Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’ – PIER PAOLO PASOLINI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GRAMSCI’NIN KÜLLERİ..

 

III

 

Kırmızı bir bez, direnişçilerin

boyunlarına sardıkları gibi,

ve çanağın yanında, kül rengi toprakta

bir başka kırmızı iki sardunya.

Burada sürgündesin, katolik olmayan

o katı inceliğinle, bu yabancı ölüler arasına

düşülmüş kaydın : gramsci’nin külleri.. Umutla

kuşku arasında varıyorum mezarının başına,

rastlantı sonucu geldiğim bu çorak serada,

yeryüzünün özgür insanlar arasında

kalan ruhunun karşısına. (Başka bir şey mi yoksa,

daha coşkulu belki, daha alçakgönüllü,

yeniyetmelik, cinsellik, ölüm arasında

esrik bir ortam yaşama…)

Tutkunun hiç durulmadığı bu yörede

-burada mezarların sessizliğinde- nerede

yanıldığını- ama nasıl da haklı

olduğunu duyumsuyorum kaygılı

yazgımız içinde- öldürüldüğün günlerde

kaleme almakla son yazılarını.

İğrençliği de büyüklüğü de

yüzyılların ötesine uzanan

bir mülke bağlı bu ölüler

eskil egemenliğin tohumlarının

yok olmadığının tanıkları : ve –aşağı mahalleden-

gizliden gizliye yükselen

boğuk, keskin, ısrarlı çekiç sesleri

sonunun geldiğinin habercileri.

İşte buradayım ben de… yoksul, üstümde

vitrinlerin kaba ışığında yoksulların

gözlerini kamaştıran giysilerle.

bilinmedik sokakların, tramvay koltuklarının

beni güne yabancılaştıran

kirinden arınmışım : böyle avarelikler git gide

azalıyor yaşam kavgası içinde;

ve sevecek olursam dünyayı,

çıkarsız, öfkeli, şehvetli bir sevgiyle

seviyorum, tıpkı vaktiyle

şaşkın yeniyetmeliğimde,

burjuva hastalığı burjuva benliğimi

sardığında ondan nefret ettiğim gibi :

ve şimdi –seninle- bölünen dünya,

iktidarı elinde tutan bölümün kininin,

neredeyse gizemli nefretinin hedefi değil mi?

Senin tutarlığınla olmasa bile dayanamıyorum yine de,

seçim yapmıyorum çünkü. Savaş ertesinin yıkımında,

bir şey istemeden yaşıyorum : loş utancında

bilincimin –tepeden bakan, umarsız bayağılığından

tiksindiğim- bu dünyayı

severek…

 

PIER PAOLO PASOLINI

‘GRAMSCI’NİN KÜLLERİ..’ , PIER PAOLO PASOLINI, Çeviri : REKİN TEKSOY, NİSAN Yayınları, Ekim 1993, 32 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(‘gramsci’nin külleri’ -1957- italyan faşizminin yıllarca zindanlarda çürüttüğü ve zindanlarda 46 yaşında ölümüne sebebiyet verdiği büyük marksist düşünür ANTONIO GRAMSCI’ye adanmıştır..

ha bu kitabın yazarı büyük yönetmen ve şair pasoloni’nin sonu ne olmuştur bilmeyeniniz varsa kısaca yazalım.. ‘hepimiz tehlikedeyiz’ adlı bir röportajı ‘la stampa’ gazetesine verdikten birkaç saat sonra feci şekilde dövüldükten sonra kafası kendi arabası kullanılarak ezilerek 1975 yılında öldürülmüştür.. komünist, eşcinsel ve antifaşist ‘pasolini’ sanki kendi ölümünü yazar gibi gül biçimli şiirler adlı kitabında şunları yazmıştır :

‘diri diri yakılan,
bir kamyon lastiği altında ezilen
çocuklar tarafından bir incir ağacına asılan
ama hala alınacak yedi, sekiz canı bulunan
bir kedi gibiyim.
çünkü ölüm,
başkalarıyla iletişimde bulunamamak değil, anlaşılamamaktır başka insanlar tarafından..’

 

pasolini ve gramsci’ye bin selam olsun.. Crockett..)

‘.. tıpkı iyileşmiş bir yaranın altında aranan bir kurşun gibi çok derinlerde aranması gereken bir hikâyedir bu, çünkü unutmak, olayların üstünde kabuk bağlayarak onları görmemizi engelleyen hatta nerede olduklarını bile unutturan canlı bir et parçası gibidir..’ – BARBEY D’AUREVILLY

‘öyle tutkular vardır ki durumun nazikliğiyle daha da alevlenirler ve yarattıkları bu tehlike olmadan var olamazlar… bir dönemin olabileceği en tutku dolu bir yüzyıl olan XVI. yüzyılda en fevkalade aşk nedeni, aşkın içinde bulunduğu tehlikenin ta kendisiydi.. bir metresin koynundan çıkarken hançerlenme tehlikesiyle burun buruna geliyordunuz; ya da koca, karısının o öptüğünüz ve üstünde akla gelecek her türlü saçmalığı yaptığınız manşonuyla (eldiven benzeri aksesuar) zehirliyordu sizi; ve bu dur durak bilmeyen tehlike, aşkınızı yıldırmak şöyle dursun, onu kızıştırıyor, alevlendiriyor ve dayanılmaz hale getiriyordu.. tutkuların yerini yasaların aldığı şu can sıkıcı modern yaşam biçimimizde yasada kabaca tanımlandığı gibi, ‘metresini evlilik hanesine sokmakla’ suçlanan kocaya uygulanan yasa hükmü oldukça rezil bir tehlikedir ama soylu ruhlar için sırf rezilce olduğu içindir ki, bu tehlike bir o kadar da yücedir; kendini bu tehlikeye atmakla belki de savigny, güçlü ruhları gerçekten sarhoş eden o tedirgin şehvete ulaşmaktaydı..’

‘evet.. ister inanın ister inanmayın, azizim, emin olduğum bir cinayetle lekelenen bu mutluluktaki saflığın bir gün, bir dakika bile solduğunu demeyeyim ama, gölgelendiğini görmedim.. mutluluklarının uçucu maviliğinde, kana bulanmak yürekliliğini gösteremeyen alçakça bir cinayetin çamurlu izlerini bir kez bile fark etmedim.. o hoş, cezalandırılan kötülük ve ödüllendirilen erdem ilkesini icat eden dünyanın tüm ahlakçılarını tepetaklak edecek bir şey bu, değil mi.. öylece terk edilmiş ve yapayalnızdılar, sadece benimle görüşüyorlardı ve gide gele, neredeyse bir dost olmuş bir hekimden fazla rahatsız olmadıklarından, kendilerini denetlemeyi bir yana bırakmışlardı.. beni unutuyorlar ve yanı başımda hayatımın hiçbir anısıyla kıyaslayamayacağım bir tutkunun sarhoşluğu içinde yaşıyorlardı, anlıyor musunuz.. demin siz de tanık oldunuz; şuradan geçtiler de beni fark etmediler bile, üstelik burunlarının dibindeydim.. hayatımın onlarla birlikte olduğum dönemlerinde de bundan fazla fark etmemişlerdi beni.. nazik, sevecen ama çoğu zaman mesafeli, bana karşı tutumları böyleydi işte, öyle ki onların inanılmaz mutluluklarını inceden inceye inceleyeceğim ve kendi araştırmalarım için, bir kum tanesi kadar bile olsa bir bezginlik, bir acı, haydi daha büyük konuşayım, bir vicdan azabı kırıntısı yakalayacağım diye tutturmasam, savigny’ye dönmezdim hiç.. ama yok, yok.. aşk onlardaki her şeyi, sizlerin dediği gibi ahlak ve vicdan duygusunu alıyor, her şeyi dolduruyor, her şeyi tıkıyordu; vicdan da söz ederken, şunları söyleyen eski dostum broussais’nin şakasındaki ciddiyeti ben bu bahtiyarlara bakarken anlamışımdır : ‘otuz yıl var ki didik didik ediyorum onu ama hâlâ bu küçük hayvanın tek kulağını bile bulmuş değilim..’

koca şeytan doktor torty, düşüncelerini okurmuşçasına, ‘bu söylediğim bir sav.. gerçekliğine inandığım ve broussais gibi vicdanı açıkça reddeden bir öğretinin kanıtı olarak düşünmeyin..’ diye devam etti.. ‘burada bir sav yok.. görüşlerinizi sarsmak iddiasında değilim.. beni de sizin kadar şaşırtan olaylar var sadece.. sürekli bir mutluluk, gitgide büyüyen ve asla çatlamayan bir sabun köpüğü vakası var karşımızda.. sürekli bir mutluluk zaten şaşırtıcı bir şeydir; ama suçlulukta yaşanan bu mutluluk insanı afallatıyor ve yirmi yıl oldu afallamam hâlâ geçmedi.. yaşlı doktor, yaşlı gözlemci, yaşlı ahlakçı (gülümsediğimi görünce ekledi) ya da ahlaksız, yıllardır tanık olduğu manzaradan şaşkına dönmüştür ve bunu size tek tek anlatamaz çünkü sakız gibi söylenip duran şu beylik söz ne kadar doğrudur.. mutluluk anlatılamaz.. tarif edilemez.. nasıl damarlarda dolaşan kanın resmi yapılamazsa, mutluluğun da, yaşama daha yüce bir yaşamın doluşunun da resmi yapılamaz.. atardamarların her atışında kanın dolaştığını hissederiz, demin gördüğünüz şu ikilinin mutluluğunu, nabzını nice zamandır tuttuğum o anlaşılmaz mutluluğu işte ben de böyle hissettim..’

 

‘JULES-AMÉDÉÉ BARBEY D’AUREVILLY’

‘SUÇTA MUTLULUK..’ , JULES-AMÉDÉÉ BARBEY D’AUREVILLY, Çeviri : AYSEL BORA, METİS Yayınları, Ekim 1992, 160 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘TEKEŞLİLİK.. sadakat ve ihanet üzerine aforizmalar..’

“30.

neden kişisel özgürlük fantezilerimizin pek çoğu – tıpkı en utanmaz fantezilerimiz gibi-  kontrolünü kaybetme üzerinedir.. kendimizi ne sanıyoruz.. hayallerimizdeki kahramanlar pervasız, içinden geldiği gibi davranan, tutkulu kişiler; nefsine hâkim olamayanlar ise olumsuz idealimiz..

alt tarafı kendi özgürlüğümüzden korktuğumuzu, en iyi halimizle davrandığımız zaman hayal kırıklığına uğradığımızı, her bağlılığın fazla bir bağlılık olduğunu söylemek biraz cüretkârca olacak..

 

31.

tekeşlilik yanında daima sadakatsizliği de getirir; bir ihtimal olarak da olsa.. bu durum, sinik ya da naif, bilgiç (yani ironik) ya da salakça (yani fazla dürüst) olmadan tekeşlilik hakkında yazmayı çok güçleştirir.. sanki ardında yatanları göremezsen, kendisini de göremezmişsin gibi..

tekeşlilik hakkında yazmak, cinsel sapkınlıklar hakkında yazmak gibidir.. önemli olan yazının tondur daima.. içerik çoğunlukla bir duman perdesinden ibarettir.. örneğin, yazar haklı mı diye sormamalıyız; üslubu acı mı diye sormalıyız.. eğer öyleyse tam olarak ne yüzünden.. neye inanıyor diye sormamalıyız; onu dehşete düşüren ne diye sormalıyız..

 

47.

var olmayan bir şey uğruna mı yarıştığımızdan, yoksa bizden başka kimsenin yarışmadığı bir yarışı kazandığımızdan asla emin olamayız.. evlilikte kimin keleğe geldiğinden tam olarak emin olamama nedenimiz budur.. bizi başarı kadar yenik düşüren başka bir şey yoktur.. başarı her zaman yenilgiden daha kafa karıştırıcı, esas olarak daha ironiktir..

 

93.

Hiçbir şeyden tedavi olup kurtulamaz insan, yalnızca kafasını taktığı şeyler değişir.. belli düşünceler bize haber vermeden yok oluverirler.. aynı şekilde, insan ancak tekeşlilik sorun olmaktan çıktığı zaman gerçekten tekeşli olur : yani aşıkken..

aşık olmak, tekeşlilik sorununu onu geçersiz hale getirerek çözer.. ya da, daha doğrusu, kişinin kendi tekeşliliği sorununu çözer.. ben aşık olduğum zaman, sadakatsiz olabilecek olan ötekidir yalnızca.. ben sadakatsiz bir fiilde bulunsam bile – tuhaftır ki artık daha özgürüm bunu yapmakta- bu masum, zararsız, anlamsız olacak.. en sonunda mutlak bir tekeşli olmuşumdur.. kendi arzumun daha önceki serseriliği artık düşünülemez bile..

derin bir zevkle – ya da, başka bir deyişle, inançla – aşkımdan söz ederim, belki inanılıyordur bana.. ama gene de ötekinin sadakatine kendimi inandıracak kadar ikna edici olamam.. bir de bakarım, tekeşlilik tek kişilik bir dinmiş..

 

97.

hep aynı kalmak isteriz ve hep farklı bir şeye dönüşüyoruz.. kendimizi herkesten daha iyi aldatmamız gerek, çünkü en korktuğumuz sadakatsizlik değişim.. gözlerimiz kapalı kendimizden önde gidiyoruz; sanki ölüm orada, bizi hayal kırıklığına uğratmak üzere bekliyormuş gibi..

bu yüzden, kendimizi birine adadığımızda, zaman üzerinde istibdat kuruyoruz, saçma bir biçimde sahip çıkıyoruz ona.. böyle davranabilmek için insanın bir şeye ikna olmuş olması gerek..”

ADAM PHILLIPS

‘TEKEŞLİLİK.. sadakat ve ihanet üzerine aforizmalar..’ , ADAM PHILLIPS, Çeviri : BÜLENT SOMAY, METİS Yayınları, Ekim 1997, 136 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Absürd Ayı

Çok değil bundan üç-beş yıl önce, bizim semte komşu semtlerden birinde, kendini balon sanan kesegözlü japon balığımı arıyordum. Zavallı balık, varoluşunu sorguladığı huzursuz bir gecede, endişesini azaltmak için ağzını öyle çok açıp kapamıştı ki, sabahın ilk ışıklarıyla bir balon gibi havalanıp, mutfağın açık penceresinden dışarı uçmuştu. 

Gideyazarken suyun üzerine hava kabarcıklarıyla, “Beni bul!” diye yazmıştı. Giyinip hemen evden çıktım. Yokuş aşağı koştum, koştum, koştum… Ciğerlerim tıkanmıştı. İç tabi o kadar sigarayı, pof pof pof, olacağı buydu. Bir ara durup, kendime acıyasım geldi. Anında aklıma, tarafımdan bulunmayı bekleyen kesegözlü balığımın çaresizliği düştü. Vazgeçtim sızlanmaktan, tekrar koşmaya başladım. Gözlerim gökyüzünde, komşu semtin sınırlarına vardım.

Çok yorulmuş, terden sırılsıklam olmuştum. Ellerim diz kapaklarımda, iki büklüm nefesimin düzelmesini beklerken, birden yıllardır tanıdığım o çaresizlik hissi, göğsümü iki eliyle kavradı. Tıkandım. Gözlerim yaşardı. Ağlamadım, ama kalbimin boynu büküldü. Orada öyle, salak salak “n’apcağını” bilemeden salınırken, karşımda gözlükleri burnunun üzerine inmiş bir ayı belirdi: “Evladım, burası neresi?”

Şaşkınlıktan, küçük dilimi yutayazdım. “Nasıl ya?” dedim kendime, kafam karıştı, kafam illa ki çok karıştı. Ayı bilge tabi, halinden belliydi halden anladığı:

–      Sen hiç konuşan ayı görmedin herhalde, hı?

–      Yok valla, nerede göreyim. İnsanlara göre ayılar konuşamazlar ki… Bir diliniz varsa bile bize bilinir değil. En azından öyle varsayılır…Tabi sen bunu çürütmüş oldun şimdi.

–      Ha ha ha! Takma kafana. Çingeneler’den öğrendim sizin gibi konuşmayı. Hem biliyor musun, Artvin’den geliyorum ben. Orada yıllarca, bir Çingene boyu olan Lomlar’la iç içe yaşadım. Sen kaç yaşındasın?

–      30.

–      Ha bak işte, sen çocukluğunda mutlaka görmüşsündür, oynayan, hamamda bayılan kadın taklidi yapan ayıları. Görmedin mi yoksa?

–      Gördüm, görmez olur muyum? Ama sonra gittiler… Ayı oynatan Çingeneler, eski terlik veya plastik kap karşılığı horoz şeker veren eskiciler, mahalle aralarında dolaşıp geçimini sağlayan ne kadar zanaatkar, küçük satıcı varsa hepsi gittiler. N’oldu onlara, haberin var mı?

–      Uzun hikaye. Buralarda oturabileceğimiz bir yer var mı?

İlk defa bir ayıyla hem de görmüş geçirmiş bir ayıyla hasbihal ediyordum. Kesegözlü balığım çoktan aklımdan uçup gitmişti. Köşede, on iki metrekarelik bir çay ocağı vardı. Bilge ayıyla gittik, masalardan birine oturduk, iki çay söyledik. Bilge ayı, önce masa örtüsünün kenarıyla gözlük camlarını temizledi. Sonra usulca anlatmaya başladı:

“Lom bir ailenin yanında yaşamaya başladığımda çok ufaktım. Beni bizim oranın ormanlarından birinde bulmuşlar. Yalnız başıma bir ağacın altında oturuyormuşum. Etrafta kimse yokmuş. Ailemin olmadığını düşünüp, beni de yanlarına alarak şehre dönmüşler. Bu aile o zamanlar, bahsettiğim yıllar 1970’ler, hem elekçilik hem de ayı oynatıcılığı yapıyordu. Şehirde, çoğunluk Lomlar’ın ikamet ettiği bir mahallede yaşıyorlardı. Zaten Çingeneler’in genel özelliklerinden biridir bu. Kapalı bir toplulukturlar. Gacolarla, yani diğerleriyle, alışveriş dışında bir ilişkileri yoktur. Sonra değişti bu durum tabi. Neyse… Elek yapıp, köy köy geziyorlardı grup olarak. Gittikleri yerlerde elekleri satıp, karşılığında paradan çok, un, bulgur, şeker vs. alıyorlardı. Bu şekilde geçimlerini sağlıyorlardı. Çingeneler tok gözlü insanlardır. İnanma sen anlatılanlara. En azından yeryüzünde kapitalizme, modernleşmeyip geleneksel dokusunu koruyarak en uzun süre direnen halklardan olmuşlardır. Biriktirmezler, günlerinin çoğunu başkalarının işinde çalışıp tüketmezler, yaşamları ne kadar zorluk ve acı ile dolu olsa da, hep mutludurlar. Onlar, neşeyle, dansla ve birbirinden keyifli ezgileriyle direnirler hayatın ayazına. Neyse… 1980’lere kadar durum iyiydi. Yanlarında mesleğimle ilgili bayağı bir şey öğrendim. Ben de aileden biriydim. Hiç bir zaman farklı/dışarıdan biri gibi hissetmedim. 80li yıllarla birlikte, küreselleşme ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle, çoğunluk el zanaatlarıyla geçinen Çingeneler’in çoğu işsiz kaldılar. Hep geçimlik düzeyde yaşadıkları için öncesinde eğitim yaygın değildi. Bu sebepten çoğunluk okuma yazma bilmiyorlardı. Böylece, el emekleri pazarda karşılık bulamayınca, nitelikli işlere de giremediler. Ya hamallık ya mevsimlik işçilik yaptılar ya da apartman yıkayıp başkalarının evlerini temizlediler. Sonuçta, iyi eğitim almış rol modelleri de yoktu etrafta. Yırtmış birileri var idiyse de, gacolar tarafından dışlanmamak için kimliklerini gizliyorlardı. Şimdilerde takip ediyorum, yeni yeni onlar da modernleşiyorlar. Yeni dünya düzeni işte, neo-liberalizm kapalı hiçbir kapı istemiyor. Orada burada tek başına duran toplumsal adaları, entegrasyon masalıyla asimile ediyor.

–      Biliyorum haberim var. Çok acı değil mi? Yeryüzünde nefes alıp verebileceğin tek bir insan topluluğunun kalmaması. Herkes giderek daha fazla birbirine benziyor. Sen ne yaptın peki sonra? Yıllar oldu sokaklarda tek bir ayı oynatıcısı görmedim…

–      Ne yapacağım, 2000 yılına kadar ailece direndik. Sonra baktık olmuyor, bizimkiler İstanbul’a, oradaki Rom-Çingeneler’in mahallelerinden birine göç etmeye karar verdiler. Bana da ısrar ettiler; ancak istemedim. Artvin’den, doğduğum topraklardan kopma fikri içimi acıttı. Zaten yeterince yarılmış, doğama yabancılaşmıştım. Buna bir de büyük şehrin huzursuzluğunu ekleyemezdim. Kendi yoluma gitmeye karar verdim. Ormana dönecektim. Kendime bir mağara bulup, ashab-ı kehf gibi, kalbimi dışımdaki dünyanın yüzünden öteye, içime çevirecektim. Bizimkilerle vedalaşıp, yanıma tüm kutsal kitapları aldım. Okuma-yazmayı sonradan kaymakam çıkan; ancak dediğim gibi ayrımcılık korkusu ile kendini gizleyen komşunun oğlu Ferit’ten öğrenmiştim. En çok Tanrı’yı merak ediyordum. Kitaplardaki simgesel dilin şifresini, içimdeki denizden çıkardığım incilerle çözecektim. Bunu da en yalın biçimde, doğada gerçekleştirebilirdim. Neyse, vedalaştıktan sonra uzun bir süre yürüdüm. Sonunda Şavşat yakınlarında bir ormana sığındım. Dışarıda geçen bir-iki geceden sonra, girişini örten çalılardan terk edilmiş olduğu belli olan bir mağara buldum ve orayı kendime yuva yaptım. Tam da senin yaşındaydım bunları yaptığımda.

–      Doğana dönmek zor olmadı mı? Son kertede sen doğasına yabancılaşmış bir ayısın. O çelişkiyi bertaraf etmek sancılı olmuştur?

–      Öyle. Kimse bu işlerin kolay olduğunu söyleyemez. Ancak ne var biliyor musun? Bilinç sahibi olmak sahibine onulmaz bir yük yüklüyor. Değişen/geçip giden/helak olan milyonlarca şey arasında değişmeyecek/geçip gitmeyecek/baki kalacak olanı aramak, bulamayacağını bile bile gaybi yürüyüşünde ısrar etmek, bence bana bahşedilmiş bu bilinç nimeti için şükretmemin yolu buydu. Acım derinleştikçe şifam çoğalıyordu. Doğamla, bana yüklenenlerle çatışmam, evet çok zor oldu; ancak şimdi iyiyim. Kendimi tamamlanmış, tek ve biricik bir bütün olarak hissediyorum.

–      Kırk yaş civarı yakaladın bu hali o zaman?

–      Yaklaşık. Zaten 40 yaş zirvedir. Oldun oldun, olamadın boşver git kendini sok münasip bir deliğe. Bu işler zor evladım. Oluş, bambaşka bir hikaye. Bilinçaltında ne kadar kapalı kutu varsa açman gerekiyor. Tabi, farkında olabildiğin kadarını. Bak şimdi kendimi ölmeye gerçekten hazır hissediyorum. Ölebilirim; çünkü ben öleli zaten iyi-kötü bir zaman oldu. Bakma sen, çoğu ölmez sadece telef olur. Unutma sen buradasın; çünkü tamamlanmalı, beynine kat kat dokudukları zarları yırtmalısın. Çok didaktik oldum di mi?

–      Boşver, sen herhangi biri değilsin. Basbayağı konuşan, düşünen hatta seyr-ü süluk yaşayan derviş bir ayısın. Kahve içer misin?

–      Sağol evlat almayayım. Sen napıyordun benle karşılaştığında?

–      Ben mi, napıcam, açık penceremden balon olup uçan kesegözlü balığımı arıyordum. Sahi napıyordur şimdi?

–      Sen de az absürd değilmişsin. Hadi kalk da aramaya devam et zavallıyı!

–      Sen? İstersen bize gel?

–      Yok, yürünecek yolum var daha. Hadi tutma beni, kal sağlıcakla.

–      Hoşça kal…

Ayıdan ayrıldıktan sonra içim sıkılmış, balığımı aramaktan vazgeçmiştim. “Belki o da kendi yolcuğuna çıkmıştır” diye düşünüp, kendi yoluma gitmeye karar verdim. İşte o an ilk defa, bana fısıldayan gölgemle göz göze geldim: “Absürdmüş! Karşımda insan mı ayı mı ne idüğü belirsiz bir oluşla duruyor, bir de kalkmış bana absürd diyor. Absürd senin yarılmış bilincindir!”

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraf : Andy Prokh..)

Sesleniş

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken, bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık.

Vurulduk ey halkım unutma bizi!..

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize, çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabamız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı, köylüyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.

Öldürüldük ey halkım unutma bizi!..

Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terkedildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı, bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.

Hücrelere atıldık ey halkım unutma bizi!..

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde, öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezartaşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.

Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..

Kanserdik. Ölüm her gün bir sinsi yılan gibi, dolaşıyordu derilerimize. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı ecelsiz.

Öldürüldük ey halkım, unutma bizi!..      

Giresun’daki yoksul köylüler. Sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler sizin için öldük.

Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım unutma bizi!..

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle, başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz-sualsiz vurdular.

Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi!..

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk: Komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında, emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı, daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi.

Bir kez anlamak istemediler bizi…

Vurulduk ey halkım, unutma bizi!..

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline, değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki, korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik, boynumuzu uzattık yağlı kementlere.

Asıldık ey halkım, unutma bizi!..

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı, bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri bir şafak vakti ipe çektiler.

Korkmadan öldük ey halkım unutma bizi!..

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi… Bir  gün sesimiz hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım unutma bizi.

Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi…

 

Uğur Mumcu

 

Cumhuriyet, 25 Ağustos 1975

Elleri deniz, gözleri mavi, bakışı güneş…

Hala oradaysan eğer, nefes alıyor olmanın devamlılığını sağladığı bir hayattaysan hala… Bir selam diyorum belki, hak ediyorumdur ara sırada olsa.                                                                    

Ben, burnumda kokunla uyanıyorsam senli rüyalardan,  aynaların  karanlığında gördüğüm tek aydınlık gözlerinse hala, başlangıcında ve sonunda hep aynı cümle dökülüyorsa ağzımdan ıslak kaldırımlı yollara…

Buradayım daha…

Geçerken bunca zaman, usulca çekip giderken aramızdan, bakarken ben öylesine, sessizliğinde bir çığlık arıyorsam hala. Uzanıp kimsesizliğime, adına bütünleşen harflere dokunuyorsam ellerimdeki bu yoksulluğa sadaka diye…

Kimdeyim hala…

Bir selam diyorum hani belki, hiç yoktan bir ağız boşluğuna denk gelen.                 

Yorgun akşamlarında mırıldandığın şarkıların gibi. Bir kıpırtı gibi dudaklarında, refleksten öteye geçmeyen…

Şimdi ben..

Bu gri şehrin kalabalığından uzak bir kıyıda, sol yanımda bir çocuk beslemekteyim sana. Elleri deniz, gözleri mavi, bakışı güneş…

Denizin mavisine sakladım düşlerimi,  kıyıdaki bütün taşlar ağırlığınca taşıyor anılarımı…

‘Öteki’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“su da önemli ama.. ateştir benim ustam..”

“Ömrüm diyorum şimdi ömrüm

Üzgün bir çocuksun sen ve yalnız

Öyle kal çünkü bu dünyada

Sana en çok mutsuzluk yakışıyor”

Ahmet Telli

Yılların koşar adım geçtiği,   hüznün her an hayatımıza hem sevinç, hem zehir akıttığı bir hazin geçit ömrümüz..  neyse ki vazgeçtim çoktan yılların adımlarını saymaktan.. otuzlu yaşlarda çok yıkıcı ve yorgun geçen bir beş yıldan sonra bir anda  kaç yaşında olduğumu  fark ettim..  unutmuştum  saymayı.. bir yaş hesabı iddiasıyla başlayan öylesine bir sohbet benim kaç yaşında olduğumu fark etmemi sağladı..  her aklıma geldiğinde ağız dolusu güldüğüm bir anıdır..  kendimden bu kadar çok uzaklaştığım için kendime üzüldüğüm bir yoğunluk yaşadım o anda. Oysa ne olursa olsun şimdi koca bir kadın olan, güzel gözleriyle etrafına umutla bakan, çok çalışkan, çok heyecanlı, dünyadan kendi payını isteyen o kız çocuğunu korumaya söz vermiştim  yıllar önce..  ne yazık ki hiç koruyamadım hayatın acılarına, darbelerine karşı.. çünkü hala küçük bir kız çocuğuydu o.. dünyayı hala anlayamıyordu..

“Ölüm hiç de ürkünç gelmiyor

Yaşanmışsa tüm yaşanacaklar

Acı yitiriyor anlamını ve renkler

Kül oluyor körleşirken gökboşluğu”..

Ya yaşanması gerekenler hep yarım kalmış ise..   yine de ölüm ürkünç değil midir.. ?

işte bu gel gitlerle uğraşırken, bir arkadaşımın mesajıyla ‘itü’de seyyar sahne tarafından ‘oğuz atay’ın ‘tehlikeli oyunları’nın sahnelendiği bilgisini aldım..

Erdem Şenocak bana göre çok başarılıydı.. tek kişilik bu performans ve bir de salıncak.. oğuz atay niyetine gidip sımsıkı sarılasım geldi kaç defa.. sahnede görmek masalsı bir duygu.. çok başarılı .. ve bu yürek işi bir çalışma.. ticari kaygıdan uzak.. seyyar sahne “tezer özlü -çocukluğun soğuk geceleri”ni de sahneliyor..

‘Oğuz Atay,  Tehlikeli Oyunlar’;  “ağzının, güzel dudaklarının kenarında bir gülümseme yaratmak için, ne uzun yollardan geçiyorsun. kendinden veriyorsun, durmadan eksiliyorsun. oysa bazı insanlar, oldukları gibi kalarak elde ederler istediklerini. ben, kanımı damla damla süzerek veriyorum” 

Evet, bazı insanlar hiç çaba harcamadan, oldukları yerden kıpırdamadan elde ederler dünyayı.. yoksa çok şey mi bildik, istedik ve hayal ettik .. ahh oğuz atay..

Bir de geçen gün Cemal Süreya öldü dediler..  öldüğü gün dediler..

 O en güzel, en mutlu, en mutsuz, en hüzünlü  anlarımın şairlerinden.. o bir dersim sürgünü..

 “Bizi kamyona doldurdular.

Tüfekli iki erin nezaretinde..

Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular..

Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar..

Tarih öncesi köpekler havlıyordu.” 

Her şeye rağmen, kendini doğuran  insanlık.. cemal süreya’yı doğuran hayat.. aşkın şairi.. her daim  hüzün verirken, derde derman olan kelimelerin büyücüsü..

‘aşk’ şiirinde beni benden alan.. işte o çok sevdiğim dizeler.. imgeler..

…..

 “Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek

Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken

Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti

Çünkü iki kişiydik..”

“Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya

Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız

Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu

İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük..”

hayat başka nedir ki..?  sadece ‘an’lar.. ‘Keşke yalnız bunun için sevseydim seni’

‘Taflan’

Sıradan Bir Haftasonu

o7.o1.2o12

Dün saat 16:oo ya kadar evde pinekledim, üstelik günlerden cumartesiydi. Uzun zamandır plansız şekilde dışarı çıkmadığımdan, bu atalet zincirini kırmak için, önce kediyle köpeğimin mamalarını ve sularını koydum ve harekete geçtim. Kendimi dışarı attım. Önce yazdığım dergileri almak için mephisto ve alkım’a gittim. Sonrasında dergileri bulamadan çıkmak yerine bir kitap alayım bari ve bu hediye olsun diyerek baka baka rafları geçtim. Kitap kokusu ayrı bi’şey kardeşim, bunu bir kez daha anlayarak vurdum barlar sokağına. Kitabı hediye edeceğim adamın yanına doğru yollandım. Hem uzun zamandır görüşmüyor oluşum hem de mesaj ve mail harici irtibat kuramadığım için. Çat kapı gittim. Bir baktım şehirlerin zırhlı kanaryası Blackhawk saçlarını kestirmiş, dişinden musdarip şarabını ilaç gibi kullanıyordu. Crockett sıcak, tavşanlı biraları zulasından birbir patlattı. Bense işi biraz daha ileri götürerek çerez tabağının marifetiyle o tavşan yaptığımız bira kapağının maymun da olabileceğini üçüncü biradan sonra anladım. iki parmak hareketiyle kıvırıp bükmeyle kapağı maymun ettim ve bak dedim Crockett’e bundan maymun da oluyor…

o8.o1.2o12

Normal olarak dün geçirdiğim güzel bir günün ardından bugünün de öyle olacağını tahmin ediyordum. Hiç olur mu öyle şey, saçmalamışım. Sabahın köründe birayla buluşmamı sağlayan başkalarına göre mucizevi hatta hiç olmayacak işler beni buldu ki, bana göre artık çerez mahiyetinde şeylerdi bunlar. Neyse oturdum yine zavallı biralara.. Onlar bana üzüldü, ben onların bana iyi niyetle bakmalarına… Zaman dedim ulan kimin kölesi… Saçmalamak denilen şey sadece Madruk’a ait bir olgu değil aynı zamanda bizim içinde gerekli bir hadise… Kızmayalım dedim, kendi kendime, başka birine hem niye kızılır ki diye düşündüm. Düşündüm diyorum ama ben pek düşünme işini beceremiyorum. Aslında beceremiyorum dediğim şeylerde ustalaşmadığım için çırak gibi görüyorum kendimi, neyse düşündüm.

Düşüncelerim; bu dedim kendi kendime insan icadıdır. Elbette satılmadığı sürece bir boka yaramıyor. Hem satamadığı düşüncenin us’unu kesen bir kapitalizm var. “Yok diyenin alnını karışlarım o ayrı yazılsın.”

Düşündüm ki, insanlar çok fazla hayvanlıktan hoşlanıyor, naziklik onların kafalarını okşayıp mamalarını vermekle alakalı bir şey olabilir.

Düşündüm ki, yanlış düşünüyorsun, düştüğün yanlışlık bir yalnızlıkta olabilir.

Düşündüm ki, bu düşünce seni ufak ufak deliliğe götürüyor. Hem Blackhawk’ın başı ağrıyor diye senden ağrı kesici yerine anti-deprasan istemesinin nedenini doğruluyor düşünmen!

Düşündüm ki, deliler dahil herkes korkuyor delilerden. Sözü bile var deli deliyi görünce sopasını…

Düşündüm ki, on parmak klavye biliyorsun ve bundan sonraki hayatını klavyeyle kazanacaksın, yok yani Arif Susam’dan bir farkın.

Zoraki düşündüm işte hiç düşünmek aklımda yokken.

Öyle…

‘Papyrus’

Okumak Üzerine

Her insanın ilk okuma çabaları kendine özgüdür ve içinde bulunduğu çevrenin de bunun üzerinde etkisi vardır. Benim ilk okuma çabalarım, bankaların reklam tabelaları ve eve alınan gazetenin içindeki  ‘Fatoş ve Basri’ karikatür yazılarını anlamaya çalışmaktı. Her sabah gazetenin o sayfasını açar, ilk önce resimlerden anlamaya çalışır, daha sonra en yakınımdaki kişiye, genellikle annem olurdu, okuturdum. Daha sonra, diğer sayfaları gözden geçirir, okuyup anlayacağım günleri iple çekerdim. Zamanla bu okuma isteğim, erken okula yazılma çabalarıma dönüştü. Bir yıl erken okula gidebilmek için, yalvardım yakardım. Annem babam bana yeni okula başlayacak bir çocuk gibi, tüm malzemeleri aldılar. Sıra okula kayıt olmaya gelmişti, o zaman da dışarıdan destek yarattım kendime. Çok becerikli, iş bilir bir teyzemiz vardı. Onunla okula gidip, kayıt olmak istedim hatta boyum büyük görünsün diye yüksek topuklu bir ayakkabı giydiğimi hatırlıyorum. Bu heyecan ve sevinç, okul müdürü tarafından yaşım küçük olduğu için reddedilmesine kadar sürdü. Sonraki bir sene annem için zordu ancak hiçbir zaman bana öff dediğini hatırlamam. Sabah erkenden okula gider gibi hazırlanır, kahvaltımı yaptıktan sonra, yazma ve okuma derslerim başlardı. Cin Ali serisi ezberlediğim ilk seriydi. En çok da resim derslerini iple çekerdim. Neyse ki bu okul özlemi birinci sınıfa kaydolmakla sona erdi. Her zaman öğrenmekten çok zevk aldım.

Okumak, bir insanın yapabileceği en güzel eylem. Mutluysam, mutsuzsam, üzgün veya sevinçliysem hiç fark etmiyor, mutlaka okumak için ihtiyaç duyuyorum. En hoşuma giden de kitabın içinde bir maden bulmuş gibi, o an hoşuma gidecek cümleleri keşfetmek. Ya da o an içinde bulunduğum ruh durumuma çare olabilecek bir şeylerle karşılaşabilmek.

Burada şuna da dikkat çekmek gerekir ki; ne okursan o kadar gelişiyorsun. Ne demek bu? Şiir okumak konusunda yeterli çabayı göstermedim, sevdiğim ve ezberlemeye çalıştığım şiirler oldu ancak, şiir apayrı bir dünya. Bu alanda sınıfta kaldığımı söyleyebilirim.

Şu günlerde okuduğum ‘Bir Çift Ayakkabı’ kitabında Sunay Akın’ın şu cümleleri bu kitapta bulduğum maden cümlelerden bir kısmıydı:

‘Edebiyat sınavlarının en beylik sorusudur: Şair burada ne demek istemiş? İşin aslını ararsanız, tarih boyunca hiçbir şair, yazdığı şiirlerde ne demek istediğini kendi de bilmemiştir. Şiirde anlam aramak, evin duvarlarına renk beğenmek için bir resim sergisi gezmekten farksızdır. Çünkü, şiirde anlam arayanlarla duvar örüp ufku daraltanlar aynı sığ suların balıklarıdır. Şairin derdi bir şeyler anlatmak olsa kağıda düzünden girer, yani düzyazıya başvururdu.’

Yine kitabın ilerleyen sayfalarında, zevkle yolculuk yaparken şiir ile ilgili şu cümleler dikkat çekici bir tarifti benim için;

‘Bir dağdan haykırırsanız sesiniz karşıdaki dağda yankılanır, öykü olur, roman olur. Yok, eğer bir fay kırığından dünyanın derinliğine haykırırsanız, sesiniz şiir olur. Şiir böyle bir sanattır; 70 sayfada ya da 1.500 sözcükle anlatamayacağınız duyarlığı, 7 dize ve 15 sözcükte verebilmek…’

Bu tariflerden şiir konusunda öğrendiğim, daha emekleme seviyesinde olduğum. Ne yapalım bir yerden başlamak gerekiyor demek ki. ‘Aylak Adamız’da şiir konusunda başlangıç yapılabilecek kara kuşak seviyesinde bir yer. Neyse ki, beyaz kuşak-yeşil kuşak ayrımını bilmeden, ileri 6-Sigma eğitimlerine inatla devam eden birisi olarak, şiir konusunda beyaz kuşak seviyesine ulaşmayı hedefliyorum. Yeni yıla girerken bu yönde duyumlar aldım, bu yılki hedefim budur.

Şiirinizle ve okumalarınızla kalın.

‘SKYCELL’

‘BİR ÇİFT AYAKKABI’  –  SUNAY AKIN , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.Basım: Kasım 2011, 184 Sayfa…

‘dürtme içimdeki narı.. üstümde beyaz gömlek var..’

“Her şey bitti.. canım artık eskisi gibi yanmıyor.. yok yok yanmıyor.. sadece sıkıldım sanırım son zamanlarda olan bitenlere.. geçer birkaç gün sonra.. geçer.. çünkü bazen acı çekerken bile sevdiğimiz duygular var.. ben artık bazı kişilere, bazı şeylere  ait hiçbir duyguyu sevmiyorum.. beni bırakıp gitsinler artık  o duygular.. yoksa yanıyor mu canım hala.. neden bu tuhaf iç bulantısı.. görmek istemediğim, duymak istemediğim her şey niye bu kadar bana sadık.. beynime üşüşüyor.. kelimeler dilimin ucuna.. kendi kendime söylenmeye başlıyorum..  hatıraların sadece iyi olanları kalsın bana.. diğerleri gitsin.. istemiyorum.. istemiyorum.. ben iyiyim böyle..  bir şarkı dinliyorum. Gripin ..

‘sorma, sorma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim efkarımla kana kana

durma, durma doldur boğaziçini

sen doldur ben içerim yalanlara kana kana

durma, canım cayır cayır yanıyor

söndür yalvarırım durma n’olur durma

 

durma, yağmur durma

sorma, sen de onu sorma’

çok seviyorum bu grubu.. tam gripin gibi.. iyileştirici.. eskiden gripin vardı ağrı kesici kocaman bir şey.. nasıl yutarmışız onu hala aklım almıyor.. hala da var sanırım.. bakkaldan alırdık o zamanlar. Eczanelerde de satılırdı.. ama ben bakkal çağında büyüyen bir çocuğum.. bakkalların, tuhafiyelerin, manav ve kasapların olduğu mahalleydi benim için İstanbul.. dondurma arabaları, yoğurtçular, macuncular, pamuk şekerciler, sütçüler geçer.. sokakta oynar, kırkıncı seslenişte evlere giderdik.. bağırış çığırış.. bizimkiler dindar olmadığı için öyle ezan okununca gel muhabbeti yoktu.. ama biz yine de diğer arkadaşların çoğu çekildiği için ezan okununca eve giderdik.. eskiden daha dayanıklıydık, korkusuzduk.. sokakta kavgayla büyüyen çocuk güçlü olur.. o hesap..  ben ufacık bir çocukken, bizim bakkalda ekmek yoksa koca semti dolanır bulurdum o ekmeği ve eve yetiştirirdim.. hiç korkmazdım o akşam saatlerinde.. bugüne göre daha güvenli olsa bile istanbul’un tehlikeleri hep bakiydi.. kardeşim kaybolmuştu defalarca.. onu ağlaya ağlaya sokaklarda arayışlarım geldi aklıma.. bana emanetti.. annemler fark etmeden bulmam gerekiyordu.. bütün çocuklar seferber olurduk.. en sonunda bir yerlerde bulurduk.. sıpa takılır bir at arabasının arkasına gidermiş.. o zamanlar at arabaları da vardı istanbul’da.. bir keresinde yine takılmış öyle dizleri neredeyse parçalanmıştı.. çok yaramazdı.. sonra büyüdü aslan gibi bir adam oldu.. karşı komşumuzun anneme seslenerek kahvaltıya çağırışları.. şimdiki gibi iki  gün önceden randevulaşma yoktu o zamanlar.. elişini alır, yününü alır komşuya oturmaya giderdin.. ben o zaman  çok mutlu bir çocuktum.. büyüme sancıları hiç yaşamadık biz.. nerde öyle ergenlik falan.. hormonlarımız ne alemdeydi bilmem.. yoktular galiba..  azıcık mızıklan anne ya da baba ağzına çakarlardı bir tane kendine gelirdin.. ne bunalım kalır ne bir şey… bayramlarda kart yazardık birbirimize.. bir çanta dolusu tebrik kartlarım var.. biz telefonun ortalama 10 senede çıktığı bir zamanda büyüdük..

hiç unutmam.. beğendiğimiz çocuklar  vardı.. çocukluk aşkı işte.. o zaman çıkmak derdik sevgili olmaya.. çıktığın var mı ? aynı semtin çocukları olurdu genelde sevgililer o zaman.. arka sokak alt sokak falan.. mahallenin kızları birbirine ıslık çalarak haber verirdi birinin sevgilisi geçince sokaktan.. evet evet aynen öyle.. telefon yoktu kimsede.. o yüzden büyüdüğüm sokağa gittiğimde o görüntü gelir gözümün önüne.. şu an bile gülümsüyorum sevinçle.. ne güzel zamanlardı.. yokluk vardı ama kocaman duygular, ıslığımız, mahalle aşklarımız,  kocaman yürekler ve gerçek insanlar vardı.. incir olduğu zaman herkese dağıtan komşularımız vardı. Akşam çaylarının demlenerek sokakta kapı önünde içildiği muhabbetler vardı..

acılardan haberim yoktu.. sadece okul ve kendi dünyamız vardı.. biz   güçlü çocuklardık.. şimdiki çocuklar gibi kırılgan değildik.. peki ne oldu zamanla bizim bu güçlü çocukluğumuza.. çok sert bir dünyaya büyüdüler.. insanın yok sayıldığı, duyguların kolayca sömürüldüğü, aşkın yalan olduğu, dostlukların, insanların çoğunlukla ikiyüzlü olduğu,  teknolojinin  yalnızlaştırdığı bir yaşama bu saf, masum ve yiğit  çocuklar uyum sağlayamadı.. hayatı bu kadar doyasıya yaşarken yalnızdılar.. dostları varken yalnız hissediyorlardı.. duyguları hep başka bir zamanda kalmış gibiydi.. o yüzden kendimi çok sıkkın hissettiğimde çocukluğumun olduğu anılara uzanırım.. o semtlerden geçerim.. ana rahmi gibidir.. güvenlidir.. ilk doğuş gibidir.. bu bir terapi bana göre..

ama gerçek hayat hep yanı başımızda duruyor işte.. 35 kişinin uluderede bombalanarak öldürülmesi üzerine, canımın çok yanması.. yine sessizliğe gömülmek ve yeni bir anma günü eklenmesi şanlı tarihimize.. bu minvalde aklıma gelen bir film.. basında da işlendi bu film.. yönetmen ‘bahman ghobadi’,  ‘Sarhoş Atlar Zamanı / Zamani Barayé Masti Asbha (2000)..’  hayatta kalma mücadelesi.. kaçakçılık yapılarak yaşama tutunmaya çalışanların hikayesi.. gerçek hayatlar.. ve kaçakçılık öyle illegal bir kelime değil.. söylenip biten bir kelime değildir.. aşkları, yiğitlikleri, efsaneleri, acıları, kahramanlarıyla, kahramanlıklarıyla bambaşka bir dünyadır.. milyon tane film yaparsın.. şiir yazarsın.. şarkı yaparsın..  kaldı ki 100 metre öteye akrabalarına tarlasına geçmeye de kaçak denilen bir coğrafya orası.. ve ben yine filmlerime gömülüyorum.. bazen mutluluk , tamamen insansız olmakta..

çerçöpleri atın.. güzel anılarınızla kalın..”

‘Taflan’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Belinde Diyarbekir kuşağı ..

Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra

Yürür namus bildiği yolda…

Yürür yine de yalınayak ve

ayakları yanarak..’

Ahmed Arif