Çok değil bundan üç-beş yıl önce, bizim semte komşu semtlerden birinde, kendini balon sanan kesegözlü japon balığımı arıyordum. Zavallı balık, varoluşunu sorguladığı huzursuz bir gecede, endişesini azaltmak için ağzını öyle çok açıp kapamıştı ki, sabahın ilk ışıklarıyla bir balon gibi havalanıp, mutfağın açık penceresinden dışarı uçmuştu.
Gideyazarken suyun üzerine hava kabarcıklarıyla, “Beni bul!” diye yazmıştı. Giyinip hemen evden çıktım. Yokuş aşağı koştum, koştum, koştum… Ciğerlerim tıkanmıştı. İç tabi o kadar sigarayı, pof pof pof, olacağı buydu. Bir ara durup, kendime acıyasım geldi. Anında aklıma, tarafımdan bulunmayı bekleyen kesegözlü balığımın çaresizliği düştü. Vazgeçtim sızlanmaktan, tekrar koşmaya başladım. Gözlerim gökyüzünde, komşu semtin sınırlarına vardım.
Çok yorulmuş, terden sırılsıklam olmuştum. Ellerim diz kapaklarımda, iki büklüm nefesimin düzelmesini beklerken, birden yıllardır tanıdığım o çaresizlik hissi, göğsümü iki eliyle kavradı. Tıkandım. Gözlerim yaşardı. Ağlamadım, ama kalbimin boynu büküldü. Orada öyle, salak salak “n’apcağını” bilemeden salınırken, karşımda gözlükleri burnunun üzerine inmiş bir ayı belirdi: “Evladım, burası neresi?”
Şaşkınlıktan, küçük dilimi yutayazdım. “Nasıl ya?” dedim kendime, kafam karıştı, kafam illa ki çok karıştı. Ayı bilge tabi, halinden belliydi halden anladığı:
– Sen hiç konuşan ayı görmedin herhalde, hı?
– Yok valla, nerede göreyim. İnsanlara göre ayılar konuşamazlar ki… Bir diliniz varsa bile bize bilinir değil. En azından öyle varsayılır…Tabi sen bunu çürütmüş oldun şimdi.
– Ha ha ha! Takma kafana. Çingeneler’den öğrendim sizin gibi konuşmayı. Hem biliyor musun, Artvin’den geliyorum ben. Orada yıllarca, bir Çingene boyu olan Lomlar’la iç içe yaşadım. Sen kaç yaşındasın?
– 30.
– Ha bak işte, sen çocukluğunda mutlaka görmüşsündür, oynayan, hamamda bayılan kadın taklidi yapan ayıları. Görmedin mi yoksa?
– Gördüm, görmez olur muyum? Ama sonra gittiler… Ayı oynatan Çingeneler, eski terlik veya plastik kap karşılığı horoz şeker veren eskiciler, mahalle aralarında dolaşıp geçimini sağlayan ne kadar zanaatkar, küçük satıcı varsa hepsi gittiler. N’oldu onlara, haberin var mı?
– Uzun hikaye. Buralarda oturabileceğimiz bir yer var mı?
İlk defa bir ayıyla hem de görmüş geçirmiş bir ayıyla hasbihal ediyordum. Kesegözlü balığım çoktan aklımdan uçup gitmişti. Köşede, on iki metrekarelik bir çay ocağı vardı. Bilge ayıyla gittik, masalardan birine oturduk, iki çay söyledik. Bilge ayı, önce masa örtüsünün kenarıyla gözlük camlarını temizledi. Sonra usulca anlatmaya başladı:
“Lom bir ailenin yanında yaşamaya başladığımda çok ufaktım. Beni bizim oranın ormanlarından birinde bulmuşlar. Yalnız başıma bir ağacın altında oturuyormuşum. Etrafta kimse yokmuş. Ailemin olmadığını düşünüp, beni de yanlarına alarak şehre dönmüşler. Bu aile o zamanlar, bahsettiğim yıllar 1970’ler, hem elekçilik hem de ayı oynatıcılığı yapıyordu. Şehirde, çoğunluk Lomlar’ın ikamet ettiği bir mahallede yaşıyorlardı. Zaten Çingeneler’in genel özelliklerinden biridir bu. Kapalı bir toplulukturlar. Gacolarla, yani diğerleriyle, alışveriş dışında bir ilişkileri yoktur. Sonra değişti bu durum tabi. Neyse… Elek yapıp, köy köy geziyorlardı grup olarak. Gittikleri yerlerde elekleri satıp, karşılığında paradan çok, un, bulgur, şeker vs. alıyorlardı. Bu şekilde geçimlerini sağlıyorlardı. Çingeneler tok gözlü insanlardır. İnanma sen anlatılanlara. En azından yeryüzünde kapitalizme, modernleşmeyip geleneksel dokusunu koruyarak en uzun süre direnen halklardan olmuşlardır. Biriktirmezler, günlerinin çoğunu başkalarının işinde çalışıp tüketmezler, yaşamları ne kadar zorluk ve acı ile dolu olsa da, hep mutludurlar. Onlar, neşeyle, dansla ve birbirinden keyifli ezgileriyle direnirler hayatın ayazına. Neyse… 1980’lere kadar durum iyiydi. Yanlarında mesleğimle ilgili bayağı bir şey öğrendim. Ben de aileden biriydim. Hiç bir zaman farklı/dışarıdan biri gibi hissetmedim. 80li yıllarla birlikte, küreselleşme ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle, çoğunluk el zanaatlarıyla geçinen Çingeneler’in çoğu işsiz kaldılar. Hep geçimlik düzeyde yaşadıkları için öncesinde eğitim yaygın değildi. Bu sebepten çoğunluk okuma yazma bilmiyorlardı. Böylece, el emekleri pazarda karşılık bulamayınca, nitelikli işlere de giremediler. Ya hamallık ya mevsimlik işçilik yaptılar ya da apartman yıkayıp başkalarının evlerini temizlediler. Sonuçta, iyi eğitim almış rol modelleri de yoktu etrafta. Yırtmış birileri var idiyse de, gacolar tarafından dışlanmamak için kimliklerini gizliyorlardı. Şimdilerde takip ediyorum, yeni yeni onlar da modernleşiyorlar. Yeni dünya düzeni işte, neo-liberalizm kapalı hiçbir kapı istemiyor. Orada burada tek başına duran toplumsal adaları, entegrasyon masalıyla asimile ediyor.
– Biliyorum haberim var. Çok acı değil mi? Yeryüzünde nefes alıp verebileceğin tek bir insan topluluğunun kalmaması. Herkes giderek daha fazla birbirine benziyor. Sen ne yaptın peki sonra? Yıllar oldu sokaklarda tek bir ayı oynatıcısı görmedim…
– Ne yapacağım, 2000 yılına kadar ailece direndik. Sonra baktık olmuyor, bizimkiler İstanbul’a, oradaki Rom-Çingeneler’in mahallelerinden birine göç etmeye karar verdiler. Bana da ısrar ettiler; ancak istemedim. Artvin’den, doğduğum topraklardan kopma fikri içimi acıttı. Zaten yeterince yarılmış, doğama yabancılaşmıştım. Buna bir de büyük şehrin huzursuzluğunu ekleyemezdim. Kendi yoluma gitmeye karar verdim. Ormana dönecektim. Kendime bir mağara bulup, ashab-ı kehf gibi, kalbimi dışımdaki dünyanın yüzünden öteye, içime çevirecektim. Bizimkilerle vedalaşıp, yanıma tüm kutsal kitapları aldım. Okuma-yazmayı sonradan kaymakam çıkan; ancak dediğim gibi ayrımcılık korkusu ile kendini gizleyen komşunun oğlu Ferit’ten öğrenmiştim. En çok Tanrı’yı merak ediyordum. Kitaplardaki simgesel dilin şifresini, içimdeki denizden çıkardığım incilerle çözecektim. Bunu da en yalın biçimde, doğada gerçekleştirebilirdim. Neyse, vedalaştıktan sonra uzun bir süre yürüdüm. Sonunda Şavşat yakınlarında bir ormana sığındım. Dışarıda geçen bir-iki geceden sonra, girişini örten çalılardan terk edilmiş olduğu belli olan bir mağara buldum ve orayı kendime yuva yaptım. Tam da senin yaşındaydım bunları yaptığımda.
– Doğana dönmek zor olmadı mı? Son kertede sen doğasına yabancılaşmış bir ayısın. O çelişkiyi bertaraf etmek sancılı olmuştur?
– Öyle. Kimse bu işlerin kolay olduğunu söyleyemez. Ancak ne var biliyor musun? Bilinç sahibi olmak sahibine onulmaz bir yük yüklüyor. Değişen/geçip giden/helak olan milyonlarca şey arasında değişmeyecek/geçip gitmeyecek/baki kalacak olanı aramak, bulamayacağını bile bile gaybi yürüyüşünde ısrar etmek, bence bana bahşedilmiş bu bilinç nimeti için şükretmemin yolu buydu. Acım derinleştikçe şifam çoğalıyordu. Doğamla, bana yüklenenlerle çatışmam, evet çok zor oldu; ancak şimdi iyiyim. Kendimi tamamlanmış, tek ve biricik bir bütün olarak hissediyorum.
– Kırk yaş civarı yakaladın bu hali o zaman?
– Yaklaşık. Zaten 40 yaş zirvedir. Oldun oldun, olamadın boşver git kendini sok münasip bir deliğe. Bu işler zor evladım. Oluş, bambaşka bir hikaye. Bilinçaltında ne kadar kapalı kutu varsa açman gerekiyor. Tabi, farkında olabildiğin kadarını. Bak şimdi kendimi ölmeye gerçekten hazır hissediyorum. Ölebilirim; çünkü ben öleli zaten iyi-kötü bir zaman oldu. Bakma sen, çoğu ölmez sadece telef olur. Unutma sen buradasın; çünkü tamamlanmalı, beynine kat kat dokudukları zarları yırtmalısın. Çok didaktik oldum di mi?
– Boşver, sen herhangi biri değilsin. Basbayağı konuşan, düşünen hatta seyr-ü süluk yaşayan derviş bir ayısın. Kahve içer misin?
– Sağol evlat almayayım. Sen napıyordun benle karşılaştığında?
– Ben mi, napıcam, açık penceremden balon olup uçan kesegözlü balığımı arıyordum. Sahi napıyordur şimdi?
– Sen de az absürd değilmişsin. Hadi kalk da aramaya devam et zavallıyı!
– Sen? İstersen bize gel?
– Yok, yürünecek yolum var daha. Hadi tutma beni, kal sağlıcakla.
– Hoşça kal…
Ayıdan ayrıldıktan sonra içim sıkılmış, balığımı aramaktan vazgeçmiştim. “Belki o da kendi yolcuğuna çıkmıştır” diye düşünüp, kendi yoluma gitmeye karar verdim. İşte o an ilk defa, bana fısıldayan gölgemle göz göze geldim: “Absürdmüş! Karşımda insan mı ayı mı ne idüğü belirsiz bir oluşla duruyor, bir de kalkmış bana absürd diyor. Absürd senin yarılmış bilincindir!”
‘İbn-i Zerabi’
(Fotoğraf : Andy Prokh..)