupların sonuna.. isim yaz ki o mektupları fitirjin misali sana bir zerk edelim.. ama nerde o yürek.. canım rahat olun o yaptığınız kaldırımlara iki araç yan yana park ettiği gibi aynı anda dört beş yaya geçer.. otoban gibi kaldırım yaptınız rahat olun yahu..

ben ne mi yaptım.. belediyeye süre vermiştim.. gelin efendi efendi eski haline getirin bu kaldırımları diye, yoksa süre sonunda başta savcılık olmak üzere tüm yasal haklarımı kullanacağım dedim.. ortada açıkça bir hukuksuzluk ve birilerine rant yaratma çabası var.. üstüne üstlük o tehdit mektupları işi açıkça ortaya çıkarıyordu.. şimdi artık söz bitti.. hem teşhir edeceğim kendilerini her platformda hem de hukuksal olarak mücadele edeceğim sonuna kadar bu ‘sosyal demokrat’ belediyecilik anlayışıyla..  

öyle öfkeliyim ki haftalardır, arkadaşlarım bazen anlam veremiyorlar.. kendi oy verdiğin belediyeyi mi şikayet edeceksin diyerek dalga geçenler de var.. ne yani oy verdik diye sineye mi çekeceğiz..

kalkıp bana şunu da diyemezler ‘oturduğunuz apartmanların otoparklarının yetersizliğinden biz sorumlu değiliz..’ sonuna kadar kendileri sorumlular çünkü o apartmanların inşaat ruhsatlarını, izinlerini hep onlar vermiş.. geleceği düşünüp otoparkların yeterli olmasını sağlasalardı..

belediyecilik sadece fener alayı düzenlemek, fenerbahçe mitingine sarı lacivert atkı takıp katılmak değildir.. son gülen iyi güler..”

Crockett..

ufak bir salto

hep, her zaman ve nasıl olduysa; zamanın duracağını bilerek hayata kaptırıyoruz kendimizi. insanız! küçük şeylerle mutlu olmak varken, hayallerimiz, amorti üzerinden büyük ikramiyeyi on ikiden vurmak için çabalıyor. evet, her şey geride kalacak. aldığın ilk nefes aynı zamanda sona doğru atılan bir adım, güneşe çıkardığın saksı suladığın çiçeğin kafesi. adam ne güzel de söylemiş, “mutsuzluk; pencereden manzaraya bakıp camı görmektir.” ama güzelim, canım… biz bırakalım bu kötü şeyleri, hayat yaşamaya değer bir cehennem değil mi sonuçta?

sür atını sür, bilekleri kırılan atların nasıl koştuğunu duysunlar. sür!

‘Papyrus’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hayat Modeli

Başlık dantel modeli gibi oldu! Olsun, en güzel motif en beğenilen ve taklit edilmeye çalışılan olmuyor mu? Benim anlatmak istediğim başka türlü bir şey. Ne ağaca benzer ne de güneşe.

Bilim adamları, hayatta mükemmel yaratılışları kendilerine temel alarak, matematik modeller geliştirmeye çalışıyor. Genellikle mühendisliğin temelinde öğretilen de varsaymak (assume that…) ya da ihmal etmek (neglect it…). Sınavlarda çıkan problemler bu iki temel ile, çözülmeye başlıyor. Kimyada da standart basınç ve sıcaklık varsayımı gibi. Buradan yola çıkarak, mükemmele ulaşılmaya çalışılıyor. Oysa gerçek hayat hiçbir şeyin lineer olmadığı, tam tersine her şeyin anlık değişebildiği ve dış etkenlerin de model üzerinde etkili olduğu bir durum. Bazen, modelinizdeki ana bileşenlere takılıp kalıyorsunuz, birisini değiştiriyorsunuz olmuyor, diğerini değiştiriyorsunuz olmuyor, her ikisini değiştiriyorsunuz çıktılar bambaşka şeyler söylüyor. Geri dönüp, daha bilimsel daha yeni modeller öğreniyorsunuz, çıktıyı ne etkiliyor diye? Güzel bir model buluyorsunuz, kendi koşulunuza uyguluyorsunuz. Girdilerinizi ve sınırlarınızı siz belirliyorsunuz, çıktıda görmek istediklerinizi tanımlıyorsunuz. O model size, hangi bileşeni ne kadar almanız gerektiğini söylüyor, ulaşmak istediğiniz amaca göre. Hevesle tüm olasılıkları deniyorsunuz, çıktılar değişiyor. Sanki her şey sizin elinizdeymiş gibi havaya giriyorsunuz. Bir gün aynı bileşenlerle tekrar deniyorsunuz, olmuyor. Modeliniz çöküyor mu? Ne oluyor? O zaman dış etkenler dikkatinizi çekiyor, model bileşenleri sabit ama dış faktörler de modelinizi değiştiriyor. Hadi bakalım, kolay gelsin diyerek, yeni modellere yol alıyorsunuz. Biliyorsunuz ki, her şey kapasitenizle sınırlı. Fazla zorlamamak diyerek, ‘İbn-i Zerabi’nin yolunu azmedip, hazmetmeye çalışıyorsunuz. Anın keyfine varıyorsunuz, sadece sevginin sıkıntıyı yok ettiğini biliyorsunuz. Hayat modelinin gerçek varsayımı bu : SEVGİ.

‘Skycell’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Izdırap…

Ara sıra size de oluyor mu? Flashbackler, bozguncu zihniniz sizi de ansızın yokluyor mu? Bu aralar sıkça yaşadığım bir hal bu. Unuttuğumu sandığım, ilk karşılaşmalar, teker teker saklandıkları yerlerden çıkıveriyorlar. Ne ile ilk karşılaşması? Tabi ki toplumsalla. İlk dayağım, ilk düşüşüm, komşunun oğlunun bana duyduğu rekabetçi nefret vs. Saymaya gerek yok daha fazla. Aslında hiçbir şey değişmemiş onu görüyorum. Çocukluğun tepkileri ne kadar açık ve safsa, yetişkinliğin tepkileri de o derece kapalı ve sinsi.

Aynı şeyi yaşıyoruz aslında. Hiçbir şey değişmemiş, değişmiyor. Sadece farkedip, kabulleniyoruz ve canın acımamasının yollarını öğrenmeye çabalıyoruz. Öyle bir tutsaklık ki bu hal, bu yaradılış hikayesi kendisini yiyerek besleniyor. Kendisini sıçıp, sonra tekrar yutuyor. Ruhum ızdıraba gark olmuş, oradan çıkmayı dahi isteyemiyor. O kadar yani… Sıkışma hali bedenden, genişlik hali de ruhtandır diyor ulema. Ulema da ne çok biliyor canım? Benim basbayağı ruhum sıkışıyor, zindan gibi bir bedene hapsolmuş, uçmak istese uçamıyor, uyum sağlayıp hiç ölmeyecek gibi yaşasam, hani şuradakiler gibi, o da olmuyor. Kat yapsam, hamam yapsam, boy boy evlat yapsam, ha babam de babam devamlı yapsam yapsam katlasam… Iıh yok, tadı yok! Karaciğerimi niye yorayım ki fazlasına?

Geçen gün Fransız bir televizyon kanalında Afrikalı bir şarkıcının klibi dönüyordu. Yarılmış bilincin topraklarından görüntüler vardı. Afrikalı kadınların kimisinin üst kısmı çıplaktı, diğerleri ise memelerini tişörtle örtmüşlerdi. Hay bin modernite! Ne salak bir hikaye bu yahu! Sen hangi akla hizmet, doğayla iyi-kötü bir uyum tutturmuş, kendisine kendinden bir kültür inşa etmiş insanların arasına girip, memelerini tişörtle örtersin ki? Nesin sen ahlak taciri mi? Onu örterek onu yüceltip medenileştiriyor musun, o “ilkel” ve “yoldan çıkmış” bedeni. Ama bu onun değil ki senin problemin. Saflığını yitiren sensin, baktığında her şeyde her yerde kir ve sapkınlık gören de sen-siz. Sen kendini örtsene, ha? Sen de senden öncekiler de, yeryüzünde aynı açgözlülükle dolandınız. İnsanları donlarına kadar soyabilmek için Allah dediniz, İsa dediniz, Rab Yehova dediniz, Hare Krishna dediniz, dediniz de dediniz…Ama hakikaten ne dediniz? Ben bir bok anlamadım söylediklerinizden. Sadece kirlettiniz, kederlendirdiniz, kudretli insanları, hayvanları, ağaçları vs. güçsüzleştirdiniz. Ol sebepten, “la” ille de “illa”. Bu yüzden kalbim diyor ki, reddetmeden, yıkmadan, bertaraf etmeden inanamazsın, arınıp durulanamazsın… İşte döndük meselenin başınaaaa… Ve Rab ve alem ve ben, tüm bu toplumsallaşma sürecinde, bu üç durumla ilgili bilincime çakılmış ne kadar pencere yargı var ise, onları yıkmadan ve hafriyatı kaldırmadan, ızdırabım da bitmeyecek. Hiçlikle yunmadan, pür-i pak olmadan sonsuza karışmak haram bana… Offf…offf…

‘İbn-i  Zerabi’