Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

‘İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler..’- DORIS LESSING

‘siyasi liderler , insanları harekete geçiren ve eski zamanlardan beri icra edilen numaraları becerikli bir biçimde kullanıyorlardı : shakespeare’in jülyus sezar’ına bakınız.. şimdi , tüm bunları daha da etkili hale getirecek uzanmaları da görevlendirdikleri bir aşamaya geçtik.. ama bunun panzehiri , bize karşı kullanılan bu numaraları bizim de açık bir toplumun içinde inceleyebilmemizdir.. elbette dallas’ı yada başka bir şeyi izlemek yerine onları incelemeyi seçersek..

dikkat çekmek istediğim nokta bize , bireyler , gruplar , kalabalıklar , güruhlar olarak kendimize dair ulaştırılan bilginin , bilinçli bir biçimde ve kasten uzmanlar tarafından kullanılmasıdır.. dünyadaki neredeyse bütün hükümetler vatandaşlarının idaresini ellerinde tutmak için bu uzmanları kullanır.. hükümetlerin araştırma sonuçlarını beyin yıkamak için kullandıklarını gözlemeye gün geçtikçe daha da muktedir olacağız ; ancak bunu istersek , onların kurbanları haline gelmeme kararlığında olursak..

bu arada , kendilerini iyiliğin , iyi niyetliliğin orduları olarak görmeyi seven bu insanların böyle araçları küçük görmesi de ilginç.. onların bu araçları kullanması gerektiğini söylemiyorum ; ama genellikle bunları araştırmayı bile reddediyorlar ; böylece onlar tarafından manipüle edilmeye açık hale geliyorlar.. bunu sınamak için , örneğin greenpeace’de , sosyalizmin çeşitli akımlarında yer alanlar ; nükleer savaşa karşı , yurttaşlık hakları için , tutuklu hakları için , işkencenin durdurulması , vs. için mücadele edenler gibi günümüzün iyi niyetli hareketlerinde yer alan bir dizi arkadaşımla bu konu hakkında konuşmaya çalıştım.. hepsi aynı şekilde tepki verdi : insan davranışlarını , bizim davranışlarımızı tarafsız bir biçimde , önceden tahmin edilmesi öğrenilebilir gibi incelemek gerici , ya da anti-özgürlükçü , ya da anti-demokratik bir şeymiş gibi , duygusal isteksiz , ve güvensiz bir tepki verdiler..

bize  karşı olanların böyle çekinceleri yok..

eğer kendi tanımlarına göre haklı , iyi ve doğru olduğundan emin ve kendilerine karşı olanlar kötüdür gibi tutumlara uygun olarak kendilerinden hoşnut bir grubun üyesiyseniz ; doğal olarak , araya bir mesafe koyarak nesnelliğe giden yolda gerekli olan bu adımları atmak zordur..

ama bu bazen thatcher’in son seçimi tüm bunları tama anlamıyla toparladı gibi geliyor : bir sahne amirinin yönetimi altında , gayet incelikli bir toplumsal reçeteye uygun olarak her hareketiyle ; çıkışı , girişi , gülüşü ve sözüyle sahnedeydi.. bu sırada michael foot yüce gönüllü ve hırçın bir biçimde , bir tren penceresini bilgi alamaya çalışan muhabirlerin yüzüne kapatıyordu..

hindistan’ın rajiv gandi’sinin , seçimleri milyonlarca insanın idolü olan bir film yıldızı dostunun yardımıyla kazandığını gördük.. sizin güneyinizde , yüzyılın en popüler başkanı bir film yıldızıdır – böyle söylendiğini duydum.. reagan’ın neden bu kadar başarılı olduğu tartışılırken , insanların ona oy vermesinin bir nedenin de , onun zaten bilet gişesinde seçimi kazanmış biri olabileceğinden hiç söz edilmediğini duydum ; bu yüzden çok güçlü bir gerçek dışılık hissine kapılmadım da değil..

gösteri aracılığıyla yönetmek.. her otoriter hükümet bunu gayet iyi anlar.. hitler’in , milyonlarca insanın histeriye tutulduğu kitlesel gösterilerini aklınıza getirin ya da dans eden güzel kızları , çiçekleri , şarkıları.. korku ve tehdidi bir arada kullanan sovyetler birliği’nin devasa askeri geçit törenlerini düşünün..’

‘hayatınızın birçok döneminde size baskılara karşı durmanın bir anlamı yokmuş , yeterince güçlü değilmişsiniz gibi gelecek..’

‘ancak size , bu kitlesel fikirleri , bu görünüşte karşı konulmaz baskıları nasıl sorgulayacağınız , kendiniz hakkında nasıl kafa yoracağınız ve kendinizi nasıl gerçekleştireceğiniz öğretilecek..’

‘size , fikirlerin ne kadar kısa ömürlü olabileceğini , görünüşte en karşı konulmaz ve ikna edici fikirlerin bir gecede nasıl tarihe karışabildiklerini görmeniz için tarihin nasıl okunulacağı öğretilecek.. size , insanların ve halkların gelişimini anlamanız için , insan türünün kendi kendini sorgulaması olan edebiyatı nasıl okuyacağınız öğretilecek.. edebiyat antropolojinin bir dalıdır , tarihin bir dalıdır ve biz bir fikri uzun vadeli insan hafızasının bakış açısına göre nasıl değerlendireceğiniz bilmenizi sağlayacağız.. çünkü edebiyat ve tarih , insan hafızasının , kayıtlı hafızanın birer dalıdır..’

‘kendi davranışlarınızı ve dostlarınızla anlaşmazlığa düşmek her zaman acı verici olacağı için – seni grup hayvanı seni- tüm hayatınız boyunca hem teselliniz hem düşmanınız , hem destekçiniz , hem de en büyük caydırıcınız olacak olan grup davranışlarını anlayabilmeniz için , bu derslere , bu yeni bilgi dalları , yani psikoloji , sosyoloji , vs. bilimleri eklenecek..’

‘size görünüşte ne kadar uyum göstermeniz gerektiğine bakılmadan – çünkü yaşayacağınız hayat genellikle uyumsuzluğun bedelini ölümle ödetir- kendi varlığınızı , kendi yargılama gücünüzü , kendi düşüncenizi derinlerde canlı tutmanız öğretilecek..’

İçinde Yaşamayı Seçtiğimiz Hapishaneler , DORIS LESSING , Çeviri : BERNA KURT , ÇİTLEMBİK Yayınları , 2003..

‘ormana nasıl seslenirsen , o şekilde susar..’ – GEORG SIMMEL

BAHANE..

hayvanlarda benzeri görülmeyen , salt insana özgü olan bir davranış keşfetmeye çok çalışıldı.. oysa dil ve devlet , hatta ahlak ve sanatın bile gelişimlerinin ilk belirtilerini insan altı varoluşta bulmak mümkün.. ama bir noktada , insanla hayvan arasındaki mesafede en ufak bir azalma olmamışa benziyor.. bazı hayvanlar bir haksızlık yaptıklarını hayal meyal sezebilirler belki – ama hiçbir hayvan özür dilemez.. kabahati bir de başarıya dönüştüren bahane yalnızca insanın tinsel mülküdür ve en üstün hayvan bile buna cesaret edemezken , en alçak insanın beşiğine türünün vaftiz armağanı olarak konulur.. bu bana insan tininin en büyük hizmeti gibi geliyor.. dünyanın kütlesini yerinden oynatabilen arşimed’in kaldıracı nedir ki bunun yanında.. oysa bu noktada tüm ahlaki dünya devreye girer ; bahane sayesinde , ahlaki gerçekliği sınırsız irademizin biçimlerine sokabiliriz.. ve mistik olan , insan ruhuna özgü bu eylemin daha alt düzeylerde daha da gür ve arı bir biçimde yeşermesidir ; tin mirasından mahrum bırakılmışların anavatanıdır o ; derin bir iç adalet , insan ruhunun en benzersiz şeyini en sıradan olanlara layık görmüştür..

türümüze bahşedilen bu lütuf , bir seyahatnamede ayıdan geldiğine inanan bir kızılderili kabilesine rastladığımda aklıma geldi.. bu kabile her ayıya ataları diye saygı gösteriyor , onu kutsal sayıyor.. ama ne de olsa ayı eti lezzetlidir.. bu kutsal atayı öldürdüklerinde , ona kendi etinden bir kurban yemeği sunuyorlar ve şu konuşmayı yapıyorlar : ‘görüyorsun , çocuklarımız aç.. seni öyle seviyorlar ki , bedenlerine katmak istiyorlar.. büyük ayı için , çocukları tarafından yenmekten daha güzel bir şey olabilir mi..’

buraya kadar yazdıktan sonra metni bir arkadaşıma okudum.. o ise , hayvanların bahane bulamayacağını sanmanın insan kibrinin yine tipik bir örneği olduğunu ve bahanenin salt insana özgü olmayan kozmik bir gerçek olduğunu söyledi.. ama benim karşı argümanlarımı kabul etmek zorunda kalınca dedi ki : ‘ne yani , yavrularını yediği için suçlanan dişi aslanın ne dediğini kendi kulaklarımla duymadım mı : ‘bunu yaptım’ , dedi ‘çünkü ailem için yaşamak zorundayım..’

GEORG SIMMEL

BİR AŞK FELSEFESİNDEN FRAGMANLAR..

bölüm : 2

her ticari anlaşmada , bu anlaşmaya daha az önem veren taraf daha baştan avantajlıdır.. aynı paradoks aşkta da tekrarlanır.. her aşk ilişkisinde daha az seven tarafın ağırlığı daha fazladır ; şartlar öner sürebilir , öbürü ona mahkumdur , çünkü aşkına bağlılığından ötürü avantajlarını fark edemez , farkına vardıklarından da yararlanamaz.. evlilikte de yine aynı koşullar altında , daha az hisseden , ötekine hükmeder.. evlilikte olduğu kadar özgür ilişkilerde de genellikle erkeğin bu durumda olması , bana erkeklerin kadınlar üzerindeki ağırlığını açıklayacak önemli bir neden gibi geliyor.. yine de bütün bunlar adaletsiz sayılmaz.. çünkü aşkta daha derinden seven o kadar daha derin bir mutluluk duyar ki , varsın öbürü de hakim olma konusunda ve ilişkinin dış kenarında yer alan şeylerde ağır bassın..

bölüm : 3

birine olan aşkımızdan ötürü , en soylusundan en adisine , en zekicesinden en aptalcasına kadar yapamayacağımız şey yoktur – tek istisna şudur : onu sevmek , ona olan aşktan ötürü olamaz.. aşkı , insanın tüm özgeciliğinin kökü diye överler.. pekiyi , kökü olsun , ama meyvesi asla olamaz.. bir insanı asla salt kendinden ötürü sevemem  , zira o zaman onu daha sevmeden önce sevmiş olmam gerekirdi.. seni sevdiğim zaman bu aşk sana karşı ruhumu bencilliğin tüm izlerinden arındırıyor olabilir ; fakat seni sana olan aşkımdan ötürü  sevemem.. yoksa aşkın bencillikten kaynaklanan bu kökü – ki o yalnızca bencillikten kaynaklanabilir , eğer düşüncesi kendi etrafında dönüp durmayacaksa ve etkisi nedeni haline gelmeyecekse – aşkın bu kökü etkilerine ve meyvelerine de kök suyundan akıtıyor olmasın..

GEORG SIMMEL

‘Öncesizliğin Ve Sonrasızlığın Işığında An Resimleri – Felsefi Minyatürler..’ – GEORG SIMMEL , Çeviri : ALİ CAN TAŞPINAR , DOST Kitabevi Yayınları , Şubat 2000..

‘çaya , çorbaya , adaya , modaya limon..’ – ‘HALO DAYI’

‘kadehim doluysa boşaltan ben, kadehim boşsa dolduran yine ben..’

William IRISH (‘The Bride Wore Black’ – F. TRUFFAUT)

dünya kupası bitti sonunda ve o zulmeden ‘vuvuzela’ mıdır nedir adı o zımbırtının sesi kesildi.. yırttık yani.. o neydi öyle ya.. evde maç izlerken annem her gün gelip televizyonda arıza mı var diye sorup duruyordu.. bitti , bitti artık.. arı vızıltısı da değil , dünyadaki tüm arı kovanları sanki statlara doluşmuştu.. ayrıca o kafası her daim bizden güzel top ‘jabulani’den de kurtulduk.. serseri mayından beter düştü mü yere nereye gideceği belli değil.. kesin içi hava değil alkol doluydu , kafasını kırmışlardı jabulani denen topun..

fitbol afyondur , çağımızın mükemmel kafa buldurucusu , kafayı kaybettiricisidir.. hem de günah değildir bildiğim kadar hiçbir yerde.. bunları kabul ediyorum fakat bizim gibi kafası güzel arkadaşlara pek etkisi olmuyor eğlenmek , kafamızı boşaltmak dışında.. bu yüzden topluca maç izlemenin hastasıyız.. dün akşam final maçının sadece uzatmalarını izleyebildim çünkü ‘reis’ ve ‘serdar’la kafaları yumuşatıyorduk.. adam başı ikişer kasa birayı afiyetle tarihe ve mideye gömdük.. bu yüzden ziftlenmeyi bıraktığımızda ancak maçın uzatmalarına yetiştik..

final maçında ve turnuva boyunca gönlüm portakallardan yanaydı.. ama olmadı azgın boğalar ispanyollar aldı maçı son dakikada.. o biraz tesellimiz oldu.. ne de olsa ‘halo dayımızın’ dediği gibi ispanyollar da ‘arkadişimiz , hepsi arkidişimiz ve kanımız aynı yere akıyor..’ kanımız aynı yere akıyor derken futbolu afyon olarak kullanan ve 3f si (futbol fado fiesta , kimisi de 3s der , buna girmeyelim koparız , dağıtırız ) ile tüm faşistlerin taptığı ispanyol diktatörü franco’yla alakamız yok tabi.. dünkü maçtan hafızalarda kalacak olan sneijder’in gözyaşları ve iki şey daha : ispanyol ve hollandalı seyirciler yan yana , omuz omuza maçı izledi ve yan yana gülüp , ağladılar ve ikinci güzel şey ise ispanya kupayı aldıktan sonra sahaya inen ispanyol futbolcular kupayla sahaya indiklerinde iki sıraya ayrılmış hollandalı futbolcular hem ellerini sıktılar hem de alkışladırlar.. her şeyin top , başarı , futbol , skor olmadığını gösterdiler , herkese örnek olur umarım..

neyse bir dünya kupasını daha kapattık , halbuki daha dün gibi başlamıştı ve hiç bitmeyecek gibiydi.. uzun süre sohbetlere meze olur.. epeyi malzeme çıktı dünya kupasında.. mesela alın size ‘dayı’mızla ilgili yakın zamanda yaşanmış komik bir anekdot dünya kupasından..

‘dayı’ , ‘abidin dayı’ , ‘ciğerim’ , bir urfalı ahbabımız ve ben kadıköy’de yıllardır takıldığımız bir mekanda oturmuş dünya kupası maçı izleme ayağına ziftlenip içiyoruz.. maç ‘almanya-arjantin’ maçı.. ben ve ‘abidin dayı’ hariç herkes arjantin’i tutuyor.. che hayranı , che dövmeli , castro’nun yakın arkadaşı ve fahri kübalı maradona’ya rağmen nedense ben almanya’yı tutuyorum.. her zaman olan kılçıklığımdan değil ama.. o sırada mekanda var yirmi kişi , aralarında ‘abidin dayı’yla birlikte almanya’yı tutan iki kişiden biriyim.. benimkisi belki de alman oyuncu philip lahm’a olan ‘aşkımdandır’..

her neyse aşklara meşklere girmeyeyim , maçı almanya’nın baştan zaten kopardığı açıkça belli olunca ben televizyona arkamı dönüp urfalı ahbabımızla kadehleri bir ileri iki geri seri şekilde tokuşturup havadan sudan konuşurken baktım ‘dayı’ yerinde duramıyor , kıpır kıpır , spikerin her sesi yükselişinde ayağa fırlıyor ‘dayı’.. bir ara ‘dayı’ bana dönüp sırtıma sağlam bir yumruk indirip ‘arjantin bastırıyor , geliyor goller’ diyince arkamı döndüm televizyona baktım fakat yine almanya atak üstüne atak yapıyor.. gülümsedim.. o sırada ‘dayı’ öyle bir ‘yuh’ çekti ki döndüm baktım tekrar televizyona almanya yine yüzde yüzlük gol kaçırmış ama ‘dayı’ bir bağırıyor ki sormayın : ‘allah belanızı versin bu golü atamayacaksanız da almanya’yı nasıl yeneceksiniz.. al şu kazmayı oyundan maradona daha ne duruyorsun’ diyince yenilgiden dolayı sinirli olan herkes ve abidin dayı , ben gülmekten yıkıldık yerlere.. meğer dayı maçı takip etmeye başladığı andan itibaren almanya’yı , arjantin diye izliyormuş.. kaç dakika güldük bilmiyorum ama ‘dayı’ bize küfür edip yandaki kahveye kaçtı , bir iki el kağıt oynayıp ikinci yarının ortalarında çaktırmadan yanımıza geldi.. fakat maç bitene kadar maçla ilgili tepki vermedi.. ‘dayı’ sen bizim her şeyimizsin..

Crockett..

‘çocukken görüleni severdim ; yeniyetmeyken hissedileni ; erkek oldum , artık hiçbir şeyi sevmiyorum..’ – Bir Delinin Anıları , GUSTAVE FLAUBERT

‘ah evet..  hayatımda ne kadar çok saat , uzun ve tekdüze saatler , düşünmekle , şüphe etmekle geçti.. kaç kış günü , batan güneşin soluk ışıklarıyla beyazlaşan közlerimin önünde başım eğik ; kaç yaz akşamı kırda güneş batarken bulutların kaçışına , yayılışına , buğdayların meltemle boyun eğişine bakarak , ormanların ürpermesini duyarak ve doğanın geceleyin iç çekişini dinleyerek geçti..

 ah çocukluğum ne hayalperestti.. nasıl da , sabit fikirleri , yapıcı görüşleri olmayan zavallı bir deliydim.. yapraktan saçlarını eğen ve çiçeklerini yere bırakan sık ağaçların arasından akan suya bakardım ; beşiğimin içinden , odamı aydınlatan ve duvarların üstüne tuhaf şekiller çizen, lacivert gökyüzün üstündeki ayı seyrederdim ; güzel bir güneşin karşısında veya beyaz sisiyle gelen bir bahar sabahında, çiçek açmış bahar ağaçlarının , patlamış papatyaların karşısında kendimden geçerdim..

bir de denize bakmayı severdim – ki bu en şefkatli ve nefis anılarımdan biridir : dalgaların birbiri üstünde köpüklenmesini , denizin kıyıya düşerek köpük köpük kırılmasını , sahile kendini koyuvermesini ve çakıltaşları ve deniz kabukları üstünde geri çekilirken , çığlık atmasını..’ 

‘çocukken görüleni severdim ; yeniyetmeyken hissedileni ; erkek oldum , artık hiçbir şeyi sevmiyorum..’ 

‘insan , bilinmedik bir el tarafından sonsuzluğun içine atılan kum tanesi , uçurumun kenarındaki bütün dallara tutunmak isteyen , erdeme , aşka , bencilliğe , hırsa bağlanan ve daha iyi tutunmak için bütün bunları erdem sayan , tanrı’ya yapışan ve her zaman zayıflayan , elleri bırakan ve düşen , zayıf ayaklı , zavallı böcek..’

‘her şeyi dendik ve her şeyi , umutsuzca inkar ediyoruz ; ve sonra , tuhaf bir tamahkarlık , ruhumuzla ve insanlığımızla bizi ele geçirdi ; içimizi kemiren devasa bir endişe var ; etrafımızda bir kabir soğukluğu hissediyoruz..’ 

‘ve üstelik bütün bunların üstünde herkesin kendi ucunu çekiştirdiği ve elinden geldiğince örtündüğü bir örtü var.. acı komedya.. dehşet dehşet..’

‘seviyordum.. sevmek.. kendini genç ve aşk dolu hissetmek , doğanın ve ahenklerinin içinizde attığını hissetmek , bu hayale , kalbin bu atılımına ihtiyaç duymak ve bundan mutlu olmak.. ah insanın ilk yürek atışları , ilk aşk çarpıntıları.. ne tatlı ve ne tuhaflar.. ve ardından ve daha sonra , ne kadar şapşalca ve aptallık derecesinde gülünç geliyorlar.. tuhaf şey.. bu uykusuzlukta aynı anda hem ıstırap , hem de neşe var.. yoksa bu kibirden mi.. ah aşk yoksa sadece gurur mu… dinsizlerin saygı duyduklarını reddetmek mi lazım.. kalbe gülmek mi gerekir.. – heyhat.. heyhat.. dalga maria’nın ayak izlerini sildi..’ 

BİR DELİNİN ANILARI , GUSTAVE FLAUBERT , Çeviri : BURAK ZEYBEK , SEL Yayıncılık , Mart 2010..

(kitap arkası : flaubert’in 1838’de 17 yaşındayken yazdığı bir delinin anıları, yazarın kendisinin de dahil olduğu burjuva dünyasına eleştirel bir bakış olarak da okunabilir. geçmiş ile şimdiki zaman arasında gidiş-gelişler tekniğiyle kaleme alınmış olan roman, imkânsız bir aşkın öyküsü.

yalnızlığı bir yaşam biçimi olarak seçen, hatta bunu bir ibadet gibi yaşayan kahramanımız, seçtiği bu yaşam biçiminin olumlu olumsuz bütün yanlarını tüm keskinliğiyle hisseder. gençliğin heyecanı ve sorgulayan zihniyle hem kendini hem dünyayı hem de aşkı anlamaya çalışan bu karakter, on dokuzuncu yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla uzanan bir aynadır da aslında..)

CAFE BALZAC TERAS..

CAFE BALZAC TERAS..

günlerdir size güzel bir mekanı anlatmak istiyorum fakat bir türlü bu anlatmak istediğim mekandan kurtulup fırsat bulamıyorum size anlatmaya.. açıldığından bu yana sanırım yirmi gün geçti , işte bu süre zarfında hayatımızın akışını değiştiren sıcacık bir mekan oldu : cafe balzac teras..

cafe balzac teras kadıköy’de alkım kitapevinin terasında açıldı..

eşsiz bir manzarası var balzac cafe’nin.. istanbul önünüzde tüm ihtişamıyla.. haydarpaşa garı’ndan , galata kulesi’ne , sultanahmet’e , ayasofya’ya , topkapı sarayı’na , gelip geçen vapurlara kadar boğazın eşsiz güzelliğiyle tüm istanbul önünüzde.. dilerseniz sadece deniz ve gökyüzüne kendinizi hapsedebilirsiniz..

cafe balzac’ın sağlam , temiz ve güzel bir mutfağı var.. yemek menüsü geniş bir seçenek imkanı sunuyor size.. kaliteden ödün vermedikleri gibi yemekleri oldukça lezzetli.. isteyene fast food tarzı yemekler de var menüde.. sabahları bu eşsiz manzarada kahvaltınızı da yapabilirsiniz..

tabi bizi ilgilendiren en önemli konu doğal olarak cafe balzac’ın içecek menüsüydü.. bu mekanı ilk keşfeden pirimiz ‘halo’ yani ‘dayı’ gidip bu hususta keşif yapmış bizi götürmeden bir gün önce.. çünkü ne o ne de biz böyle güzel manzaralı bir yerde alkolsüz bir mekana tahammül edemezdik.. canımız çekerdi , kötü olurduk , yazık olurdu bizlere.. ama korkmayın yemek menüsü gibi içecek konusunda da çok geniş bir menüsü var cafe balzac’ın.. alkollü , alkolsüz istediğiniz içeceği bulabilirsiniz.. balzac’ın hayatını ve kahveye düşkünlüğünü bilmezdim ama cafe balzac’ta öğrendik ki balzac’ın hayatı boyunca elli bine yakın aşırı sert kahve içtiği tahmin ediliyor.. kahveye pek düşkünmüş balzac üstadımız.. hoş bizim tayfanın kahveyle değil de daha çok alkol çeşitleriyle arası var..

cafe balzac teras’ta çalışan personel arkadaşlarımız da çok sıcak ve cana yakın insanlar.. aylak aylak sekiz dokuz saat oturduğumuzda bile gözlemlediğimiz : saatlerdir ayakta olmalarına ve sağa sola koşturmalarına rağmen yüzlerinde sıcak gülümsemeleri hala arkadaşların yüzlerinden eksik olmuyordu.. hepsine verdiğimiz uzun rahatsızlıklardan dolayı buradan hem özür dileyelim hem de teşekkür edelim.. burada çalışan arkadaşların en çok merak ettikleri şuydu : bizim her gün aylak aylak saatlerce nasıl oturabildiğimiz ve işimizin gücümüzün olup olmadığıydı.. sonra onlar da vazgeçti bunu düşünmekten.. bizi sessizce anlayıp gülümsediler aylaklığımıza..

cafe balzac teras’ın bir özelliği de sanat , edebiyat çevrelerinden bir çok tanınmış ismin burayı mesken edinmesi.. sevdiğiniz yazarlarla , sanatçılarla kahve içerek güzel bir sohbet etmek istiyorsanız doğru adres kesinlikle burası..

tabi ki diyeceksiniz anlat anlat da sadede gel : önemli olan fiyatlar.. fiyatlar ne alemde.. fiyatlara da beş yıldız mı versem , on numara mı desem bilmiyorum , ya da manzaradan mı etkilenip diyorum bilmiyorum ama bu kalitede ve bu manzaraya sahip benzer mekanlara göre de oldukça uygun bir fiyat listesi var..

bu yazıyla kendimi biraz garip hissettim.. bir an ne oluyorum ya dedim mehmet yaşin ve vedat milor’a mı öykünüyorum ne.. haddime değil kesinlikle.. sadece bu hoş mekanı tanıtayım istedim..

işte neyse biz yirmi günü geçtik belki ama bu mekanla yatıp bu mekanla kalkıyoruz.. dayı bir bulaştırdı bizi yörüngemiz değişti.. çevremizdeki insanlara da anlatınca ya da onları oraya götürünce müptelası oluyor herkes.. bazen gittiğimizde bakıyoruz cafe balzac teras  ‘dayı’nın müritlerinin mekanına dönmüş.. ah ‘halo’ ah senin için mekan önemli değil önemli olan içmek ama bizim aklımız havada bulaştırdın bizi bu mekana kendin tüydün gittin.. bir oradasın bir burada.. neyse ki ben mücbir sebeplerden beş altı gündür kendimi kurtardım mekandan.. ama inanın zor tutuyorum kendimi , çok özledim cafe balzac’ı ya da terasımızı ya da çatımızı , ya da damımızı..

uzun ömürlü ve hep aynı kalitede olması dileğiyle cafe balzac teras’ın yolu açık olsun diyelim ve son olarak ayhan sicimoğlu üstadım gibi ‘hastasıyız’ diyerek bu karışık alkollü yazıya bir son vereyim..         

Crockett..

Üç Kutsal Kitap : Aylaklığa Övgü , Tembellik Hakkı , Okulsuz Toplum..

‘bütün bunlar sadece bir girişten ibaret.. gayet ciddi olarak şunu söylemek isterim ki , modern dünyada çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol , refaha giden yol , çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer..

önce : çalışma nedir.. çalışma iki çeşittir : birincisi , yeryüzünde ve ya yeryüzüne yakın bulunan maddenin durumunu , böyle başka bir maddeye göre değiştirmek ; ikincisi de , başkalarına , yeryüzünde veya yeryüzüne yakın bulunan bir maddenin durumunu , böyle başka bir maddeye göre değiştirmelerini söylemektir.. birinci cins çalışma tatsızdır ve az para getirir  ikinci cins çalışma ise çok tatlıdır ve çok para getirir.. ikinci cins çalışma çok çeşitlidir : emir verenler yanı sıra , ne gibi emirler verileceği konusunda akıl verenler de vardır.. genellikle , iki insan grubu tarafından aynı anda , birbiriyle taban tabana zıt iki cins akıl verilir ; buna da siyaset denir.. bu cins çalışma için gerekli marifet akıl verilecek konu üzerinde değil , mesela reklamcılık gibi , inandırıcı konuşma ve yazma sanatı üzerinde bilgi sahibi olmaktır..

amerika’da değilse bile , bütün avrupa’da , bu her iki cins işçi sınıfından çok daha fazla saygı gören üçüncü bir sınıfa mensup insanlar vardır.. bunlar toprak mülkiyetini ellerinde bulundurmak yoluyla , yaşama ve çalışma hakkını kendilerine bir imtiyaz diye verdikleri başka insanlardan bu imtiyazlara karşılık para alanlardır.. bu toprak sahipleri aylaktırlar , bu bakımdan , benim onlara övgü düzeceğim sanılabilir.. ne yazık ki , bunların aylaklığı ancak başkalarının emeği sayesinde mümkün olabilmektedir ; gerçekten de , bunların rahat aylaklığa duydukları arzu , çalışmayı öğütleyen tüm kutsal vaazların tarihsel kaynağıdır.. bunların en istemeyecekleri şey , başkalarının da onlar gibi aylak kalmasıdır..’

‘çalışma ahlakı anlayışını bir an için açık yüreklikle , kör inançlara bağlı olmaksızın düşünelim.. her insan hayatında ister istemez belirli miktarda bir insan emeği ürünü tüketir.. çalışmanın genellikle tatsız bir şey olduğunu kabul edersek , insanın kendi ürettiğinden fazlasını tüketmesi adaletsizliktir..’

Aylaklığa Övgü , BERTRAND RUSSELL , Çeviri : METE ERGİN , CEM Yayınevi , Haziran 1997..

‘yıkıcı bir dogma..

kapitalist uygarlığın egemen olduğu ulusların işçi sınıflarını garip bir çılgınlık sarıp sarmalamıştır.. bu çılgınlık iki yüzyıldan beri acılı insanlığı inim inim inleten bireysel ve toplumsal yoksunluklara yol açmaktadır.. bu çılgınlık , çalışma aşkı ; bireyin , onunla birlikte çoluk çocuğunun yaşam gücünü tüketecek denli aşırıya kaçan çalışma tutkusudur.. rahipler , iktisatçılar ve ahlakçılar , bu akıl sapıncına karşı çıkacak yerde , çalışmayı kutsallaşmışlardır.. bu gözü kapalı bu dar kafalı adamlar tanrılarından daha bilge olmaya kalkıştılar ; bu güçsüz ve zavallı yaratıklar , tanrılarının lanetlediği şeyi yeniden saygınlığa kavuşturmak istiyorlar..

ben ki ne hıristiyan , ne iktisatçı ne de ahlakçıyım , onların yargılarını tanrılarının yargısına ; din , ekonomi ve özgün düşünce konusundaki vaazlarını da kapitalist toplumdaki .çalışmanın korkunç sonlarına havale ediyorum..

kapitalist toplumda çalışma , her çeşit düşünsel yozlaşmaların , her türlü organik bozuklukların nedenidir..

iki elli uşak takımının baktığı rothschild ahırlarının safkan atlarını ; normandiya çiftliklerinin toprağı süren , gübreyi taşıyan , ekini ambarlayan ağır yük hayvanı ile karşılaştırın bir.. ticaret misyonerlerinin henüz hıristiyanlık , frengi ve çalışma dogmasıyla kokuşturamadıkları soylu vahşilere , sonra da , bizim o zavallı makine uşaklarına bir bakın hele..

bizim uygar avrupa’mızda insanın doğal güzelliğinin izini bulmak isteyince , onu , ekonomik önyargıların henüz çalışma düşmanlığını kökünden söküp atamadığı uluslarda aramanız gerek.. ne yazık ki , şimdi yozlaşan ispanya , bizden daha az fabrika , daha az cezaevi ve kışlası olmakla övünebilir.. ama sanatçı , kestaneler gibi esmer , çelik bir çubuk gibi dümdüz ve esnek , gözüpek endülüslüyü seyretmekten zevk duyar ; hele delik deşik paltosuna görkemle bürünmüş dilencinin osuna düklerine amigo diye seslenişi karşısında insanın yüreği yerinden oynar.. içindeki ilkel hayvanın körelmediği ispanyol için çalışma , köleliklerin en berbatıdır..

o büyük çağın yunalıları da , çalışmayı hor görüyorlardı ; yalnız köleler çalışabilirdi ; özgür insan , bedensel devinimlerden , zeka oyunlarından başka şey bilmezdi.. bu aynı zamanda , aristoteles’in , phidias’ın ve aristophanes’in üyesi oldukları bir ulusun içinde insanın dolaştığı , soluk alıp verdiği bir dönemdi ; bu çok geçmeden iskender’in fethedeceği asya’nın göçebe sürülerini , bir avuç yiğidin marathon’da yenilgiye uğrattığı dönemdi..

antik yunan filozofları , özgür insanı alçaltan çalışmayı hor görüyorlardı.. şairler , tanrıların armağanı olan tembelliği övüyorlardı :

‘ey melibe , bir tanrı bağışladı bize bu aylaklığı..-vergilius , çoban şiirleri..

isa , dağdaki söylev’inde tembelliği öğütlemişti :

‘tarlalardaki zambakların gelişip serpilişine bakın.. onlar ne çalışıyor , ne de yün eğiriyorlar.. buna karşın söyleyeyim size , süleyman , o görkemi içinde , daha göz alıcı giysilere bürünmüş değildi..’ (matta incili , bölüm 6..)

sakallı ve ürkütücü tanrı yehova , hayranlarına ideal tembelliğin en üstün örneğini vermiş , altı günlük çalışmadan sonra sonsuzluğa dek dinlenmiştir.. buna karşılık , çalışmayı organik bir zorunluluk sayan ırklar hangileridir.. overnyalılar , britanya adalarının overnyalıları iskoçlar , ispanyanın overnyanları gallegoslar , almanyanın overnyanları pomeranyalılar , asyanın overnyalıları çinliler.. bizim toplumumuzda çalışmayı çalışma olarak seven sınıflar hangileridir.. toprak sahibi çiftçilerle küçük burjuvalar.. birileri toprakları kapmış , öbürleri dükkanlarına sıkı sıkıya bağlanmış , yeraltı dehlizlerinde köstebekler gibi devinip durular , gönüllerince doğaya şöyle bir bakmazlar hiç..

ne var ki işçi sınıfı , bütün uygar ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf , bağımsızlaşarak insanlığı kölece çalışmanda kurtaracak ve insan-hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi sınıfı , tarihsel görevini unutup içgüdülerine ihanet ederek , kendini çalışma dogmasına kurban etmiştir.. cezası sert ve korkunç olmuştur.. tüm bireysel ve toplumsal sefalet , çalışma tutuksundan doğmuştur..

sevme , içme ve tembellik dışında ,

tembellik edelim her şeyde..-lessing’

Tembellik Hakkı , PAUL LAFARGUE , Çeviri : VEDAT GÜNYOL , TELOS Yayınevi , Mayıs 1991..

 

‘okul , kişileri yaşlarına  göre ayırır.. bu ayrımlama sorgulanması olanaksız bazı önermelere dayanır.. çocuklar okula aittir , tek öğrenim yeri okuldur..’

‘okul sistemi günümüzde , tarihte hep güçlü olmuş kiliseler için gereken üç işlevi yüklenmiştir.. okul bir yanıyla toplum söyleninin kaynağıdır , bir yanıyla da bu söylenin karşıtlıklarının kurumsallaştırılması ve söylen ile gerçeklik arasındaki uyumsuzluğu yeniden üretecek ve saklayacak olan kuttörenin yuvasıdır.. günümüzde okul sistemi ve üniversite söylenin eleştirisi için olanaklar belirmekte ve kurumsal arızalara başkaldırı ortaya koşul olarak çıkmaktadır.. ancak söylen ile kurum arasındaki temel çelişkiler için hoşgörü isteyen kuttören değişmezliğini koruyor ; yeni toplum düşünyapısal eleştiri ve sosyal devinim kuracaktır.. salt merkezi toplum kuttörenin ve yeniliğinin büyüsünü bozup ayrılarak köktenci bir değişim başlatabilir..’

‘okulun bir gereksinim olduğu bir kez onaylandığında , öteki kurumlar için de rahat bir av olur.. gençler , kendi imgelemlerinin öğretim izlencesinin sunduğu eğitimle biçimlendirilmesine izin vererek , her soydan kurumsal planlamaya karşı koşullandırılırlar.. gençlerin imgelemlerini ‘eğitim’ sınırlar.. bu açığa çıkartılamaz ama umut ve beklentilerini değiştirmeleri öğretildiği için , yalnızca yanıltılırlar.. eğitim almış kişiler diğerlerinden ne bekleyebilecekleri kendilerine öğretilmiş olduğu için artık şaşırtılamazlar.. aynı durum , bir insan veya makine için de geçerlidir..’

‘okul öğrenim eylemini konulara bölerek çocuklara önceden hazırlanmış öğretim izlencesine tutsak etmeye ve uluslar arası bir sayıla sonuç değerlendirilmesine girişir.. kendi gelişiminin değerlendirilmesi için diğerlerinin tek biçimlerine boyun eğenler , biraz zaman geçtikten sonra aynı şeyi kendilerine uygulamaya da başlıyorlar.. böyleleri artık kendi yerlerine konulmamak zorundadır.. ne ver ki , her şey kendi yerine oturuncaya dek , kendilerini atandıkları konumlarına yerleştirmekte , sağlamaları öğretilmiş yerlere kurulup , bu dönemde de herkesi ve meslektaşlarını yerlerine yerleştirirler..’

‘üretim ve tüketim bakımından hepimiz okullaşmanın kapsamındayız.. bir şeyleri iyi öğrenmenin okulda mümkün olabileceğine ve olması gerektiği bir boşinanç haline geldi.. okul kavramından uzaklaşma girişimimiz , sonuna kadar tüketmekten ve öbür insanların kendi iyilikleri için güdülmelerine ilişkin sakat varsanılardan vazgeçmeyi denediğimizde , içimizdeki direnmeyi ortaya serecektir.. okullaşma sürecindeki hiç kimse kendisini başkalarının sömürüsünden kurtaramaz..’

Okulsuz Toplum , IVAN ILLICH , Çeviri : CELAL ÖNER , ODA Yayınları , Ekim 2006..

‘erkek biyolojik bir kazadır..’ – VALERIE SOLANAS

‘birkaç gün önce aylakadamız’da JACQUES BREL’in söyleşilerinden bir kesit vermiştik MARİO LEVİ’nin kitabından.. orada JACQUES BREL’in söyleşisinde geçen BREL’in kendisine ait kadınlar hakkındaki düşüncelerinden dolayı epeyi bir mail aldım çevreden.. eleştiri dozu yüksek sert mailler de vardı.. güldüm hatta açıkça söyleyeyim eleştiriye çok açığım ama kahkahadan koptuğum anlar oldu.. çünkü görüşler aylakadamız’ın yada bizim görüşlerimiz değil BREL’in görüşleri.. aylakadamız’da bu görüşlerin ya da kitaptan o bölümlerin yayınlaması da o görüşlere destek verdiğimiz manasına gelmez.. bunları yazarken bile yıkılıyorum gülmekten.. ki ayrıca BREL aşk adamıdır ve kadınları da çok sever.. naçizane kendi görüşleridir..

yine de bombardımana tutan arkadaşlar için belki de hiç duymadıkları SCUM MANİFESTOSU’nun yazarı ve erkek neslinin yok olmasını isteyen , yok etmek isteyen VALERIE SOLANAS’ın sel yayıncılıktan çıkmış ‘ERKEK DOĞRAMA CEMİYETİ MANİFESTOSU’ kitabından tadımlık bazı alıntılar paylaşacağız sizinle aşağıda..

bazılarınızı BREL’den dolayı kırmışsak da özür dileriz ama BREL’siz hayat kadınsız bir dünyaya benzer diyelim ve aylakadamız’ın sınırının olmadığını da bir kez daha VALERIE SOLANAS paylaşarak tekrarlayalım..’ 

Crockett..

 

‘toplumumuzda yaşamın tam bir can sıkıntısı olması ve toplumun hiç bir yönüyle kadınlarla ilgili olmaması sebebiyle, toplumsal kaygıları olan, sorumluluk sahibi, heyecan arayan kadınlara yalnızca hükümeti devirmek , parasal sistemi ortadan kaldırmak, tam otomasyonu sağlamak ve eril cinsi yok etmek kalmaktadır.

artık eril yardımı olmadan (ve aynı nedenle kadınların da yardımı olmadan) çoğalmak ve yalnızca kadın üretmek teknik olarak mümkündür. bunu yapmaya hemen başlamalıyız. erilin varlığını sürdürmesi için, üreme bile geçerli bir sebep olmamaktadır. eril biyolojik bir kazadır : y (eril) geni, eksik bir x (dişi) genidir, yani eksik bir kromozom grubuna sahiptir. başka bir deyişle , eril eksik bir dişidir, yürüyen bir başarısızlıktır , daha gen aşamasında vazgeçilen bir başarısızlık. Eril  olmak yetersiz olmaktır, duygusal olarak eksik olmaktır; eril olma durumu, eksiklik hastalığıdır ve eril duygusal açıdan özürlü yaratıklardır.

eril  tam anlamıyla benmerkezcidir, kendi içinde hapsolmuştur, başkalarını anlama, sevme başkalarıyla özdeşleşme, arkadaşlık kurma, duygulanma, şefkat yeteneğinden yoksundur. tamamen izole edilmiş, başka biriyle ilişki kuramayan bir birimdir. tepkileri tümüyle midesindendir, beyninden değil; zekası, yalnızca güdülerine ve ihtiyaçlarına hizmet eden bir araçtır; akılsal tutku, akılsal etkileşim yeteneğinden yoksundur; kendi fiziksel duyuları dışında bir şeyle bağlantı kuramaz. yarı ölü, tepkisiz bir kütledir, zevk, mutluluk veremez ve alamaz; sonuç olarak, en iyi haliyle tam anlamıyla bir can sıkıntısı, zararsız bir yığındır, çünkü yalnızca başkalarıyla ilgilenenler çekici olabilir. o, insanlar ile maymunlar arasındaki alacakaranlık kuşağından hapsolmuştur, ve maymunlardan da kötü durumdadır, çünkü maymunların aksine pek çok olumsuz duyguya sahiptir – nefret, kıskançlık, hor görme, iğrenme, suçluluk, utanç, kuşku – ve dahası ne olduğunun ve ne olmadığının farkındadır.

tamamen fiziksel duyularıyla hareket etse de, eril  damızlık olarak da uygun değildir. mekanik becerisi olduğu varsayılsa da, ki pek az eril buna sahiptir, her şeyden önce, lokmasını şevkle, şehvetle ısıramaz, bunun yerine suçluluk, utanç, korku ve güvensizlik duyguları, eril doğasında kökleşmiş olan duygular onu yer bitirir ve yalnızca en ileri eğitim bu duyguları azaltabilir; ikinci olarak, sahip olduğu fiziksel duygular sıfıra yakındır; ve üçüncü olarak partneriyle duygusal yakınlık kurmamaktadır, nasıl becerdiği, nasıl a kalite bir performans sergilediği, boru döşeme işini nasıl başardığı düşünceleri ile bozmuştur. bir erili hayvan olarak nitelemek, onu övmektir; o bir makinedir, yürüyen bir vibratördür. sık sık erilin kadınları kullandıkları söylenir. kullanmak? ne için? tabii ki zevk için değil..’

‘tamamen ben-merkezci ve kendi dışında herhangi bir şeye bağlanmaktan aciz olan eril’in konuşması , kendisi hakkında olmadığında herhangi bir insani değeri olan herhangi bir şeyden kopartılmış şahsiyetsiz bir vızıldanmadır.. eril ‘entelektüel konuşma’ , zoraki ve uzatılmış bir dişiyi etkileme denemesinden ibarettir..’

 edilgen , erile saygılı , ona uyum sağlamaya hazır ve ondan korkan babasının kızı , onun tahammül edilmez sıkıcılıktaki gevezelikleri kendisine dayatmasına izin verir.. bu onun için çok zor olmaz çünkü babanın kafasına soktuğu gerilim ve endişe , sükunet eksikliği , emniyetsizlik , kendine güvensizlik , kendi duygu ve düşüncelerinden emin olmama hali , onun değerlendirmelerini batıl kılar ve onun , erilin gevelemelerinin gevelemeden başka bir şey olmadığını görmesini engeller ; ‘büyük sanat’ adı verilmiş bulamacı ‘takdir eden’ estet gibi , babasının kızı da , kendisini sıkıntıdan patlatan şeye bayılır.. sadece erilin gevelemelerinin egemen olmasına izin vermekle kalmaz , kendi ‘konuşması’nı da buna göre ayarlar..

daha küçükten , erilin kendi hayvansılığını gizleme ihtiyacı karşısında tatlı , terbiyeli ve ‘vakur’ olmak üzere eğitildiği için babasının kızı ‘konuşması’nı havadan sudan denilen şeyle sınırlı tutmak mecburiyetindedir ki bu herhangi bir önemi olan her şeyin ihmal edildiği boş , tatsız bir şeydir – ya da eğer ‘eğitimli’ ise , ‘entelektüel’ tartışmaya indirger konuşmasını , yani alakasız soyutlamaların şahsiyetsiz bir söylemine – gayrı safi milli hasıla , ortak pazar , rimbaud’un sembolist resme etkisi.. babasının kızı , erile yaltaklanma konusunda o kadar uzmanlaşmıştır ki bu zaman içinde onun ikinci doğası halini alır ve sadece dişilerle birlikte olduğunda ağabeyle yaltaklanamaya devam eder..

yaltaklanmanın dışında ‘konuşması’ sapkın , orijinal fikirler öne sürme konusundaki güvensizliği ve bu güvensizlik sebebiyle kendi içine gömülmesiyle sınırlanır.. bu durum babasının kızının konuşmasının çekici olmasını engeller.. tatlılık , terbiye , ‘vakar’ , güvensizlik ve kendi içine gömülmenin yoğunluk ve zekaya yol açması zordur , bir konuşmayı dinlenmeye değer kılan özellikler de bunlardır.. bu tür konuşma aslında pek de yaygın değildir çünkü sadece kendine güvenen , mağrur , dışadönük , gurulu ve sağlam kafalı dişiler , yoğun , akıllı ve edepsiz bir konuşma yapabilir..’

‘Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu’ , VALERIE SOLANAS , Çeviri : AYŞE DÜZKAN , SEL Yayıncılık , Ağustos 2002..

‘kendi rahatınız için kim olursa olsun herkesin ruhunu gözden çıkarırsınız..’ – Palmiyelerin Altında Stevenson.. – ALBERTO MANGUEL

‘bize içecek bir şeyler getir ,’ diye seslendi bay baker , sonra da iskemlelerden birine oturup konuğuna diğerini işaret etti.. stevenson ayak sesleri ve kap-kacak tıngırtısı duydu ; sonunda arkalarındaki karanlıktan siyah bir el uzandı ve masanın üstüne bir sürahiyle iki bardak bıraktı..

bay baker içkileri koyup bardaklardan birini stevenson’a doğru itti..

‘için.. bu cehennemde yaşamak istiyorsanız , hem bedeniniz , hem ruhunuz güçlü olmalı..’

‘içki içmezsiniz diye düşünmüştüm,’ dedi stevenson..

‘ben içerim , ama onlar içmemeli,’ diye yavaşça yanıtladı bay baker.. ‘ben önümde uzandığını bildiğim yoldan şaşmadan ilerleyebilirim ; onlar içinse her bir damla , yoldan çıkma nedenidir.. kendi cehennemlerinde yanmalarını  , o çok sever gözüktükleri alkole hepsini iyice bulayıp ateşe vermeyi çok isterdim.. bu yitik insanlıktan nefret ediyorum..’

‘ben ne oluyorum öyleyse.. ben de içkiye yenik düşmüş biri değil miyim..’

bay baker güldü..

‘buna kendiniz karar vermelisiniz..’

‘iyi bir bardak içkiden ve bir tabak yemekten mahrum bırakmam kendimi.. başka bir insanı da bırakmam.. yaşam sevgisi güçlü bir tutkudur , yiyecek içecek gibi basit şeylerde bile bu tutkunun peşinden hep gitmişimdir..’

‘öyle mi..’ dedi bay baker.. ‘ben sevginin güçlü bir tutku olduğuna inanmıyorum.. korku güçlü bir tutkudur ; yaşamın en yoğun sevinçlerini tatmak istiyorsanız korkuyla aşık atmalısınız..’

‘ben de korkarım , ama bunu , yaşamı daha da yoğun bir şekilde sevmek için kullanırım..’

ciğerlerinizi eprimiş bir tüle çeviren ve sizi mendiliniz kanlanana kadar öksürten yaşamı mı..’

‘mendillerimdeki kan bir kazadır , yaşama bakışımı belirlemez.. beni incitmiş ya da köklü bir şekilde değiştirmiş değildir..’

‘öyle diyorsunuz.. bu zavallıları yalnızca içkiden değil , ekmek ve sudan da mahrum bırakma pahasına sağlıklı bir yaşam sürebilecek olsanız , bunu yaparsınız.. kendi rahatınız için kim olursa olsun herkesin ruhunu gözden çıkarırsınız..’

‘bunun doğru olmadığını biliyorsunuz..’

bay baker gülümsedi.. ‘ neyse ki bu iddiayı sınama imkanınız yok..’

‘olmasını isterdim ama , sizin adınıza.. nerede durduğumu size göstermek istiyorum..’

uzun bir sessizlik oldu , stevenson , masanın öbür tarafındaki bay baker’in , ışık halkasının kenarındaki ince , sevimsiz gülümsemesine baktı.. sessizliği bölme gereksinimi duydu..

‘aslında haklısınız.. uygarlığımız içi boş bir sahtekarlık.. yaşamın bütün eğlencesi kayboluyor onun yüzünden.. becerdiği tek şey , dünya yüzeyinde daha büyük sayıda insanı aynı anda mutsuz kılmak.. ama bir de sonsuz mutlulukla dolu pek çok an var , cenneti görebildiğimiz anlar , bunlar için yaşıyorum ben.. yine de bu anların bir teki için bile başka bir insanın acı çekmesine neden olmayı kabul edemem..’

Palmiyelerin Altında Stevenson.. – ALBERTO MANGUEL , Çeviri : Cem Akaş , YKY , Mayıs 2004..

‘çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır..’ – MARCO BECHIS

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden :

‘filmde gördüğümüz gibi olimpo garajı şehrin göbeğinde.. küçücük kapısının önünden her gün rutin günlük yaşantısını sürdüren sıradan insanların ellerinde alışveriş fileleri ya da bebek arabalarıyla anne babaların geçip gittiği bir caddeye açılıyor..

tabi olimpo garajı yeraltında.. üstelik kent merkezinde.. zaten buenos aires’in merkezi ve her semti böyle yer altı gözaltı ve işkence merkezleriyle doluydu.. daha sonra bütün arjantin’de bu işkencehanelerden en az 350 tane olduğu öğrenildi.. ayrıca ülkenin güney bölgelerinde çok özel hapishaneler inşa edilmişti.. arjantin ordusu , cuntası , şili’de olduğu gibi yakalananların hepsini bir stadyuma doldurmadı.. dolayısıyla , şili’deki gibi her şey herkesin gözleri önünde yürütülmedi..

arjantin cuntasının arzusu insanları gerçekten kaybetmekti.. onun için bütün operasyonları gizlice yeraltında sürdürüyorlardı.. bu aynı zamanda ortalığa daha sinsi bir korku atmosferinin hakim olmasına yol açıyordu tabii..’

‘her filmde seyircinin filmle kurduğu bir bağ vardır.. beni en çok etkileyen ve herhalde hikayeyi gerçek kılan en önemli bölümlerden birisi , maria’nın kendisini denize atan uçağa bindirilmeden önce , işkencecisinin refakatinde şehrinden içinde dolaşırken salıncağa binmesi.. bunu baskı altında tutulan bir kişinin çocukluğa dönme sendromu olarak mı yorumlamalıyız..

sanıyorum , sorduğunuz düzlemde bir cevabım yok.. hatta daha pratik bir durum söz konusuydu.. filmin yapımcısı bize bir armağan kabilinden bir gün daha çekim hakkı tanımıştı , biz de o gün içerisinde bu çekimleri yaptık.. dolayısıyla senaryoda var olan bir bölüm değildi ; fikir doğaçlama olarak çıktı..

bazen , bilinçli olarak düşünmeden de attığınız adımlarla filminiz belirli kavşaklardan dönmüş olur.. bazen eksiltir , bazen çoğaltırsınız ; önemli olan , eklenen ya da çıkarılan bölümlerin filmin genel izleğine nasıl bir katkıda bulunduğudur..’

‘garage olimpo’nun verdiği mesajlardan birisi , direnme hakkının meşruluğu, doğruluğu , vazgeçilmezliği.. öyle ki , film en başında bir suikast hazırlığıyla , bir adamın yatağının altına bomba yerleştirilmesiyle başlıyor.. seyirci ilk başta bu sahneyi yadırgayabilecek bir havadayken , aynı bölümü filmin sonunda tekrarladığında seyirciler olarak tek tek hepimizin bombayı kendimizin patlatmak istediğimiz bir duygu halinde oluyoruz..

filmde neyi anlatmak istediğimi şöyle toparlayabilirim : ana karakterimiz bir ilkokul öğretmeniydi.. okuma yazma bilmeyen sıradan insanlara gönüllü olarak da yardımcı oluyordu.. üst kademelerde yer alan biri değil , sosyal hizmet alanında katkıda bulunan biriydi..

öbür taraftan gerilla mücadelesi yürüten kişiler vardı.. gerçi onlar arasında da arkadaşlarım , yoldaşlarım vardı , ama ben tam anlamıyla onların safında yer almadım.. fikirlerim itibariyle onlardan ayrılıyordum..

ikinci dünya savaşı dönemini düşünün.. nasıl öldürülen 1 almana karşılık naziler onlarca kişiyi öldürerek misillemede bulunuyorlarsa daha düşük ölçekte buna benzer bir durum arjantin’deki mücadele için de geçerlilik taşıyordu.. üstelik eninde sonunda gerillaların düzenlediği eylemlerin bedellerini bir noktaya gelince maria gibi en düşük seviyelerde mücadele eden insanlar ödeyeceklerdi..

böyle düşünüyordum.. onlar zaten bedel ödeyeceklerdi , fakat saldırgan eylemler tabandaki insanların daha kolay devre dışı bırakılması gibi bir sonuç doğuruyordu..’

‘bu filmi nasıl yapmam gerektiğini düşünürken godard’ın ‘siyasal film yapmanıza gerek yok , bütün filmleri siyasal bir yorumla çekebilirsiniz’ düşüncesinden yola çıktım.. dolayısıyla böyle bir hikayeye siyasal bir boyut katmanın tek ve en doğru yolu , filme yerlilerin kendilerini ve hikayelerini dahil etmekti..’

‘benim gözümde siyasal sinema ‘dil’den ibarettir.. içerik çok da önemli değildir.. bağlam ile konunun çok da çakışması gerekmez..’

‘bizim filmdeki bu tür diyaloglara da başvurarak asıl teşhir etmek istediğimiz yan bürokrasin betimlenmesiydi.. çünkü bürokrasi , bütün diktatörlüklerin temel dayanağıdır.. ve bürokrasi normal insanlardan oluşur.. canavarlar sadece amerikan filmlerinde görülür..’

MARCO BECHIS – SIRRI SÜREYYA ÖNDER Söyleşisinden..

Daha fazlası için MESELE KİTAP DERGİSİ’nin MAYIS 2010 – SAYI :41’i edinmeniz gerekecek..

RACHEL CORRIE..

RACHEL CORRIE..

 

israil hükümetinin yedi mi sekiz mi kaç aptalı bu sefer RACHEL CORRIE’nin isminin verildiği irlanda bayraklı yardım gemisine bugün müdahale etti.. gemiden haber alınamıyor yine.. gemi de okul araç ve gereçleri , ilkyardım malzemeleri ve yıkılan evlerin tekrar inşasında kullanılmak üzere inşaat malzemesi vardı.. 750 tonluk yardım malzemesine tahammül edemedi yine israilin faşist hükümeti..

kendi medyalarını , kendi insanlarını , tüm dünyayı karşısına almasına rağmen bu aptal faşistler fren tutmuyor.. dünyayı yokuş aşağı yuvarlamaya çalışıyorlar hiç çekinmeden..

gazzede vicdanını silah olarak kullanan ve gözünü kırpmadan buldozerlerin önüne yüreğini koyan RACHEL CORRIE’yi nasıl katlettilerse yine aynı pervasızlıkla katletmeye devam ediyor.. insanlığın vicdanının sesi olan RACHEL CORRIE’nin ismine bile tahammül edemiyorlar.. çünkü saklayamadıkları kanlı elleri kan dökmeye doyamıyor aptal faşistlerin..

amerikalı RACHEL CORRIE’nin isminin verildiği irlanda bayraklı gemiden bakalım ne haberler gelecek.. gemide bulunan tüm aktivistler müdahale edilmesi durumunda direnmeyeceklerini açıklamışlardı.. ancak bu açıklama onlara müdahale edecek aptal faşistlerin kan dökmesini engelleyemeyebilir.. çünkü bu aptal faşistlerin tasmaları çıkarıldığında tıpkı mavimarmara’da ellerini kaldırıp teslim olmak isteyen 19 yaşındaki fidanımız FURKAN’a bir metreden kafasına 4 göğsüne 1 kurşun sıkan yaratıklara dönüşüveriyorlar..

RACHEL CORRIE gemisinden umarım kötü haberler gelmez..

bu arada tüm dünya mavimarmaraya düzenlenen kanlı operasyona ve bu operasyonun sorumlularına tepki gösterirken ve tek yumruk olmuşken amerikanın pensilvanya cenahlarında çiftliğinde ahkam kesen ‘f.g.’ adlı şahsiyet amerikan gazetesi wall street journal’a : ‘gemiler israil’den izin almalıydı , dostane bir şekilde israil hükümetiyle uzlaşma aranmalıydı’ diye buyurmuş… tek bir şey diyeceğim YAZIKLAR OLSUN.. YAZIKLAR OLSUN.. YAZIKLAR OLSUN..

SON BİR SÖZ GEMİLER İSRAİL’E DEĞİL FİLİSTİN TOPRAKLARI OLAN GAZZE’YE GİDİYORDU.. İSRAİL’İN KARASULARINDAN GEÇMEYECEKTİ.. MISIRIN KARASULARINI KULLANARAK GAZZE KENTİNE YANAŞACAKTI.. YAZIKLAR OLSUN..

bu konuda şimdi merak ediyorum : televizyonlarda , gazetelerde ‘içimizdeki israilliler’ diye ahkam kesen islamcı basın nasıl tavır alacak.. göreceğiz..

ee kolay değil ta kendi ülkesi amerikadan eski ülkesine sesleniyor ağa.. artık bir yorum getirin ağanın bu azarlamasına.. israil vatandaşları tel aviv meydanlarında katliamı kınıyor ama ağa pensilvanyadan sallıyor izin alınmalıydı diye.. PES..

‘hemen tüm gemilerdeki aktivistler israilli hükümetteki aptallardan filistin topraklarına gitmek için izin almadıkları ve israil kurşunlarına hedef oldukları için operasyon düzenleyen askerlerden özür dilesinler ve ayrıca şehit olan katledilen insanların aileleri kaybettikleri canlarının vücutlarına isabet eden kurşunların maliyetlerini israil hazinesine ödeyip tazmin etsinler..’ böyle olur mu pensilvanyalı ağa.. ha ne dersin.. artık sen de kusurlarına bakma ağa bu gemileri yola çıkarmadan önce senden de izin almadıkları için..

yukarıdaki fotoğrafa bak da biraz vicdanın varsa biraz da onlar için ağla..

O GEMİLER FOTOĞRAFTAKİ ÇOCUĞUN VE ONUN GİBİ  YÜZBİNLERİN YIKILAN EVLERİNİ , YIKILAN OKULLARINI ,  YIKILAN HASTANELERİNİ ONARABİLMEK İÇİN FİLİSTİNE GİDİYORDU..

Crockett..

(ha pensilvanyalı ağa , crockett miami’li biliyorsun değil mi.. miami plajlarına beklerim , bir ara uğra.. okyanus görür , biraz gemi görür ve ufuk denilen şeyi görür de belki biraz ufkun açılır..)