Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

‘en yararsız ve en zararsız insanlar bile cezasız bırakılmaması gereken cürümler işleyerek yaşıyorlar..’ – MURAT MENTEŞ

‘baba olmak , insanın hayat hakkındaki fikirlerinin değişmesidir.. kızlar , henüz üç yaşındayken ellerine bir oyuncak bebek alarak anneliğe hazırlanıyorlar.. erkekler öyle değil.. bir adam , çocuğu doğduktan sonra sersemleşir , aptala döner.. bu kaçınılmazdır.. çocuk , babanın dünyasını yönetmeye başlar ve onun hareket kabiliyetini kısıtlar.. hayatın , bebeğin minik ellerindedir.. ben birini öldürürken , araba kullanırken ya da nadide’yi özlerken ‘gerçek’ araya giriyor.. onu nasıl yetiştireceğimi bilemiyorum.. bizim kuşağın ebeveynleri , çocuklarının okuyup büyük adam olmasını isterlerdi.. biz ise çocuklarımızın süper kahramanlar olmasını istiyoruz.. öte yandan , onların üzerine titriyoruz.. sokağa çıkmalarına izin vermiyoruz.. prizlere otomatik kapak , dolaplara , otomobil kapılarına kilit uyduruyoruz.. emniyet kemerleri evreninde yetişen çocuk , sahiden güçlü olabilir mi..

sanırım , annelik de babalık da asla hakkıyla yerine getirilemeyecek görevler : ‘mission impossible..’ hakikatleri , budalalığımızın verdiği enerjiyle abartıyoruz.. çocuklarla ilişkimizde içtenliğin kar etmeyeceğini sanıyoruz.. çünkü nasıl ki kendimizi tanımıyorsak , haddimizi bilmiyorsak , bilincimizin çarkları oksitlenmişse ; dilimiz dua ederken bile yalandan başka şeye dönmüyorsa.. çocuklarımızı da sevmekten aciziz.. körkütük köleliğimizi ve / ya da uçsuz bucaksız vurdumduymazlığımızı onlara dikte ediyoruz.. dolayısıyla her çocuk , bir anne-babaya ait olmanın bedelini ödüyor.. ya da yetişkinler tarafından kuşatılmaktan kaynaklanan travmayı yaşıyor..

bu söylediklerim de abartılı , değil mi.. bir dengesizlikten kurtulmak için bir başkasına yönelmek zorundayız.. en yararsız ve en zararsız insanlar bile cezasız bırakılmaması gereken cürümler işleyerek yaşıyorlar.. hırsızlık , cinayet ve tecavüz gibi suçlara ilişkin yargı ve müeyyideler ; gündelik hayatımızın kahrolası bir zulümler toplamı olduğunu gözlerden gizliyor.. bu şartlarda nefret dahi etkisi altında yaşadığımız toplumsal anesteziyi hafifletemiyor.. varlığımıza hükmeden sorunları görme , bize canlılık katacak dertleri hissetme , her şeyin kötüye gitmesine yol açan tuhaflıkları sezme yeteneğimiz büsbütün körelmiş durumda.. terör ve kör şiddet sayesinde anlamsızlığın eşiğinden döndüğümüz oluyor.. belki bu çağda hayat ile mana arasındaki mesafeyi kapatmada şu mottonun faydası dokunur : bütün günahlar para kaybettirir..’

‘KORKMA BEN VARIM’ , MURAT MENTEŞ..

İletişim Yayınları , 2009..

Grup Çipura – Aşşk

Önsözden;
Yaklaşık üç yıl önce, sevgili dostumuz Ayhan Orhuntaş’la başlayan albüm serüvenimiz nihayete ulaştı..Günahıyla sevabıyla içimize sinen bir albüm oldu. Bestelerdeki samimiyete albüm kayıtlarında da korumak için sadece canlı sazlar kullandık.

Çoğu yerde sazların hatalarını bile digital ortamda düzeltmedik. Kayıtlarda bize yardımcı olan Erkan Akpınar, Duygu Müzik’in sahibi Sinan Çelik, buzuki kayıtlarında parçalara ruhunu katan güzel insan Buziki Orhan’a, sevgili dostumuz Nahit Sucu’ya, fotoğraf çekimlerini yapan Pelin Kekeç’e ve Burcak Subutay’a teşekkürü borç biliriz..

Neden çipura? Nazım Hikmet “deniz olunmalı oğul” diyordu. Biz bir balıkla başlıyoruz. Hem Akdeniz’e hem de Ege’ye ait olan, bizim müziğimizin en iyi sembolleştiğine inandığımız bir balık. Biz Çipura’yı bir akvaryumda büyütüp denize bıraktık, ellerinize..

Kerem KEKEÇ : Çipura’nın gitaristi  ve solisti, aynı zamanda bestecisi. Heybeliada Hüseyin Rahmi Gürpınar Çok Programlı Lisesi’nde müzik öğretmeni.  Müzik için mühendisliği bile terk etti. Yaklaşık 15 yıldır müzikle profesyonelce uğraşmakta  ve kendini müzik yoluyla ifade etmeye çalışmaktadır. Bu 15 yıl boyunca bir çok grupla ve müzisyenle birlikte çalıştı. Yaklaşık 3 yıl önce Çipura’yı kurup artık kendi parçalarından oluşan ilk albümleri AŞŞK’ ı dinleyicilere ulaştırmayı başardılar.
İhsan Duygu KOÇOĞLU : Çipura’nın perküsyonisti. Müziğe merakı ilkokul çağlarında tükenmez kalemleri baget niyetine kullanarak vurduğu sehpalardaki beyaz dantelleri mahvetmesiyle başladı.  Ortaokul ve lise yıllarında perküsyona olan ilgisi giderek arttı. Kısa bir dönem Pera’da klasik gitar eğitimi aldı. Sonraları çeşitli ritm atölyelerine katıldı. İlk heyecanını 2002’de Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndaki Jazz festivalinde yaşadı.  Dönem dönem Kerem’e sahne ve konserlerde eşlik etti. Gurubun kurulmasıyla birlikte çeşitli barlarda bu birliktelik sürdü. Bu durum Çipura’nın profesyonel çalışmasında da devam etti.

Murat AKBULUT : Çipura’nın bas gitaristi. Çevre Koleji’nde müzik öğretmeni. Kerem’le üniversiteden sınıf arkadaşları. Lise son sınıfa kadar müzikle ilgisi derslerde yanında oturduğu çocukluk arkadaşıyla kafalarını sıranın gözüne sokup şarkı söylemekten ileri gitmemiştir Hatta ağabeylerinin çaldığı bağlama ve gitar gecelerinde bile tribün tezahüratı yaparak geceye ayrı bir renk katmıştır.

Alper KURUM :Çipura’nın nefesli sazlar üstadı ve vokalisti. Kerem ve Ertuğrul ile birlikte yaklaşık 8 yıldır beraber müzik yapıyorlar. Boş zamanlarında bir inşaat şirketinde inşaat mühendisliği yapıyor.

Ertuğrul Memed KOÇ : Çipura’nın bateristi. Grubun en genç ve yakışıklı elemanı. Su ürünleri mühendisi ve aynı zamanda dalgıç hocası.  Müzik onun için bir yaşam biçimi.

Albümdeki Parçalar :

 

01 Yalancı Dünya
02 Biçare
03 Elveda
04 Özledim Seni
05 Anamın Lafları
06 Ay Üç Çeyrek
07 Gülleri Döküyorum
08 Aşşk!
09 Acıları Kaldır
10 Dön Yüreğim
11 Kalbim
12 Yetmiyor

Belki 2005 yılında çıkmış olan bu albümü bilenleriniz vardır ama hala bilmeyeniniz varsa gidin kendinize bir güzellik yapın ve bu albümü satın alın . Emin olun beğeneceksiniz . Müzikle kalın ..

BLACKHAWK

 

‘YIKICI POLİTİKA , 21. Yüzyıl İçin Bir Manifesto..’- ANTONIO NEGRI

‘kapitalizmin olanaksız olduğu , bir şimşek çakmasıyla , kendi sınırlarında , başka bir deyişle yirminci yüzyılda büründüğü reformist kılıkla beraber ortaya çıkar.. nihayet bir tanıma ulaşıyoruz : ‘yirminci yüzyıl olanaksız kapitalizmdir..’ ‘reformizm neydi?’ , yanıt şudur : ‘avrupa , amerika , japonya , biz ve avustralya da dahil gezegenimizin şurasına burasına yayılmış olan birkaç on yıl..’ yirminci yüzyıl olanaksız reformizmdir , yan olanaklı tek kapitalist biçimin olanaksızlığıdır.. reformizm , ekim devrimi’ne ve bu ideolojinin sonuçlarından sorumlu olan ondokuzuncu yüzyıla karşı olanaklı tek yanıttı.. ancak reformizm olanaksız olduğu için , gerçekte ekim devrimi’ne karşı herhangi bir karşılık oluşturamadı.. yirminci yüzyıl sadece olanaksız bir düş ortaya koyduğu müddetçe var oldu.. dolayısıyla bu olanaksızlık yüzünden kapana kıstığı ve nefessiz kaldığı için , bu yüzyılın kendisi olanaksızdır.. yirminci yüzyıl reformizm var olduğu müddetçe var olur , o sadece bir yıldırım , (çok parlak olmasına rağmen) kısa bir şimşek çakması ya da gecenin karanlığındaki kısa süreli bir ışıktır..’

 

ANTONIO NEGRI

‘YIKICI POLİTİKA , 21. Yüzyıl İçin Bir Manifesto’

Çeviri : AKIN SARI

OTONOM Yayınları , Şubat 2006..

‘öte yakaya geçen köprü , sözdür.. sükut ise , iktidarın bizi küçültmek için verdiği acıdır..’ – SUBCOMANDANTE MARCOS

‘atalarımızın atalarının sözü ve sükutu kendini bilmeyi ve bir diğerinin kalbine dokunmayı sağlayan doğuştan bir yetenek olarak görmeleridir asıl mesele.. gerçek erkekler ve kadınlar , yürümeyi konuşarak ve dinleyerek öğrenirler.. söz , içimize kadar giren o yürüyüşe biçim verir.. öte yakaya geçen köprü , sözdür.. sükut ise , iktidarın bizi küçültmek için verdiği acıdır.. sustuğumuz zaman çok yalnızızdır.. konuşarak acıyı hafifletiriz.. konuşarak birbirimize arkadaşlık ederiz.. iktidar , sözü kendi sükut imparatorluğunu empoze etmek için kullanır.. biz ise , sözü kendimizi yenilemek için kullanırız.. iktidar sükutu suçlarını gizlemek için kullanır.. biz ise sükutu birbirimizi dinlemek , birbirimize dokunmak , birbirimizi tanımak için kullanırız..

işte silah budur , erkek kardeşler ve kız kardeşler.. biz deriz ki , söz kalır.. sözü söyleriz.. sözü haykırırız.. sözü yükseltiriz ve onunla halkımızın sükutunu bozarız.. sükutu öldürürüz sözü yaşayarak.. iktidarı yalanın söylediği ve fısıldadığı şeyle baş başa bırakalım.. özgürleştiren sözle sükutu bir araya getirelim.. (2001)’

SUBCOMANDANTE MARCOS..

  

‘küreselleşmenin asla hata yapmayacağı savı , inatçı gerçeklerle yüz yüze geliyor.. neoliberalizm kendi savaşını yürütürken , gezegenin her yanında protestocu gruplar , isyancı çekirdekler ortaya çıkıyor.. şişkin cüzdanlı finansçılar imparatorluğu , direniş hücrelerinin isyanıyla karşı karşıya.. evet , hücreler.. büyüklü , küçüklü , farklı renklerde , farklı biçimlerde.. tek ortak noktaları : ‘yeni dünya düzeni’ne ve insanlığa karşı dördüncü dünya savaşı’nın temsil ettiği suçlara karşı direnme arzusu..  (2002)’

 SUBCOMANDANTE MARCOS..

‘hayır’ demek , onaylamanın en tam ve etkin yolu olabilir.. paylaşılan bir muhalefeti ifade eden birleştirici bir ‘hayır’ , genellikle çoklu ‘evet’lerin iletimidir : bir itirazı paylaşan herkesin neyi istediğinin ifadesidir.. insanların neyi istemediği etrafında örgütlenmesi , onların farklı kabullerinin yoğunlaşmasına meydan vermeyerek bu türden çokluğu kabullenir.. buna karşılık , her zaman taraftara ihtiyaç duyan siyasetçiler ve partiler ‘hayır’ üzerinde odaklanmayı imkansız ya da etkisiz görürler.. sürekli olarak homojen ve soyut idealleri ve istekleri tanımlayan onaylayıcı öneriler beklentisindedirler..’

GUSTAVA ESTEVA , ‘Zapatistaların Ya Basta – Yeter ve iktiadarın ele geçirilmesine ‘Hayır’ politikalarına ilişkin yazısından..’ 

‘ZAPATİSTALAR , Yerelden Küresele Ulaşan İsyan’ , ALEX KHASNABISH..

Çeviri : NİLGÜN GÜNGÖR

ABİS Yayınları , Ağustos – 2010..

‘aynı çatı altındaki iki kişi gibi değil , ayrı yerlere sığınmış iki insan gibi..’ – JEAN-LUC GODARD

(Truffaut..)

‘ve truffaut.. anne-marie onun ölümün bir rastlantı olmadığını , ölümüyle bir dönemin bütünüyle kapandığını hatırlattı bana.. içimizden hiçbirimizin başaramadığı ya da başarmaya çalışmadığı bir şeyi başarmıştı o : saygı uyandırmayı !! ‘yeni dalga’ya onun kişiliğinde hala saygı duyuluyordu.. bize onun sayesinde saygı duyuyorlardı.. onu yitirdik , duyulan saygı da yok oldu..

truffaut ile birbirimizi biraz tanıyorduk , yaşarken birbirimizi izliyorduk , aynı çatı altındaki iki kişi gibi değil , ayrı yerlere sığınmış iki insan gibi.. vatanı terk etmek için , rusların sınırdan içeri girmesini beklemedik.. anne-marie’nin bana söylediği şuydu : ‘ama o , kendine özgü biçimde seni koruyordu , artık koruyamayacağına göre çok korkuyorsundur..’

ardından yazılan hiçbir yazıda bundan söz edilmedi.. söz edilmedi , çünkü bunu söylemek için biraz söyleşmek , konuşmak gerekir.. cahiers du cinéma , çok kabarık bir sayı hazırladı , ama bundan hiç kimse söz etmedi.. ben oturup bir yazı yazamazdım , çünkü insanlara bu konuları açmıyordum.. bugün yazabilirim ama artık çok geç , çünkü onun hemen ardından yayımlanması gerekirdi ; kişisel öyküleri gazete izlemez.. serge july ile bu konuda kapıştık : michaux’nun öldüğü gün ondan söz eden bir ilk sayfa hazırlaması yüzünden.. bunu bir gün önce yapabilirdi ya da bir gün sonra..’

 

JEAN-LUC GODARD

‘Godard Godard’ı Anlatıyor..’

Çeviri : AYKUT DERMAN

METİS Yayınları , Temmuz 2008..

(Godard..)

(Truffaut ve Godard bir panelde birlikte..)

Seni Beklerim Öptüğün Yerde

Hayal Kırıklıkları ile dolu bir hayat hikayesi benimkisi …

En çok güvendiğin değil mi Seni yarı yolda bırakan ? Bazen öyle ümitler , hayaller beslersiniz bir bakmışsınız ki hepsi yalan olup gitmiş . Bir yerde okumuştum ” Geçmişi düşünürsen , acı çekersin ” diyordu . Ben aslında geçmişi pek düşünen bir insan değilim ama biraz alkol , biraz hüzün ister istemez geçmişi düşündürüyor . Ve acı sol yanımdan vurmaya başlıyor insanın kalbi ağrır mı işte benimkisi ağrıyor , acıyor , kanıyor . İçim sıkılıyor , daralıyorum , bunalıyorum ..

Aşağılık saatler devam ediyordu . Ve saniyeyin bu kibirli telaşını anlamakta zorlanıyordum .

Yaz aylarıydı , o kapıdan içeri girmişti , aslına bakarsanız ilk başta aklımdan bişey geçmemişti ne yalan söyleyim sonrasında oldu ne olduysa . Stajyer olarak girmişti benim çalıştığım fabrikaya aynı kişiye bağlı çalışıyorduk . Hatta müdürüme sormuştum kim bu kız adı ne falan diye ?

– Güldü . Git kendin sorsana dedi .
– Bende neyse sonra sorarım dedim .

Acelesi yoktu belkide vardı ama çekingen bir insan oldum , oldum olası çok hoşlandığım birisine bile gidip duygularımı açacak kadar cesaretli değildim . Günler çok hızlı geçiyordu bir gün oturuyor bilgisayarın başında çalışıyordum . Birgün diğer kız arkadaşı ile konu açılmıştı bana sorular soruyordu . Hiç aşık oldun mu falan diye biz daha o zamanlar toyuz tabii ki aşk nedir bilmiyoruz . Çekingenliğin hat safhada olduğu zamanlar . O üniversiteye gidiyordu ve haftanın 2 yada 3 günü ders durumuna göre geliyordu ve ben ise onun geleceği günleri iple çekiyordum bir gün bir sms geldi telefonuma kim bu diye meraklı meraklı kendime sorular soruyordum ve aramaya çekiniyordum ya o değilse o hayal kırıklığını kaldıramayacağımdan korkuyordum .

Sonra aradım tüm cesaretimi toplayıp .

– Alo , kiminle görüşüyorum .

– Ben bir hayranınızım .

– Dedim dalga geçecek başka birisini bulun lütfen .

Dedim ve telefonu kapattım . Ama oydu bu ses onun sesiydi ve tanımıştım ertesi gün kendisine soracaktım işe gittiğim de o gün kendisi gelmemişti bir gün daha beklemek zorundaydım . İçim kıpır kıpırdı . Mutluluğumu çok yakın arkadaşlarıma anlatıyordum sanki dünyanın en mutlu insanı bendim .

Günler ilerledikçe samimiyetimiz ilerlemişti ve artık söylemeliydim niyetimi çünkü zaman alehime işliyordu . Bir an önce tüm cesaretimi toplayıp kendisine mail attım epey uzun bişeyler yazmıştım . Ve vereceği cevabı bekliyordum 5 dk da bir mailbox’umu açıp gelecek cevabı bekliyordum kalbim sanki yerinden fırlayacak gibiydi ve beklediğim cevap gelmişti .

” Duyguların karşılıksız değil ” Diyordu mailin cevabında . O an sanki dünyanın en mutlu insanı bendim dünyalar benim olmuştu , yeniden doğmuştum sanki bu yalan dünyaya ve hayata bir kez daha inanıyordum hayat yaşamaya değerdi .

Onunla olduğum zamanlar sanki zaman çok hızlı akıyordu ve saatler yetmiyordu . Zaten çok kısıtlı görüşebiliyorduk ilk zamanlarda onunla buluşacağım zaman herşeyi iptal edip ona koşarak gidiyordum . Bir keresinde treni kaçırmıştı İzmit’ den geliyordu soğuk bir kış günüydü yağmur yağıyordu . Beni aramıştı gelmesi gerekiyordu Bostancı tren istasyonunda bekliyordum . Hava resmen buz gibiydi ama onu beklemek onu görmek için buna değerdi . Sonra bir telefon geldi ve ben treni kaçırdım bir sonraki tren bir saat sonra falan dedi , sen bekleme eve git hava da soğuk zaten dedi başka zaman görüşürüz dedi . Ben dururmuyum onu 5 dakika da olsa görmeliydim . Tren istasyonunda bekliyordum trenler geliyor geçiyordu ama onun treni henüz gelmemişti sonra bir telefon daha geldi yaklaştım birazdan geliyorum ama eve çok geç kaldım fazla kalamam demişti . Üzülmüştüm yaklaşık 3.5 saat bekledim ve sadece 10 dakika görüşebiliriz demişti .

Geldi trenden indi sarıldım , öptüm , kokladım . Ben çok geç kaldım dedi . Biraz yürüdük birer tane çay içtik biraz içim ısınmıştı o soğuk havada çay benim içimi ısıtamazdı o soğuk havada içimin ısınma sebebi O ‘ ydu . Ailem ile de tanışmıştı ben artık kararımı vermiştim hayatımı birleştireceğim insan bu diyordum .Çünkü onun yanında çok mutluydum ve onu çok seviyordum .

Bir gün bir telefon geldi onun en yakın arkadaşıydı .”  O öldü ” dedi .”Dedim nasıl olur ? “  kız ağlıyordu , olamaz diyordum . Gözlerimden akan yaşlara engel olamıyordum . Sanki donmuş kalmıştım dünya başıma yıkılmıştı . Kalbim durmuştu sanki . . Annesi , Ablası , Eniştesi ve O . Piknik dönüşü bir trafik kazası geçirmişlerdi ve hayatlarını kaybetmişlerdi .

O ‘ nu kimsenin bulamayacağı en derin yere gömmüştüm .

BLACKHAWK

yollarda..

‘uzak nedir ?
kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir ?’

 İSMET ÖZEL

yollarda..

‘öyle bir durgunluk var ki üzerimde ne düşünmek , ne konuşmak , ne de yazmak istiyorum.. artık nefes alışlarım bile belli değil sanki.. susmak ve sessizliğimin içinde öylece kalmak istiyorum.. günlerdir ‘reis’ niye yazmıyorsun çok boşladın aylakadamız’ı diye bana fırçayı kayıp duruyor ama bendeki bu isteksizliği nasıl anlatabilirim ona bilmiyorum.. nefes almak için nefes alıyorum , yemek yemiş olmak için yiyorum her şey mecburiyetten.. yazmak , hele aylakadamız’a yazmak mecburiyet olmadığı için , dünyanın en güzel olaylarından birisi olduğu için ve asla mecburiyet gibi bir şeyi  düşünemeyeceğimden  kıyamıyorum abuk sabuk şeyler yazmaya.. o yüzden siteyi takip ediyorum bu aralar.. sadece bu..

fakat ilginçtir ki aylakadamız’da yeni yazıların sıklığı azalmasına rağmen giriş sayısı sanki bize inat artıyor , öyle bir genişliğe ulaştı ki site her gün yorumladığımız da ‘reis’le birlikte ikimizde anlam veremiyoruz.. onlarca profesyonel yazarı olan sitelere giriş oranları , okur sayıları ‘ip’ bazında belliyken , okunan sayfa sayıları belliyken bizim sitedeki bu inanılmaz takipçi sayısı duygulandırıyor ikimizi de.. ikimizin de çocuğu yok fakat ‘reis’in deyimiyle bu site ‘hayatta sahip olacağımız yegane çocuk..’ elimizde büyüyor.. fakat işte günlerdir bu çocuğa kıyamadım , yazamadım , ekleyemedim bir şeyler.. yığınla ekleyeceğim konu var , umarım üzerimdeki bu durgunluk uçar gider yakında..

ilginç olan şeylerden birisi de günlerdir süren bu durgunluğuma rağmen o kadar hareketliydim ki fiziksel olarak tahmin edemezsiniz.. kalp spazmı , hastane olaylarından sonra yerimde durmadım , kaç kilometre yol yaptım direksiyon salladım ben de artık hesaplamıyorum.. yollar akıp gidiyor bir yerlere hep.. öyle güzel ki yol yapmak , yollarda bitip tükenmek.. yolculuk kadar güzel , sıkıcı olmayan bir şey var mı bilmiyorum.. hele yanınızda kafa dengi bir yol arkadaşı – yoldaş varsa püffffff.. dadından yinmez bre.. yanımda seyahat edenler o kadar şanslıdır ki çünkü hep oturup izlerler , konuşurlar ve asla yorulmazlar.. neden mi ben o arabadaysam benden başka kimse araba kullan-a-maz , böyle bir takıntım var işte.. çok seviyorum araba kullanmayı.. zaten sevgili arkadaşlarımdan biri bir ara demişti sen avukat değil şoförsün diye.. hala gülmekten kırılırım bu lafı hatırlayınca.. evet aslında avukat değil uzun yol şoförü olsaydım kıyak olurdu.. hele hele tır ya da kamyon şoförlüğü mükemmel olurdu.. ama ne yapalım nükleer enerji mühendisliği mi doktorluk mu radyo televizyonculuk mu derken işte çok alakalı bir meslek seçtik hukukçu olduk.. gülmeyin sakın ben de insanım , ne yapalım avukatlık hep idealimdi ama ben sabiyken nükleer enerji ve doktorluk da ilgimi çok çekerdi.. fakat radyo televizyondan ikinci sınıfta atıldıktan sonra hep idealim olan hukuk ağır bastı biz de yön değiştirdik.. ama hiç pişman olmadım.. kişiliğime en uygun meslek buymuş.. yoksa bu kadar özgür ve aylak nasıl olabilirdim..

yaptığım yolların birinde uzun zamandır görmediğim ve göremediğim ‘cenaze’ ile karşılaştım.. bana olan haklı sitemlerini yaşının küçüklüğüne rağmen öyle ince , öyle kırmadan söyledi ki tutup bir kez daha sarıldım kendisine.. özürlerimi ve nedenlerimi üstü kapalı olsa da kendisine anlattım.. sonra bir hafta kadar beraber takıldık , kendimi affettirmeye çalıştım biraz.. içerde amcası yüzünden kapalı kaldığı 8 aylık süreyi ona unutturmaya çalışıyordum ilk başlarda ama o anlattığı hikayelerle bizleri hep kahkahaya boğdu.. hele ‘ayna’ ile muhabbetlerini , ‘ayna’ ile kavgalarını , inatlaşmalarını anlattığında gözlerimden yaş geldi gülmekten.. sırf ‘ayna’ yüzünden 40 metrekarelik koğuşta ‘ayna’ ile karşılaşmamak ve muhatap olmamak için yedi ay boyunca gündüzleri uyuyup , geceleri tek başına koğuşta uyanık durduğu , duvarlarla kapılarla arkadaşlık edip konuştuğu günleri anlatınca içimde bir şeyler ezildi gitti.. ona babasıyla hukuki seyir konusunda tartıştığımız ve beni dinlemediği için anlaşamadığımızdan yardım edemediğimi anlatsam kaç yazardı ki..

‘cenaze’ bana anlattıkça anlattı fakat sorularıyla beni bazen öyle bunalttı öyle bunalttı ki o sordukça ben onun önüne alkolü dayıyordum.. ama susacağına öyle açılıyordu ki sorularıyla kafamı da açıyordu.. ‘halo’muz ‘dayı’nın ‘denizler bu kadar yağmur yağmasına rağmen neden taşmıyor’ , ‘faks makinesi binlerce kilometre uzaklığa amerika’ya misal nasıl yazının ya da resmin aynısını yollayabiliyor’ gibi   ilginç soruların benzerlerini bıkmadan usanmadan tekrar tekrar soruyordu.. ‘savcı mı büyüktür hakim mi.. , polis mi savcıyı savcı mı polisi hakim mi polisi tutuklar.. vali mi büyük savcı mı’ diye garip garip sordukça soruyordu.. bir ara rüyadayım bile sandım.. çünkü ‘cenaze’nin sorduğu sorular karabasan gibi iki saatte bir tekrarlanıp duruyordu.. ama sonunda bu sonu gelmeyen soruların hiçbir suçu olmadığı halde abuk subuk nedenlerle haksız tutukluluğun yarattığı travma nedeniyle ortaya çıktığını anladım ve bıraktım ‘cenaze’yi konuştukça konuşsun istediği kadar.. aslında ‘cenaze’ lakabının tam tersi kişilikte bir insan , lakabıyla uzaktan yakından ilgisi yok.. bu lakabı kendisine takan amcasına aslında bu lakap uyuyor.. bu konuda da uzlaştık kendisiyle büyük kahkahalar eşliğinde.. tutuklulukta yaşadığı komik olayları bir ara anlatırım..

‘cenaze’nin tek sustuğu anlar ‘yüce sezar’ ve başkan ‘bezelye’ ile amik ovası 52 derece ile yanarken batıayaz dağlarında 26 derecede çam ağaçlarının altında yaptığımız uzun sohbet ve yemek anlarıydı.. orada sustu çünkü ‘yüce sezar’ çocuğun bütün dimağını sohbetin başında söylediği sadece tek bir cümleyle yerle bir etti.. dakikalarca elinde çatal kalakaldı.. sonra dönüp bana ‘abi bu adamlar mı seni buluyor yoksa sen mi onları buluyorsun’ diye sordu.. ben de gözlerimde yaşlar gülümsedim sadece.. bir ara ‘yüce sezar’ın balzac cafe de yaptığı gafla bu son gafını anlatmaya çalışırım ne kadar anlatılabilirse.. ama ‘yüce sezar’ın kötü niyetinden değildir bunlar , ‘sınırsız özgürlük’ kavramından diye düşünüyoruz.. düşünün öyle bir adam ki elli küsür derecelik sıcaklıktan gelmişiz : 26 derece sıcaklık , bol oksijen , bol rüzgar , çam kokusu var ama ‘yüce sezar’ henüz yarım saat geçmeden ‘ben üşüdüm , hem burası çok sıkıcı artık gidelim’ diyen birisi işte.. ‘bezelye’ , belediye başkanlığı döneminin yoğunluğundan olsa gerek çam ağaçlarının altında , müthiş serinlikte yemekler gelene kadar biraz kestirmek istediği sırada ‘yüce sezar’ın bu lafını duyunca kafasını yattığı yerden kaldırıp ‘sakın kızmayın yüce sezar’a , bol oksijenden beyni ambele olup , stop etti yine , bırakın yola insin minibüsle cehenneme gitsin , muhatap olmayın’ dedi.. tabi biz güldük çünkü bulunduğumuz mıntıkadan dört saatte bir minibüs geçiyordu sanırım.. ‘yüce sezar’ da bizimle paşa paşa oturdu ama mızıkçılığını yapıp durdu..

bakmayın ‘cenaze’nin lafı bir yandan çok doğru nerden buluyorsun bu arkadaşları dediğinde.. örneğin ‘bezelye’.. belediye başkanı olduktan sonra ne arar ne sorar oldu ancak biz arayacağız soracağız.. aradığınızda da hep aynı nakarat kaç kere aradım seni ulaşamadım nerelerdesin be usta der.. ‘politikacı’ işte.. iki ay önce ‘ciğerim’le urfa dönüşü yolumuzdan gidişli gelişli 680 kilometre fazla yapıp yanına uğrayalım bir sürpriz yapalım dedik.. şehre girdiğimizde aradık kendisini nerede makamında mısın diye sorduk.. ‘hayır , il merkezinde bilmem ne parkındaki bilmem ne kahvesinde kağıt oynuyorum’ diyince dumura uğradık.. lan mesai saatinde işin ne parkta demeye fırsat vermeden ‘hava çok sıcak o yüzden’ dedi , ikimiz beraber kahkahayı attık.. meğer esas dumur konuşmanın ilerleyen bölümlerinde bizi bekliyormuşuz bilemezdim.. ‘tamam o zaman parkın ana kapısına gel bekliyorum’ diye konuşunca tarihe geçecek sözü söyledi : ‘şu el bitsin geliyorum usta’.. artık bu sözü işittikten sonra benim ne gibi veciz sözler sarf ettiğimi tahmin edebilirsiniz.. telefonu son veciz sözümden sonra suratına kapattım ‘bezelye’nin.. ‘ciğerim’e de ‘boşver bu sibop kapağını’ dedim ama ‘ciğerim’ çok ısrar edip ‘görelim , uzun zaman oldu’ diye söyleyince  ‘kendin ara laleyi’ dedim.. sonra ciğerim aradı ‘bezelye’ efendiyi ve ustası ‘ciğerim’in sesini duyunca emir telakki edip koşa koşa geldi ‘bezelye’.. ben mi.. ben arabadan dahi inmedim , elini sıkmadım , ‘ciğerim’le ayak üstü sohbet ettiler sonra onu geride bırakıp hızla kaçtım o şehirden.. ama iki ay sonra kendim aradım ve çamların altında bizlere güzel bir özür yemeği sundu.. yemeği geçelim tabi ki sohbetti önemli olan ve rüzgarın çam ağaçlarını okşarken çıkardığı o eşsiz ıslığı..

benim tayfam hep böyleler ama hepsini çok seviyorum bu ‘topitoplar’ın.. kıyak adamlar vazgeçemiyorum tüm uçarılılıklarına rağmen..

işte günler böyle geçiyor üzerimdeki durgunluğun aksine : hep yollarda , çok hareketli ve renkli.. nasıl bitecek , nasıl kurtulacağım bu durgunluktan bilmiyorum.. ha ‘reisim’ nasıl..’

Crockett..

‘itaat sona ererse , efendilik de sonra erer..’ – MAX STIRNER

 

‘çok şeyden özgürleşebiliriz , ama her şeyden özgürleşemeyiz.. kölelik durumuna rağmen içerden özgür olabiliriz , ama yine bazı şeylerden , her şeyden değil ; bir köle efendinin kamçısından , otoriter mizacından ve benzerinden özgür olmaz.. ‘özgürlük yalnızca hayal dünyasında yaşar..’ oysa kendim olan ben bütün varlığım ve varoluşumdur , o bendir.. kurtulmuş olduğum şeyden özgürüm , iktidarım içinde olan şeyin ya da denetlediğim şeyin sahibiyim.. kendime nasıl sahip olacağımı bilirsem ve kendimi başkalarına emanet etmezsem ben her zaman ve her koşulda kendimim.. özgür olmak gerçekten amaçlayamayacağım bir şeydir , çünkü onu yapamam , onu yaratamam ; onu ancak isteyebilirim ve ona göz dikebilirim , çünkü o bir ideal , bir hayalet olarak kalır.. gerçekliğin zincirleri etimde durmaksızın derin yaralar açar.. ama kendim olan ben kalır..’ 

‘biz ikimiz , devlet ve ben , düşmanız.. ben egoist , bu insan toplumunun iyiliğini düşünmüyorum.. hiçbir şeyi ona feda etmiyorum.. ben yalnızca onu kullanıyorum : onu tam anlamıyla kullanabilmek için onu benim mülkiyetim benim yaratımım haline dönüştürmek zorundayım ; yani onu imha etmeli ve onun yerine egoistlerin birliği’ni kurmalıyım..’

‘devlet için hiç kimsenin kendi iradesine sahip olmaması şarttır ; biri kendi iradesine sahip olursa devlet onu dışlar , hapseder ya da sürer ; herkes kendi iradesine sahip olursa , devletten kurutulur.. devlet efendilik ve kölelik olmadan düşünülemez ; çünkü devlet içerdiklerinin hepsinin efendisi olmayı amaçlamalıdır ve bu iradeye ‘devletin iradesi’ denir.. benim içimdeki kendi iradem devletin katilidir ; bu nedenle devlet tarafından ‘özirade’ (inatçı) olarak damgalanır.. kendi iradem ile devlet ölümcül bir düşmanlığın taraflarıdır ; aralarında ‘ebedi barış’ olması mümkün değildir..’ 

‘ben hiçbir hak talep etmiyorum ; dolayısıyla hiçbir hakkı tanımam gerekmez.. kuvvetle alabileceğimi kuvvetle alırım ve kuvvetle alamadığım şeye hakkım yoktur ; her zaman baki kalan hakkımdan söz ederek hava atamam veya avunmam.. hak verilmiş ya da verilmemiş –bu beni ilgilendirmez ; ben güçlüysem kendimden alırım ve başka bir yetkilendirmeye ya da izne ihtiyacım yoktur..’

‘kendisine sahip olmak için başkalarındaki irade eksikliğine bel bağlayan , başkalarının yarattığı bir şeydir.. efendi kölenin yarattığı bir şeydir.. itaat sona ererse , efendilik de sonra erer..’ 

MAX STIRNER (1806 – 1856) , ‘Ego ve Biricik..’

(Max Stirner – Çizim : F. Engels..)

‘Anarşizm , Bir Düşünce Ve Hareketin Tarihi’ , GEORGE WOODCOCK , Çeviri : ALEV TÜRKER , KAOS Yayınları , Kasım 1996..

‘üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim..’ – Ulrike Meinhof

‘dünyayı , bu acımasız ayrımı izleyerek algılayan biri için , artık normal , masum , doğal olan hiçbir şey yoktur.. her küçük ayrıntı ‘yanlış hayat’a dayandırıldığından , kuşkuludur.. kişi , hoşuna giden , beğendiği şeyler konusunda , iki kat dikkatli olmak ve daha fazla kuşkulanmak zorundadır.. adorno , sakatlanmış yaşamdan yansımalar’ında şunları yazar : ‘artık zararsız olan hiçbir şey yoktur.. çiçeklerin üzerine düşen şiddet gölgesi görülmediği anda , bahar dalı bile yalana dönüşür ; ‘ne kadar hoş’ gibi masum bir ünlem bile mide bulandıracak kadar nahoş bir varoluşun mazereti olur.. artık güzellik ve avuntu yoktur – korkunç olanı gören , ona dayanabilen ve olumsuzluğun avuntusuz bilinci içinde yine de daha iyi bir dünya olasılığına bağlı kalan bakıştan başka..’

 

‘ulrike meinhof’un da bu melankoliyi iyi tanıdığına ilişkin işaretler var.. ulrike’nin , sık sık bir saniyeden diğerine şiddetli bir depresyonun içine düştüğünü anımsayan ruth waltz , bir defasında ulrike’nin eve geldiğini , mevsimlerden ilkbahar olduğu için güneşin odayı iyice aydınlattığını , masanın üzerinde içinde laleler olan bir vazo durduğunu , bu görüntü karşısında ‘çok melankolikleşen’ ulrike’nin şöyle dediğini anlatmıştır : ‘ne kadar güzel.. ne kadar aydınlık.. insan neden hep böyle yaşayamıyor..’ 

Alois Prinz..

 

‘beyninizin infilak edeceğini , (kafanızın parçalanacağını , patlayacağını) , omuriliğinizin beyninize sokulduğunu hissedersiniz..

ruhunuzu da dışarı itiyormuşsunuz hissine bir türlü engel olmazsınız..

hücreniz hareket ediyormuş gibi gelir size.. uyanırsınız , gözünüzü açtığınız gibi hareket etmeye başlayan hücre , öğleden sonra güneş girdiğinde aniden durur.. hareket hissinden bir türlü kurtulamazsınız..

herhangi bir sübapı olmayan çılgın bir saldırganlık.. en kötüsü bu.. sağ kalma şansınızın olmadığını bilmeniz..’ 

Ulrike Meinhof  (Mektupları , Tecrit Hücresinde Yaşadıklarından..)

 

‘ya sorunun bir parçasısın ya da çözümün.. ikisinin arası yok..’ 

Ulrike Meinhof

 

‘üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim..’ 

Ulrike Meinhof

 

‘Ulrike Meinhof – Üzgün Olmaktansa Öfkeli Olmayı Yeğlerim’ – ALOIS PRINZ , VERSUS Yayınları , Çeviri : SÜHEYLA KAYA , Kasım 2008..

‘düşünce özgürlüğü kavramını bu açıdan ele alırsak , dememiz gerekir ki , bu özgürlük bize dışarıdan verilmez , ÇÜNKÜ..’ – MELİH CEVDET ANDAY

‘düşünce özgürlüğü..’

‘demek ki insanoğlunun içgüdüden düşünmeye atlaması ve düşünce yaratması için , çok ilkel de olsa , toplumu kurması gerekir.. buna ‘bir arada çalışmak’ da diyebiliriz.. insanoğlu bir arada çalışarak ve bir arada çalıştığı için düşünmeye başlamıştır.. ona ‘düşünen hayvan’ denmesi bundandır.. zamanla ‘dil’i doğuracak olan da kuşkusuz bu yetidir.. burada önemli olan , düşünme ve düşünce için en az iki kişinin var olması koşuludur.. başka bir deyişle , düşünce bir kişiden başka bir kişiye aktarılabilen bir im demektir.. insanoğlu bu aktarma işini en yetkin olarak ‘dil’ ile başarmıştır.. ‘dili yaratmasının nedeni’ budur demiyorum , çünkü dil , ne denli ilkel olursa olsun , insanda düşünme yetisini biçimlendiren başlıca güçtür.. ‘peki insanlar konuşmaya başlamadan önce’ sorusunu bir bilgin ‘ ne denli geriye gidersek gidelim ,dili bulacağız’ biçimde yanıtlamaktadır.. öyle ise dil ile düşünce arasında benzerlik değil , özdeşlik vardır ve dil , düşüncemizin başkalarına aktarılması demektir.. bu kadar açık..

düşünce özgürlüğü kavramını bu açıdan ele alırsak , dememiz gerekir ki , bu özgürlük bize dışarıdan verilmez , çünkü verilemez ;  o düşünmenin (ve elbette dilin) doğasında vardır.. imdi ‘düşün düşünebildiğin kadar , bunların söylenebilecek olanları ile söylenemeyecek olanlarını ayır’ demek , geçekte düşünmenin özniteliğini yok saymak anlamındadır.. çünkü düşünme bir anlatım biçimidir , buna yasak konamaz.. yasak konması , insanoğlunu ‘arpacı kumrusuna’ ya da ‘ispinoza’ benzetmek anlamına gelir.. oysa arpacı kumrusu ile ispinoz düşünmez , düşünemez.. biz düşünüyorsak , başkalarına aktarabildiğimiz ölçüde düşünüyoruzdur , konularak , yazarak.. ‘fikir suçları’ diye bir şey yaratanlar , demek düşünmeyenler , düşünemeyenlerdir..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Düşünce , Düşünme’ , Bayram Gazetesi , 28.08.1985..

‘esin..’

‘düşler olsun , anılar olsun ya da anı ile düş karışığı bu tür olaylar bir ozanın , genellikle bir sanatçının çalışmasında ne zaman , nasıl kendini gösteriverir , bilinmez.. belki bizim ‘esin’ dediğimiz budur , dışarıdan , yukarıdan değil de , kendimizden , içimizden seslenir , görünür bize.. peygamberlere gelen vahiy de öylemidir dersiniz.. anlığın algılama doğasında ani bir değişiklik.. buna doğanın bir gizini eklemekte de yarar var sanırım.. doğa bir gün bize her zamankinden başka türlü görünebilir ve  bizim aklımızı allak bullak eder.. neden olmasın.. yoksa şiir ve genel olarak sanat biz de başka bir doğa izlenimini nasıl uyandırabilirdi.. rüyalarımıza , düşlerimize boş verip geçmeyelim , onlar da bu bildiğimiz doğanın karmaşıklığı içinde oluşmuyor mu..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Gelip Gidiyor muyuz’ Cumhuriyet  , 12.04.1991..

‘şöyle diyordu valery : ‘şiirin ilk dizesi tanrıdandır , ondan sonrası matematiktir..’ burada ‘tanrı’ sözünü ‘esin’ olarak yorumlayabiliriz ; demek ozan sezgilerinin çevreninde esini yakaladıktan sonra , yöntemini matematiğe dayamaktadır.. belirtmeden geçmeyeyim , esinin ancak araştırıcıya geldiği gerçeği , bilim adamı için de ozan için de doğru çıkmaktadır.. james d. watson , dna yapısı üzerinde onca kafa yormasaydı , iki sarmalın esini onun yanına uğramayacaktı..’

MELİH CEVDET ANDAY , ‘Müzik ile Fizik’ , Cumhuriyet , 25.12.1987..