Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

“HASSAS TEN, Aşk Üzerine Kısa Anlatılar” – JOSAN HATERO

ARAYANLAR

 

Hiç tanımadıkları halde öteki yarılarını arayan aşıklar vardır. Birbirlerinin varlıklarını hisseder ve bir gün birbirlerini bulacaklarına inanırlar. Bu aşıkların özel bir dili, kokuları, giyinişleri ve ısırıcı bir sözcük dağarcıkları vardır. Seks yaşamları sürekli bir arayış üzerin kurulmuştur. Denizin dibini trolle tararcasına, bir vücuttan diğerine geçerek diğer yarılarını ararlar. Bazen bu arayışları kısır döngüye dönüşür. Buna engel olmak için geride kalan sevgililerde farklı izler bırakırlar. Avladıkları kişinin de bir avcı olduğuna güvenleri tamdır. Ayak izleri rastgele üçüncü bir kişide buluşur.

 

Varoluşları saf bir inat ve tensel bir savurganlıktan ibarettir. Kendi tutkuları ve niyetlerinin yüceliği onları değerli kılar. Sürekli arayan aşıklar, sürekli devinime ve fırlatılıp atılmış yatakların sonsuz akıntısına bağlılıktan başka sadakat tanımazlar. Yaşamları, otel odaları gibi geçici yaşam alanlarıyla, geçici vücutlarla, geçici lezzetlerle, unutmalarla, umutlanmalarla ve yeniden unutmalarla doludur.

 

SÖZCÜKSEVERLER

 

Tek sözcükte yaşayan aşıklar vardır. Aslında bu sözcüğü bekleyerek yaşayanlar demek daha doğru olacak. Bir tek sözcük. Herkes için farklı olan bir tek sözcük. Herkesin kendi sözcüğü vardır. Daha önce hiç duymamışlardır. Diliyle kulağı yalarcasına, hece hece kulağa fısıldanmış bir ses, bir anlam… kim bilir hangi dilde? Kutsal kitaplara sığınmış erotizmi tüm boyutuyla salıveren –bir karşılaştırma sadece- bir sevgili bulmak vaadi, sonsuzluğa açılan bir pencere – böyle bir şey mümkünse tabii – olan bir sözcük. Görmeden veya dokunmadan, koklayıp tatmadan aşık olabilirler ama duymadan olamazlar.

 

Bu aşıklar ya da daha doğrusu onları simgeleyen sözcükler olmaları gereken yere hep birlikte, düzenle yerleştirilmişlerdir. Gizli ve nemli bir metin oluştururlar. Bizlerden söz eden öğretici bir elkitabı gibidirler. Hepimizden söz eden bu kitap henüz ortaya çıkmamıştır. en azından öyle denir.

 

ÇARESİZLER

 

Öteki aşıkların tersine bu gruptakilerin, kendileri gibi olmamak tarzı bir seçenekleri yoktur. Bartleby gibi aşık olmamayı tercih etseler bile bundan kaçınmaları mümkün değildir. Onlar zorunlu aşıklardır. Kimse, neden aşık oldukları önemli değildir. Ellerinde olmadan, rastgele birine aşık olurlar. Öç almaya kararlı bir körün elindeki tabancayla rastgele ateş etmesi gibi, onların aşkları da hedef gözetmeden ateş alır; söylediğimiz gibi: Ellerinde değildir. Aşık olma zamanları gelince kendilerini engelleyemezler. Herhangi bir jest, onları harekete geçirir, yakar. Herhangi biri, onların sevme duygularını alevlendirebilir. Hiçbir kriteri olamayan bu aşkın kaçınılamaz sonu kesinlikle karşılık bulamaması olur. Öyle ya, bir aşıktan beklenen şey, insana kendini özel ve farklı hissettirmesidir. Sevilen kişi sadece tam o anda orada bulunmaktan başka bir özelliğe sahip değilse bu aşkın ne değeri var? Gerçek aşk bu mudur? Bu konuda bütün uzmanların üzerinde birleştikleri bir şey varsa o da, aşkın hiç de demokratik bir şey olmadığı görüşüdür.

 

JOSAN HATERO

 

josan - hassas ten

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“HASSAS TEN, Aşk Üzerine Kısa Anlatılar”, JOSAN HATERO, Çeviri: ÖZGÜR ESEN, CAN Yayınları, Şubat 2013, 181 Sayfa…

YÜRÜME

yolda-1

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-2

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-3

 

 

 

 

 

 

 

 

yolda-4

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Yenilenmeğe yönelmiş her yaşam biçimi,

ağır bir küf kokusunu da yanında, birlikte

getirir: Ama unutmamalı ki, küf, aslında,

yepyeni yaşam birimlerinden oluşur

-çürüyenin üstünde serpilen

taptaze canlılardan…

 

Yaşam bir yoldur temelde, doğru; ama, hep,

belirli yolların yürünmesi sonucu ulaşılan

yerlerde, durağanlaşmağa çalışan,

yerleşmeğe çalışan bir yol…

 

Yola çıkan kişi,

daha önce konakladığı yerlerin izini taşır

-yeni konaklayacağı yerlere dek,

ve, tabiî, yolda attığı adımlar boyunca…

 

Yolunu kendin yürüyebilmek için,

yönünü kendin koymak zorundasın.

 

Yönsüz yol yoktur – yol, ancak,

bir yön ve bir yürümeden oluşur:

Yeni bir yol, yeni bir yön demektir.

 

Yürünmemiş yol, yol değildir.

 

Açılmış yollarda yürümek neye yarar ki?

 

Yönü zaten belli olan yol, yol bile değildir:

Yol, yönsüzlüktür. (Bir arabaya takılmış

bir pusula, hiç durmaz, dönüp durur…)

 

Yolun yönü, yol açılırken belirlenir

-açıldıktan sonra da, artık,

zaten bellidir: belirli bir yola girmek,

belirlenmiş (bir) yön(ler)de yürümektir.

 

Sahici yürüme,

yol açmadır.

 

Yolu yol yapan, yola çıkma edimidir.

(Gerçek yollar da öyle açılmaz mı zaten:

Dinamit ekipleri, ekskavatörler, greyderler

-bir gürültü, bir patırtı: sonra,

dümdüz asfalt üzerinde kayıp giden lastikler…)

 

Açılmış, hazır yollarda

yumuşak yumuşak dönüp duran tekerlekler

ne anlarlar ki, yol asıl nedir – ya da, salt,

yol nedir…?

 

Yolu gerçekten bilen,

yolun gerçekten ne olduğunu bilen,

yolda dönüp duran tekerlek değildir:

kazmadır, kürektir, dinamittir

-tekerlekler terlemezler…

 

Yolu,

yürüyen bilmez;

açan bilir.

 

İnsanın özgürsüzlüğünün temeli,

kendisinden önce zaten açılmış, belirlenmiş

yollarda yürümek ‘zorunda’ kalarak,

yönlendirilmektir

-özgürlük de, yol açabilmektir.

 

Bağımlılık ‘zorlanma’ysa, bu,

bir yolu yürümeğe zorlanmaktır

-belli, belirli, açılmış, açık bir yolu…

 

Özgürlük yürümekse,

açılmamış, belirsiz yollarda

yürümektir.”

 

ORUÇ ARUOBA

 

oruc aruoba-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

oruc aruoba

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YÜRÜME, ORUÇ ARUOBA, METİS Yayınevi, Eylül 1996, 224 Sayfa.

(Fotoğraflar : ‘On The Road / Yolda’ filminden. Yönetmen : Walter Salles, Eser : Jack Kerouac) 

DİNLE KÜÇÜK ADAM

Wilhelm Reich

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘Siz, beni küçükgören sözde büyük adamlar!

Nerden beslendi politikanız,

Dünyayı yönettiğinizden beri?

Kasaplıktan ve cinayetlerden!’

 

Charles de Coster, Till Ulenspiegel

 

‘Bir kartal, tavuk yumurtaları üzerine kuluçkaya yatsa ne olur, biliyor musun küçük adam? Başlangıçta kartal, yumurtalardan kartal yavruları çıkacağını, bunları büyütüp büyük kartallar yetiştireceğini sanır. Bir de bakar ki, yumurtalardan civciv çıkıyor. Çaresizlik içinde bulunan kartal, civcivlerin büyüyüp kartal olacağı umuduna sarılır bu kez. Ama civcivler büyüyüp büyüyüp birer tavuk haline gelmektedir. Kartal bu durumda, gıdaklayan tavuklarla civcivleri yeme itkisi duyar. Onu yemekten alıkoyan tek şey küçük bir umuttur: bu civcivlerden birinin, bir gün küçük bir kartal olabileceği, büyüyüp kendisi gibi yetenekli, kendisi gibi çook çok yükseklerdeki yuvasından bakıp uzaklıkları görebilecek, böylece yeni dünyalar, yeni düşünceler ve yeni yaşama biçimleri bulunduğunu anlayıp bunları arayabilecek büyük bir kartal olabileceği umudu. Üzgün ve yalnız kartalı yumurtalardan çıkan tavuk ve civcivleri yemekten alıkoyan şey yalnızca bu küçücük umuttur işte. Tavuklara ve civcivlere gelince, onlar bir kartalın kuluçkaya yatması sonucu dünyaya geldiklerinden habersizdirler. Nemli, karanlık vadilerde çook çok yükseklerde sarp kayaların üzerinde yaşadıklarından habersizdirler. Tek başına kalmış kartal gibi uzaklara bakmazlar. Kartalın kendilerine getirdiği yiyecekleri tıkınıp durmaktadırlar boyuna, durmadan gagalamakta ve karınlarını doyurmaktadırlar. Yağmur yağdığında ya da fırtına koptuğunda onun güçlü kanatları altında ısınmakta, korunmaktadırlar. Kartalsa kimsenin yardımı olmadan kendi gövdesini fırtınaya siper etmektedir. Daha da kötüsü, bu tavuklar ona tuzaklar kurmakta, siperler ardına gizlenerek ona sivri kaya parçaları, taşlar atmaktadırlar. Onların kendisine kötülük yaptığını anlayan kartal önce bu tavukları parçalama isteği duyar. Ama düşünür, onlara acımaya başlar. Belki, diye umar, gün gelir, bu yalnız önünü gören ve gıdaklamaktan, yalayıp yutmaktan başka bir şey bilmeyen tavuklar arasından kartal gibi olma yetisine sahip bir yaratık çıkar.

Yalnız kartal, bugün bile umudunu yitirmiş değildir. Bu yüzden kuluçkaya yatmayı, civcivler çıkarmayı sürdürmektedir…

Sen bir kartal olmak istemiyorsun, küçük adam, bu yüzden de akbabalara yem oluyorsun. Kartallardan korkuyorsun, bu yüzden sürüler halinde yaşıyor, senden kalabalık olan sürüler tarafından da yutuluyorsun. Çünkü senin tavuklarından bazıları da akbaba yumurtaları üzerine kuluçkaya yattı. Ve akbabalar, kartallara, seni daha ileriye, daha iyi geleceklere götürmek isteyen kartallara karşı olan führerler haline geldi. akbabalar sana leş yemeyi ve birkaç buğday tanesiyle yetinmeyi öğretti. Sana bir de ‘yaşa, varol, büyük akbaba!’ diye haykırmayı öğrettiler.

Şimdi büyük kitleler halinde açlıktan kıvranıyor ve ölüyorsun, ama gene de senin yumurtaların üzerine kuluçkaya yatan kartallardan korkuyorsun.

Yaptığın her şey eğreti, küçük adam: evini bir kum tepeciğinin üzerine kurmuşsun, yaşamın, kültürün ve uygarlığın, bilimin ve tekniğin, sevgin ve çocuklarına verdiğin eğitim, hep eğreti. Bunu bilmiyorsun, bilmek de istemiyorsun; sana bunu söyleyen büyük adamı da öldürüyorsun. Büyük bir bunalım içinde, gelip gelip aynı soruları soruyorsun :

“çocuğum çok inatçı, her şeyi kırıp döküyor, geceleri karabasanlarla uyanıyor, aklını derslere veremiyor, kabızlık çekiyor, benzi soluk, yüreği katı. Ne yapmalıyım? Bana yardım et!”

Ya da : “ karım bana karşı cinsel istek duymuyor, beni hiç sevmiyor. Bana işkence ediyor, sinir nöbetlerine tutuluyor, bir yığın erkekle geziyor. Ne yapmalıyım? Söyle!”

Ya da: “yeni ve çok daha öldürgen, korkunç bir savaş patladı; oysa biz tüm savaşları önlemek için yapmıştık son savaşı. Şimdi ne yapacağız?”

Ya da: “varlığıyla övündüğüm uygarlık, enflasyon nedeniyle çöküyor. Milyonlarca insan yiyecekten yoksun, ölüm açlığı içindeler, birbirlerini öldürüyor, çalıp çırpıyor, insanlıktan çıkıyorlar. Umutlarını yitirdiler. Ne yapmalıyız?”

“Ne yapmalıyım?” “Ne yapabilirim?” Sonsuz geçmişten beri, yüzyıllardır aynı soruyu soruyorsun.

Hakikati güvenliğe yeğ tutan bir yaşam biçimi içinde elde edilen büyük başarı ve bulgunun yazgısı şudur: senin tarafından büyük bir açgözlülükle yalanıp yutulmak ve sonra gene senin tarafından dışkı olarak atılmak.’

 

WILHELM REICH

 

wilhelm reich - kartal

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

wilhelm reich - dinle

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİNLE KÜÇÜK ADAM, WILHELM REICH, Resimleyen : WILLIAM STEIG, Çeviri: ŞEMSA YEĞİN, Kapak Resmi: MARC CHAGALL, PAYEL Yayınevi, Ekim 2009, 154 Sayfa.

Hasta Parçacıklar- VIII :

“Siyah –Girizgah…”

Otuz gündür yıkanmıyordum. Otuz gündür sifonu çekilmemiş bir tuvalet gibi hissetmeye başlamıştım .  Dışarıda kar beyazının temizliği gözümü alıyordu. Ama kokum vardı evet benim kokum. Ama vardı ya yeterdi. Tıpkı  O’nun ve onların olduğu gibi. Her şey kokmalıydı. Her şey kendince kokmalıydı. Gözleri ışıldayan  ve Güneş’in alevleri gibi yanan bir tanecik kızım kokmalıydı ruhunda. Kadınım kokmalıydı ve ben ise otuzuncu günün sonunda yine kokmalıydım. Çünkü yeryüzündeki tek varoluş göstergem buydu. O kadar çabalıyordum ki kokmak için kokarcalar bile bu kadar uğraşmıyorlardı herhalde. Ama her şey ortadaydı , aslında hiç kokmuyordum. Benim kafamda canlandırdıklarım beynime dokunan  parmaklar gibiydi. Kokuları sağlayan beynime dokunan parmaklar… Saçmalama deyip kendime geldim. Geldim mi acaba. Kafamda bir saniyeliğine bir sürü soru: “ Görünmeyen her yerde olan tanrılar… ne gökte ne de yerdeler onlar. Her şeyi var ettiler, her şeyi  devam ettirdiler , ilk insan Onlar’dan korktu. Şimdi son insanlar da korkuyor. Çünkü onlar olmadan hayat var olamaz onlar varken de hayat yok olabilir…” . Evet işte sana somut. İşte sana tanrısallığı en çok hak eden varlıklar… Ne olduğunu söylemeye bile gerek yok…

“Neler oluyor!” diye saçma sapan bir haykırışla uyandım. Havlunun içinde çok temiz ve paktım. Kollarımı kaldıracak  gücüm yoktu. Kalbimin atacak mecali olmadığını düşündüğüm zaman O geldi. Evet Işımakta olan bir S…’dı bu. Kalbinin büyüklüğü içinde sadece  kendi aydınlığını değil ikimizin de Güneş’ini taşımaktaydı. Ellerimden tuttu. Ruhum hafifti o an… “S” diyecek oldum. O ise sadece kocaman yuvarlacık gözleri ile “S’enin atmakta olan  Kalb’inim” diye buyurdu. O an anlamalı ki ey dost insancıklar hayat sadece S.. olabilirdi. Ama beyin Tanrı’yı buyurdu: İlim ve S’abır.

Az sonra kar beyaz soğuğunda kulübeden çıktım. Her şey sessizlikti.  Etrafta kış için biriktirilmiş çalılar, boynu bükük bir kardelen, ufukta gözlerimi alan bir ışık kaynağı ve akşam açlığımı nasıl gidersem düşüncesi. Evet biraz arayış içindeyken karşımdaki kar dolu tepeciği tırmandım. Biraz ötede “düşünce otu” olarak bilinen A… göründü.  Bilmem neden zengin bilmem kaçıncı kimin bilmem ne hastalığına iyi geldikten sonra adamın zeka dolu zaferler elde etmesini sağladığı iddia edilen ot. Benim için ise ıspanaktan farkı olmaksızın koparıp çiğnedim. Ekşi tadıyla kendini itmeyen bu ot biraz da ısıtıyordu  vücudumu.  Biraz daha ilerledim. Başım o S’ufle dolu  trompet sololarıyla iniyordu otun etkisiyle. Ya da ot sadece bir araçtı… Hayat soluk almaya devam ediyordu sanki benim nefesimle. Yoksa ben de O da olmamalıydı hatta trompet üstadı da… Çevrenimizdeki karmaşıklığın  asil basitliği… Kimindi bu laf? Ben mi saçmalamıştım?

Derken ortalık kararmaya başladı ya da ben öyle sanmıştım. Ne siyah ne gri bir bulut belirdi sahnede . O sahne ki nasıl tanımlanmalı nasıl? İnsanoğlu nasıl acılarla göğü inletti nasıl? Nasıl bir renk idi ki o ve kimdi aslı biz Aşk olmuşken bu dünyacıkta…”

Fran(sı)z…

 

[Tarih belli olmamakla birlikte en organize en mantıklı soykırımı ve aslında en tanrıyı anlatan bir düşünce silsilesi…  (20/06/2005 kayıtlı metinde sanırım tarih olarak o tarihteki son okunuş tarihlenmiş.)

Parçacıkların kendi aralarında düzenlenişi ve numeroları da saçmalıktır aslında ama aslında vardır böyle bir düzen ve V.. nin bilmem kaç mevsimine benzerler. Çünkü hayat sadece Aşk’dır. “Aşk” olmayan hayat batsın, der kimileri…  Bu arada ufkumuzdaki şizofreniyi depreştiren sevgili İhsan Oktay Anar şahsiyetlerine şahsım adına teşekkürü bir borç bilirim ey Yüce Aylak Adam’lar (Gerçi İOA , Sayın ATILGAN’ a karşı şizosunu teşekkür babında sunabilmelidir diye geçirmekteyim kanaatimce bir  Zebercet  hatmederek…Çünkü esas olan… Deli miyim neyim?) (19.09.2012)]

-Özlem-

Basit kelime mi ?

Hadi açalım..

 

Büyüdüler, geçip, hatta göçüp gittiler..

 

Artık sokaklarda destek tekerlekli bisikletleriyle birbirlerinin arkalarından yokuş aşşağıya son hız inen çocuklar yok.

Sokak aralarından, nereden çıkacağı belli olmayan bir yarısı buz dolu, omuzlarına astıkları kutularıyla “Sütal” dondurma satan dondurmacılar yok.

Dükkanlarının önlerinde, çocuklar uçurtma yapmak için “yürütsün” diye çita bırakan marangozlar yok..

Okul bahçelerinde unutulacak “pahada” ucuz top yok.

Üzerlerinde çocukların parmak izi olan, aniden basılıp kaçılmış ziller yok.

Soba üzerinde kavrulurken kokusu mest eden kestaneler yok.

Çatır çatır patlayan cin mısırı yok.

Biten piknik tüpünü değiştirmesi için evin en küçüğünün avucuna beş lira sıkıştıran anne yok.

Balkonda sütçü geldiğinde haber vermek için nöbet tutan çocuk yok.

He-man yok.

Clemantine yok.

Küçük ev ve Lessie yok..

 

Özlem, basit bir kelime mi ?

Hadi daha açalım..

 

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Bazen bizi büyüten şeyler geliyor gözlerimizin önüne, kirpiklerimiz nemleniyor, dudaklarımız titriyor, dizlerimiz bizi taşımaktan vazgeçiyor.

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Sonra kaybettiğimizi anlıyoruz belirli bir uzaklığa vardığımızda, dönüyoruz; toprak.. Bazen bizi büyüten şeylerin, gerçekten toprağın bir parçası olduğunu, yığıntı önünde diz çöktüğümüzde anlıyoruz. Kirpiklerimiz nemleniyor, dudaklarımız titriyor, dizlerimiz bizi taşımaktan vazgeçiyor..

Birbirimizden uzaklaşarak büyüyoruz, büyümenin özü bu sanarak. Belki de bu yüzden, plastik çay tabağının üzerinde dik durmaya çalışan aciz bir mumda kendimizi görüyoruz. Ateşimiz, hırsımız, öfkemiz bizi tüketiyor.. Minik bir ışık tüm karanlığımızı yüzümüze vuruyor, görüyoruz..

 

Özlem, basit bir kelime mi ?

Biraz daha açalım..

 

İnsan tek başınayken, kendisine fısıldamaya en müsait kelime “özlem”dir.

Gidenler, gidenler..

Şehir dolusu anlamsızlığın yakana yapıştığı sayısız gece, gidenin değerini sonradan sonradan işliyor hayatın gergefine.

İlk başlarda saçma sapan bir gururla zamanı yandaş alman uzun sürmüyor kendine,

sonra,

kaybetmek tokat gibi indiğinde yüzüne,

yüzüne,

aynada,

aynada,

kendi başına,

özlediğinden bahsediyorsun aynadaki yüze..

Özlem’in kökü “Öz” değil ama, kendini bulmadan özlemek de değil insanca..

 

Açıldıkça açılası geliyor meretin..

 

Düşsel

“nedim’e ve aylaklara..”

Ben ki uzun soluklu bir varoluşta buldum seni,

ben ki uzun soluklu bir yok oluş sürecinde tutundum

yapraklarınızdaki toprağa gebe olan çiy damlalarına..

ben ki hep gözü yaşlı olanların ve aidyet yoksunu olan bir ülkenin çocuklarıyla kucakladım sizi..

yaşamsız bir saha olsa da yeryüzünü varlığıyla güzelleştiren bir yanı var siz gibi güzel yürekli aylakların.

ben de biraz hiçleştim yokluğunuza, biraz soldum.. biraz ağladım, biraz güldüm.. çokça öldüm ve çokça azaldım..

diyorum ki ben, yüreğimdeki ses olan sizlere, gökyüzü hep mi kirliydi de bu kadar, ben durmadan biteviye çığlık oluyordum..

yeryüzü hep mi bu kadar yandaş bir ölüm kokuyordu da bizler yoksunluğa doğuyorduk durmadan..

bazen ne de iddialı bir avuç çocuk oluyorum… oysa gözlerim bile çocuk olmaktan büyüdü..

bazen o kadar güçlüyüm ki kendimi PLath gibi yeryüzündeki tanrı hissediyorum, ve siz gibi yüreği aylak olanların sayesinde hala dünya dönmeye dem vuruyor bu boşlukta..

olmasaydınız (k)… çoktan uçarı bir yıldız gibi kayardı kendi boşluğuna..

iç çekişler bitmiyor, biteceğe de benzemiyor. her tarafımızdan kan akıyor, ölümler doğuyor durmadan yeni günlere.

işte şurada yanı başımızda bir halk ağlıyor yine ve yine olan çocuklara oluyor.. ve yine ne diyordu şair: unuttun mu bir halk gülüyorsa gülmektir.. böyle yankılanan bir dipnot düşüyor zihnimize..

ben bütün sıfırları tükettim. sanırım bu günlerde daha çok kurmaya başlıyorum intihar eylem planlarımı..

sonra yüzü dokunulmamış bir hüzün olan intihar kokulu kadın şairlere sarılıyorum.. soluyorum ellerindeki delircikleri.. diyorum hani belki hala bize de yaşamda kalmanın iyi bir yanı olduğunu fısıldarlar..

oysa ahh Nilgünn.. dirimimsin, her gün öldüğüm diyerek beni serkeşliğe bırakan..

ve sen Nedim.. öyle güzelsin ki, yaşam renginden utanır.. ben seninle sevdim sevdayı..

sen delice delirmeseydin yarandaki kadınına ben hala böyle umuda maviler yakarmazdım ve kendimin ellerinden tutup dilek ağacına yalnızlıklar bağlayan çocuklara fısıldamazdım sevdayı..

seni.. sizi unutmak mı.. bu imkansızların eşiğinde bir sızıdır benim için.

öyle seviyorum ki sizleri inadına bir ölmek değil, yaşamak gibi..

suskunuz aylardır, acılar çektik.. çekiyoruz hala, ama yine de çığlık çığlığa olan yanlarımızdan hala her gece aynı yıldızlara bakarak fısıldıyoruz birbirimizin ruhlarına..

ve yine de alnına kırlangıçlar konan adamlar tanıdım, sevdim, aldım yüreğime..

usulcacıktan bir ayın karanlığında gelip öptüm alnından sizlerin, senin.. ondan hala suskuda da olsak, duyumsuyor ve duyumsanıyorsunuz yalnızlığımda.. yalnızlığıma çoğullanan bir intihar kokulu kadın şairle uyuyorum bugünlerde karanlığa.. ve cesedine yas tutan bir mezar taşıyla şiirler mırıldanıyorum..

 

MAVİNİN ÇIĞLIĞI

 

işte ondan bir parça :

 

“ne güzel büyüdük

kimseler bilmeden bizi.

iki kare çıkış hakkı

ilk hakkıdır insanın çocukluğu.

 

yedi cami yaptırsak nafile

düşününce acıttığımız böcekleri.

tuhaf ve anlamlıydı büyüsü

tek karınca dahi yemedi zil çalan ağustosböceği.

 

rutubet kokardı biraz

yer yatağı hayalleri.

çok çocuklu bir odanın uykuluğunda

bulaşıcıdır kâbus halleri.

 

sevemedik salıncak çengellerine

kavun asan büyükleri.

secde eden selvi ağacına kurduk biz de

topu topu bir halat ile bir minder tutan saadeti.

 

sidik kokusu, ısırgan şişiği

el arabasında taşıdık birbirimizi.

dilimizde aslına en yakın siren sesi

bilirsiniz; Asyalı çocuğun imgesi

 

Yahudi mezarlığına gömmek ile tehdit ederdi annem bizi

taşırsak eve sokak küfürlerini.

öğrenmenin ayıp olduğu topraklarda

itinayla uyuştururmuş meğer harflerimizi.

 

yalnızca kollarımla mutlu edebildiğim tek kadındı

gözlerimdi o sarı saçlı kızın devriyesi.

aşkın sarma-sarışık olduğunu düşünürken geceyarıları

kesesiz kangurular sürdü sefalarımı.

 

ne de çok bekledim askere gidince sevdiği

pencereden çalabilmek için gözlerini.

benim bir ada kızım oldu hayata dair

bir de motoru bozuk kayığım

küreklere kalırdı sevdam biterken akşamsefaları.

 

umut sendeler, her çakıltaşına inci deyince

akrep sinsi sinsi gülerdi halimize

hatırlayınca hayatın kürekte mahkûmluğunu

siyaha sabretmekten sıkılır

“ölsek” derdik “hiç olmazsa deniz dinlenir”.

 

öfkesi zehirli çocuklar büyüttü

kanımıza rengini veren kızıl düş perisi.

hissedilse de dolunay artığı fırtınanın patlayacağı

acıkan zihin kurtuluş sanıyor ağına takılan her sloganı.

 

hiç aldırmadan çevresine ve

kibrit başlarından oyma ateşten çembere

bir yalan uydurdu; inanıp, boğuldu sevi

ilerlerken başucumuzdaki portakal lekesi.

 

sıkıyönetimin gözü önünde

ekmek böldük biz birbirimize.

ne kadar sallasalar da düşün’ün ağacını

dalımızda çürüyecektik elbette.

 

tahrip gücü yüksek bir çocuk

hayatı budama peşinde şimdi.

bir kozaya sığmayacak kadar büyüyünce

tek güne sığdıramayacağını anladı ideallerini.

 

en zor anında harcamak için

cebinde saklıyor gıcır gıcır bir çığlığı.

tekmelemeyi kesince içindeki afacan sızı

canı çekiyor olmalı sahipsiz acıları.

 

sokakta dizi en çok kanayan

uçurtması uçurtmaların korkulu rüyası.

acıları kesip, sağlam bir kuyruk yaptı kendine

salınabilmek için devrimin gözlerine.

 

evden jilet aşırıp, kesti yanaşan uçurtmanın kuyruğunu

hayalinde aldatılmış bir kadın vardı.

o’na anlatmaya çalışıyor hâlâ;

birbirine sarılan iki uçurtmanın

bir daha asla uçamayacağını…

 

ÖZGE DİRİK / 2002-2003 İstanbul

Embriyo Yalnızlığı (iki)

Nefes almak için bolca vaktin var. Korkma ! Şehri dışarıya kilitledin, evindesin..

Nefes al..

Ambülansın acı siren sesine “tadını” neyin verdiğini bilmeyen insanlar, elbette ambülans sesi duyduğunda irkilmeni, dizlerinin kontrolünü kaybetmeni anlayamayacaklar. Şimdi tüm sesleri boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Amaçsızca arşınladığın karanlığı taşıyan birkaç sokak lambasına koşarak saklanan ışık ve çocukluğunun gayri resmi olarak “yaşanmamış” kaydedilmesini sağlayan her “hızlı büyüten” kötülük, elbet bir gün eşiğine kapanıp af dileyecektir senden. Şimdi tüm bağışlamaları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Verdiğin değerlerin hiçbiriyle örtüşmeyen, tinercilerin, böceklerin, farelerin, sokak köpeklerinin, kaldırımlarını işgal ettiği, ufka doğru uzanan gidiş yolu. Ayak bastığın yerlerin var oldukları zamanlar boyunca eriştikleri en yüksek mertebeden – her şeyle birlikte- yuvarlandıkları uçurum, gidenler.. Şimdi tüm gidenleri boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Anlamların ve yokların birbirlerine girdiği kalabalıklar, kaotik varoluşlar, analitik katliam anıtları, metamfetamin cinayetleri, sınırsız açlıklar, her soykırımın yıldönümünde bir önceki yıldönümünde ortaya çıkmamış “yeni yeni” fotoğraflar, lağım denizler, artık çocuk park edilemeyen açık hava meyhanesine dönen çocuk parkları, ticari kafiyelerin esaretinde can çekişen şiirler, satılık şairler.. Şimdi tüm yalanları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Esrik tanrıların oğulları ve kızları umut tacirleri. Yumuşak sesli, okyanus bakışlı imamların, hahamların, rahiplerin, papazların sütunsal varlıkları üzerinde yükselen bu yalnızlık başkentleri.. Kendi kendine yetebilmeni onaylamayan alfabelerin aynı zamanda tanrısal sözler aktardığı mevzusunu irdelemeyi yasak bellemiş tüm yönelimler. Asalar, tespihler, haçlar ve önüne koyduğu her cismin önünde eğilmek zorunda olduğunu emreden kutsal sıfatlar.. Şimdi tüm spesifik yaklaşımları boş ver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

 

DÜŞSEL

hoş geldin DENİZ BARAN !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘aylak adam ailesi gün geçtikçe büyüyor.. çeşitli nedenlerle durağanlaşan yalnızlaşan  aylak adamız yakında tüm gücüyle geri dönüş yapıyor hem de ailemizin en küçük üyesi ‘deniz baran’ımızla..

‘emel ve gürsel’ kardeşlerimizin bugün ‘deniz baran’ı dünyaya ve biz aylaklara merhaba dedi.. en yakışıklı aylak ‘deniz baran’ımıza anne ve babası ‘emel ve gürsel’le bir ömür boyu mutlu ve özgür bir yaşam dileriz.. duydum ki ‘gürselim’ bize mekanda ‘deniz baran’ımızın şerefine müthiş bir gece hazırlamış.. sabırsızlıkla bekliyoruz o geceyi..

tekrar hoş geldin ‘deniz baranım’ nedim amcan bir elinde jack bir elinde tavşanlı bira poşeti seni mekanda bekliyor..’

 

Nedim.. (Crockett..)

‘Amedeo Modigliani’

“Ruhunu görebildiğimde, gözlerini de çizeceğim..”

 

Modigliani’nin hayatını konu alan bu biyografik film ,  ressamlığı, sanat hayatı, aşkı, bohem yaşamı, dramatik ölümü üzerine  bir şölen gibi..  o dönemin entelektüel kesiminin bir çoğunun sanat ve modernlik adına seçtikleri hayat tarzıdır bohemya. Bohemlere göre hayatın kendisidir sanat.. maddi beklentisi olmadan, sanatı ibadete dönüştürmektir.. kimine göre kadere karşı geliş, kimine göre, kural tanımaz tavırlarla kendilerini aşağılayan topluma bir hiç olduğunu gösterme şekli.. Modigliani’ye göre ise yaratıcılığa giden tek yol, hayata meydan okumaktır. Modigliani bu ilk bohemlerden  olmanın hakkını fazlasıyla veriyor..

 

”Kısacası Hayatım Umurumda Bile Değil.” repliğini doğrulayan onun yaşamı; tam bir ölümüne yaşamak ve nedense  Modigliani’ye çok yakıştırıyorum.. ben hep derim ki bazı insanlar kelebektir. o kadar yaşamalıdır..

 

Andy Garcia Modi’nin ruhunu çalmış sanki.. Filmi izledikçe onunla bütünleşiyorsunuz.. elinizi uzatıp, acılarına yaralarına, kalbine bastırmak istiyorsunuz.., hele final de olanlar, inanılmazdı.. ağlayamadım bile.. dondum kaldım.. bir hayat ancak bu kadar hakkı verilerek kanatılabilir, yaşanabilirdi.. iliklerime kadar işledi Amedeo Modigliani… filmde güzel gözleri olan Jeanne’nin portresini yapacaktır.. ve büyük bir aşk doğar. Jeanne onu her şey pahasına sever.. Yahudi olmasından ve yaşam tarzından dolayı ailesinin tüm baskılarına karşı gelir..

 

Çizdiği resimlerin gözlerini boş bırakarak imzasını atan, rakiplerinin aksine resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarının aksine beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan da geri durmayan fütursuz bir kişilik.

 

İnanılmaz doğal bir yaşam.. şevk ile yapılan resimler. geride bıraktığı eşsiz eserler, hayata karşı duruşu hiç bir şeye minnet etmemesi, ölümüne yaşaması, Filmin ana teması sanat olsa da daha çok hayatıyla ilgili çok duygulu anlar yaşadım..

 

Amedeo Modigliani ;  üretmiş olduğu eserler ve sahip olduğu düşünce tarzı ile  gizli kahramanlardandır.. en büyük özelliği popüler olmaya özenmemesi ve sosyeteyi ise her fırsatta yerden yere vurmasıdır. Para için istemediği sanatına tavrına ters gelen hiçbir şey yapmaz.. Çağdaşlarına göre hayatını sefalet içerisinde geçirmiş olmasına rağmen herkes tarafından büyük saygı  duyulmuştur. Çok kişiye esin kaynağı olmuştur.. özellikle ülkemizde  ikinci yenicileri ve ikinci yenicilerden de en çok cemal süreya’yı etkilediği de söylenir.. yalnız, iyi bir heykeltıraş olmasına rağmen, filmde buna değinilmemiş..

 

Babası küçük çaplı bir iş adamı olan ve annesi Fransız soyundan gelen Yahudi bir ailenin dört çocuğunun en küçüğü. Henüz küçük yaşlarda sanata olan tutkusu biçimlenmeye başlamıştır. Ancak, yine bu kadar erken bir dönemde, onu hayatı boyunca yalnız bırakmayacak olan zatülcenp hastalığıyla da tanışmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Modi hasta olmasına rağmen İçki ve sigarayı asla bırakmaz.. Parayla ölçülemeyen bir hayat bir sanat onunki.. biraz deli.. hayatı umursamayan.. Aynı zamanda rakiplerinin saygısını kazanmış biri. Ona herkes gizlice hayran.. başta Picasso.. filmin bir yerinde Modi yine çılgınca dalar sanat çevresinde insanların olduğu ortama.. birisi Picasso’ya bu kim der.. Picasso ona şu cevabı verir “ O bir Tanrı “..Modigliani, bir yaşam tarzı..

 

Picasso ile aralarında ne kadar rekabet olsa da tatlı derin bir dostluk görmek mümkün. Hep atışmaktadırlar.. Onun ani gidişi sonucunda, Picasso’nun geride kalan hayatını bir daha eskisi gibi olmayacaktır..

 

Jeanne Modigliani öldükten sonra Picasso’nun yanına gidip sırf  resminin üzerine resim yapmasından dolayı(ki bu gerçekten büyük bir hakarettir) Picasso’ya şöyle der :

 

”ne hissediyorum biliyor musun pablo sana söyleyeyim mi? hiçbir şey hissetmiyorum karnımda bir çocuk var… bir başka kalp atışı bir başka arzulayan ruh… ve ben bomboşum bir bardak gibi… eve gideceksin dopdolu ve zengin bir yaşam süreceksin fakat tanrıya yemin ediyorum zamanı geldiğinde ölüm döşeğine yattığında MODİGLİANİ ismi dudaklarından ayrılmayacak bu geceden sonra bir daha resim yapamayacaksın BU ONA AİT.  Kayıtlara geçtiği gibi Picasso ölürken son sözü MODİGLİANİ Olmuştur.  O’na Sevgiyle..

 

TAFLAN

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yağmur yağıyor yüreğime..

Kentin üzerine yağar gibi;

Şu bitkinlik neyin nesi..

İşlemekte yüreğime..

 

Verlaine

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Embriyo Yalnızlığı

Nefes almak için bolca vaktin var. Korkma ! Şehri dışarıya kilitledin, evindesin..

Nefes al..

Seni ifade eden herşey ince bir iskeletin üzerinde yorgunlukla şakalaşıyor. Varlığına, et diyen de var, adam diyen de, basit yığınlaşmalar da. Şimdi bunları boşver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Göğsünün üzerinde “kırılabilir” levhası taşıman insanlara unuttukları hiçbir şeyi hatırlatmaz. Olağan hikayeler düşle, izin verme herhangi bir düşüne kurt düşmesine. Şimdi tüm ulaşılmazları boşver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Uzaklaştığını biliyorsun, korkun sadece dışın dışında kalamamak olsun. Sen iç bükeyisin yaşamının. Seni göremezler, seni duyamazlar. Duyumsuzluk içinde geçecek tuhaf bir zamanın ve hafızanı silebilmek için hala vaktin ve kararın var. Şimdi tüm hissiyat mağdurlarını boşver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Baş parmaklarına bağlanan kablolar, vücudunu döğen soğuk su, akarken tüylerini yakan doğru akım, kıçına girmek için “yalanını” bekleyen yağlı ebonit joplar, babanın sırtında eskiyen kemerleri, annenin gözyaşları ve içinde çınlaya çınlaya derisini yırtan çığlıkları, sırtını ikiye bölen ve taze kesildiklerini kanına karışan kızılcık kokusundan algılayabildiğin ince/elastik sopalar, kaşını açan polis kaskı, alnını yaran kelepçe metali.. Şimdi bunları boşver, hepsini hepsini hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Kim’liğinde ziyaretçi akınına uğrayan en solgun fotoğrafın, meraklısının dış bükeyidir. Nerde çekildin lan bunu sorusuna verdiğin, herhangi bir F tipi alfabeyle kurulmuş bir cümleden daha asılsız değil cevapların. Karşı kıyıda ışıldayan bir ütopya görebildiğin sürece devam et yüzmeye. Şimdi soruları ve cevapları boşver, evindesin.

Nefes al..

Ahşap merdivenlerin yangın merdiveni olması ne kadar komik görünüyorsa da ayakları olmayan aleve, sen tedbiri elden bırakmayıp su biriktir gözlerinde. Yangından ilk kurtarılacak “an”ların hepsini bir yerde topla zihninde. Şimdi önemsiz anları boşver, hepsini dışarıya kilitledin, evindesin.

Nefes al..

Ceviz oyması koltuğunun kadife döşemesi üzerinde yatarken, aralık kalmış pencereden arada bir içeri girip ortalığı kolaçan eden rüzgarın savurduğu perde dokunuyor tenine, kıpırdama. Başının altına en yakın takım yıldızından bir yastık al. Dizlerini göğüs çeperini zorlayacak şekilde kendine, göğüslerinin üzerine çek, ellerini bacaklarının arasına sok, öyle kal. Şimdi hangi yanına yattığını boşver, dışarıya kilitledin tüm yönleri, evindesin.

Nefes al..

‘Düşsel’