Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

YORUMSUZ..

Cuntacı , cunta sever , darbeci , darbe sever mi arıyordunuz aaaaaa durun yahu , fazla uzağa gitmeyin yahu her gün ekranlarda , gazetelerde boy gösteren şimdinin ‘böyyük demokratlarından , demokrasi havarilerinden’ 12 Eylül Darbesine ve cuntacılarına methiyelerinden , incilerinden seçmeleri bir okuyun aşağıda ve ‘kendilerine demokratları’ , ‘şimdinin açılım severlerini’ ve ‘demokrasi oyununu ve  yalanını’ bir daha görün ‘NETEKİM’..

YORUMSUZ..

NAZLI ILICAK’tan inciler :

‘Kızıl ahtapotun kolları ülkemizi yavaş yavaş sarıyor.. ve hala at gözlüğü takanlar , faşizmin tırmanışından söz ediyor.. Türün’ü faşistlikle mi suçluyorsun , Mit’e kontrgerilla damgasını mı vuruyorsun , devlet teröründen mi bahsediyorsun , işkence iddiaları ile yeri göğü inletiyor musun , faşizm geliyor diye yaygarayı mı basıyorsun.. geç kardeşim uzatma o eli bana , çünkü o el kızıl ahtapotu boğmak yerine onu besliyor.. ben o kirli eli sıkmam..’ (27 Temmuz 1980)

‘Türkiye’de demokrasi , demagojiye ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge , birincisi aleyhine bozulmuş , bir otorite boşluğu doğmuştu.. Türk Silahlı Kuvvetleri bu boşluğu doldurdular.. (14 Eylül 1980)

’12 Eylül bir darbe değildir diyen Orgeneral Kenan Evren’e tamamıyla katılıyoruz.. 12 Eylül ne darbedir ne de bir ihtilal.. zira ‘darbede beğenilmeyen yönetim devrildikten sonra , şahsen iktidara geçip hükümet etme hırsı galiptir ve kalıcı olma vasfı ağır basmaktadır.. halbuki 12 Eylül’de geriye dönük bir genel tasvib mevcuttur..’ (18 Eylül 1980)

‘Birkaç gündür 12 eylül harekatı ile 27 mayıs mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor.. biz bu konuda tarafsız olamayız.. çünkü 27 mayıs mensup olduğumuz demokrat parti camiasına karşıydı.. halbuki 12 eylül’de açıklanan hedeflerle yıllardır bizim yazdıklarımız arasında geniş bir mutabakat mevcuttur.. ümidimiz memleketimizin birlik ve beraberliğimizin son şansı olan Türk Silahlı Kuvvetleri harekatının başarısı ile neticelenmesidir..’ (16 Eylül 1980)

’12 eylül’ün gerekçesi haklıdır.. 12 eylül terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür..’ (17 Ekim 1980)

TERCÜMAN gazetesinden inciler :

‘13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor : merhaba asker !’ (27 aralık 1978)

‘Huzur , 1 yaşında ..’ (12 eylül 1981)

‘Allah Yardımcıları Olsun !’ (Tercüman gazetesinde başyazı olarak yayınlanmış.. 13 Eylül 1980’de darbenin hemen ertesi günü..)

‘ Böyle bir durumda bizim cuntayı , evet 12 eylülü desteklemekten başka bir şeyimiz söz konusu olamaz , destekledik.. bütün basın da destekledi.. bu bir vakıadır , istisnalar çok azdır mutlaka.. ancak aşırı soldan gelen birkaç itiraz söz konusu olmuştur..’ (Ahmet Kabaklı – Tercüman)

MEHMET BARLAS’tan inciler :

‘Cumhurbaşkanı Evren 10 Kasım’da Anıtkabir Defterine duygularını yazarken : ‘demokratik parlamenter sisteme geçiş sınavını başardık’ müjdesini vermektedir Atamıza.. Bir insan yürekten bunun sevincini duymasa , böyle bir ifadeyi seslendirir mi ?’ (14 Kasım 1983)

‘Yediden yetmişe , Edirne’den Ardahan’a bütünüyle Türk Milleti , bu kutsal görevinde Türk Ordusunun yanındadır.. 12 eylül harekatının bir amacı da yozlaşan , çöken , kan denizinde batmakta olan demokrasiye yeniden sağlam bir yapı kazandırmaktadır..’ (12 Eylül 1981)

GÜLMEYİN YETERRRRRRRRRRRR NETEKİM !

ACI AMA GERÇEK.. İŞTE GAZETE ARŞİVLERİ , KÜTÜPHANELER ‘DEMOKRASİ’ YALANI İCAT EDİLDİĞİNDEN BERİ OYNANAN OYUNLARIN METHİYELERİYLE , ENTRİKALARIYLA DOLU..

RAHAT !  HAZIR OL ! TAMAM GÜLÜN NETEKİM !

GÜLMEYELİM DE NE YAPALIM ŞU YAZILANLARA.. BÜYÜK USTALAR AZİZ NESİN , MUZAFFER İZGÜ YAZAMAZ BÖYLE EĞLENCELİ YAZILARI.. GÜLÜNNNNNNNNNNN..

İŞİNİZE GELİNCE , ORTAM RAHATKEN , BİRİLERİNE , BİR YERLERE GÜVENEREK DEĞİL DE YÜREĞİNİZ YETİYORSA HER ZAMAN POSTAL KARŞITI OLUN DA , NETEKİM BİZ DE SİZE İNANALIM O ZAMAN ‘BÖYYÜK DEMOKRATLAR’..

Elazığ Depremi..

ADIN YIKILSIN DEPREM..

Dün Elazığ’daydı deprem.. Yine ‘sıra nerede’  demeden , bir süre ağlayıp sonra unutmadan , deprem gerçeğine hazırlıklı olalım.. Yönetenler hep unutturdu ; a , b , c partisi farketmiyor ; acil şifalar , başsağlıkları dileyip , devletimiz ve milletimiz güçlüdür dedikten sonra unutuyorlar unutturuyorlar..

Sırada olduğu bilinen İstanbul dışında şimdi bas bas bağırıyorlar deprem uzmanları Balıkesir , Bursa , Bingöl ve Hatay her an olabilir diyorlar ve ayrıca yanıbaşımızda Girit adasında Türkiye’yi de hem deprem hem tsunami açısından etkileyecek bir deprem her an olabilir diyorlar..

Benim naçizane bir felaket öngörüm vardı , tekrarlıyorum : İstanbul gibi bir yerde beklenen deprem olduğunda enkaz altından kimseyi çıkarmayacaklar , çıkar-A-mayacaklar ; her enkazın üstüne beton döküp , bir mezartaşı dikecekler ‘bu binada şunlar yaşıyordu’ yazacaklar.. En kötü kabustan beter değil mi ama malesef geçmişte yaşananlar bunu öngörmeme sebep oluyor.. İzmit Gölcük ve Bolu depremleri sonrası yaşananlar ortada , unutmayanların hafızasında.. Yukarıdaki acı öngörüm bu yüzden.. Baksanıza şimdiden ölülerimizi , yaralılarımızı sayıyorlar otuz bin elli bin altmış bin diye.. ‘Kimse ölmeyecek , izin vermeyeceğiz engelleyeceğiz’ demiyorlar , diyemiyorlar.. Uzaktaki veya yakındaki felaketi bekliyorlar , bence felaket değil göz göre göre gelen cinayetler bunlar.. ‘Allah korusun , Allahın takdiri’ gibi bilinen repliklerle hazırlanıyorlar büyük felaketlere..   

Deprem gerçeğini unutmayalım unutturmayalım ,  hazırlıklı olalım.. Şu cümleyi birbirimize hep hatırlatalım : ‘Deprem değil yıkılan binalar öldürüyor..’   

EVLER TOPRAKTI TOPRAK OLDU.. 

Gelişmişlik göstergeleri hazırlanırken belli verilere dayanılır..
Aşağı yukarı bütün dünyada böyledir..
Çünkü ben kalkındım demekle olmuyor.. 40’tan fazla göstergeden iyi not almak gerekiyor.. Birkaçını sıralayalım..
*  *  *
Bebek ölüm hızı..
Nüfus artış hızı..
Kişi başına milli gelir..
İşsizlik oranı..
Ortalama günlük bir doların altında olan nüfus oranı..
İşgücüne katılma oranı..
Yetişkinlerde okuryazarlık oranı..
İlköğretimde okullaşma oranı..
Eğitime harcanan pay..
Sağlığa harcanan pay..
Kadın milletvekili oranı..
Yıllık enerji tüketimi..
Daha bir sürü kriter var.. Önerim şu.. Bundan sonra şu kriteri de koysunlar..
Hem de ilk sıraya..
Depremin büyüklüğü ve yer yüzüne yakınlığı ile yerle bir olan yapı oranı..
Depremin şiddetinin ölü ve yaralı sayısına oranı..
*  *  *
En önemli ölçü bu olmalı..
Dün tanık olduk.. Deprem bir şey yapmadı, salladı, geçti gitti.. Gördük ki topraktan olan evler toprak olmuş, insanları yutmuş..
Kerpiç ev dedikleri ne?
Samanlı balçık..
Pişirilmemiş tuğla..
*  *  *
Diyorlar ki, kerpiç evler yörenin mimari özelliği..
Değil.. Yoksulluğun simgesi!..
*  *  *
Şunu da diyorlar: Kerpiç evlerde yaşamak sağlıklıdır.. Olabilir..
Ama fayın üzerinde değil..

MEHMET TEZKAN (Milliyet- 09.03.2010) 

Geçmişten günümüze : İNSANLARA İNANMAK.. – SABAHATTİN ALİ

İNSANLARA İNANMAK..

Yalancının en büyük azabı ; sözlerine kimsenin inanmaması değil , kendisinin kimseye inanmaması imiş..

Ne kadar doğru. Kendi menfaatlerinden başka bir şey düşünmeyen , dünyada , bütün varlıklarını , kendi hasis emellerini doyurabilmeye harcayan zavallılar , bu dünyada , – sadece rahat gönülle yaşayabilmek için de olsa,- bazı insanların rahatlarından  , saadetlerinden , hatta selametlerinden fedakarlık etmeyenlerin başka insanların hayrına çalışabileceğine akıl erdiremiyorlar..

Ruhlarını ve yediklerini , hoş bir hayat , birkaç lokma nefis yemek , üç beş bardak keskin içki ve bir miktar cep harçlığı mukabilinde , insanlığın ve bu meyanda kendilerinin içerde ve dışarıdaki düşmanlarına satmış veya kiralamış bulunan biçareler , bütün bu nimet saydıkları şeylerin , bir fikir uğruna insanlığın hayrına serpilebileceğine , insanın kendini hakikatlere gönül vermesini yalanlara satmasından daha mesut edici olabileceğine inanamıyorlar..

Ama biz , akrep gibi kendi kendilerini zehirleyen bu adamlara kızmıyor , aksine , onları bu hale getiren sakatlıkları ortadan kaldırmak için savaşıyoruz..

Çünkü hayattaki bütün doğru ve güzel varlıklara inanmayan gözlerle bakan bu insanların ruhlarındaki hazin boşluk, bugünkü insanlığın ibret verici bir aynasıdır. İnsanların insanları seveceği ve insanlara inanacağı günü yaklaştırmak için çalışmakta devam edeceğiz..

 

SABAHATTİN ALİ

(ALİ BABA , 2. sayı , 2 Aralık 1947)

(Yapı Kredi Yayınları , Markopaşa Yazıları ve Ötekiler , 1998)

Charles Bukowski ve bir şeyler üzerine .

 
BARLAR ÜZERİNE:
Barlara pek gitmiyorum artık. Sistemimden çıkardım onları. Şimdi bir bara girdiğimde öğürüyorum, O kadar çok bar gördüm ki, yetti bana -gençken yapılacak iştir bara gitmek, biliyor musun, bir hatun kaldırmaya çalışmak, birileriyle dövüşmek filan, bütün o maço saçmalık – benim yaşımda yapılacak iş değil. Barlara işemek için giriyorum artık. Yıllarımı geçirdim barlarda. Bara girip kusmak için doğru helaya giderdim, oraya varmıştı iş.
 
 
ALKOL ÜZERİNE:
Alkol bu dünyaya gelmiş en muhteşem şeylerden biri muhtemelen -beni saymazsak tabii ki. Evet… bu dünyaya gelmiş en muhteşem iki şeyi saptadık. İşte… iyi anlaşırız ben ve alkol. Çoğu insan için yıkıcıdır. Ben onlardan biri değilim. En yaratıcı yazılarımı sarhoşken yazmışımdır. Kadınlarla bile, ben biraz çekingenimdir sevişme konusunda, bu yüzden alkol bana cinsel olarak daha özgür olma olanağı tanımıştır. Alkol özgürlüktür benim için, çünkü ben esas olarak içine kapanık, mahcup biriyim, oysa alkol bana bir kahraman olma, pervasızca işler yapıp uzay ve mekanda uzun adımlarla yürüme fırsatı tanır… bu yüzden seviyorum… evet.

SİGARA İÇMEK ÜZERİNE:

Seviyorum sigara içmeyi. Duman ve alkol birbirlerini dengeliyor. Eskiden deli gibi içtikten sonra uyanırdım ve ellerim nikotinden sapsarı olurdu, eldiven gibi… kahverengi nerdeyse… içimden, ” Hasiktir… ciğerlerim ne haldedir kim bilir? Aman Allahım!” diye geçirirdim..
 

DÖVÜŞMEK ÜZERİNE:
En iyisi kimsenin döveceğini tahmin etmediği birini dövmektir. Öyle biriyle kapıştım bir keresinde, bana kafa tutup duruyordu. “Tamam lan, gel bakalım,” dedim. Fos çıktı herif -hiç zorlanmadan marizledim. Yerde öylece yatıyordu. Burnu kan içinde filan. Şöyle dedi bana: “Hay Allah, o kadar ağır hareket eden birisin ki seni kolaylıkla pataklarım sanmıştım. Ama dövüş başlayınca ellerini göremedim, o ne hızdı öyle. Ne oldu?” Ben de, “Bilmiyorum, moruk, bu iş böyledir,” dedim. Saklarsın. O an için saklarsın.

KEDİLER ÜZERİNE:
Kedilerin arasında olmak çok iyidir. Kendini kötü hissediyorsan kedilere bakar ve kendini çok daha iyi hissedersin, çünkü onlar her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilirler; öyle fazla heyecanlanmak ya da üzülmek için bir neden yok. Onlar bunu bilirler. Kurtarıcıdır kediler. Ne kadar çok kedin varsa o kadar uzun yaşarsın. Yüz kedin varsa on kedin olduğunda yaşayacağının on katı daha uzun yaşarsın. Bu gerçek bir gün keşfedilecek ve herkesin binlerce kedisi olacak ve kimse ölmeyecek. Gerçekten çok saçma.

KADINLAR VE CİNSELLİK ÜZERİNE:
Şikayet etme makineleri diyorum ben onlara. Erkek ağzıyla kuş tutsa yaranamaz kadına. Bir de isteri krizlerini hesaba katarsan… unut gitsin. Dışarı çıkıp arabaya atlar ve gazlarım, nereye olursa. Yoktur başka yolu. Yapıları farklı galiba, değil mi? İsteri krizine girerler… konuşamazsın. Sen gitmeye kalkarsın, anlamazlar. (Bir kadının tiz sesiyle) NEREYE GİDİYORSUN? “Kaçıyorum burdan, bebeğim!” Benim kadın düşmanı olduğumu düşünüyorlar, ama değilim. Kitaplarımı okumayıp duyduklarıyla karar veren insanlar bunlar. “Bukowski kadın düşmanı bir domuzdur!” Bunu duyuyorlar ama işin aslı nedir diye merak etmiyorlar. Evet, zaman zaman kadınları aşağıladığım doğru, ama erkekleri de aşağılıyorum. Hatta herkesten çok kendimi aşağılarım. Birinin aşağılanmayı hak ettiğini düşünüyorsam aşağılarım -erkek, kadın, çocuk, köpek, fark etmez. Kadınlar fazla hassas, ayrımcılığa maruz kaldıklarını sanıyorlar. Onların sorunu da bu.


İLKİ:
İlkini düzmek gerçekten tuhaftı -bilmiyordum- bana yalamayı filan öğretti. Hiçbir şey bilmiyordum. “Hank,” dedi, “büyük bir yazarsın, ama kadınlar hakkında bir bok bilmiyorsun!” Ben de, “Ne demek istiyorsun, bir sürü kadınla düzüştüm ben,” dedim. “Hayır, bilmiyorsun, izin ver de sana öğreteyim,” dedi. “Pekala,” dedim. Sonra, “Sen çok iyi bir öğrencisin, hemen kapıyorsun,” dedi. Bu kadar -(Biraz utanıyor. Ayrıntılardan değil, hatırlamanın duygusallığından daha çok.) Ama yarık yalamak filan bir süre sonra insana kendini uşak gibi hissettiriyor. Kadınları memnun etmek hoşuma gidiyor, ama… Cinsellik çok abartılıyor, moruk. Seks sadece abazansan harika.

AIDS’DEN ÖNCE SEKS VE EVLİLİĞİ ÜZERİNE:

Hayatımın yarısı yatakta geçiyordu bir ara. Bilmiyorum, bir trans haliydi galiba, düzüşme transı. Düzüş, düzüş… (gülüyor)… Öyleydim! (gülüyor)
Ve kadınlar, birkaç laf ettikten sonra bileklerinden kavrarsın, “Hadi, güzelim.”Yatak odasına götürüp düzersin. Ve itiraz etmezler, moruk. O ritme girdikten sonra takılırsın. Çok fazla kadın var ortalıkta. İyi görünürler, ama kopmuşlardır. Tek başlarına yaşarlar, işe giderler, eve dönerler… Birinin onları öyle götürmesi büyük şeydir onlar için. Bir de oturup içiyor ve konuşuyorsa, iyi vakit geçiriyorlar demektir. İyiydi… şanslıydım. Çağdaş kadınlar… söküklerini dikmezler ama… onu unut.

YAZMAK ÜZERİNE:
Küçük bir kıza tecavüz eden bir adamın bakış açısından bir öykü yazdım. İnsanlar beni suçladılar. Biri söyleşiye geldi. “Küçük kızlara tecavüz etmekten mi hoşlanırsınız?” diye sordu. “Tabii ki, hayır,” dedim, “ben hayatı fotoğraflarım.” Yazdığım bir sürü şey yüzünden başım belaya girdi. Öte yandan, bela kitap sattırır. Ama, işin esasına inersek, ben kendim için yazarım. (Sigarasından derin bir nefes çekiyor.) Böyle. “Duman” benim, kül küllüğün… budur yayınlanmak.
Asla gündüz yazmam. Çıplakken alış veriş merkezinde koşmak gibi bir şey gündüz yazmak. Herkes seni görür. Gece… işte o zaman numara çekebilirsin… sihir..

ŞİİR ÜZERİNE:
İlkokulun bahçesindeyken “şair” ya da “şiir” sözcüğü telaffuz edildiğinde bütün çocuklar gülüp alay ederlerdi. Şimdi anlıyorum nedenini, çünkü sahte bir üründür şiir. Yüzyıllardır sahte, züppe ve kökleşmiş. Aşırı-hassas. Aşırı-değerli. Çöp yığını bana sorarsan. Yüzyıllardır şiir niyetine çöp üretiliyor. Sahtekarlık, kalpazanlık.
Birkaç iyi şair var tabii ki, beni yanlış anlama. Li Po adında Çinli bir şair var örneğin. Çoğu şairin kendi bokuyla on iki-on dört sayfada katamayacağı kadar duygu, gerçeklik ve tutkuyu dört-beş yalın dizeye sığdırabilen bir şair. Şarapçıydı da üstelik. Şiirlerini tutuşturup nehirde yüzdürür, şarap içermiş. İmparatorlar onu çok severmiş, çünkü ne dediğini anlarlarmış… Ama, tabii ki, sadece kötü şiirlerini tutuştururmuş. (gülüyor)
Benim yapmaya çalıştığım, affına sığınarak, hayatın fabrika işçisi boyutunu edebiyata katmaktır… işten eve döndüğünde dırdır eden karısı. Sıradan insanın gündelik gerçekliği… yüzyılların şiirinde pek söz edilmeyen bir şey. Yüzyılların şiirinin bok olduğunu söylediğim kayıtlara geçsin. Utanç verici..

CELİNE ÜZERİNE:

Celine’i ilk okuduğumda yatağa bir kutu Ritz krakerle girmiştim. Onu okurken bir yandan da kraker yiyordum. Sonra gülmeye başladım, krakerleri çatır çatır yerken bir yandan da kahkaha atıyordum. Bir solukta okudum romanı. Bir kutu krakeri bitirdim, moruk. Kalkıp su içtim. Görmeliydin beni. Kımıldayamıyordum. İyi bir yazar işte böyle yapar adamı. Öldürür nerdeyse… kötü bir yazar da.

SHAKESPEARE ÜZERİNE:
Okunurluğu zayıf ve fazlasıyla abartılmış bir yazar bence. Ama kimse bunu duymak istemiyor. Görüyor musun, tapınaklara saldıramıyorsun. Yüzyıllarla yerleşmiş bir yazar Shakespeare. “Kanımca bilmem kim kötü bir aktör!” diyebiliyorsun. Ama Shakespeare boktan bir yazardır diyemiyorsun. Bir şey ne kadar eskiyse züppeler ona o kadar yapışır, vantuz gibi. Züppeler bir şeyin emniyetli olduğunu hissetmesinler… yapışırlar. Onlara gerçeği söylediğin zaman da delirirler. Kaldıramazlar. Bütün düşünce sistemlerine saldırmış olursun. Tiksindiriyorlar beni.

OKUMAKTAN EN ÇOK HAZ DUYDUĞU ŞEY ÜZERİNE:
The National Enquirer’da şöyle bir şey okudum: “Kocanız eşcinsel mi?” Linda bir keresinde bana, “İ**e gibi sesin var!” dedi. Ben de, “Öyle mi, hep merak ederdim,” dedim. (Gülüyor) Bu makale şöyle devam ediyor. “Kaşlarını yoluyor mu?” İçimden, ha***r, ben bunu hep yapıyorum, diye geçirdim. Artık ne olduğumu biliyorum… İ**eyim! Tamam. The National Enquirer’a bana ne olduğumu söylediği için müteşekkirim.

MİZAH VE ÖLÜM ÜZERİNE:
Çok az mizah var. Sıkı mizahçı diyebileceğim son adam James Thurber’dı. Ama mizahı o kadar muhteşemdi ki gözardı edildi. Bu adam çağın psikolog/psikiyatr’ı diyebileceğimiz biriydi. Kadın erkek ilişkisini çözmüştü. Her derde deva. Mizahı o denli gerçekçidir ki çılgınca rahatlama çığlıkları olarak çıkar kahkahalar içinden. Thurber’dan başka kimse gelmiyor aklıma… Bende de bir parça var… Onunki gibi değil ama. Benimkine mizah denmez aslında. Ben ona… “komik bir uç,” diyorum. Tutkunum o komik uca. Ne olursa olsun… mutlaka saçma ve gülünç bir tarafı vardır. Nerdeyse her şey gülünçtür. Biliyorsun, her gün sıçarız. Bu da saçma sapandır. Öyle değil mi sence? İşemek zorundayız, yemek yemek zorundayız, kulaklarımızdan bal mumu çıkıyor, kaşınıyoruz. Gerçekten çirkin ve aptalca, biliyor musun?
Ucubeyiz. Bunu idrak edebilsek kendimizi sevmeyi becerebileceğiz belki… içimizde dolanan bağırsaklarımızla, birbirimizin gözlerine bakıp, “seni seviyorum,” derken içimizde yavaşça karbona dönüşen bokumuzla… ve birbirimizin yanında osurmayız. Her şeyin komik bir yanı var…
Sonra da ölürüz. Ama, ölüm bizi hak etmiyor. Biz ölüme bütün delilleri gösterdik, ama o bize tek bir delil bile göstermedi. Doğarak hayatı hak mı ettik? Hayır, ama o orospu çocuğu ensemize yapışıyor. Kızıyorum ölüme. Hayata da kızıyorum. İkisinin arasında sıkışıp kalmış olmaya kızıyorum. Kaç kez intihara kalkıştığımı biliyor musun? Zaman tanı bana. 66 yaşındayım henüz. Hâlâ çalışıyorum.
İntihar kompleksin varsa hiçbir şey seni rahatsız etmez… Hipodromda kaybetmek dışında. O insanın canını sıkıyor. Neden acaba?… Çünkü hipodromda yüreğini değil de beynini kullanıyorsun.
Hayatımda hiç ata binmedim.
Beni asıl ilgilendiren doğru veya yanlış karar vermek, atlar umurumda değil.

HİPODROM ÜZERİNE:
Bir ara hayatımı hipodromda kazanmayı denedim. Acı verici. Heyecan verici. Her şey sınırdadır -kira- her şey. Ama, fazla ihtiyatlı olmaya başlıyorsun… aynı şey değil.
Bir keresinde tam dönemecin önünde oturuyordum. On iki at vardı o koşuda ve dönemece geldiklerinde kopma yoktu, sıkı bir grup halinde koşuyorlardı. Çılgın bir görüntüydü. Atların kıçlarına baktım ve içimden, “Delilik bu, tam bir delilik!” diye geçirdim. Ama dört yüz-beş yüz dolar kazandığın günler de vardır, arka arkaya sekiz koşuyu bilirsin ve kendini Tanrı gibi hissedersin, her şeyi biliyormuş gibi. Her şey bu işin bir parçasıdır.
(Bana dönüyor)
CB: Bütün günlerin iyi geçmez, değil mi?
SP: Hayır.
CB: Bazı günler iyi mi?
SP: Evet.
CB: Çoğu mu?
SP: Evet.
(Kısa bir sessizlikten sonra şaşırmış bir biçimde gülüyor)
CB: Sadece birkaçı demeni bekliyordum… Hayal kırıklığına uğrattın beni!

İNSANLAR ÜZERİNE:

İnsanlara fazla bakmam. Rahatsız edicidir. Birine çok fazla bakarsan onun gibi olmaya başlarsın derler. Zavallı Linda.
Fazla gereksinim duymam insanlara. Beni doldurmazlar, boşaltırlar. Kimseye saygı duymuyorum. Böyle bir sorunum var… Yalan söylüyorum, ama inan, doğru.
Hipodromdaki parkçı çocuk iyidir. Bazen, hipodrom çıkışında şöyle bir konuşma geçer aramızda:
“Hey, n’aber, moruk?” diye sorar.
“Bıçağı gırtlağıma dayamak üzereyim… Beyaz bayrağı sallamaya hazırım. Benden bu kadar.”
“Adam sen de! Bir gece birlikte çıkıp içelim. Bu geceye ne dersin? Birkaç kişiyi marizleyip birkaç hatun düzeriz.”
“Şu işi bir düşüneyim, Frank.”
“Biliyor musun, işler ne kadar sarpa sararsa, ben o kadar akıllanırım.”
“Sen hayli akıllı bir adam olmalısın, Frank.”
“İyi ki seninle gençliğinde tanışmamışız.”
“Evet, biliyorum ne diyeceğini. İkimiz de şimdi San Quentin Hapishanesi’ndeolurduk.”
“Doğru!”

HİPODROMDA TANINMAK ÜZERİNE:
Geçen gün tribünde oturuyordum, birinin bana baktığını hissettim. Başıma gelecekleri bildiğimden yer değiştirmek için ayağa kalktım. “Affedersiniz?” dedi. “Evet, ne istiyorsun?” diye sordum. “Siz Bukowski misiniz?” dedi. “Hayır!” dedim. “İnsanlar bunu size sürekli soruyorlardır herhalde?” dedi. “Evet!” dedim ve uzaklaştım. Biliyorsun, daha önce de tartıştık bunu. Mahremiyet gibisi yoktur. Ben insanları severim, biliyorsun. Kitaplarımı sevmeleri filan güzel… Ama ben kitap değilim, anlıyor musun? Ben o kitapları yazan kişiyim, ama yanıma gelip başımdan aşağı gül yaprakları filan dökmelerini istemiyorum. Soluk almak istiyorum. Benimle takılmak istiyorlar. Beraberimde birkaç çılgın fahişe getireceğimi, birilerini yumruklayacağımı filan düşünüyorlar herhalde. Öyküleri okuyorlar! Lanet olsun, o anlattıklarım yirmi yıl önce, otuz yıl önce olmuş şeyler, birader!

Çeviri :  Avi Pardo
“Güneşe Uzan”dan, Parantez yayınları ..

‘Ey Türk Faşisti..’ – AZİZ NESİN

 

‘..Ey Türk Faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli, gazeteleri çamurlara serip, üzerlerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir..

Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın.

Meydanlarda, kitaplarını yaktığın, namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilirler. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zaptedilmiş, matbaaları yakılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş , çoluk-çocuğu dağıtılmış , haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.

Bütün bu şartlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, Amerika’dan borç dahi alınabilir. hatta bu borç alınan paralar ziyafetlerde yenebilir.

Ey faşist yumurcakları ! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi bütün bu yapılanları kafi görmeden, vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta halk partisinin ambarlarında mevcuttur..’

Zincirli Hürriyet sayı -1 / 5 şubat 1948

Aziz Nesin ustanın ‘Tan Gazetesi baskınından’ sonra kaleme aldığı yazıdır yukarıdaki yazı.. Rivayetlere göre sonranın ‘büyük demokratları’ Süleyman Demirel ve Turgut Özal’da bu baskında yer almıştır (bunu yazanlardan birisi de ‘Can Baba’dır).

Altmış yılı aşkın zaman geçmiş ‘Tan Gazetesi baskının’ üzerinden ama faşistler aynı hızdalar bazı farklarla : her yerdeler ve kılık değiştirmişler.. ‘İçinde yaşamayı seçtiğimiz hapishanelerimizde’ (Doris Lessing) bile rahat , huzur , nefes alma hakkı vermiyorlar.. Mevcut egemenler ya da egemen olmak isteyenler insanlar kendi istedikleri tarzda yaşasınlar , düşünsünler istiyorlar.. Hepsi yalancılar , doğuştan yalancılar..  (‘..insanlar kahramanları oynuyorlar ; çünkü korkaklar… azizleri oynuyorlar ; çünkü kötü ruhlular.. suikastçiyi oynuyorlar ; çünkü yanı başlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar.. insanlar oynuyorlar ; çünkü doğuştan yalancılar..’ – J. P. SARTRE)

İnanmıyoruz hiçbirinize.. Rahat bırakın bizi  ‘içinde yaşamayı seçtiğimiz hapishanelerimizde’..

Hiçbir duvar insanlığı sonsuza kadar hapsedemez , özgürlük düşüncesine hiçbir zaman sonsuza kadar gem vurulamadı , gem vuramadı.. Egemen güçlerin ya da egemen güç adaylarının ‘rıza üretim aygıtları’ , propaganda makineleri ve borazancıları da sonsuza kadar kandıramayacaklar insanlığı ‘demokrasi yalanıyla’..     

Yanı ba-şı-mız-da , her yer-de-ler.. Muhabbet ustası , güzel insan Hasan Işık üstadın dediği gibi ‘Hepsi arkadaşımız , hepsi …’

Bir kez daha burada güzel insan Ingeborg Bachmann’ın sözünü tekrarlayarak bitireceğim : ‘..Faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar..’

‘yazmak , ihanet ettiğimizde elimizde kalan son çaredir..’ – Jean Genet

‘..genelgeçer ahlak anlayışlarını, durmuş oturmuş olanları ve gelişmeyi , serpilmeyi engelleyenleri, hayatı engelleyenleri tabii ki aşmayı isterim.. ancak bir sanatçı hiçbir zaman tam olarak yıkıcı değildir.. ahenkli bir cümle kurma kaygısı bile bir ahlakı, yani yazarla muhtemel okur arasındaki bir ilişkiyi gerektirir.. okunmak için yazıyorum.. laf olsun diye yazılmaz.. her estetikte bir ahlak vardır.. bana öyle geliyor ki benim hakkımda, yirmi yıl önce yazılmış bir esere bakarak bir kanıya varıyorsunuz.. kendimle ilgili tiksindirici ya da göz kamaştırıcı ya da kabul edilebilir bir izlenim vermeye çalışmıyorum.. işimi yapıyorum..’ 

‘..uyuşturucu müptelalarına karşı neredeyse ta içimin derinliklerinden gelen bir nefretim var.. uyuşturucu müptelası bilinci reddeder.. uyuşturucu larvaya özgü bir durum yaratır : ben diğer yapraklar arasında bir yaprak, diğer tırtıllar arasında bir tırtılım, farklılaşmış bir varlık değilim.. evet uyuşturucu almayı denedim ve bu bana hiçbir şey sağlamadı, bir teslimiyet duygusunun sıkıntısı dışında.. hiç içki içmedim.. çünkü ben Amerikalı bir yazar değilim.. geçen akşam sartre ve simone de beauvoir’la yemek yiyordum, duble viski içiyorlardı.. beauvoir bana şöyle dedi : ‘her akşam alkolde azar azar yitip gidişimiz sizi ilgilendirmiyor çünkü siz tamamen yitmişsiniz..’ alkolle küçük çaplı kendinden geçmeler beni pek etkilemiyor.. ben uzun süredir uzun bir kendinden geçiş yaşıyorum..’

 ‘..hayır yalnızlıktan çıkmak için yazmaya başlamadım.. hayır çünkü beni daha da yalnız kılan şeyler yazıyordum.. hayır yazmaya neden başladığımı bilmiyorum.. derinde yatan sebepleri bilmiyorum.. belki de şu sebeptendir : yazının gücünün bilincine ilk kez , o sırlar amerikada bulunan bir alman kız arkadaşıma bir kartpostal gönderdiğim zaman vardım.. ona ne diyeceğimi pek bilemiyordum.. yazacağım yüzeyin beyaz pürtüklü bir görünüşü vardı, kar gibi biraz , ve bana hapishanede doğal olarak olmayan karı hatırlatana , noeli hatırlatan şey bu yüzey oldu ve arkadaşıma herhangi bir şeyden bahsetmek yerine mukavvanın niteliğinden bahsettim.. yazmamı sağlayan tık sesi, buydu.. harekete geçiren güç bu değildir şüphesiz, ama bana ilk özgürlük tadını veren bu oldu..’ 

‘karşıtlarım bir aziz camus’ye karşı çıkmazlardı.. neden azizi genet’ye karşı çıkıyorlar.. bakın.. çocukken devlet başkanı , general ya da herhangi başka bir şey olduğumu ya da olabileceğimi hayal etmem –hayal gücümü biraz zorlamadıkça- çok zordu.. bir piçtim, toplumsal düzende yer almaya hakkım yoktu.. ayrıksı bir kader istediğimde geriye bana ne kalıyordu.. özgürlüğümü , imkanlarımı ya da sizin dediğiniz gibi yeteneklerimi –yazarlık yeteneğimin olup olmadığını henüz bilmezken- azami kullanmak istediğimde ? bana bir aziz olmayı istemek kalıyordu , başka bir şey değil , yani insanın inkarı olmayı istemek..’

‘azizle suçlu arasındaki benzeşme : yalnızlık.. en büyük azizler , biraz yakından bakıldığında suçlulara benzerler, size de öyle gelmiyor mu ? azizlik korkutur.. toplumla aziz arasında görünür bir uyuşma yoktur..’

(piçlik , ihanet , toplumun reddi ve yazı ; madeleine gobeil ile söyleşiden.. / AÇIK DÜŞMAN , JEAN GENET , Metis yayınları ,1994..)

 

‘..yargıçların şöyle düşünmediği görülüyor : hapishaneye giden bir çocuk, orya döner çünkü kendi kendine şöyle der : sonuçta neden olmasın ? hapishaneyi tanımadıkça, oradan korkar.. oraya döndüğünde, kendi kendine şöyle der : dert değil , oraya dönebilirim.. hapishaneden , orayı tanıdığımız zaman , tanımadığımız zamankinden çok daha az korkarız..

Öyleyse ne yapmak istiyorsunuz , ya da namuslu insanlar veya hükümettekiler küçük suçluları topluma ‘kazandırmak’ – hep bu kelimeyi kullanırlar- istediklerinde ne yapmak istiyorlar.. onları hadım etmek istiyorlar.. nelerini hadım etmek , hangi şiiri ? içlerinde olan bir şiiri.. eğer hırsızlık yaptılarsa , küçük ya da büyük , aşırdılarsa, küçük ya da büyük , kaçtılarsa, serserilik yaptılarsa , on beş yaşındayken yapılanlar ve bu yüzden üç ya da altı ay ceza alınan şeyler , toplum size uymadığındandır. O halde onları ‘kazandırmak’ istendiğinde , bu yapılan hakaret gibi bir şey olmuyor mu?’

‘..bir şeyler kaybettiğim zaman, yazdığım ve yazmış olduklarımdan parasal kazanç elde ettiğim zamandı : bir tazeliği kaybettim kesinlikle.. bana biraz tazelik veren şey , eğer bir tazeliğim olduysa, güvensizlikti..’ 

‘gelişigüzel bir açıklamaya girişiyorum : yazmak , ihanet ettiğimizde elimizde kalan son çaredir.. size söylemek istediğim bir şey daha var : ancak serseri veya hırsız , kötü bir hırsız elbette , ama sonuçta hırsız olabileceğimi çok çabuk aşağı yukarı on dört , on beş yaşında öğrendim.. toplumsal dünyadaki tek başarım şu nitelikte idi , olabilirdi diyelim : otobüs biletçisi ya da belki kasap çırağı , ya da buna benzer bir şey.. ve bu çeşit bir başarı tiksindirdiğinden , sanırım çok genç yaşta kendimi , beni ancak yazıya vardırabilecek türden heyecanlara sahip olmak üzere eğittim.. eğer yazmak , tüm hayatınızı çizebilecek kadar güçlü heyecanlar ya da duygular duymak demekse , eğer sırf tasvirleri, anılmaları ya da tahlilleri sizi gerçekten izah edebilecek kadar güçlüyse , o zaman evet , yazmaya mettray çocuk cezaevinde ve on beş yaşında başladım.. yazmak , verilen sözün alanından kovulduğunuzda size kalan şeydir belki de..’

‘..size kara panterlerden bahsetmek isterdim, onlar abd’de çok önemli bir olayı, hem siyasi hem şiirsel bir olayı doğuran bir olgu değillerdi yalnızca.. metroda ya da asansörde uzun saçlılarla ve sakalılarla birlikte olan o zavallı beyazları düşünmek lazım , dikey saçları , yatay sakalları , kıvır kıvır mütecaviz saçları ve sakalları olan ve çekip gitmek isteyen ama gidemeyen beyazları kaşındıran erkeler ve kadınlar..

bir gün new york’a sekiz kilometre uzaklıktaki stony-brook adlı bir Amerikan üniversitesinde konuşma yapacaktım.. üniversite ormanın içindeydi, çok şirin bir köşe , arabadaydık, içinde panterler’in ve benim olduğumuz üç-dört araba vardı.. david’e bizimle geliyor musun dedim.. david hiç cevap vermedi.. ama sonradan şu cevabı verdi : ‘hayır , henüz çok fazla ağaç var..’ bu ancak amerikalı bir siyahın verebileceği bir cevaptı.. ona göre ağaç , her şeyden önce eskiden dalına zencilerin asıldığı bir bitkiydi..

Siyahlardan bana kalanlar mı ? Amerika beni birazcık ilgilendiriyorsa , siyahlar beyaz bir sayfanın üzerindeki siyah harfler gibi oldukları içindir.. onlar amerikanın solgun beyazları üzerindeki siyah harflerdir..’

(zaman, kutsal şey ; antoine bourseiller ile söyleşiden../ AÇIK DÜŞMAN , JEAN GENET , Metis yayınları ,1994..)

 

‘duyarlılık biçiminin ne olabileceğini size böyle belirtiyorum.. doğa beni kaygılandırıyordu. silitano’ya olan aşkım , mutsuzluğumun içine onun ansızın girişinin gürültüsü patırtısı, bilmiyorum başka neler, beni doğa güçlerine teslim etti.. ama bu güçler kötü huyluydular.. onları alıştırmak amacıyla içimde bulundurmak istedim. Her türlü acımasızlıklarından kaçınmayı reddettim; tam tersine bunca acımasızlıklarından ötürü onları kutladım , pohpohladım..’ 

‘geceleri kentte dolaşıyordum.. bir duvarın dibinde, rüzgardan uzak, uyuyordum.. tanca’yı düşünüyordum; yakınlığı beni büyülüyordu ; daha çok , hainler yatağı olan bu kentin çekiciliği de. mutsuzluğumdan kurtulmak için , soğukkanlılıkla yapabileceğim en cesurca ihanetleri icat ediyordum.. ‘

‘.. belki , ama hangi utanç pahasına , ruhumun içinin çürümüş olduğunu bildiğimi kabul ederdim, çünkü ruhum insanları burunlarını tıkamak zorunda bırakan bir koku çıkarırdı..’

‘..kendimle birlikte öyle bir üzüntü yükü taşıyordum ki , tüm yaşamım eminim başıboş dolaşmakla geçecekti.. serserilik benim için artık yaşamı süsleyecek bir ayrıntı değildi , bir gerçeklik olmuştu.. ne düşündüğümü artık bilmiyordum , ama tüm mutsuzluklarımı tanrıya sunduğumu anımsıyorum.. insanlardan uzak , yalnızlık içinde , sırf aşk, sırf yürekten bağlılık olmaya çok yakındım..

insanlardan o denli uzağım ki , demek zorunda kalmıştım kendime , artık onların yanına gitme umudum kalmadı.. onlardan tümüyle uzak olayım.. onlarla aramda daha az ilişki olacak ve beni küçük görmelerine karşılık, onlara olan aşkımı ortaya koyarsam, son ilişki de kopacak..

böylece , düşünceme yön değiştirterek, size acımamı veriyorum işte.. umutsuzluğum kuşkusuz bu biçimde dile gelmiyordu.. gerçekten de , düşüncelerimdeki her şey dağılıyordu , ama sözünü ettiğim bu acıma güneşin kavurduğu başımın içinde tam ve saplantılı bir biçim alan belirgin düşünceler halinde kristalleşmiş olmalıydı.. bezginliğim –bunun yorgunluk olduğunu sanmıyordum- dinlenmemi engelliyordu.. artık su içmek için çeşmelere gitmiyordum.. boğazım kuruydu .. gözlerim yanıyordu.. karnım açtı.. güneş sert sakallı yüzümde bakır renginde yansımalar yapıyordu.. kuru , sarı ve üzgündüm.. nesnelere gülümsemeyi ve onlar üzerinde düşünmeyi öğreniyordum..’

(Hırsızın Günlüğü , JEAN GENET , Ayrıntı yayınları ,1998..)

4 ŞUBAT 2010 GENEL GREV ! TEKEL İŞÇİSİ YALNIZ DEĞİLDİR !

TEKEL İŞÇİSİ 52 GÜNDÜR DİRENİYOR..

4 ŞUBAT 2010 GENEL GREV !

TEKEL İŞÇİSİ YALNIZ DEĞİLDİR !

OKUMAK..-HASAN ALİ YÜCEL

OKUMAK..

Kültürü çok geniş, değerli bir dostum bana diyordu ki: Artık benim için yeryüzünde bir tek eğlence kaldı: Okumak. Ne danstan, ne toplanmalardan, hiçbir şeyden tatlı bir duygu alamıyorum. İnsanlardan kaçan yabanî bir mahluk oldum.

Bu duyuş, belki sinir bozukluğundan ileri geliyor. Yalnız doğru bir tarafı var ki, o da bu dostumun her tatlı duyguya karşı taş gibi donuk ve soğuk kaldığı halde okumaktan kendini alamamasıdır. Demek ki kültürlü bir insan için; düşünen, anlayan, öğrenmek isteyen bir kimse için her eğlence geçilebiliyor, hepsi sönüp gidiyor; yalnız okumak kalıyor.

Öyle ise okumak nedir, nasıl bir iştir ki böyle sürekli ve kolay ölmeyen bir tadı var?

Yazı, bir türlü ölümü ortadan kaldıramayan insanoğlunun ölüme karşı bulabildiği tek çaredir. Yazı, zekânın fotoğrafıdır. Çağlardan çağlara, ellerden ellere geçe geçe bütün tarihi aşıp gelir. Onda, insan hayatının her yaprağı üstünde gezen gözlerin ışıkları, düşünen kafaların gölgeleri bulunur.

Güzel yazılmış bir yazıyı okumak, sönüp gitmiş bir varlığın fotoğrafına bakmak gibidir. Daha doğrusu, donup kalmış, sessiz bir fotoğraf değil; konuşan, düşündüklerini anlatan canlı ve sesli bir sinema. Onun içindir ki yazı, birçok olamamazlıkları olur yapmıştır.

İyi bilmeliyiz ki okuduğumuz her satır, kafamızın içinde yeni bir düşünce âlemi yaratır. Ya eski düşüncelerimizi yerinden oynatarak onları canlandırır ya yeni bir düşünce ile varımızı artırır. Kitap, en gerçek bir dosttur. Dalgınlığa vurmadan okunan güzel bir kitaptan sonra, tıpkı çok sevdiğimiz bir arkadaşla konuşmaktan aldığımız tadı duyarız. Ona her an davetli gibiyizdir. Çağırmasına gitmesek bile o yine darılmaz, bıkmadan usanmadan bizi bekler. Biz yanına gidinceye kadar gözleri gözlerimize tatlı tatlı güler; açmaya ve çevirmeye başladığımız beyaz yapraklan sevinçten ellerimizi okşar.

Okunacak şeyin ne değerde olduğunu kitapsız, gazetesiz kaldığımız zaman çok iyi anlarız. Hele yalnızlıkta… Mütareke içinde İngilizlerin Malta’ya sürdükleri yurttaşların pek çoğu gazetesizlik ve kitapsızlığı yiyecek ve içeceksiz kalmak kadar acı bulmuşlardır.

Bir an kendinizi tek başına bir odaya kapatılmış olarak düşünün. Biraz ekmek ve su bulduktan sonra ilk arayacağımız şey dilimizden anlayan, konuşacak bir insandır, değil mi? Bu his, içinde yaşadığımız cemiyetten uzak kalmanın verdiği manevi açlığımızın giderilmesini istemekten ve başka insanlarla olan bağımızın koparılması kaygısından başka ne ifade eder?
Yalnızlıkta, dost ve arkadaş yokluğunun yerini ancak kitap tutabilir. Bulabildiğimiz kitabı yazan, sizin bu tek başına kaldığınız anda konuşabileceğiniz tek arkadaş değil midir?

Yazık okumaya alışmamış, onun tadını almamış olanlara. Onlar, ıssız bir âlemde, yapayalnız yaşayan mahluklardır.

HASAN ALİ YÜCEL  (1938-1946 arası Milli Eğitim Bakanı , Şair CAN YÜCEL’in babası , güzel insan..)

(Pazartesi Konuşmaları – Remzi Kitabevi , İstanbul , 1937 )

HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek –
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

CAN YÜCEL

(Hasan Ali Yücel ve oğlu Can Yücel..) 

‘..yıpranmışız bahçedeki kapı kadar ayrılıklardan ve beyaz hayaletlerinden gidenlerin..’ – JOHN BERGER

‘..yıpranmışız
bahçedeki kapı kadar
ayrılıklardan
ve beyaz hayaletlerinden
gidenlerin,
muşambalarla sarmalanmış ,
konuşuyoruz hala tutkuyu.
tutkumuz oysa tuz
içine postların bastırıldığı
yapalım diye meşinden
aşkın derisini..’

JOHN BERGER

‘..bir başka insanın yaşantısını anlamak için , insanın dünyayı , kendi bulunduğu yerden göründüğü gibi görmekten vazgeçip onu o obür insanın bulunduğu yerden göründüğü gibi yeniden görebilmesi gerekir.. örneğin , bir başkasının yaptığı seçimi anlayabilmek için, kafasında karşı kaşıya kalabileceği seçenek yoksunluğunu, kendine bir seçim hakkı tanınmayabileceğini düşünmesi gerekir.. toklar açların hangi seçeneklerle karşı karşıya olduklarını anlama yeteneğinden yoksundurlar.. bir başkasının yaşantısını anlayabilmek için, ne kadar beceriksizce de olsa, dünyanın parçalarının sökülüp yeninden takılması gerekir.. bir başka insanın öznel yaşamına girmekten söz etmek yanıltıcıdır.. bir başkasının öznelliği aynı dış gerçeklere bir başka kişisel yaklaşımdan ibaret değildir.. kendisinin merkezi olduğu gerçekler dünyasıdır değişik olan..’ – JOHN BERGER (Yedinci Adam / Verso Yayınevi)

 

‘..geçmiş, hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez.. tarih her zaman belli bir şimdi’yle onun geçmişi arasında ilişki kurar.. demek ki şimdi’den korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor.. geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.. eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur..’ – JOHN  BERGER  (Görme Biçimleri / Metis) 

‘..bir yazar olarak en büyük doyumu hissettiğim anlardan birinin ödüllerle filan hiçbir ilgisi yok. istanbul’daydım ve arkadaşlarla onların bir tanıdığını ziyarete bir gecekondu mahallesine gittik. gecekonduda çay içtik, uyduruk bir rafa dizilmiş yirmi kadar kitap vardı ve onlardan biri ‘yedinci adam’ın türkçesiydi.. bunu görünce yazar olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm.. kitaptaki deneyim hayat deneyimiyle buluşmuş ve kabul görmüştü çünkü..’ – JOHN BERGER

 

‘insanlar oynuyorlar ; çünkü doğuştan yalancılar..’ – J. P. SARTRE

‘..insanlar kahramanları oynuyorlar ; çünkü korkaklar… azizleri oynuyorlar ; çünkü kötü ruhlular.. suikastçiyi oynuyorlar ; çünkü yanı başlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar.. insanlar oynuyorlar ; çünkü doğuştan yalancılar..’ – J. P. SARTRE

 

‘..işkencenin kör edici parlaklığı gökyüzünün en yüksek noktasında, tüm ülkeyi aydınlatıyor; bu parlak ışık altında tek bir kahkaha bile artık samimi çıkmıyor, öfke ve korkuyu maskelemek için boyanmamış tek bir yüz, tiksintimizi ve suç ortaklığımızı ele vermeyen tek bir hareket yok artık.. bugün nerede iki fransız buluşsa aralarında ölü bir beden var. bir mi dedim ? fransa vaktiyle bir ülkenin adıydı; dikkat edelim ki 1961’de bir nevroz adı olmasın..’  – J. P. SARTRE (Cezayir Üzerine..)

‘..yarın şehre ineceksin ,

gözlerinde benim yaşayan son halimi taşıyacaksın ;

dünyada onu bilen tek sen olacaksın.

Unutmamalı !

ben, senim.

yaşarsan,

yaşayacağım..’

J. P. SARTRE