Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

Hasta Parçacıklar –VI

“Çıplak Narkolepsi ”

Birden merdivenlerde buluverdim kendimi. Geniş, en azından her katta ellişer basamaklık beton merdivenler. Bulunduğum yeri kestiremiyordum. Ortamda garip bir serinlik vardı. Ve loştu. Gecenin bir vakti olmalıydı herhalde. Hiç kimse yoktu ortalıkta. Merdiven boşluğundan aşağıya baktım. Sessiz bir karanlık vardı . Yukarıya baktığımda ise bu loşlukta hatta yukarılara doğru zifirileşen karanlıkta en azından beş kez gidişli gelişli dolanan  merdiven parmaklıklarını seçebildim. Üşümeye başlamıştım. Neden buradaydım. Ne zaman gelmiştim. Birden o ana kadar fark etmediğim vücudumun çıplaklığını sezdim. Daha fazla üşümeye başladım. Ne olmuştu bana. Beni bu tanımadığım merdivenlere getiren neydi? Amaçsız bir şekilde merdiven boşluğundan  aşağıya ve yukarıya bakıyordum. Ara sıra da aynı kat üzerinde birkaç basamak inip çıkıyordum. Bir süre sonra yorularak merdivenlerin inilip çıkmaktan aşınarak parlamış basamak kenarlarına ayağımı sürterek isteksizce bulunduğum yere oturuyordum. Bir an  ayak sesleri duydum- alt katlardan olsa gerek. Telaşlandım. Böyle  çırılçıplak merdivende yakalanmam pek de hoş olmazdı. Yukarı doğru hızla çıkmaya başladım.  Arada bir merdiven boşluğunu da gözlüyordum. Ayak sesleri kesildi. En azından dört kat çıkmış olmalıydım. Merdivende ne bir pencere vardı ne de çıktığım katlar herhangi bir daireye açılıyordu.  Bir koridorun merdivenleştirilmiş  şeklinde  yürüyor gibiydim. Kısılıp kalmışlık duygusu ağır basmaya başlamıştı ve merdivenlerin nereye kadar gittiğini görmek için yukarı doğru  tırmanmaya başladım.  Çıktıkça her katta durup  içinde bulunduğum binanın  tavanına ne kadar yaklaştığıma bakıyordum. Bir ara merdivenlerin hiç bitmeyeceği düşüncesi  belirmişti. Çıktıkça yoruluyor ve umutsuzluğa kapılıyor , bu umutsuzluksa beni korkutuyor  ve daha  hızlı çıkmama neden oluyordu.  Sonuçta yorgunluğum  daha da artıyor ve kısır döngüdeki umutsuzluk son haddine ulaşıyordu.  Oldukça hızlandığım hatta koşarcasına  çıktığım bir anda  önümde ansızın beliren duvara çarptım ve olduğum yere yığıldım. Nefes nefese kalmıştım. Karnıma heyecan ve tedirginliğin yol açtığı ağrı ve kasılmalar girmeye başladı. Daha derin nefesler alarak biraz olsun kendimi toparlamaya çalıştım.   Yukarı çıkarken  herhangi bir pencereye de rastlamamıştım hani.  Birileri bana bir tuzak mı kurmuştu yoksa bir rüyada mıydım? Ama dokunduğum her şey gerçekti. Merdivenin soğukluğunu ayak tabanlarımda hissedebiliyordum. Duvarlar gerçekti. Muhtemelen beyaz olan tertemiz iğrenç duvarlar.  Birkaç kez yumrukladım. Tok bir ses çıktı. Oldukça kalın olmalıydılar.

Bu kez ümitsizce aşağıya inmeye başladım.  Üçer dörder atlayarak iniyordum. Bir ara ayağım bir basamakta  kayıp burkuldu. Bir süre kıvrandıktan sonra tekrar inmeye başladım. Tüm katlar aynıydı, soğuktu. “Birileri tarafından gözetleniyor olabilir miyim?” diye düşündüm. Ama her yerde pürüzsüz duvarlar ve kenarları inilip çıkılmaktan yuvarlanmış merdiven basamakları dışında hiçbir şey yoktu.  Mademki hiç pencere yoktu  merdivenleri az da olsa görebilmemi sağlayan  ışık nereden geliyordu? Duvarların boyası fosforlu türden parlayan bir boya da değildi hani. Yalnızca beyazımsıydı. Buna rağmen ışık yokken bu özellikleri seçebilmem mümkün olmamalıydı.  Hatta tenimin rengini de seçer gibiydim.  O zaman bir yerlerde ışık olmalıydı. İnmeye devam ettim. Merdiven boşluğuna yaklaştığımda aşağıdaki karanlığa yaklaşmış olduğumu gördüm  ve sonunda ulaşmayı başardım. Karşıma çıkan şeyse  yine anlamsız bir duvar oldu.  Yani merdivenlerin çıkışı yoktu. Neler oluyordu?  Giderek üşümem artmıştı.

Bir rüya gördüğüme dair şüphelerim artmaya başlamıştı. Böyle anlamsız bir ortamda nasıl oldu da kısılıp kalmıştım? Labirent içine konan deney fareleri gibi hissetmeye başlamıştım kendimi. Ama onlar yine de şanslıydılar. Labirentin elbette bir sonu vardı.  Ama benim içinse son  duvardı.

Bir an kendimi düşündüm. Kimdim ben? Sevdiğim bir kadın var mıydı? Ne iş yapıyordum? Hayattan zevk alıyor muydum? Tüm bu soruların cevapları karşıma çıkan duvarları açıklıyordu. Merdivenlerin birer nedeni vardı ve sonunda beliren duvarların. Düşünüldüğünde bulunabilecek nedenlerdi bunlar. Merdivenlerde uzun bir zaman inip çıkarak kendimi yormayı amaçladım. Böylece uyuyup gerçek hayatta uyanabilir miydim acaba? Ancak uykum zaten oldukça yorulmuş olmama rağmen gelmiyordu. Uyanmak istememe rağmen  böyle bir dürtüyü de kendimde bulamıyordum. Kısacası hem uyuyamıyordum hem de uyanamıyordum. Zihnimde ufak matematik hesaplar yapıyordum. Yalnızca vakit geçirmek için. Ama yaptığım basit işlemlerin cevaplarını şimdi hatırladığımda farklı veriyordum. Yani aslında cevaplar yanlıştı ama bana o an son derece mantıklı görünmüştü. Uyuyamıyordum ama sanki  aynı zamanda uyuyordum. Ama ya karşımdaki beyazımsı duvar. O da neyin nesiydi?

Birden bir ses duydum. En başta boğuk , kalın bir sesti bu. Sonra yavaş yavaş netleşmeye başladı. Midem bulanmaya başlamıştı sanki ve boğazımda bir şeyler düğümlenmiş gibiydi. Daha sonra boğazımdan bir şeylerin çekildiğini hissettim. Ardından ani bir öğürtü ile uyandım. “Hadi bitti ameliyatın. Uyan artık!” diyen bir sesi artık net olarak duyabiliyordum. Karşımda bulunduğum yerin beyaz tavanı duruyordu. Etrafıma baktım. Yeşil önlükler içinde yeşil kepli maskeli insanlar dolaşıyordu. Birisi elinde beyaz bir şeyle gelerek karnımın üzerine yapıştırdı. Kafamı yerine koyup uyumaya çalıştım. Bir şeyler düşünmeden.

Fran(sı)z (2003)

(Uyumuş ve uyanmışlık deneyimleri…)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(çizim: fran-sı-z)

‘çünkü herkes kurbandır.. ve herkes suçludur da..’ – pier paolo pasolini

“gündemden yine uzak kalmışız.. öyle diyorlar..

biz gündemin içindeyiz..

göbeğindeyiz..

yazmamız gerekmiyor.. biz zaten yaşıyoruz..

gerektiğinde de gerekeni kıvırtmadan yazıyoruz.. herkes rahat olsun..

neyse ülkenin gündemi yine karışık.. ‘suriye’ye ne zaman gireriz, nasıl gireriz diye sözde aydınıyla, politikacısıyla, medyasıyla bombardımana devam ediyorlar.. sağa sola kudurmuş köpekler gibi saldıran emperyalist devletler nedense ‘suriye’ye atlamakta tereddütteler ve maşa olarak kullanacak birkaç ülke aramaktalar..

bu hengame içinde ülkenin iç gündemi de karışık.. yaz boz tahtasına dönen eğitim sisteminde yapılmak istenen değişiklikler, tutuklu gazetecilerin bir kısmının tahliyesi, ‘sivas’ katliamının zamanaşımına uğratılması ve daha birçok mesele..

‘demokrasi eşittir faşizm’ düşüncemi her yerde her zaman dile getirdim ve sonuna kadar da bu düşüncemi savunuyorum.. ‘demokrasi balonu’ ya da ‘demokrasi yalanı’ ne derseniz deyin, yeryüzüne bakıldığı zaman ayan beyan ortadadır.. tartışmaya bile gerek yok.. demokrasi, saçma sapan seçim sistemleriyle iktidara gelen ‘x partisinin’ veya bilmem ‘p partisinin’ kendi düşüncesi dışındaki insanları  kendine benzetmek için değiştirmeye, dönüştürmeye çalıştığı ve kendi faşizmini ve fiziki yada manevi şiddet mekanizmalarını   kurduğu bir sistemdir.. bu kadar basit..

ülkemizi baz alacak olursak mecliste ülkenin tüm insanlarının temsil oranı nedir diye inceleyin.. kaç emekçi, kaç işçi, kaç köylü, kaç memur, kaç asgari ücretli var mecliste.. sendika ağalarını, paşalarını saymayın tabi.. ağırlıklı olarak müteahhitlerin olduğu bir meclis.. zaten ülke şantiye alanı.. buna da müteahhitler meclisi yakışır.. a, b, c fark etmiyor parti olarak.. hepsi aynı nitelikte..

neyse siyasi yapı ve sistem böyle olunca bütün ona bağlı sistemlerdeki insana dönük sonuçlar da benzer sonuçlar doğuruyor.. iki haftadır ‘sivas katliamıyla’ yatıp kalkıyoruz.. ‘sivas  zamanaşımına uğramasın’ diye bağırıp çağırıyoruz.. kaç sene geçmiş: 19 sene..

e peki bağıran bizler neredeydik 19 senedir.. 2 temmuz anmaları dışında, yani her senenin 1,2,3,4 temmuzlarında hadi 5 temmuzu da yazalım.. peki 6 temmuzda ne oluyordu diyelim.. UNUTUYORDUK.. ertesi seneye kadar unutuyorduk.. şu birkaç gündür gösterilen tepkiler çok önceden verilmeye başlansaydı bu sonuç ortaya çıkacak mıydı.. bir ihtimal yine de çıkabilirdi ama bu kadar kolay olmazdı.. bir iki hafta kala bağırıp çağırmanın pek bir anlamı yok..

zaten hukuksal olarak ortaya koyulan argümanlar da bir hukukçu olarak naçizane düşüncem çok saçma ve gülünç.. insanlık suçu sayılsın, soykırım sayılsın vs.. hukuksal olarak ve  içi boş söylemler.. yok hemen bir kanun çıkaralım zamanaşımından çıkaralım diyen hukukçular bile gördüm.. e peki hukukun en temel kaidesi olan ‘kanunların geriye yürüyemeyeceği’ hususunu nasıl atlıyor bu hukukçu kardeşlerim çok merak ediyorum.. geçenlerde bir abimizle bu meseleyi konuşurken fikrimizi sorduğunda ben gülünç bulduğumu söyledim kanun çıkaralım önerisini.. yanımdaki arkadaş da aynı şeyi söyledi.. abimiz ‘hayret ki sizin gibi objektif düşünen yok şu sıralar’ dedi.. gerçek budur, ne yani yüreğimiz yanıyor diye saçma sapan önerilerin arkasında mı durmamız gerekir..

sivas katliamı bir insanlık suçudur.. soykırım demek ise komiktir.. soykırımın kıstasları bambaşkadır.. belli bir güruh tarafından işlenen bir insanlık suçudur sivas.. katliamın nasıl meydana geldiği herkesin hafızalarında.. devletin belli güçlerinin denetim ve güdümünde işlenen şeriatçı ve faşist bir katliamdır sivas katliamı.. belli bir kesimdeki sivas katliamını tamamen derin devlete bağlayan görüşlere asla katılmıyorum.. ne yapmıştı derin devlet 20 bin tane psikopatı sivas’a toplayıp mı yaktırmıştı onlarca aydını, sanatçıyı.. zaten şu sıralar gökten yağan kardan, yolların buz tutmasından, hatta ve hatta depremlerden bile derin devlet sorumlu sayılıyor bazı aklı evvellerce.. hay maşallah bu derin görüşlere ne diyelim.. o zaman ki devlet yapısının ve iktidardaki koalisyon partilerinin tamamı sorumludur bu katliamdan.. en başta da iktidar ortağı ‘shp’ sorumludur bu katliamı engelleyememekle.. sen iktidar ortağı olacaksın başbakan yardımcısı olan parti başkanın olacak ve hiçbir bok yapamayacaksın.. iktidarın başındaki sağcı partinin başındaki hanımefendi katliamdan sonra çıkıp ‘otel dışındakilere bir şey olmamıştır’ diye akıllara zarar açıklamalar yapacak ve sen hala iktidar ortağı olup sosyal demokrasiden filan edebiyat yapacaksın.. bazıları yok hükümet yeni kurulmuştu filan diye savunmaya girişir.. hadi oradan.. ne olması gerekiyor hükümette bir yıl ya da iki yıl antrenmanlı mı olmak gerekir böyle bir katliamı engellemek için..

hepsi fasa fiso bu savunmaların.. sizin gücünüz vardı bu katliamı engellemeye ama siz engel olmadınız beyler bayanlar.. şimdi bakıyorum o dönemde hükümette ya da mecliste olan insanlar çıkmış timsah gözyaşları dökerek yavaş işleyen yargıyı vs suçluyorlar.. kendileri hiç suçlu değiller.. hiç iktidara gelmemişler sanki.. hükümetleriniz döneminde hemen failleri bulup yargılayıp iş bitirseydiniz ağalar paşalar.. hiçbir sorumluluğunuz olmadığı anda dışarıdan ahkam kesmek kolaydır..

19 senedir neredeydiniz ey insanlar, neyi bekliyordunuz.. bu ülkeden bu sistemden ne bekliyorsunuz çok merak ediyorum.. bu ülkede ‘çorumlar’, ‘maraşlar’ yaşanmadı mı.. bu ülke de aydınlar insanların gözleri önünde sokaklarda birer birer katledilmedi mi ve katledilmeye devam edilmiyor mu.. siyasi katliamları ve cinayetleri geçelim hepimiz gibi sade vatandaşlara ne demeli..  bu ülkede bir fabrikanın sekiz bayan işçisi kapalı kasa kamyonetin içinde sel sularında boğdurulup öldürülmedi mi daha iki sene önce.. beş tane mahkum daha bir sene önce cezaevi aracı içinde bilmem hangi  osuruktan sebepten  çıkan yangın sonucu yanan cezaevi aracında kameralar önünde ölüme terkedilmedi mi, neden o yangında sadece mahkumlar öldü de araçta bulunan diğer görevlilerin kılına bile ZARAR GELMEDİ! bu olaydan ne kadar vicdanınız sızladı, yüreğiniz yandı ey insanlık..  daha iki gün önce 11 sigortasız, karın tokluğuna çalıştırılan işçi çadırlarda beş dakika içinde göz göre göre yanmadı mı.. 2009 yılında yedi üniversite öğrencisi doğalgaz kaçağı vs denerek zehirlenerek ölmedi mi ankara’nın göbeğinde.. çıktı mı sorumlu birisi delikanlı gibi ‘benim yüzümden öldüler, vicdanım kanıyor’ dedi mi.. yok nerde! Ölenler suçlu sayıldı.. şerefsizce yapılan isnatlarla ölenler suçlandı.. yedi tane hayatının baharında genç ankara’nın göbeğinde katledildi..   yine 2009 yılında bir kan davası filan denilerek mardin’in bilge köyünde 44 insan katledilmedi mi kendi yakınları, köylüleri tarafından..  hayata döndüreceğiz diye 19 aralık 2000’de 30’u aşkın siyasi tutuklu ya da hükümlü katledilmedi mi bu ülkede.. koyunlarını otlatan küçük ceylan’ın kafasına havan topu mermisi inmedi mi bu ülkede.. van depremi sonrasında kurtarma çalışması yapılan alana gaz bombaları atılmış bir ülke burası. Gazeteci metin göktepelerin öldürüldüğü, hasan ocakların kaybedildiği bir vahşet ülkesi.. gazi katliamında sokak ortasında onlarca insanın avlanarak öldürüldüğü bir ülke burası..

hepinizin bildiği bu olayları hatırlamaktan tekrar kanınız dondu mu.. saymak gerekir mi daha.. henüz 1 mayıs katliamlarından, 16 mart katliamlarından ve onlarcasından bahsetmedim bile.. insan öğütme makinesi gibi çalışan bir ülke.. kendi insanına kıymaktan çekinmeyen bir anlayış.. 

yukarıda sayılan olayların kaçında gerçek suçlular cezalandırıldı.. kaçıyla ilgili verilen kararlar insanlığın vicdanını tatmin etti, yanan yüreklerin acısını bir nebze olsun dindirdi.. HİÇBİRİSİNİN..

aksine katliamlarda rolleri olanlar en iyi görevlere, makamlara getirildi.. kimisi milletvekili bile yapıldı.. kimisi geberip gittikten sonra arkasından şiirler, methiyeler bile düzülüp ağlamaklı programlar yapılmadı mı bu ülkede.. yapıldı.. e daha ne konuşup, bağırıp çağırıyorsunuz be kardeşim ‘sivas katliamı’ için.. boğazınıza, ses tellerinize yazık.. zamanaşımıysa zamanaşımı..

önemli olan bizim vicdanlarımızdaki, yüreklerimizdeki, beyinlerimizdeki zamanaşımı..

var mı böyle bir endişeniz..

yoksa problem yok demektir..

‘SİVAS’ VE DİĞER ONLARCA KATLİAMIN BİZİM İÇİN ZAMANAŞIMI YOK!

MESELE BU KADAR BASİT..

NE KATLEDENLERİ, NE GÖZ YUMANLARI ASLA UNUTMAYACAĞIZ..”

 

Crockett..

Psiko-Sosyal İtiraflar – 2: Kabil Habil’i Neden Öldürdü?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Zavallı Kabil, başına bunca iş açılacağını, her cinayette kendisine gönderme yapılacağını bilseydi, Habil’i öldürebilir miydi? Zavallı Kabil, loser Kabil. Hem katil hem de maktul. Son kertede, her ikisi de kendilerine biçilen rolü oynamış iki arketip. Adem’in oğulları olan Kabil’in çiftçi ve Habil’in ise çoban olduğu rivayet edilir. Ortak bilinçaltında, Kabil kötüyü, Habil ise iyiyi temsil eder. Bundan bir sene öncesine kadar Habilgillerden olmanın artı bir durum olduğu kanaatindeydim. Ammawelakin, şimdilerde bu zannım alt üst olmuş durumda. Hep iyi olmak, hep aydınlık tarafta durmak… Onca zaman ruhuma/bedenime/zihnime acıtarak çarpan birilerine kızdığımda, kendimi suyumda boğulayazarken bulduğumda… Şimdi anlıyorum, boğazıma dolan su başkasının dalgasından değil, bizzat kendi karanlığımdandı. Habil de Kabil de aynı anda içimdeydi.

Yıllar öncesinde, yeniyetmelik zamanlarımda çok sevdiğim ve saydığım aile büyüğüm, aile içi bir meselenin görünürde “haksız” olarak yaftalanan tarafı olan bendenize, meseleyi bir çözüme kavuşturmak amacıyla, ancak olaya kendisine aktarılan karşı tarafın görüşüyle yaklaşarak “Habil-Kabil” meselinden dem vurmuştu. Tabi, bu meselde önemli olan, Kabil’in Habil’i öldürmesine neden olan kıskançlık ve zararlarıydı. Karşı taraf, suçsuz ve haksızlığa uğramış Habil, ben ise kardeşini kıskandığı için ona zarar vermekle lanetlenmiş Kabil’dim. Oysa, kimse meselenin aslını soruşturmamıştı. Ben de kendimi savunmamış, kalbimi yaşadığı haksızlığa karşı korumamıştım. Bu ne cüret! İnsan, kendisine karşı böyle bir haksızlığın yapılmasına neden kayıtsız kalır ki? Kimdim ben? Bir kadının bedenine bürünmüş İsa mı? İçine doğduğum ailenin yanlış anlamalarının ve yansıtılmış karanlığının objesi ve sunakta onların huzuru için kendini kurban eden “ailemizin İsa”sı mı?

Görünürde Kabil olsam da, görünmeyen de Habil’dim. Kardeşinin kıskançlığından doğan öfkesine kendini teslim eden Habil’in – mevcut rivayetlere bakıldığında- aslında o kadar da teslim bir hali yok. Giderayak Kabil’i lanetliyor ve gelecek nesillerde ne zaman bir ihtiras cinayeti işlense, Kabil’in de bu günahın ilk temsilcisi olarak lanetlenmesi için Tanrı’ya yakarıyor. Be adam, madem kendini İsa gibi insanlığın kurtuluşu için karşılıksız kurban etmeyecektin, niye kalkıp da Kabil’e karşı nefsini savunmadın? Kendimi, aynı soruya cevap bulmaya çalışırken yakaladım yıllar içinde. Aslında, söz konusu haksızlığı hoş görüp, olayların akışına bilinçle şahitlik edebilecek bir düzeyde değildim.  Körleşmiş ve kendi kalbimin kurban edilmesine kayıtsız kalmıştım. Son kertede, kimse bana bir şey yapmamıştı.

Başkalarının acılarına bir Albatros gibi doğrudan dalan ben, aslında kendi kalbini savunup koruyamadığı için, bunu başkalarının acılarına bakarak, onları kanatları altına alarak telafi etmeye çalışan bir Don Kişot, kalbi kırık bir çocuktum. Belki de bu yüzden, kalbime –evime- dönmek için derin bir özlem duyduğum her seferinde, kendimi Raskolnikov gibi hissediyordum. Kıyımına kayıtsız kalarak katline ortaklık yaptığım kutsal vadime dönüp, ayakkabılarımı çıkararak dolaşacak yüzü kendimde bulamıyordum.

Kabil, Adem’in asi çocuğu, Habil ise itaatkar çocuk; ancak her ikisinin de doğal çocuğu babanın otoritesine göre sınıflandırılmış. Kabil, hasadından en iyisini Tanrı’ya adak olarak sunmuyor, Habil ise sürüsündeki en besili hayvanını sunuyor. Ne yani, Tanrı’nın Habil’in ve Kabil’in adayacaklarına gereksinimi mi var? Baba yani Adem, Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi. Yasa’yı diğerlerine aktarmakla ve gözetmekle yükümlü. O kadar! Yargılamak ise ne onların ne de bizim işimiz. Rab iki eliyle yarattı alemi, ademoğulları koşulsuz sevginin yolunu, yazgının karanlık ve aydınlık patikalarından geçerek, duyarak, sezerek, yüksek bir bilinç düzeyine geçiş yaparak bulsunlar diye. Tanrı adına mı konuşuyorum? Öyle, ama benim “özel rabbim” böyle diyor. Çünkü, hem dışında ve O değil hem de merkezinde ve O.

Kabil’in kıskançlığının kölesi olması onu kardeş katili yaptı, lanetlendi, evden uzak yollara vurdu kendini, yine ona dönebilmek için. Lakin dönemedi. Aldığı “ah” ile yüzleşmediği için, nereye sürüklerse sürüklesin üzerine, “öldür beni ben bir katilim” emri kazınmış bedenini, bir türlü huzur bulamadı. Bir gün, kendi oğlunun attığı taş ile öldü.  Habil ise teslimiyetinin, koşulsuz sevgisinin değil, kayıtsız itaatinin kölesi oldu. Bir ikindi vakti, kardeşinin suretine bürünerek gelen ölüm yeryüzünden Habil’i silerken, Habil kalbinin ilk defa, kardeşi Kabil’i lanetlerken farkına vardı. Tüm bu olup bitene dair ne kaldı geride, sadece anlamsızlığın, sadece zulmün, sadece şeyleri yerli yerine koyamamanın neden olduğu kafa karışıklığı. Bugün burada, Kabil ve Habil yan yana. İkisi birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Kabil, babasının emirlerine kayıtsız itaat etmediği için onaylanmamasının kendisine hissettirdiği yetimlik hissinin tetiklediği kıskançlığının kölesi olduğunu söylüyor: “Evet, gitmeliydim. Kendi yoluma gitmeli; özgürce içimdeki karanlık yüzümle mücadele ederek evin yolunu bulmalıydım.” Habil, kardeşinin üzgün ve anlamış yüzüne bakıyor. Kafası karışmış; ancak şimdi daha rahat. O da ortada bir suçlu ya da suçsuz olmadığının farkında artık. Kardeşinin elini tutuyor ve onunla: “Ben de sorgulamalı, kalbime rağmen Yasa’ya kayıtsız şartsız itaat etmemeliydim. Beni sen öldürmedin. Beni yine ben, senin suretine bürünmüş duygularım, bastırdığım karanlık yanım öldürdü.” diyerek sulh yapıyor.

Şimdi daha özgürüm.

‘İbn-i Zerabi’

Not: “Psiko-sosyal itiraflar” adı altında sizinle paylaştığım bu iç döküşlere ebelik yapan; yıllardır göz ardı ettiğim Jung’u görünür kılan ve Transaksiyonel Analiz’in kurucusu olan Eric Berne ile tanışmama vesile olan Bayan B.’ye, bilgeliği ve cömertliği ile şifalanmama destek olduğu için çok teşekkürler.

(resim : william blake…)

‘Masanobu Fukuoka’ ikinci kez türkçe’de ve aylak adamız’da : ‘en iyi plan plansızlıktır..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“eğer doğa mükemmel ise, o zaman insanın hiçbir şey yapması gerekmez.. ancak doğa insana kusurlu ve çelişkilerle dolu görünür.. ekinler kendi hâllerine bırakıldıklarında, hastalanır, böceklenir, yatar ve solarlar..

fakat bu kusur örneklerine dikkatlice baktığımızda, bunların doğanın kurallarına karşı çıkıldığı, insanın doğayı fazla kurcaladığı zamanlarda görüldüğünü fark ederiz.. doğanın, doğaya aykırı bir duruma sokulması, kaçınılmaz bir şekilde başarısızlığı davet eder, sadece bozukluklara değil felâketlere bile yol açabilir..

doğanın kusurlu görünmesi, insanın doğaya yaptığı ve sonra da asla düzeltmediği bir şeyin  sonucudur.. normal döngülerine ve işleyişine bırakıldığında doğa başarısız olmaz.. doğa görevini yapar, bir şeyi diğeriyle telâfi edebilir veya dengeleyebilir, fakat bunu daima düzeni ve ölçüyü koruyarak yapar..

dağda yetişen çam ağacı, düzenli dairesel dallar çıkararak doğal bir şekilde, dimdik yükselir.. dalda yaprakların diziliş kuralıyla uyumlu olarak dallar da geliştikçe yerleşim aralıkları eşit kalır, öyle ki kaç yıl geçerse geçsin, asla çakışmaz veya üst üste binip kurumazlar.. ağaç, tam olarak, tüm dal ve yaprakların eşit ölçüde gün ışığı alacağı şekilde gelişir..

fakat çam ağacı bir bahçeye aktarılıp makasla budandığında, dalların yerleşim düzeni, bir bahçe ağacının çarpık ‘zarafetine’ bürünerek, dramatik bir değişikliğe uğrar.. bunun nedeni, çamın bir kez budandıktan sonra, artık normal filiz ve dallar çıkarmamasıdır.. normal gelişim yerine dallar, her yerde çakışarak, bükülüp kıvrılarak birbirinin üzerine binerek düzensiz büyür.. sadece birkaç sürgünün ucundaki tomurcukları, üç-liderli düzende çatallaşır ya da kadeh şeklini alır.. aynı şey tüm ağaçlar için geçerlidir..

insan harekete geçince ağaç doğal formunu yitirir.. mizacı doğallığını kaybeden bir ağaçta dallar darmadağın görünür, ya birbirlerine çok yakın ya da çok uzaklaşarak büyürler.. nerede yetersiz havalanma ve gün ışığı eksikliği varsa, orada böcekler oyuklar açıp yuva yaparlar, hastalıklar ortaya çıkar.. ve iki dalın kesiştiği yerlerde sonuç olarak bir yaşam mücadelesi doğar; biri yaşamayı sürdürecek, diğer ölecektir.. doğal durumu bozmak, huzur ve uyum içinde yaşayan bir ağacı, güçlünün zayıfı yok ettiği bir savaş alanına döndürmek için, birkaç küçük tomurcuğu koparıp almak yeter..

doğanın düzen ve dengesinin bozulması, dürtüsel insan davranışlarının kasıtlı olmayan sonucu olarak başlamış olsa bile, artmış ve dönüşü olmayan bir noktaya tırmanmıştır.. bir kez değiştirilip bozuldu mu, bahçe çamı artık asla doğal bir ağaç olduğu eski hâline dönemez.. bir meyve ağacının doğal yapısını altüst etmek için, genç bir sürgünün ucundaki tek bir tomurcuğu koparmak yeterlidir..

doğa yozlaştırılıp yapay bir şekilde bırakıldığında, geriye ne kalır.. insanın sonu gelmeyen uğraşının başladığı yer burasıdır.. çaprazlama kesişen iki dal birbiriyle rekabet eder.. bunu önlemek için insan bahçe çamını her yıl özenle budamak zorundadır..

bir dalın ucunu makaslamak, onun yerinde birkaç düzensiz dal gelişmesine neden olur.. bu yeni dalların uçlarının da bir sonraki sene kesilmesi gerekir.. izleyen yıl, daha da çok sayıda yeni dal, daha büyük bir karışıklık yaratacaktır ve yapılması gereken budama miktarı böylece artar..

aynısı meyve ağacının budanması konusunda da geçerlidir.. bir kez budanmış bir meyve ağacı ile tüm yaşam süresi boyunca uğraşılması gerekir.. ağaç artık dallarını uygun bir yerleşimle çıkaramamakta, kendi seçtiği yönde büyüyememektedir.. kararı çiftçiye bırakır ve hiçbir şekilde bir tarz ve düzen gözetmeksizin, dallarını nasıl ve nereye isterse uzatır.. şimdi düşünme ve gereksiz dalları kesme sırası insandadır.. dalların kesiştiği ve çok yoğun olarak bir arada büyüdüğü yerleri görmezden gelmesi mümkün değildir.. eğer bunu yaparsa, ağaç karmaşık bir şekilde büyüyecek, merkezdeki dallar çürüyüp kuruyacak ve sonunda hastalık ve böceklere duyarlı hâle gelen ağaç ölecektir..

böyle olunca insan harekete geçmeye mecbur kalmıştır, zira çalışmasını gerektiren o koşulları daha önce kendisi yaratmıştır.. doğayı doğallıktan çıkardığı için, bu yapay durumdan doğan bozuklukları düzeltip telâfi etmek zorundadır..

benzer şekilde, insanın yapıp ettikleri tarım teknolojisini zorunlu hâle getirmiştir.. toprağı sürme, fideleri aktarma, toprağı işleme, yabani ot temizliği, hastalık ve zararlı kontrolü –bugün tüm bu uygulamalar gereklidir, çünkü insan doğayla oynayıp onu değiştirmiştir.. çiftçinin çeltik tarlasını sürmek zorunda olmasının nedeni, önceki yıl sürmüş, su salmış ve tırmıklayıp toprak keseklerini giderek daha küçük parçalara bölerek toprağın içindeki havayı çıkarıp toprağı sıkılaştırmış olmasıdır.. toprağı ekmek hamuru gibi yoğurduğu için, tarla her yıl sürülmek zorundadır.. doğal olarak, bu koşullar altındaki bir tarlayı sürmek üretimi arttırır..

sağlığı bozuk ekinler yetiştirerek insan hastalık ve zararlı kontrolünü de zaruri hâle getirir.. tarım teknolojisi hastalık ve zararlı hasarlarını hazırlayan nedenleri yaratır, sonra da bunları tedavi etmede ustalaşır.. öncelikli olan, sağlıklı ekin yetiştirmek olmalıdır..

bilimsel tarım, doğanın eksikleri olarak algıladığı şeyleri, insan çabasıyla geliştirmeye ve düzeltmeye çalışır.. tam tersine, doğal tarım, bir sorun oluştuğunda durmak bilmeden nedenlerin peşine düşer ve insanın yaptıklarını sınırlayıp düzeltmek amacıyla çaba gösterir..

bu durumda en iyi plan hakikî eylemsizliktir; hiçbir surette plan olmamasıdır..”

MASANOBU FUKUOKA..

‘DOĞAL TARIMIN YOLU FELSEFESİ VE UYGULAMASI..’ , MASANOBU FUKUOKA, Çeviri: MELTEM ALTAN, KAOS Yayınları, Eylül 2011..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

günlükten bir sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanlıktan doğuştan atılmıştık.. gemimizi doğuştan batırmıştık..’ – masist gül

 

saat 01 10 – uyudum..

03 25 – uyandım..

05 50 – bin bir debelenmeden sonra tekrar uykuya dalmışım..

07 30 – geç kaldım telaşıyla denizde son anda boğulmaktan kurtulurken su yüzeyine çıkış gibi uykudan uyandım.. perdeleri açtım kar başlamış.. ama benim bir an önce ümraniye adliyesine gidip bazı işleri halletmem lazım..

08 20 – evden çıktım.. kar bizim mahallede yoğunlaşmış durumda.. rüzgarla birlikte nefes kesen bir tipiye dönmüş.. arabaya bindim motoru çalıştırdım.. saçma sapan korkularım vardır.. yılda en az yirmi otuz bin kilometre yol yapan birisi olarak geçmişte yaşadığım bir iki kötü olay nedeniyle kar yağışlı havada araba kullanmayı sevmem..

08 35 – on, on beş dakika arabada oturduktan sonra arabayı söndürüp caddeye attım kendimi.. kendi arabamla gitsem on dakikada ara yollardan ulaşabileceğim ümraniye adliyesine bakalım hangi kaprisli taksiciye denk gelirsem onun sabah kalktığında evinde ve daha sonra trafikte şekillenmiş ruh haline göre hangi saçma yollardan gideceğiz adliyeye..

09 05 – kaç dakikadır caddedeyim soğuktan artık hatırlamıyorum.. trafik kilit ve taksi filan yok.. geriye dönüp arabamla mı gitsem diye düşünüyorum.. artık dayanma gücüm sıfırlanmışken trafik ışıklarına doğru yöneldim, arabama doğru gidiyordum.. yeşil yandığı sırada yolun karşı kısmında bir taksi durup korna çaldı.. kimse kapmadan koştum kendimi taksiye attım..

‘-selamünaleyküm.. ümraniye adliyesine gideceğiz..’

selama cevap yok sadece sert bir sesle saçma bir soru :

‘çevreden mi gidelim..’

tabi bende şalterler attı hemen..

‘ataşehir’e çığ düşmediyse, ataşehir’in içinden  beş dakikada gidelim zahmet olmazsa..’ dedim aynı sertlikteki ses tonuyla rücu ederek taksici efendiye..

topu topu ara yollardan 4 kilometre tutacak yolu arkadaş çevre yolundan ve köprü trafiğine bulaşarak on beş kilometreye çıkaracak ve bu kar yağışında bile on dakika sürecek yolu belki bir saatlik belki de ucu açık bir zaman dilimine yayacak..

‘haklısın abi’ diyerek geri vites yapıyor arkadaş aynadan hayvani yapımı ve tipinin altında daha da korkunçlaşan görünüşüme bakarak..

09 08 – taksici muhabbete girmek istiyor..

-memleket neresi abi..

– antakya..

onun nereli olduğunu sormuyorum, bozuluyor ama ısrarlı muhabbet kurmakta..

-seni bizim sivaslılara benzettim bıyıklardan abi diyor.. maşallah ne kullanıyorsun abi bıyıklara.. (yılışık bir kahkaha..) ceviz yağı filan mı sürüyorsun.. benim bıyıklara ne denediysem böyle gürleşmedi.. sırrı nedir senin bıyığın abi..

hayatım boyunca üç soruya sinir olurum.. birincisi meslek ne ve arkasından memleket neresi sorusu.. ikincisi dönemsel psikopatça zayıflamalarımla ilgili, özellikle kadınların nasıl zayıfladın, sırrın ne, hangi diyetisyene gittin vs. sorusu.. üçüncüsü ise bıyıkların sırrı ne.. sana ne diyesim gelir bu sorulara hep.. meslek sorularına avukat yerine işsizim derim genelde.. birkaç kez muhasebeci, öğretmen  filan dedim yine soru yağmuru başladı.. o yüzden ya işsizim diyorum ya da avukatım diyorum.. en azından sorular bildiğim yerlerden geliyor.. zayıflama sorularına ‘doktorum kendim, sırrım da irade’ diyorum inanmıyorlar.. e ne yapayım, ne diyeyim daha.. yok  diyetisyen miyetisyen yahu.. boğazınıza hakim olun yeter.. ama anlayan nerede.. illa mucize bir ilaç ya da mucize bir doktor olacak.. televizyonlarda yeterince şaklaban mevcut, onları izleyin.. neredeyse adamlar televizyonlarda ameliyat yapacaklar.. hey gidi hey, zamanında ‘dr. ziya özel’ diye biri zakkumdan kanser ilacı yaptığını söylemişti de derman arayan millet zakkum yiyip, suyunu içip patır patır ölmüştü.. o günlerden belliydi bugünlerin gelişi zaten..

neyse taksici gözlerini aynaya dikmiş bana bakıyor cevap bekliyor bıyıkla ilgili sorusu için.. ben de gözüm yolda bir an önce yol bitsin diye bakıyorum.. sonra derin bir nefes alıp cevap veriyorum, kurtuluş yok çünkü, kardan dolayı zırto yavaş  gidiyor doğal olarak..

-bıyıkların sırrı yok birader.. bırakıyorsun uzamalarını bekliyorsun.. ve bol bol -sadece bıyık için kullanacağın- ufak bir tarakla tarıyorsun.. temiz tutman da önemli.. ve tabi ki en önemlisi kesmemek.. öyle badem gibi bırakırsan uzamaz tabi..

halbuki lavuğun benden milyon kat daha fazla kıl kökü var bıyık kısmında.. kırpa kırpa bademe dönüştürmüş, sen kesersen ne yapsın o kıl kökleri sana..

-ama abi olmuyor benimkisi öyle..

içimden saydırmaya başlıyorum herife.. benim aklımda bu karda kıyamette ‘uyap’ denen zamazingonun çalışıp çalışmadığı düşüncesi ve stresi var..

09 21 – adliyenin önünden özgürlüğe kaçar gibi taksiden indim..

09 23 – merdivenleri son hız çıktım.. tevzi bürosunun önünde kuyruk yok.. güzel.. ön kayıt ve tevzi.. bilmem kaçıncı icraya düşüyorum.. peki memnuniyetle..

09 28 – icra dairesine iniyorum.. çok güzel burada da yoğunluk yok.. müdürden havale alıp sonra kayda gidiyorum.. kar yağışından memurların hepsi gelmemiş.. neyse ki tanıdık birisini buluyorum kaydı yapıyor.. dosya damgalama ve numaralandırma işini kendim yapıyorum yarım yamalak.. harcı ödemek için müdür yardımcısına gidiyorum.. yanında bir avukat ya da başka daireden memurla çıkarmışlar silahlarını birbirine gösterip anlatıyorlar.. ben ayakta kazık gibi dikilmiş bu manasız ve tehlikeli muhabbetin bitmesini bekliyorum sabırla.. tabi benim sabrım silahlardan birinin namlusunun sağa sola dönmesinden aniden tükeniyor..

-ya kardeşim sağa sola döndürüp durmasana şunu, sabah sabah bir kaza olacak..

müdür yardımcısı bayan gülerek :

-korkmayın avukat bey, şarjörü çıkardı arkadaş..

– ya namluda varsa.. olur mu böyle şey adliye içinde müdürüm..

– haklısın deyip geri vitese bağlıyor bu da..

fena kızgınım ama diğer memurun elindeki silah ilgimi çekiyor ve filmlerde gördüğüm eski faşist alman subaylarının silahlarından olduğunu anlıyorum ama adını çıkaramıyorum o an.. muhtemelen 1940-44 arası bir silah.. nerden bulmuşsa lavuk.. müdür yardımcısı hanıma harcımı ödeyip siktirip diğer işlerim için üst kata çıkıyorum.. orada da hakimden havale alıp dosyaya dilekçeyi bırakıyorum.. aynı kattaki diğer işleri de bitirince sokağa çıkıp iş taksi bulmaya kalıyor.. bir an önce cennetim kadıköy’üme ulaşmam lazım nefes alabilmem için..

10 02 – taksideyim.. aynı muhabbet dönmeye başlıyor..

-çevreden mi gidelim abi..

birden sinirli bir sesle kükrüyorum :

-nerden istersen keyfine göre git, ister çevreden ister içerden.. kafana göre takıl..

– yok abi sen nerden istersen..

– en hızlı nereden gidebilirsen oradan git kardeşim.. kafana göre takıl..

içimden de muhabbet etmeye çalışma da nerden istersen git diyorum..

10 35 – kadıköy’deyim.. her zaman kahvaltılık tıkındığım fırının önünde çayımı içip tostumu ısırıyorum.. canım pek bir şey istemiyor nedense.. iştahsızım.. soğuktan belki.. bu arada bizim evin orada ve ümraniye adliyesinin orada yerde en az dört beş santim kar varken kadıköy merkezde kar yok.. komedi.. sıkılıyorum, tostu filan yarıda bırakıp kalkıyorum..

10 42 – iki adım bile atmamışken fırının bulunduğu meydanın diğer ucunda ‘halo dayı’ ve ‘mehmet abi’yle karşılaşıyorum.. aralarında tartışıyorlar.. ‘halo dayı’ ‘benim büroya gidelim orada viski atalım’, derken ‘mehmet abi’ hemen o meydandaki bir kokoreççi de ‘ikişer duble rakı atalım’ diyor, fakat daha sabahın körü.. onlar beni fark etmiyor bu tartışmaları sırasında, tiyatro gibi izliyorum muhabbetlerini.. sabahtan beri olan gerginliğim uçuyor.. gülümsemem yayılıyor yüzüme ve beni fark etmeleri için iki adım daha ileri atılıp ‘halo dayı’ya sarılıyorum hızla ve

-bebeğim nasılsın, diyorum..

-bak ya bebeğim diyor.. sapık mısın müdür sen..

-he ya sadece senin sapığınım ‘halo’ deyip öpüyorum tenten saçlarının kakül kısmından..

‘sapık’ diyerek bağırıp ittirerek benden kurtulmak istiyor.. ama nafile yetmiş beş yaşındaki adam, doksan kiloluk bu insan azmanından nasıl kurtulur.. bir daha öpüyorum.. ‘mehmet abi’ gülmekten öksürük krizine boğuluyor.. sonra serbest bırakıyorum ‘halo’yu ve onlara teklifte bulunuyorum :

-bu soğukta buralarda ne içeceksiniz, buyurun bizim mekana gidelim iki şişe rakımız var.. meze hazırlarım sizlere, birkaç çeşit meyvede yaparım.. sıcak sıcak oturun için.. hem bu sabahın köründe içmek niye..

-kafalar bozuk müdürüm diyor ‘mehmet abi..’

anlıyorum ne demek istediğini.. üstelemiyorum.. kabul ediyorlar, bizim mekana doğru yola koyuluyoruz..

10 55 – yoldan meyve, peynir vs aldıktan sonra mekana giriyoruz.. ‘halo’ ve ‘mehmet abi’ mezeleri vs’yi beklemeden birer duble rakı doldurup hemen içmeye başlıyorlar bu saatte.. ben mezeleri hazırlamaya girişiyorum.. mekanda ‘abidin dayı’ da var..

-nereden buldun bunları getirdin diyor..

-sokakta üşüyorlardı, içecek açık mekan arıyorlardı gönlüm el vermedi ısrar ettim yukarıya getirdim..

-iyi etmişsin diyor ‘abidin dayı’ ve gülümsüyor..

11 20 – mezeler hazır.. arka odaya balkondaki ‘halo dayı’nın çalışma masasını geçirip çilingir sofrasını onun üzerine kuruyorum.. sonra ‘ciwan haco’nun son albümü ‘veger’i de çalmaya başlıyorum.. ‘mehmet abi’ duygulanıyor.. çok hoşuna gidiyor.. kendince eşlik etmeye başlıyor türkülere şarkılara..

11 40 – ben de masa kurma işim bitince oturup kendi masamda o gün yaptığım işlerin dosyalarını işliyorum.. bir yandan da ‘mehmet abinin’ anlattığı ‘halo dayı’yla ilgili anılarını dinliyorum.. yetmişli yıllardan bir sürü duymadığım anı, hikaye.. ben de on beş senedir ‘halo’yla ilgili tüm anıları dinledim ve bilirim sanırdım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12 45 – ben de koşuyorum rakı alıyorum kendime yarım yamalak bir kahvaltı  üzerine rakıya vurmaya başlıyoruz.. mekanda iki şişe ‘izmir rakısı’ vardı.. ilk kez aydın, ‘ortaklar’da ‘ciğerim’in babası sevgili ‘musa amcamız’ içirmişti bana ‘izmir rakısını.. çok sevmiştim.. gerçekten içimi güzel bir rakıydı.. sabahlara kadar günlerce ‘izmir rakısı’ içmiştik kendisiyle.. ama ne yazık ki bu hafta midesinden ağır bir operasyon geçirdi iki milimetrelik bir tümör için.. moralimiz çok bozulmuştu.. neyse ki ameliyat gayet iyi geçti ve tümör iyi huylu çıktı.. şimdi iyileşme sürecini bitirmesini bekliyoruz.. doktoru sevgili ‘ertuğrul’ abimiz midesinin dörtte üçü gitmesine rağmen eylüle doğru rakı içmeye başlayacağını, sadece aç karna tatlı vs yememesi gerektiğini söyleyince gülmüştük dolu dolu.. biz de buradan aylak adamız ailesi olarak sevgili ‘musa amcamıza’ geçmiş olsun diyoruz..

12 50 – ilk kadehi fondip yapıyorum.. yağ gibi kayıyor meret.. günlerdir ameliyat vs yüzünden yaşadığım stres üzerine iyi geliyor bu duble.. ve devam ediyoruz müzik ve muhabbetle beraber..

13 30 – ilk şişe ‘izmir’ rakısı bitiyor.. ‘halo’ ikinciyi açıyor..

14 20 – kafalar on numara, muhabbet tavanda.. ‘mehmet abi’, ‘halo’nun ikinci çocuğunun doğduğu günü anlatmaya başlıyor.. gülmekten kırılıyoruz hepimiz.. ‘mehmet abi’ ve ‘halo dayı’, ‘haloların’ evinde oturmuşlar içiyorlarmış.. birden yan odadan yengenin sesi gelmiş ‘hasan, hasan galiba çocuk geliyor, acele ambulans çağır, hastaneye götür beni..’ ‘halo dayı’ hiç istifini bozmadan diğer odaya bağırmış ‘dur kadın, fışkırma şimdi.. viskiler bitsin bakarız bir hal çaresine..’ gülmekten yıkıldık ama ‘mehmet abi’ anlatmaya devam ediyor.. ‘yahu olmaz kalk yengeyi hemen hastaneye götürelim benim arabayla, saçmalama, şakası olmaz bu işin..’ inanın dedi ‘halo’ viskisi bitince kalktı yengeyi omuzladı ve benim arabaya bindirdik.. ama aksilikler bitmiyor ki ‘zeynep kamile’ giderken ‘haydarpaşa’ yokuşunda benzin bitmez mi..’ kendine gelen ‘halo’ elinde bidon koştu en yakındaki benzinciden benzin almaya gitti.. neyse ki yengeyi yarım saat sonra yetiştirdik ve akşamına da normal doğumunu yaptı.. ‘biz tabi bu güzel anının ‘dur fışkırma kadın’ repliğine takıldık kaldık.. insanın bu kadar rahat olması ancak ‘halo dayı’da görülebilecek bir meziyet.. not ettik bu anısını da..

14 50 – ‘gürselim’ de geldi hemen rakıya katıldı..

15 10 – ikinci şişe rakı bitmek üzere kalkıp ‘suat’ abimizin dükkanına gidiyorum bir şişe rakı ve on altı tane cilalık bira alıyorum.. ‘ciğerim’ de geliyor tam ben mekana girerken.. nereden buldun ‘halo ile mehmet abi’yi diyor.. anlatıyorum sabahın köründe çarşının ortasında rakı içecek yer arıyorlardı buraya getirdim diyorum.. gülüyor..

16 10 – ‘mehmet abimiz’ gençliğinde yazdığı şiirlerden bahsedip örnekler verip ezberinden okumalar yapıyor.. ‘gürselim’ de gazı veriyor ‘mehmet abi’ye şiir aralarında.. ‘mehmet abi’ de tam muhabbet adamı.. samimiyeti ve sofrası güzel insanlardan.. o sırada ön odada ki ‘abidin dayımız’ da elinde boş rakı kadehiyle geliyor ve kendisine rakı doldurmaya başlıyor.. ‘abidin dayımızın’ da içtiğini görünce neşem çoğalıyor..

16 50 – ‘halo dayı’ ile ‘mehmet abi’ de mesailerine aşağıda kendilerini bekleyen arkadaşlarının yanında devam etmek üzere ayrılıyorlar.. öpe öpe yolluyorum ‘halo’yu.. ‘halo’lar giderken sevgili ‘mustafa’ abimiz geliyor.. ‘musa amca’nın yanında kalmıştı gece.. ondan alıyoruz son havadisleri.. ‘mustafa abimiz’ de bira içmeye başlıyor.. muhabbet kervanına o katılıyor bu sefer..

17 00 – ‘gürselim’ de satışa getiriyor ve o da gidiyor başka arkadaşlarının içki muhabbetine..

17 30 – ‘abidin dayı’, ‘mustafa abimiz’ ve ‘ciğerim’ de evlerine gitmek üzere ayrılıyorlar mekandan..

17 31 – tek başıma kalıyorum.. içmeye devam ediyorum.. yüzümdeki neşe yavaş yavaş sönüyor ve kayboluyor.. nedense kendimi sabahın köründen geç saatlere kadar bedenini satarak rızkını kazanan ve gidecek hiçbir yeri olmadığından dolayı parayla insan  eti satılan genelevde tek başına kalmış bir  ‘orospu’  gibi hissediyorum.. anlayamıyorum bu hissi ve bu benzetmeye zoraki gülümsüyorum.. boş bardaklardan birisine kadehimi vurup içmeye devam ediyorum.. pilli bebek dinliyorum..

17 50 – dün sahaftan aldığım kitaplardan ‘carl jung’un, ‘can’ yayınları tarafından ‘iris kantemir’ çevirisiyle yayınladığı ‘anılar, düşer, düşünceler’ kitabının son sayfasına kitabın eski sahibi 2010 yılında kaybettiğimiz şair, psikiyatrist ‘halil ibrahim bahar’ın 7 kasım 2001 perşembe günü kendi el yazısıyla ve kurşunkalemle yazdığı anlamlı notu tekrar okuyorum :

‘beni anlayanlar değil ancak sesimi duyanlar çoğaldıkça yalnızlığım, yabancılaşmam da daha  hızlı artıyor.. bu ağırlığın taşıyıcısı benim.. kiminle paylaşabilirim? çevrem uçuşan kınkanatlılarla dolu.. (kınkanat: uçamayan bir böcek çeşidi..) ayakları balçığa batmışken uçtuklarını sanıyorlar..’ – halil ibrahim bahar

ne kadar anlamlı yazmış değil mi ‘halil ibrahim bahar’ üstadımız.. umarım ‘halil ibrahim’ üstadın ciltler dolusu yazdığı fakat sağlığında yayınlamadığı tüm şiirleri de bir gün yayınlanır ve tüm şiir düşkünlerine yeni bir okyanusun sularında yol alma imkanı doğar..

18 30 – rakının üçüncü şişesi de bitiyor.. tekrar cilaya başlıyorum.. neyse ki yeterli bira stoku bulunuyor her zaman mekanda..

19 20 – kafamda dönüp duruyor ‘gidecek hiçbir yeri olmayan bir orospu gibiyim’ cümlesi.. bunca yoğun bir günden sonra böyle tek başına ortada kaldığını düşünmek koyuyor insana.. dışarı çıkıyorum.. soğuk havada biraz dolaşmak iyi gelir diye düşünüyorum.. dışarı çıktığım anda mideme müthiş bir kramp saplanıyor.. o an hatırlıyorum sabahın köründen beri kıytırık bir tostla yapılan kahvaltıdan sonra on dubleden fazla rakı ve en az altı şişe bira içmişim.. ne yapsın, daha ne kadar idare etsin bu mide.. demirden değil ki.. sıcak bir çorba içmek için alkollüyken girilmeyecek kadar badem bıyıklılar cenneti olan bir mekana inatla atıyorum kendimi.. üzerimden yayılan anason kokusunu alınca tiril tiril giyinmiş garsonların yüzlerindeki gülümseme soluyor.. neyse ki lavuklar tanıyorlar beni, zart zurt etmiyorlar.. tavuk suyu çorba.. pilav üstü döner.. içtiğim her yudum, yediğim her lokma mideme yumruk gibi iniyor.. kıvrana kıvrana bitiriyorum zoraki yemeğimi..

19 50 – mekana dönüyorum.. sıcak bir çay demliyorum kendime.. dört bardak çayı da içince biraz kendime geliyorum ama midem hala taş gibi ve ağrıyor..

20 40 – eve gitme vakti diyorum.. ama gitmeden önce şu midedeki şişkinliğe bir çözüm bulmak adına kaloriferin yanında ısınmaya bıraktığım iki şekersiz tavşanlı birayı  arka arkaya götürüyorum.. yüce insan ‘bukowski’den bizlere kalma bir tedavi yöntemi.. gerçekten biralar iyi geliyor..

gerçekten de ‘özcan alper’ gibi insanların inatla güzel üretimler yaptığı, insanlara bir şeyler  göstermeye uğraştıkları bir dünyada ve yine ‘halo dayı’,  ‘mehmet abi’ gibi güzel insanların olduğu bir dünyada bizim gibi ‘fırtına’ olanlara rüzgar ve gece neyler ki.. vız gelir tırıs giderler..

21 03 – ‘gürselim’ mesaj atıyor : ‘mekanda mısın’ diyor.. ‘çıkıyorum’ diyorum.. sonra ‘yanına geliyordum’ diyor.. ben de ‘kendimi orospu gibi hissettim tek başıma kalınca, çıktım’ diyorum..

21 40 – kümesimdeyim.. anneme ve babama sarılış.. dört yıldır evli kardeşimin boş odasına bir selam çakış ve kitaplarla filmlerin ortasına kendimi atış ve gözlerim kapanırken ‘arthur rimbaud’nun satırlarında kayboluş :

‘dünya faltaşı gibi açılmış şaşkın gözlerimiz önünde

tek bir kara ormana indirgendiğinde

tek bir kumsala vefalı iki çocuk için

ve aydınlık sevgimiz için şarkılar dolu tek bir eve…

sizi bulacağım.’

Crockett..

(fotoğraflar : crockett.. yer: st. simon manastırı, samandağ, antakya..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÖÇ

Bugünlerde gazetelerde daha sık karşılaştığım yazılar oluyor, Balkanlardan 1912-1914 yılları arasında zorunlu olarak yapılan göçlere dahil.  ‘Dedemin İnsanları’ bu konu üzerine çekilen son filmlerden. Direkt bu konu işlenmese bile mübadeleye dair birçok sahne ve can alıcı, yakıcı cümlelerle karşılarız film sahnelerinde. İnsan genetik mirasını atalarından alır ya, DNA’larında da ruhsal kod olarak taşınıyor duygular. Bu yazıları yazanlar, filmleri çekenler o yılları yaşamış insanların torunları veya çocukları çoğunlukla.

Yıllar önce Yunanistanlı yazar Elsa Hiu’nun  ‘ İzmirli Nine’ kitabını okuduğumda, kendi babaannemi ve yaşadıklarını gözlerim yaşlı hatırladım. Ölünceye kadar hep memleketine, doğduğu topraklara dönmek özlemiyle yaşadı. Son zamanlarında yaşlılıktan dolayı şimdiyi unutup, sanki geçmiş günleri bire bir yaşıyormuş gibi olur, bizi de bu sahnelere dahil ederdi. Ben evdeki besleme olurdum, annemin babamın çok iyi insanlar olduğunu anlatırdı. Ben de o yaşlarda gerçek sanıp, ağlamaya başlardım. Tam bir tiyatroydu halimiz.

Annesi o doğarken öldüğü için, babası tarafından el bebek gül bebek büyütülmüş bir çocuk olduğunu anlardım anlattıklarından. Babasının onun için öğretmenler bulup evde ders aldırdığını, kız arkadaşlarına ikram etmesi için çok güzel bir tütün kutusu hediye ettiğini anlatırdı. Beş vakit namazını hiç aksatmaz, rahlesinde Kur’an okur, bazen benim ezberlemeye çalıştığım şiirleri bana okuyup, beni şaşırtırdı. Aklım ermeye başladığında küçük bir kasaba ya da köyde nasıl böyle bir anlayış olabilir diye düşündükçe, yaşadığı yerlere gitme merakı daha ağır bastı.

Tabi bu imkanı yıllar sonra, gerçekleştirebildim. Onu memleketine götürmek kısmet olmadı, oğlunu da. En küçük torun olarak ben ve ailem bu toprakları ziyaret edebildik. Güzel tarafı anlattığı yerlerin adı bile değişmemişti. Doyran Doirani, Poroy Poroi olarak yazıyordu. Bulgaristan sınırına çok yakın bir konumda dağların eteklerinde Doyran Gölü’nü tepeden gören yeşillikler içinde, evlerin halen eski durumunu yenilenerek koruduğu, babaannemin anlatımıyla sokaklarından suların sallım aktığı bir cennet köşesiydi. Bir çok yere gitme imkanım oldu ancak oraya gittiğim zaman hissettiğim duygular çok farklıydı. Sanki ben de orada yaşamış gibiydim.

Kavala’da karşılaştığımız yaşlı karı koca ise yıllar önce Türkiye’den göç etmiş ve halen Türkçe konuşan, çok sıcak kanlı, bizden insanlardı. Tüm Avrupa’da bize en yakın, bizden olanlar.

Bu yolculuklar aslında turistik bir gezi olmanın ötesinde bir anlamda özümüze yapılan göç niteliğinde. Onların yaşadığı zorlukları, acı günleri öğrenip, hayatlarının sonuna kadar çalışarak hayata nasıl tutunduklarını düşündükçe, bir şeylerden şikayet etmek bizim için utanılası oluyor. Kendimize dönüp, çeki düzen vermeye çalışıyoruz böyle zamanlarda, onların torunları olarak.

‘Skycell’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : skycell.)

Psiko-sosyal itiraflar – 1

Sevgili Toplum,

Boyumdan büyük “kallavi” sözcüklerle ahkam kesmek istemiyorum. Bu şekilde davrandığımda, hem lafı gereğinden fazla uzatmış oluyorum hem de baharda derisinden soyunacakken, ona dolanan sakar bir yılana benziyorum. Seninle aramdaki zorunlu ilişkiyi keyifli bir hale dönüştürmeme engel olan durumları/tutumları/önyargıları kısaca şu şekilde özetleyebilirim:

1-      Çocuk benin çağrısına uyup, içimden geldiği gibi davrandığımda, duygularımı dile getirdiğimde beni olumsuz bir biçimde eleştirmenden hoşlanmıyorum. Yani sen bu kadar aciz misin ki, benim en doğal yanımı ketleyerek, istediğin gibi “iyi huylu” çocuk olmadığım için beni “asi” olarak yaftalayarak kendini tatmin ediyorsun? Bana ebeveynlik yapıyorsun sözüm ona. Buna ihtiyacım olup olmadığına aldırmadan, benim yerime karar veriyor ve kendince bana “haddimi bildiriyorsun.” O zaman söyleyeyim, bence kötü bir ebeveynsin. Bunun nedeni de ne biliyor musun? Bir zamanlar dilediğin gibi, sevilmemekten korkmadan çocukluğunu yaşamana izin vermemişler. İçinde hala bunun acısını taşıyorsun ve bu şekilde gerekli gereksiz olumsuz mesajlar veren bir ebeveyn gibi hareket ederek, çalınan doğal çocukluğunun intikamını alıyorsun. Yanılıyorsun sevgili toplum, bu şekilde rahatlayamazsın. Kaç insanı ketlersen ketle bu sebepten, içinde hep o ilk ketlenişin, kendi ketlenişinin üzüntüsü olacak. Bir de üzerine sebepsiz yere üzdüklerinin kötü enerjisi eklenecek ve doğal bir felaket olarak yine gelip seni vuracak.

2-      Eril ve dişi olarak doğan biz insan yavrularını, “kadın ve erkek” olarak sınıflandırıyor ve bizi zorla soktuğun bu sınıfların doğamıza aykırı davranışlarını, duygularını ve tutumlarını sırtımıza yüklüyorsun. Bir kız çocuğu olarak ben mesela, ağaca tırmandığımda ya da yüksek duvarları aşmaya “cüret ettiğimde” bana erkek çocuğuymuşum gibi davranıyorsun. Erkek olmayı, fallusu yücelttiğin için de, bana açık ve gizli şu iletiyi gönderiyorsun: “Memelerine ve kukuna rağmen, erkek çocuklarına biçilmiş işleri en az onlar kadar iyi yaptığın için iyisin, güçlüsün vs.” Ammawelakin, “Ben kız çocuğuyum, erkek değil” diye ısrar ettiğimde, beni “ucube” olarak yaftalıyorsun. Hadi, biz kız çocukları duygularımızı ifade etmede, erkek çocuklarına göre daha özgür olduğumuzdan daha şanslıyız. Peki ya kardeşlerimiz? Hiç onların yerine kendini koyup düşündün mü ağlayamamak, güçsüzlüğünü, çaresizliğini, mutluluğunu vs. tüm o doğal ve değerli duygularını, kısaca insanlığını, doğrudan ifade edememenin nasıl bir kördüğüm olduğunu? İçlerinden cesur olanlar çıkıp, bir-iki kadehle kafayı cilalamadan ya da ölmeyeyazdığı aşklar yaşamadan doğrudan, “Ne laaa tik tak sadece düşünce-analiz-eylem adamı mıyım ben? İşe, aşa, başarıya koşulu at mıyım la ben? Ağlıyorum, çünkü kendimi güçsüz hissediyorum. Ağlıyorum, çünkü sevilmek istiyorum. Ağlıyorum, çünkü yalnız olmak istemiyorum. Ağlıyorum, çünkü taştan değilim. İnsanım ve erkenden kriz geçirip yaşama hevesi kursağımda kalmasın diye, duygularımı yaşayarak beslemem gereken bir kalbim var.” diyerek içlerinden geldiği gibi duygularını yaşadıklarında, onları “kız gibi” güçsüz, zayıf ve ağlak olmakla yargılıyorsun.  Sana söyleyeyim, sen güce tapıyorsun. Duygularını doğrudan ve bağlamına uygun olarak yaşayamadığın için, enerjin iktidar istemine, ihtirasa dönüşüyor. Bundan ötürü de, ya birilerini düzmektesin ya da birileri tarafından düzülmektesin. Bu kadar homofobik olmanın sebebi de bu olabilir diye düşünüyorum. İçinde konuşlanmış gizli eşcinselliğin baskısı o kadar dayanılmaz ki, bunu kendisiyle yüzleşmeye cesaret edenleri inciterek gidermeye çalışıyorsun. Öfken korkundan bil diye söylüyorum. Kardeşlerime duygularını korkmadan özgürce yaşama ortamı sunmadığın, bizleri doğayla aramızdaki göbek bağımız olan doğal yanımızdan kopardığın için, onlar büyüseler de zorunlu-çocuklar olarak kalıyorlar. Ben ve kız kardeşlerim ise kadınlığımızı sandıklara kaldırıp zorunlu-anneler olduruluyoruz. Doğadaki en dolayımsız ilişki insanın erili ve dişili arasındaki ilişki iken, bizi birbirimize tanımsız, anlaşılmaz ve korkutucu rakiplere dönüştürüyorsun. Öyle patolojik bir hal ki, sembiyotik bir yazgıyla yutulma korkusu olmadan değil aşkı, iki özerk birey olarak yan yana dostça yürümeyi veya ihtiyaç duyduğumuzda birbirimize sevgiyle sarılmayı bile beceremiyoruz.

(Devamı var…)

 

‘İbn-i Zerabi’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(görsel : tiffany bozic.)

‘PENCERE..’ – YANNIS RITSOS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Sonra sessizlik, hareketsizlik. İkiyüzlülük bile diyebilirsin,

çünkü, belki de bilirsin, kaç çarmıha gerilmiş çığlık,

kaç diz çöküş gizlidir

o dikey saydam görkemin gerisinde.

Hele akşam olurken, şu bahar günlerinde, ve liman

uzakta bir yangınken, yaldızlı ve kızıl,

gemi direklerinin karanlık ormanında, balıkları

duyarsın, suların basıncında, küçük üçgen ağızlarıyla

derin bir soluk almak için suyun yüzüne çıkan. Dikkat ettin mi?

Böyle zamanlarda suyun yoğun aydınlığı kırılır

küçük balıkların binlerce ağzıyla. Kimse dayanamaz

hiç ara vermeksizin o sınırsız tekinsiz manzaraya bakmaya bunca

suyun ağırlığı altında,

bu masalsı denizin ormanlarında, bu soluk kesici saydamlıkta.

 

Bence bir bakıma fotoğraflar da dayanamaz çerçeve camlarının

ardında,

nasıl poz verilmiş olursa olsun, ne kadar güzel olursa olsun

duruşları,

hayatlarının durdurulmuş bir anında, gururlu bir saflık içinde,

eşsiz güzellikte bir el fotoğrafçının stüdyosundaki

zarif masanın ya da dizlerinin üzerinde dururken

yakalarında (tabii) solmayan bir çiçek,

ne kendini beğenmişliklerini ele verecek kadar yaygın,

ne de yazgılarına boyun eğmişçesine büsbütün tutuk

belli belirsiz bir zafer gülümseyişi dudaklarında.

 

Oysa zaman tümüyle pusuya yatmıştır onlar için, onların bu güzel

anlarının önünde ve ötesinde.

ve onlar tümüyle isterler bu zamanları, taşıllaşmış

saygınlıklarını, önceden tasarlanmış olup olmaması fark etmeyen

görkemli duruşlarını yitirecek olsalar bile,

bu canlı öyküleri mum gibi eriyecek olsa bile bakışlarının

alevinde,

ışığın saydamlığında beliren gençlikleri yalanlanacak olsa bile.

 

Ne var ki, onların isteğinden daha büyük ya da eşit olarak

görünür korku; sonra gülümseyişleri de

denizin dibinde, iki kaya arasında uzanmış duran

gümüşten bir balık gibidir – ya da havada,

kendi uçuşuna asılı, kanatları kımıltısız

kül rengi bir kuş gibi. Fotoğraflar da

öyle kapalı kalır, bütün pişmanlıkları, düşmanlıklarıyla,

çerçevelerinin, isteklerinin ve korkularının dışına çıkamadan,

bakarak usandırıcı göğe ve uçsuz denize.

 

Bu yüzden daracık bir yer seçeriz korunmak için

kendi sınırsızlığımızdan.. Belki de bu yüzden

burada oturuyorum ben, bu pencere önünde, bakmak için

gemicilerin rıhtımda, kaldırım taşlarında kalan

ayak izlerinin bir peri masalındaki sıra sıra,

dikdörtgen aylar gibi yavaş yavaş silinişine..”

 

YANNIS RITSOS..

 

(‘PENCERE’ adlı şiirinden..)

‘ALIŞKANLIKLAR DA DEĞİŞİR..’, YANNIS RITSOS, Çeviri : CEVAT ÇAPAN, ADAM Yayınları, 1984, 96 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

her dönemin faşizmine karşı : romanıyla : ‘Z.. ÖLÜMSÜZ..’ – VASSILI VASSILIKOS.., filmiyle : COSTA GAVRAS, müziğiyle : MIKIS THEODORAKIS..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“akşamın başta gelen konuşmacısı, tarım bakanı, pas hastalığıyla mücadele konulu konuşmasını tamamlamak üzereyken general saatine baktı :

-sonuç olarak konuşmamızı şöyle özetleyebiliriz : bağlara sıvı halindeki bakır sülfat püskürtmekle pas hastalığının önüne geçilebilir.. en bilinen terkipler de bordaux ve burgonya karışımı adı verilen, sıvı halindeki ilaçlardır.. ikinci karışım, adını hazırlandığı bölgeden, burgonya’dan alır.. burası aynı zamanda, gerçek bir ün kazanmış şarapların çıktığı bölgedir.. bordaux karışımı ise, sönmemiş kireç katılarak hafifletilmiş yüzde iki ya da iç oranındaki bakır sülfattan meydana gelir.. birinci karışım ikincisinden, sönmemiş kirecin yerine bakır karbonat konmasıyla ayrılır.. bu çok bilinen karışımlara çeşitli jelatinimsi maddelerin katılmasıyla yağmur suyundan eriyip gitmeleri önlenir..

özel kalem müdürünün bir hademeyle yolladığı bulanık sudan bir bardak içip (bu 22 mayıs 1963 günü, bir haftadan beri devam eden sıcak, ağzını iyice kurutup sözlerini anlaşılmaz hale getirebilirdi) sözlerine devam etti :

‘yine aynı hastalığı önlemek için, bakır tuzlarından yapılan toz halindeki ilaçlardan yararlanılır ki, bunlar çok daha kullanışlıdır.. bu ilaçlar, özel tulumbalarla yılda üç kere püskürtülür.. ilk püskürtme, filizler on iki ile on beş santim yükseldiği sıra; ikincisi çiçeklenmeden az önce ya da hemen sonra, üçüncüsü de ikincisinden bir ay sonra yapılır.. ama yağmurlu geçen yıllarda ya da rutubetli bölgelerde püskürtme işlemi sık sık tekrarlanmalıdır..

çoğunluk vali ve jandarma komutanlarının doldurduğu salondaki dinleyiciler uyuklamaya başlamışlardır.. iyi adamdı şu tarım bakanı ama, konuşma yeteneğini ilk kez deneyden geçiriyordu sanki! her şeyden önce dili bilim adamı diliydi.. hem pas hastalığıyla kim ilgilenirdir? bakan, makedonya ve özellikle bu toplantının yapıldığı selanik şehrinde bağların, kendi seçim bölgesi peloponez’deki kadar önemli yeri olmadığını unutmuştu sanki.. burada en önemli tarım ürünü tütündü ve bakan bu konuya değinmemişti bile.. oysa hepsi, alınacak tedbiri biliyordu.. pas hastalığından anlamazlardır ama kendi il ya da ilçe merkezlerine bağlı köylerde doğrudan doğruya doğu ülkelerinden gelme bir hastalığın söz konusu olduğunu yaymış, sözlerine inanan pek çok köylü çıktığından, komünizmle mücadelede başarı sağlama olanakları iyiden iyiye artmıştı.. ne yazık ki, tüm köylüler sözlerini dinlemiyorlardı.. yine de çürütülmez bir kanıt vardı ellerinde : tarlalara yayılıp ürünü mahveden pas hastalığı komünizmle aynı zamanda ortaya çıkmıştı.. aynı yaştaydılar.. uçaklarda attırdıkları beyannamelerde –bu uçakları, tütün tarlalarına ilaç püskürtmekte kullansalar daha iyi ederlerdi ya- kocaman kırmızı harflerle, pas hastalığının bir komünist hastalığı olduğu belirtilmekteydi..

‘patron’un bu çok parlak bilimsel incelemesini, yalnız, kuzey yunanistan bakanlığı tarım servisinde görevli müdürler büyük bir ilgi ve dikkatle dinliyorlardı..

-püskürtme sırasında yaprakların ilaçla sıvanmasına dikkat edilmelidir.. püskürtme, hastalığı önleyici nitelikte olmakla birlikte hiçbir zaman da ihmal edilmemelidir. baylar, pas hastalığıyla mücadelede izlenecek yollarla ilgili konuşmama burada son verirken, konuşmam boyunca gösterdiğiniz ilgiye candan teşekkürlerimi sunarım..

tek tük akış sesleri duyuldu ve bakan kürsüden indi..

general yerinden kalktı.. konuşmacının, dinleyiciler arasında yerini, almasını bekledikten sonra, sırtı kürsüye dönük, çoğu kabak kafalı ve şişko, vali ya da emri altındaki jandarma subayı olan kalabalığın küçük bir bölümünü, tarım kesiminde görevli müdürleri hiçe sayarak şunları söyledi :

-sayın bakanın büyük ilgiyle izlenen sözlerine ben de birkaç şey katmak istiyorum.. ben, içimizdeki pas hastalığından, komünizmden söz edeceğim.. kuzey yunanistan jandarma kuvvetlerinin başkomutanı sıfatıyla siz, devlet hizmetindeki yüksek memurlara, ülkemizi kırıp geçirmekte olan ideolojik pas hastalığını anlatmak, benim için çok güç ele geçen bir fırsattır..

şahsen komünistlere hiçbir düşmanlığım yok.. her zaman onlara acımışımdır.. onları hep, hristiyan –elen uygarlığımızın doğru yolundan sağmış, yolunu kaybetmiş zavallılar olarak görmüşümdür.. her zaman da onlara yardım etmek, yol göstermek ve milliyetçiliğin doğru yoluna sokmak için çalışmışımdır.. hepimiz çok iyi biliriz ki, yunanistan ve komünizm, özü itibarıyla birbirleriyle uyuşamayan iki kavramdır..

pas hastalığı gibi komünizm de, baş vermeden ezilmelidir.. pas hastalığı gibi komünizm de, çeşitli asalak unsurların yol açtığı mariz bir şeydir.. bağlara, üç ayrı devrede ilaç püskürtmekle pas hastalığının önüne geçildiği gibi, komünizmi önleyici bir takım ilaçların da insanlara püskürtülmesi zorunludur.. bu yönde, okullar ilk dönemi teşkile derler.. sayın bakanın kullandığı terimlere başvurmak gerekirse, bu dönem filizler daha on iki ya da on beş santimi bulmamıştır.. ikinci püskürtme dönemi –jandarma kuvvetlerinin yıllardan beri başında bulunmanın bana sağladığı tecrübelere dayanarak, bu dönemin en güç dönem olduğunu söyleyebilirim- çiçek açmadan kısa bir süre önce ya da sonrasına rastlar.. söz konusu, bir takım sorunları bulunan öğrenciler, işçiler ve gençlerdir.. bu ikinci püskürtme işlemi başarılı sonuç verirse, pas-komuna hastalığının, yıkıcı eylemiyle elen özgürlüğünün ağacına yayılıp onu soldurması, imkansız demesek de çok güçtür.. üçüncü ve son püskürtmenin bir ay sonra yapılması gerektiğini sayın bakandan öğrendik.. bir aylık sürenin yerine beş yıllık bir süre koyun, bu kuralın söz konusu durumda geçerli olduğunu görürsünüz..

vardığımız sonuç şu : bu yöntemle, yunan toprağının verimli tarlaları hep sağlam meyve verecek çağımızın komünizm ve pas gibi iki önemli hastalığı da, bir daha ortaya çıkmamak üzere  yenilecektir.. hepinize, gerek pas hastalığı ve gerek komünizmle mücadele gibi bu oldukça güç işte cesaret vermek için söyleyeceklerim bu kadar..’

generalin söylevi bir alkış tufanıyla karşılandı.. toplantı sona erdi.. büyük bir düzenle, valiler, komutanlar, bakanlık müsteşarları yerlerinden kalktılar, sigaralarını yaktılar, gerindiler ve üstlerinin ardından dışarı çıkmaya hazırlandılar..”

 

VASSILI VASSILIKOS

 

‘ÖLÜMSÜZ..’ , VASSILI VASSILIKOS, Çeviri : AYDIN EMEÇ, E Yayınları, Şubat 1970, 420 Sayfa..

Filmi : ‘Z.. ÖLÜMSÜZ..’ , Yönetmen : COSTA GAVRAS, Senaryo : Vassili Vasssilikos’tan uyarlayan Jorge Semprun ve Costa Gavras, Oyuncular : Yves Montand, Jean-Louis Trintignant, Irene Papas, Jacques Perrin, Müzik : Mikis Theodorakis, 1969..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İNTİHAR.. KAN DÖKÜCÜ TANRI..’ – A. ALVAREZ

“içsel bir trajediyi sanatsal bir biçimde anlatmak ve böylece boşalmak, kendi trajedisini yaşarken duygulanımlarını soruşturan ve izlenimlerinin zarif kozasını dokuyan, kısacası yaratıcı düşüncelerinin tohumlarını atan bir sanatçının erişebileceği bir şeydir.. böyle bir çılgınlık fırtınasını sonuna kadar yaşamak, bastırılmış duyguları bir sanat eserinde dışa vurmak, intihara karşı sunabileceğimiz tek gerçek alternatiftir.. bunun ne kadar doğru olduğu şu olgudan da görülebilir : başlarından geçen birtakım trajik olaylar sonucu kendilerini gerçekten öldüren sanatçılar, önemsiz şarkıcı kızlar, duygusallığı sevenler ve kendilerini yiyip bitiren bir kanser tanısında bile acılarını belli etmeyen kimselerdir.. bundan öğreneceğimiz şey, uçurumdan kaçmanın tek yolu ona bakmak, onu ölçmek, derinliklerine seslenmek ve kendini ona bırakmaktır..”

CESARE PAVESE

 

“ ama şimdi acılara boyun eğdim :

umursamadan yağma edilişine şenliğimin :

ama ah! her geliş

durdurur doğanın bana doğuştan verdiğini,

imgelemin biçimlendirişini ruhumu.

düşünmemek için düşünmemem gerekeni,

beklemek ve sabretmek, tek yapabildiğimse;

ve şansına köşe bucak arayıp gizlice çalmak

kendi doğamdan bütün doğal insanları-

bu benim biricik kaynağım, tek planım :

bir parçaya gireni bütüne bulaşana dek sürdüreceğim,

ve şimdi ruhumun alışkanlığı nerdeyse doğmak üzere.

bundan böyle, zehirli düşünceler…”

SAMUEL TAYLOR COLERIDGE , (Keder : Bir Övgü..)

 

“ tüm çağ yazanlar ve yazmayanlar diye ikiye ayrılabilirdir.. yazanlar, karamsarlığı anlatıyor, okuyanlar ise bunları beğenmiyor ve kendilerinin daha üstün bir kavrayışa sahip olduklarına inanıyorlar ki, mümkün olsaydı aynı şeyleri yazarlardı.. genel olarak herkes karamsar, ama birisi karamsarlığını kullanarak önemli olan fırsatından mahrumsa, karamsarlığı dert edindiğini etrafına göstermesi çok önemli.. karamsarlığın fethedilmesi bu muydu acaba?”

SOREN KIERKEGAARD

 

“yaşam gerçekten bir savaştır.. kötülük arsız ve güçlü; güzellik büyüleyici ama az; iyilik çok çabuk bitiyor; aptallık almış başını gidiyor; günler adiliklerle dönüyor; budalalar büyük görevler için, duyarlı insan az ve insanlar genellikle mutsuz.. ama gördüğümüz bu dünya ne bir yanılsama ne bir hayal ne de kötü bir kâbus.. gene de sonsuza dek ona uyanırız; onu ne unutabiliriz, ne yadsıyabiliriz, ne de vazgeçebiliriz..”

HENRY JAMES

 

“yeni doğmuş bir bebeğin çığlıklarını dinle – son saatteki ölüm çırpınışlarına bak ve sonra, böyle başlayıp biten şeyin zevk verip vermediğini söyle..

biz insanoğlu bu uçlardan olabildiğince çabuk kaçmak için, doğum çığlığını hemencecik unutup hayattan zevk almak için elimizden gelen her şeyi yaparız.. ve biri öldüğünde hemencecik şöyle deriz : usulca ve kibarca ayrıldı aramızdan, ölüm bir uykudur, sadece bir uyku- konuşmalarımız nasıl olsa ona yardım edemez diye öleni anan bir şeyler katmayız, ama her sözcük kendi adımızadır, hayattan alabileceğimiz hiçbir hazzı kaçırmamak için, doğum çığlığıyla, ölüm inleyişleri, annenin kıvranışlarıyla çocuğun onu tekrarları arasındaki sürede, ta ki çocuk bir gün ölene dek hayatın her anına hep yeni bir çeşni katmak için..

eğlenmek, hoşça vakit geçirmek için hiçbir şeyden çekinilmeyen kocaman, şaşaalı bir salon düşünün – ama odaya çamurlu, tozlu, berbat bir merdivenle girilebiliyor ve iğrenç bir şekilde pisliğe bulaşmadan oraya varmak mümkün değil ve ancak kendinizi alçalttığınızda oraya kabul ediliyorsunuz ve şafak sökünce eğlence bitiyor ve kovuluyorsunuz- ama bütün gece boyunca istediğiniz kadar eğleniyor, istediğiniz her şeyi yapabiliyorsunuz!

böyle bir durumda ne düşünürdük? en basitinden şu soru gelirdi aklımıza: buraya nasıl geldim ve nasıl çıkacağım, nasıl bitecek? ne incelik.. böyle çılgınca bir unutkanlık içinde, boğulurcasına girişe ve çıkışa çevrilmek, girişi ve çıkışı görmemeye, örtbas etmeye çalışmak, yeni doğmuş bir bebeğin çırpınmalar içinde son nefesini verene dek doğum çığlığı ile tekrarları arasında yitmesine benzer..”

SOREN KIERKEGAARD

 

“yaşam korkusu ölüm korkusuna ağır bastığında genellikle insanın yaşamını bitirdiği görülmüştür.. ama ölüm korkusu önemli bir direnç gösterir; bu dünyadan götürmek için kapıda bekleyen bir gözcü gibidir.. belki de yeryüzünde, hayatına zaten bir nokta koymamış hiçbir insan yoktur; eğer bu bitirme tümüyle olumsuz özellikteyse, varoluşun ani bir tıkanması şeklindeyse.. bunun birtakım olumlu yanları vardır; bu bedenin yok edilmesidir ve insan böyle bir şeyden çekinir, çünkü bedeni yaşama isteğinin bir bildirisidir..

ancak.. büyük zihinsel acılar bedensel acıları unutturur; bedensel acıyı küçümseriz; yok, eğer ötekinden ağır basarsa, düşüncelerimiz dağılır ve zihinsel acı bir sekteye uğrar ve bu durumu memnuniyetle karşılaşırız.. intiharı kolaylaştıran bu duygudur..

korkutucu ve kâbuslu bir rüyadan en çok korktuğumuz anda uyanırız; gecenin ürkütücü görüntülerini böylelikle başımızdan kovarız.. ve yaşam bir düştür : korku doruğuna ulaştığında bizi onu kırmaya zorlar ve aynı şey olur..

intihar bir deney olarak da algılanabilir – insanın onu yanıt vermeye zorlayarak, doğa’ya sorduğu bir sorudur.. soru şudur : ölüm insanın varoluşunda ve şeylerin doğasına yönelik görülerinde ne tür değişiklikler yaratır? bu beceriksiz bir deneydir, çünkü soruyu soran ve yanıt bekleyen bilincin kendisi yok edilir..”

ARTHUR SCHOPENHAUER

 

“en önemli olanla başlamak gerekirse : intiharla sonuçlanan içsel işkencenin herhangi bir kavramına sahip değiliz.. fiziksel işkence gören insanlar bilinçlerini yitirir, acıları öyle büyüktür ki, bu dayanılmaz şiddet sonu kısaltır.. ama işkencecinin insafına kalmış böyle bir insan acıdan bayıldığında yok edilmemiştir, çünkü kendi ölümünde hazır bulunur, geçmişi ona aittir, anıları onunladır, isterse onlara sığabilir, ölmeden önce ona yardım edebilirler..

ama intihar etmeye karar veren biri varlığına koca bir nokta koyar, geçmişine yüz çevirir, çöküşünü ilan eder ve anıları gerçekliğini yitirmeye başlar.. bunlar ona hiçbir şekilde yardım edemez veya onu kurtaramaz, kendini onların erişemeyeceği bir yere koymuştur.. içsel yaşamının sürekliliği parçalanmıştır, kişiliği bir sondadır.. ve belki sonunda kendini öldürmesine yol açan çözülüşün durdurulmazlığı değil, kimseyi ilgilendirmeyen acısının dayanılmazlığıdır, acı çekenin yokluğunda çekilen acı, bu bekleyişin boşluğudur, çünkü yaşam durmuştur ve bu boşluğu asla doldurmaz..

‘mayakovski’ bence kendini gururu incindiği için vurdu, çünkü özsaygısının kabullenmediği bir şeyleri içinde mahkûm etmişti ya da hapsetmişti.. ‘yesenin’ yaptığı işin sonuçlarını doğru dürüst düşünmeden kendini astı, sesini tüm içtenliğiyle duyuyoruz : ‘kim bilir? bu belki bir son değil.. henüz hiçbir şey kararlaştırılmadı..’ ‘maria tsvetayeva’, şiiri her zaman kendisiyle yaşamın gündelik gerçekliği arasında taşıdı durdu ve bunun kendi araçlarını aşan bir lüks olduğunu görünce, oğlunun hatırı için bir süre şiirle olan tutkulu uğraşını bırakmaya karar verdi, etrafına şöyle bir baktı, sanatın artık gizleyemediği kaosu gördü, durağan, alışılmadık, kımıltısız ve dehşetten nereye kaçacağını bilemeden ölüme saklandı, gizlenmek istercesine yüzünü yastığa gömdü.. ‘paola yashvili’, 1937’nin ‘şigalevciliğiyle’ büyülenmiş, aklı karışmıştı ve bana öyle geliyor ki, gece uyurken kızına baktı ve onu seyredecek kadar değerli olmadığına karar verdi, sabahleyin bir arkadaşının evine gitti ve top mermisiyle kafasını uçurdu.. ve bana öyle geliyor ki, ‘fadeyev’, politikanın bütün dalaverelerine rağmen yüzünden eksik etmedi gülümsemesiyle tetiği çekmeden hemen önce kendi kendine şöyle dedi : ‘peki, şimdi bitti.. elveda sacha..”

BORIS PASTERNAK

 

‘İNTİHAR.. KAN DÖKÜCÜ TANRI..’, A. ALVAREZ, Çeviri :ZUHAL ÇİL SARIKAYA, ÖTEKİ Yayınevi, Mart 1999, 264 Sayfa..