‘uzak nedir ?
kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir ?’
İSMET ÖZEL
yollarda..
‘öyle bir durgunluk var ki üzerimde ne düşünmek , ne konuşmak , ne de yazmak istiyorum.. artık nefes alışlarım bile belli değil sanki.. susmak ve sessizliğimin içinde öylece kalmak istiyorum.. günlerdir ‘reis’ niye yazmıyorsun çok boşladın aylakadamız’ı diye bana fırçayı kayıp duruyor ama bendeki bu isteksizliği nasıl anlatabilirim ona bilmiyorum.. nefes almak için nefes alıyorum , yemek yemiş olmak için yiyorum her şey mecburiyetten.. yazmak , hele aylakadamız’a yazmak mecburiyet olmadığı için , dünyanın en güzel olaylarından birisi olduğu için ve asla mecburiyet gibi bir şeyi düşünemeyeceğimden kıyamıyorum abuk sabuk şeyler yazmaya.. o yüzden siteyi takip ediyorum bu aralar.. sadece bu..
fakat ilginçtir ki aylakadamız’da yeni yazıların sıklığı azalmasına rağmen giriş sayısı sanki bize inat artıyor , öyle bir genişliğe ulaştı ki site her gün yorumladığımız da ‘reis’le birlikte ikimizde anlam veremiyoruz.. onlarca profesyonel yazarı olan sitelere giriş oranları , okur sayıları ‘ip’ bazında belliyken , okunan sayfa sayıları belliyken bizim sitedeki bu inanılmaz takipçi sayısı duygulandırıyor ikimizi de.. ikimizin de çocuğu yok fakat ‘reis’in deyimiyle bu site ‘hayatta sahip olacağımız yegane çocuk..’ elimizde büyüyor.. fakat işte günlerdir bu çocuğa kıyamadım , yazamadım , ekleyemedim bir şeyler.. yığınla ekleyeceğim konu var , umarım üzerimdeki bu durgunluk uçar gider yakında..
ilginç olan şeylerden birisi de günlerdir süren bu durgunluğuma rağmen o kadar hareketliydim ki fiziksel olarak tahmin edemezsiniz.. kalp spazmı , hastane olaylarından sonra yerimde durmadım , kaç kilometre yol yaptım direksiyon salladım ben de artık hesaplamıyorum.. yollar akıp gidiyor bir yerlere hep.. öyle güzel ki yol yapmak , yollarda bitip tükenmek.. yolculuk kadar güzel , sıkıcı olmayan bir şey var mı bilmiyorum.. hele yanınızda kafa dengi bir yol arkadaşı – yoldaş varsa püffffff.. dadından yinmez bre.. yanımda seyahat edenler o kadar şanslıdır ki çünkü hep oturup izlerler , konuşurlar ve asla yorulmazlar.. neden mi ben o arabadaysam benden başka kimse araba kullan-a-maz , böyle bir takıntım var işte.. çok seviyorum araba kullanmayı.. zaten sevgili arkadaşlarımdan biri bir ara demişti sen avukat değil şoförsün diye.. hala gülmekten kırılırım bu lafı hatırlayınca.. evet aslında avukat değil uzun yol şoförü olsaydım kıyak olurdu.. hele hele tır ya da kamyon şoförlüğü mükemmel olurdu.. ama ne yapalım nükleer enerji mühendisliği mi doktorluk mu radyo televizyonculuk mu derken işte çok alakalı bir meslek seçtik hukukçu olduk.. gülmeyin sakın ben de insanım , ne yapalım avukatlık hep idealimdi ama ben sabiyken nükleer enerji ve doktorluk da ilgimi çok çekerdi.. fakat radyo televizyondan ikinci sınıfta atıldıktan sonra hep idealim olan hukuk ağır bastı biz de yön değiştirdik.. ama hiç pişman olmadım.. kişiliğime en uygun meslek buymuş.. yoksa bu kadar özgür ve aylak nasıl olabilirdim..
yaptığım yolların birinde uzun zamandır görmediğim ve göremediğim ‘cenaze’ ile karşılaştım.. bana olan haklı sitemlerini yaşının küçüklüğüne rağmen öyle ince , öyle kırmadan söyledi ki tutup bir kez daha sarıldım kendisine.. özürlerimi ve nedenlerimi üstü kapalı olsa da kendisine anlattım.. sonra bir hafta kadar beraber takıldık , kendimi affettirmeye çalıştım biraz.. içerde amcası yüzünden kapalı kaldığı 8 aylık süreyi ona unutturmaya çalışıyordum ilk başlarda ama o anlattığı hikayelerle bizleri hep kahkahaya boğdu.. hele ‘ayna’ ile muhabbetlerini , ‘ayna’ ile kavgalarını , inatlaşmalarını anlattığında gözlerimden yaş geldi gülmekten.. sırf ‘ayna’ yüzünden 40 metrekarelik koğuşta ‘ayna’ ile karşılaşmamak ve muhatap olmamak için yedi ay boyunca gündüzleri uyuyup , geceleri tek başına koğuşta uyanık durduğu , duvarlarla kapılarla arkadaşlık edip konuştuğu günleri anlatınca içimde bir şeyler ezildi gitti.. ona babasıyla hukuki seyir konusunda tartıştığımız ve beni dinlemediği için anlaşamadığımızdan yardım edemediğimi anlatsam kaç yazardı ki..
‘cenaze’ bana anlattıkça anlattı fakat sorularıyla beni bazen öyle bunalttı öyle bunalttı ki o sordukça ben onun önüne alkolü dayıyordum.. ama susacağına öyle açılıyordu ki sorularıyla kafamı da açıyordu.. ‘halo’muz ‘dayı’nın ‘denizler bu kadar yağmur yağmasına rağmen neden taşmıyor’ , ‘faks makinesi binlerce kilometre uzaklığa amerika’ya misal nasıl yazının ya da resmin aynısını yollayabiliyor’ gibi ilginç soruların benzerlerini bıkmadan usanmadan tekrar tekrar soruyordu.. ‘savcı mı büyüktür hakim mi.. , polis mi savcıyı savcı mı polisi hakim mi polisi tutuklar.. vali mi büyük savcı mı’ diye garip garip sordukça soruyordu.. bir ara rüyadayım bile sandım.. çünkü ‘cenaze’nin sorduğu sorular karabasan gibi iki saatte bir tekrarlanıp duruyordu.. ama sonunda bu sonu gelmeyen soruların hiçbir suçu olmadığı halde abuk subuk nedenlerle haksız tutukluluğun yarattığı travma nedeniyle ortaya çıktığını anladım ve bıraktım ‘cenaze’yi konuştukça konuşsun istediği kadar.. aslında ‘cenaze’ lakabının tam tersi kişilikte bir insan , lakabıyla uzaktan yakından ilgisi yok.. bu lakabı kendisine takan amcasına aslında bu lakap uyuyor.. bu konuda da uzlaştık kendisiyle büyük kahkahalar eşliğinde.. tutuklulukta yaşadığı komik olayları bir ara anlatırım..
‘cenaze’nin tek sustuğu anlar ‘yüce sezar’ ve başkan ‘bezelye’ ile amik ovası 52 derece ile yanarken batıayaz dağlarında 26 derecede çam ağaçlarının altında yaptığımız uzun sohbet ve yemek anlarıydı.. orada sustu çünkü ‘yüce sezar’ çocuğun bütün dimağını sohbetin başında söylediği sadece tek bir cümleyle yerle bir etti.. dakikalarca elinde çatal kalakaldı.. sonra dönüp bana ‘abi bu adamlar mı seni buluyor yoksa sen mi onları buluyorsun’ diye sordu.. ben de gözlerimde yaşlar gülümsedim sadece.. bir ara ‘yüce sezar’ın balzac cafe de yaptığı gafla bu son gafını anlatmaya çalışırım ne kadar anlatılabilirse.. ama ‘yüce sezar’ın kötü niyetinden değildir bunlar , ‘sınırsız özgürlük’ kavramından diye düşünüyoruz.. düşünün öyle bir adam ki elli küsür derecelik sıcaklıktan gelmişiz : 26 derece sıcaklık , bol oksijen , bol rüzgar , çam kokusu var ama ‘yüce sezar’ henüz yarım saat geçmeden ‘ben üşüdüm , hem burası çok sıkıcı artık gidelim’ diyen birisi işte.. ‘bezelye’ , belediye başkanlığı döneminin yoğunluğundan olsa gerek çam ağaçlarının altında , müthiş serinlikte yemekler gelene kadar biraz kestirmek istediği sırada ‘yüce sezar’ın bu lafını duyunca kafasını yattığı yerden kaldırıp ‘sakın kızmayın yüce sezar’a , bol oksijenden beyni ambele olup , stop etti yine , bırakın yola insin minibüsle cehenneme gitsin , muhatap olmayın’ dedi.. tabi biz güldük çünkü bulunduğumuz mıntıkadan dört saatte bir minibüs geçiyordu sanırım.. ‘yüce sezar’ da bizimle paşa paşa oturdu ama mızıkçılığını yapıp durdu..
bakmayın ‘cenaze’nin lafı bir yandan çok doğru nerden buluyorsun bu arkadaşları dediğinde.. örneğin ‘bezelye’.. belediye başkanı olduktan sonra ne arar ne sorar oldu ancak biz arayacağız soracağız.. aradığınızda da hep aynı nakarat kaç kere aradım seni ulaşamadım nerelerdesin be usta der.. ‘politikacı’ işte.. iki ay önce ‘ciğerim’le urfa dönüşü yolumuzdan gidişli gelişli 680 kilometre fazla yapıp yanına uğrayalım bir sürpriz yapalım dedik.. şehre girdiğimizde aradık kendisini nerede makamında mısın diye sorduk.. ‘hayır , il merkezinde bilmem ne parkındaki bilmem ne kahvesinde kağıt oynuyorum’ diyince dumura uğradık.. lan mesai saatinde işin ne parkta demeye fırsat vermeden ‘hava çok sıcak o yüzden’ dedi , ikimiz beraber kahkahayı attık.. meğer esas dumur konuşmanın ilerleyen bölümlerinde bizi bekliyormuşuz bilemezdim.. ‘tamam o zaman parkın ana kapısına gel bekliyorum’ diye konuşunca tarihe geçecek sözü söyledi : ‘şu el bitsin geliyorum usta’.. artık bu sözü işittikten sonra benim ne gibi veciz sözler sarf ettiğimi tahmin edebilirsiniz.. telefonu son veciz sözümden sonra suratına kapattım ‘bezelye’nin.. ‘ciğerim’e de ‘boşver bu sibop kapağını’ dedim ama ‘ciğerim’ çok ısrar edip ‘görelim , uzun zaman oldu’ diye söyleyince ‘kendin ara laleyi’ dedim.. sonra ciğerim aradı ‘bezelye’ efendiyi ve ustası ‘ciğerim’in sesini duyunca emir telakki edip koşa koşa geldi ‘bezelye’.. ben mi.. ben arabadan dahi inmedim , elini sıkmadım , ‘ciğerim’le ayak üstü sohbet ettiler sonra onu geride bırakıp hızla kaçtım o şehirden.. ama iki ay sonra kendim aradım ve çamların altında bizlere güzel bir özür yemeği sundu.. yemeği geçelim tabi ki sohbetti önemli olan ve rüzgarın çam ağaçlarını okşarken çıkardığı o eşsiz ıslığı..
benim tayfam hep böyleler ama hepsini çok seviyorum bu ‘topitoplar’ın.. kıyak adamlar vazgeçemiyorum tüm uçarılılıklarına rağmen..
işte günler böyle geçiyor üzerimdeki durgunluğun aksine : hep yollarda , çok hareketli ve renkli.. nasıl bitecek , nasıl kurtulacağım bu durgunluktan bilmiyorum.. ha ‘reisim’ nasıl..’
Crockett..