Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

SARIIIIIIIIII.. KIRMIZI..

SARIIIIIIIIII.. KIRMIZI..

‘günler geçiyor.. aylar , yıllar geçiyor.. şairin dediği gibi ‘yırtarak geçiyor kalbimizden hayatı da törpüleyen zaman..’

sessizce oturuyorum günlerdir.. çevremi , dünyayı izliyorum.. nereye doğru bir gidiş demiyorum zaten cehennemin tam ortasında yol alıyoruz..

başlamadan ‘aylakadamız’ın yeni sunucuya taşınması için günlerce emek harcayan ‘reis’e teşekkürlerimi sunuyorum.. sitenin fikir babası ve yaratıcısı kendisiydi , yaşaması için de elinden gelen her şeyi sonuna kadar yapıyor ‘reis’..

günlük oynanan tiyatrolar üzerine bir şeyler yazmak istiyorum kaç zamandır.. yazıyorum siliyorum.. tıpkı senin gibi ‘yalanım..’ hani yazardın da sonra birden tuşlara basıp silerdin ya , vazgeçtim yazmaktan derdin ya ona benziyor işte..

ama benimkisi öfkemden dolayı vazgeçişler.. yazıyorum yazıyorum sonra siliyorum.. kocaman kocaman yağmak istiyorum.. işte o an ne yapılmak istendiğinin farkına varıyorum ve susup duruyorum.. küçücük dünyalarımıza hapsedilmiş biz insanları artık son noktaya getirip toplu şekilde çıldırtmak ya da toplu şekilde teslim almak istiyorlar..

böyle öfkeli anlarımda kendime daha fazla zarar vermemek için kendi dünyamın derinliklerine doğru inerim , kitaplardan filmlerden oluşan küçücük yaşam alanıma çekilirim işte.. ya kitap ya müzik ya dergi ya filmlere dalarım..

gerçi bu gidişle yakında oralara da el atacaklar.. anayasadan ve milletten aldıkları yetkiyle bizim için ‘zararlı’ dergi , kitap , müzik ve filmleri de ya yasaklayacaklar ya da yaş sınırı getirecekler.. çıldırmamak ve gülmekten kırılmamak elde değil..

koskoca adamlar çıkmış ‘biz gençlerimizi , insanlarımızı düşünüyoruz ve onları koruyoruz’ diyorlar.. 

yalan bu cümlelerin her yerinden fışkırıyor.. siz kimsiniz kardeşim , insanları koruyoruz diyorsunuz.. insanların anası babası mısınız , insan terbiyecisi misiniz.. özgürlük , özgürlük dediğiniz hikayeler bunlar mı.. yaşam alanlarını gasp etmek mi..

insanlar 18 yaşında size ya da başkasına oy verebiliyor , anayasa değişikliği için evet ya da hayır oyu verebiliyor bunda mahsur yok.. askere 20 sinde gidebiliyor.. silah ruhsatı almak isterse alabiliyor , sonra o silahla istediğini ya da kendisini vurup katil olabiliyor.. bunda da mahsur yok.. ehliyet alıp olası trafik canavarı ya da mağduru olabiliyor.. şirket kurabiliyor.. istediği dine inanıp ,  her türlü dini vecibelerini yerine getirebiliyor.. internete girebiliyor.. siyasi partilere üye olabiliyor.. sigara içip kanser olabiliyor.. hormonlu ya da genetiğiyle oynanmış katkılı yiyecekler yiyip kanser olabiliyor.. evlenebiliyor ve 18inde evlenince 3 sene içinde emir üzerine 3 çocuk yapabiliyor ve bu çocukları büyütmeye onları yetiştirmeye başlayabiliyor vs vs.. bunlar yapabildiklerinin sadece bazıları..

ama ne yapamıyor artık içki içemiyor , bir bira alamıyor.. niye burada yüce devlet mekanizması giriyor devreye ve ‘aman cicim diyor sana , sağlığına , ruh sağlığına zararlı olabilir , accük daha bekle 24’üne kadar.. sonra iç..’

ya komedi işte komedi.. her türlü abuk subuk ölümün yaşandığı ülkemizde sağlığımız bir alkolden korunuyor.. ha bu arada sigara mı , isteyen alabiliyor sigara , sonuna kadar serbest.. ona yasak yok.. çünkü sigaradan korumaya gerek yok gençleri de insanları da.. koydular gösterme yasakları ; toplu yerlerde , kapalı yerlerde içilemiyor filan diye.. hikaye herkes her yerde içiyor.. yazın sonuna doğru bir iş için gittiğimiz urfa’nın çok güzel ve yeni adliye binasında memurları ya da vatandaşları ellerinde yanan sigarayla ya da altınlı gümüşlü tabakalarından urfa tütünüyle sigara sararken koridorlarda gördüğümüzde arkadaşımla gülmekten kopmuştuk.. sonra bir mübaşire sorduğumuzda ‘burada yasak yok ve uygulanması imkansız’ demişti..

sonra bir gün sorulunca ‘ee biz ne yaptık ki , aksırıncaya tıksırıncaya kadar zaten içiyorlar’ diyor.. bu haberi de internetten tam biz mekanda topluca aksırıp tıksırıncaya kadar içerken okudum.. haber yeni düşmüştü ajanslara.. sesli olarak okuyunca kendileri okumaya başladılar tüm arkadaşlar yanıma yanaşıp çünkü kafa buluyorum zannettiler.. okuduklarında gözleri faltaşı gibi açıldı.. hemen esip gürleyip yağanlar oldu , susup içinden daha beter yağanlar oldu.. kardeşim etki tepki meselesi işte.. sempatik olmayı bileceksiniz.. madem bir şey yapıyorsunuz insanları incitmemeye çalışın.. özgürlük özgürlük diyorsunuz sonra ne farkınız kalıyor böyle yapınca eleştirdiğiniz kesimlerden.. hikaye..

şimdi trilyonluk yalılarında ya da residance mıdır nedir oralarda oturup sıcak şaraplarını içerken bu haberleri yorumlayan ve devamlı size tam gaz destek veren liberal geçinen ama kendilerine liberal olan liberaller ve sarı solcuları merak ediyorum.. tek başlarına kaldıklarında yani kendi içlerine konuşup düşündüklerinde ne düşünüyorlar , ne diyorlar çok merak ediyorum.. çünkü onlarda yürek yoktur çıkıp kamuoyunun önünde bu durumu eleştirsinler..

her neyse bu meseleye fazla takılmayayım diyeceğim ama geçenlerde zap yaparken tesadüfte olsa çıldırma noktasına geldiğim anlardan birisi oldu.. mürekkep yalamış , okumuş , eserler vermiş birisi olarak bildiğimiz pek sayın murat bardakçı hazretleri canlı yayında fatih altaylı ile  yaptıkları programda şöyle buyurdu ‘alkol meselesi zapturapt altına alınmalı..’ evet evet aynen böyle dedi.. birçoklarınızın severek okuduğu ya da dinlediği murat bardakçı böyle dedi.. pek demokrat fatih altaylı bile bu söz üzerine durumu toplamaya çalıştı , sözü geri alması için yada düzeltmesi için manevralar yaptı ve onu da sonunda sinirlendirdi bu laf.. bilmiyorum , bilmek ve anlamak da istemiyorum murat bardakçı’nın derdini bu lafı söyledikten sonra..

gelelim aksırıp tıksırma meselesine.. kardeşim yaşam tarzı , giyim kuşam , özgürlük falan diyorsunuz bari samimi olun.. 8 senedir iktidarda olan partisiniz , şimdi mi aklınıza geldi anayasadan aldığınız yetkiyle insanları gençleri korumak.. 8 senedir neredeydiniz.. 8 senedir siroz olan , karaciğer yetmezliği yaşayanlar veya içki nedenli diğer hastalıklara yakalananlar ne olacak.. şimdi onlar yada yakınları kalkıp size dava açmasınlar yahu.. aman bu konuda da bir düzenleme yapılsın tez vakit lütfen.. yeminlen sizi düşünüyorum.. maazallah tazminatların altından kalkamazsınız sonra benden söylemesi..

ayrıca neden 24 yaş.. ben bir de buna çok taktım.. neden 25 yada 23 değil.. 24 yaşına kadar ne oluyor kardeşim.. ha diyorsunuz ki 24’e kadar içirmezsek sonra hiç içmez mi.. böyle mi diyorsunuz.. böyle bir bilimsel çalışma mı yayınlanmış , bilimsel bir makale var mı kardeşim.. varsa biz de okuyalım da.. 24 e kadar içmeyen insan 24 ünden sonra daha beter içer be agalar.. hem öyle aile terbiyesi , insan eğitimi filan boş işler bunlar.. biz iki kardeşiz , babamız 65ine merdiven dayamış , hayatı boyunca hiç içki içmemiş olduğunu söyler ve söylerler.. bununla da gurur duyar.. ha biz iki kardeş ne durumda mıyız aksırıncaya tıksırıncaya kadar içeriz.. üstelik benim kardeşim koyu bir alkol karşıtı olmasına rağmen kendiliğinden 20 sinden sonra içmeye başladı.. ne teşvik eden ne de yasak koyan vardı ona.. ha biz iki kardeş kötü insanlar mıyız kesinlikle değiliz.. insanlığa , topluma her şekilde faydamız oluyordur biraz eminim..

her neyse agalar hükümetsiniz dilediğinizi yaparsınız.. kimse bir şey diyemez.. çünkü o sizin takdirinizdir.. seçimle gelip iktidar olmuşsunuz kimsenin müdahale şansı yok bu konuda.. yarın başka parti gelir başka türlü ülkeyi yönetir.. bu böyle gelir gider..  kimse ilelebet oturamıyor malum o koltuklarda.. 37 yaşımdayım kimler geldi geçti gördük bu ülkede.. bir daha gitmez diyenler unutuldu gittiler.. o yüzden kimse sizin iktidardayken yaptığınız icraatlara eleştiri getirmek , tartışmak dışında bir şey diyemez.. ama o icraatlar arasına insanların yaşam alanlarına yönelik müdahaleler (saçma sapan , hukuka dayanmayan , bilimsel gerçeklerle örtüşmeyen nedenlerle) girerse o icraatlara karşı sesler yükselmeye başlar..

hani şimdi tarih pek moda ya ve şimdi dizilere de müdahale ediliyor ya.. o yüzden tarihten örnek vereyim diyeceğim ama pek bir bilinen şey olacak.. dördüncü murat mı kimdi bilmiyorum , bana zorla okutulan tarihte öğretilmişti.. bu padişah asmış kesmiş ama engelleyememiş içki , sigara içenleri.. aynı hızla devam etmiş içenler ve çoğalmışlar toplumda.. ee ne oldu dördüncü muradı neyle hatırlıyoruz şimdi tarihte.. içki , sigara yasakçısı vs..

işin uygulama kısmına gelince bu yasaklar içki kullanımını azaltmaz agalar beyler.. tersine arttırır.. hele 20 cclik içkilerin satışının yasaklanması tam komedi.. şimdi adam 20 cclik rakı alıp içiyordu.. yetiyor bu diyordu.. 20 cclik rakısı bitince içki de bitiyordu yani adam istese içemiyordu.. ee şimdi ne olacak adam ya da kadın evine giderken 35 lik ya da 70lik alacak ya da daha ekonomik diye litrelik rakı alıp götürecek.. işte mesele burada başlayacak adam ya da kadın 20 lik içerken şimdi masada kuzu gibi 35 lik yada 70 lik duruyor olacak gözünün önünde ve ver bir duble daha , ver bir tek daha filan derken alkol tüketim oranı günde 20 likten 70liğe litreliğe kadar varıp ‘aksırıp tıksırıncaya’ kadar içmiş olacaklar.. ha bunun tek çözümü var komple yasaklayacaksınız.. ama o zamanda ne olur biliyor musunuz o pek mükemmel dediğiniz ama icra dosya sayılarının ecevit hükümeti döneminin kat be kat üstüne çıktığı günümüzde sahte geçici önlemlerle ayakta duran ekonominiz çöker komple.. bu ülkede en yüksek vergileri alkol , sigara ve benzinden alıyorsunuz malumunuzdur.. hadi komple yasaklayın görelim sizleri.. o zaman benzini herhalde 20 lira yaparsınız toparlayabilmek için.. içki içenlere en azından bu vergiler yüzünden biraz saygı lütfen , saygı..

bu içki muhabbeti çok uzadı ve ben başka meselelere giremedim daha.. devamlı aksırıp tıksırarak içtiğimden içimdekileri biraz kusmak istedim sadece.. yoksa şükür 24 ü çoktan geçmişim , öyle galalara ya da kokteyllere filan da gittiğim yok.. işim olmaz.. yani kısacası bu yasağınız bana değmiyor , şimdilik.. ama yine de rahatsız ediyor insanı işte.. umarım bu konuda daha fazla rahatsız etmezsiniz insanları..

alkol meselesini ancak bitirdik.. oysa daha heykel ve büyük galatasaray meselesi vardı.. hele galatasaray vakası yok mu ah ah durup dururken tekrar cimbom aşkımı körükledi.. kendimi bildim bileli galatasaraylıyım.. sarı kırmızı renklere küçükken vurulmuştuk.. lise yıllarımda hiçbir maçını kaçırmazdım.. ta ki kar altında oynanan werder bremen avrupa kupası maçına kadar.. o maç öncesi ve sonrasında sekiz saat boyunca tipi yağan sulu kardan ıslanıp çok fena hasta olmuştum , ses tellerim geri dönüşü olmayacak şekilde zarar görmüştü.. bir ay boyunca konuşmam yasaklanmıştı çünkü ses tellerimi tamamen kaybetme riski vardı.. iyileştim ama o maçtan sonra gelen bu hastalıkla tribünlerden jübilemizi aile zoruyla yapmıştık..

sonraları da top meselesinden soğumuştum politik nedenlerle.. iç ve dış politikada futbol sonuna kadar kullanılmaya başlanmıştı egemenler tarafından.. bu soğumaya rağmen galatasaraylılık kalbimizde yaşıyor , damarlarımızda kan kırmızı akıyordu.. neyse işte geçenlerde cimboma yeni stadyum yapmışlar , onun açılış töreni sırasında bazı ıslıklı filan protestolar olmuş.. sonra da çeşitli çevrelerden malum açıklamalar arka arkaya geldi..

kafama en çok takılan sanki sadaka veriliyormuş gibi galatasaraya stadın verilmesiydi.. yıllar boyunca bu ülkenin asla kimse tarafından yapılamayacak reklamını yapmış olan galatasaraya bir lütufmuş , bir sadakaymış gibi stat veriliyordu.. galatasarayın hiçbir katkısı yokmuş falan filan.. 70 milyonluk ülkede en azından 30 milyon galatasaraylı var , bu stadın inşaatı da işte o galatasaraylıların ve diğer vatandaşların vergileriyle yapılıyor.. cebinizden yapmıyorsunuz o statları.. galatasaray’ın üst hakkı olan ali sami yen stadını ihaleyle verdiniz işte başkalarına.. o yeter zaten on stat yapmaya.. benim tavsiyem milletin içkisiyle filan oynayın ama galatasaraylılarla uğraşmayın bence.. nerden baksan 30 milyon galatasaraylıdan en az 15 milyon oy kullanan vardır.. bu oylardan kaybetmek istemezsiniz değil mi.. bu konuda birkaç laf da sayın başkan adnan polat’a.. başkan yakışmadı size.. galatasaraylılık bu değildir.. galatasaray tarihine biraz baksın.. öyle kameraya bakıp stada sokmayacağız ıslık çalanları demek galatasaraylılık ruhuyla bağdaşmaz.. yakışmadı sayın başkan..

neymiş ıslıklama olmuş.. ne yapmaları gerekiyordu , insanların damarına basan konuşmalar nedeniyle tepki vermesi gerekiyorsa..

benim sizlere önerilerim var çünkü bu tür ıslıklamalar filan devamlı olmaya başladı.. daha öncede bir milli basket maçında da olmuştu.. önerilerim şöyle : bu tür vakalar olunca derhal stadın ya da salonun kapıları kapatılsın , tüm stat veya salon gözaltına alınsın.. eğer kulüpler düzeyinde bir maçsa ev sahibi takım derhal küme düşürülsün , yönetimleri tutuklansın.. tarihte statlarla da ilgili acı anılar var.. gerek latin amerika gerekse irlanda da statlarda acı olaylar yaşanmıştı.. işte bu olaylardan hareketle örnekler alınarak statlarda bu tür olaylar olunca açık hava hapishanesine çevrilsin statlar ve içindekiler gözaltına alınıp salıverilmeden derhal yargılanıp o stadyumlarda ömür boyu hapse mahkum edilsinler..

 diğer bir önerim statlara maç izlemeye gidenlere olası ıslıklı protestoları önlemek için stada girerlerken zorla hepimizin çocukken yediği leblebi tozu yedirilsin ve sıvı namına stadyuma hiçbir şey sokulmasın.. böylece ıslıklı protestolar önlenmiş olur.. malum leblebi tozu yiyen sıvı bir şey almadan zor ıslık çalar.. hem bu ıslıklama önlenirse karşı takım da ıslıklanmaz , böylece takımlar arasında kardeşlik ve barış sağlanır..

yine stadyumlara müsabakaları izlemeye gelenlerden sabıka kaydı istensin ve geniş gbt taramaları da yapılsın..

ayrıca aksırıp tıksırıp içerek stadyumlara gelen ve protestocu olma olasılıkları yüksek insanları önlemek için turnikelerde  alkol kontrolü yapılsın , geçemeyenler içeriye alınmasın..

sonra mı süt liman baba ortalık oh ne güzel.. gir maçını izle gör bak var mı ıslıklayan.. ha bu projeler tutmadı mı o zaman yine kökten çözüm seyircisiz oynatın maçları herkes evinden izlesin yahu.. hem böylece sadaka olarak verilecek stadyum yapmaya da gerek kalmaz.. oldu da bitti maşallah..

(mehmet aksoy – insanlık anıtı..)

son olarak da accük heykel meselesine gireyim.. ya agalar beyler yapmayın bakın seçim zamanına geliyoruz.. yeterince antipatik hareketler yapıyor her kesimden herkes.. bir de siz  taşlara kafayı takmayın.. tüm illere gidiyoruz , her ille ilgili illa ki bir şey söyleyeyim mantığıyla hareket etmeyin.. ne gereği vardı işte heykel meselesinin.. daha yakın zamanda allonoi meselesi olmuştu.. ondan ders alınmadı şimdi kars’ta eski kendi belediye başkanınızın ön ayak olup ve kendi kültür bakanınızın onay verdiği insanlık anıtı heykeli meselesi hortladı.. benim şahsen sevmediğim bir şarkıcı allonoi’nin baraj suları altında kalacak olmasına tepki verdi , adamı nefes aldığına pişman ettiler.. bakanın teki kalkıp o şarkı söylemeye , müziğine baksın , anlamadığı işlerle uğraşmasın dedi.. güler misin ağlar mısın.. yahu adam kendi çapında bir sanatçı hem de dünyaca ünlü.. adamı sev sevme , adam tarihi bir yer katledilmesin diye fikrini söylüyor.. vay vay , vay babam vay.. adamı bin pişman ettiler.. herkes susacak bu ülkede , bir kendileri konuşacak.. biz şakşakçılık yapacağız.. tıpkı kendi milletvekilleri gibi.. başkanları kürsüden karayolları haritası gösteriyor , hurra alkış tufanı.. ‘durun yahu’ diyor , ‘bu esas harita değil , niye hemen alkışlıyorsunuz..’ alkışlayacak tabi , adam alışmış şakşaka.. ezbere alkış hurra.. bence bu tip parti toplantılarında a partisi olsun b partisi olsun tüm partiler için önde amigolar gibi ya da televizyon programlarında alkış işareti veren görevliler gibi bir şakşak görevlisi istihdam edilsin.. böylece olası alkış kazalarının önüne geçilmiş olur..

(mehmet aksoy – 1 mayıs 1977 heykeli..)

neyse meseleden yine kaydık başka yerlere , biz heykele dönelim.. işte malum ‘ucube’ kelimesi söylendi orada.. ya heykeli sen yaptırtmışsın , anıtlar kurulu , kültür bakanlığı onay vermiş.. heykelin kaba inşaatı bitmiş.. sonra politik ayrılıklar oluşmuş ve heykel yarım kalmış.. simgesel olarak ve fikir olarak çok güzel bir girişim.. tamamlanınca daha da güzel olacak eminim.. hemşerim mehmet aksoy’u fazla tanımam.. eserlerini denk geldikçe gördüm.. özel bir ilgim olmadı.. bu olaydan sonra iyi bir daldım mehmet aksoy’un eserlerine.. bunda ‘sarı’nın katkısı var biraz.. gerçekten mükemmel eserleri var ustanın.. hayran kalmamak elde değil.. insanlık anıtı heykeliyle ilgili konuşmalarını da dinledim ve gerçekten ona yapılan bu haksızlığa çok üzüldüm..

(mehmet aksoy – anlamak..)

heykele daha önce izin veren anıtlar kurulunun bu kez yıkılması gerekir diye karar vermesi daha da korkunç bir olay..

hele bir partinin il başkanının konuşması vardı ki ağlamak istedim.. bu beyefendiye göre efendim heykelin bir parçası türk’ü simgeliyormuş , diğeri de ermeni’yi.. türk kısmı mahçup bir şekilde elini ermeni’ye sanki özür dileyerek uzatıyormuş , bu da bizim ülkemizi küçük düşürüyormuş.. muş muş muş muş muş muş muş muş muş muş.. ne dersiniz bu çözümlemeye.. kimse kimseye değil artık heykeller bile el uzatamayacak birbirlerine bu ülkede.. o bile yasak.. taş kesilsen ne yazar , yassah kardeşim işte..

(mehmet aksoy – kayıp anaları..)

bu saydığım acayiplikler kafka’nın romanlarında , cronenberg’in filmlerinde bile rastlamadığım derecede acayiplikler.. gerçi mehmet aksoy’un başına yıllar önce de ‘tükürürüm böyle heykellerin’ içine olayı gelmişti.. kendisi alışkın biraz bu ülkede bir sanatçı olarak aşağılanıp , horlanmaya..

ne acı olaylar bu çağda değil mi.. ben hep susmak istiyorum bu durumlarda üzüntümden.. susup içime içime ağlamak istiyorum.. hele bu heykel meselesinden sonra devamlı gözlerimin önüne talibanların afganistan da binlerce yıllık buda heykellerini dinamitle havaya uçurması geliyor.. insanlığın hafızasına kazındı o görüntüler.. şimdi mehmet aksoy diyor ki dinamit koymadan zor yıkılır o heykeller.. ne olur ‘ucube mucube’ filan diyin ama aynı görüntüleri yaşatmayın bu ülkeye..

(mehmet aksoy – nelson mandela..)

daha yazılacak onlarca konu var , çok doluyum ama oturup artık biraz mola verip aksırıp tıksırıncaya kadar içerek ucubeleşmek istiyorum müsaadenizle..

gülüşünüzle , sanatla ve heykelle kalın aylaklar..’

Crockett..

ZEHİR-ZIKKIM.. – AYDIN BOYSAN

ZEHİR-ZIKKIM..

‘zıkkımlanmak’ diye bir deyim kullanmak , alışkanlıklarımız arasındadır.. anlamını bilir bilmez kullanırız.. niyet ‘zıkkımlananı’ batırmaktır.. niyetin bu olduğunu bilene , bu bilgi yeter , batırır durur.. ya ne demektir bu zıkkımlanmak.. ne demek istenir..

açıklayalım : zıkkım sözü , o güzelim dayanaklı çiçek ‘zakkum’dan kaynaklanır.. en çok saygı ve sevgi duyduğum bir çiçek türüdür.. nazlı çiçeklerden değildir , cömert çiçek açar.. önemli başarısı , az su ile yaşamını sürdürebilmesidir.. ülkemizde de çok bilinen ve sevilen bir türdür..

(dostum fethi naci de , ben de çiçek olarak zakkumu severiz.. her ne kadar yenince zehirler ise de çiçeği yiyen insanlara acımak gerekmediğini düşünürüz..)

zakkumu , yalnız insanlarımız değil , hayvanlarımız da iyi tanır.. örneğin hiçbir eşek zakkum yemez , çünkü zakkumun zehirli olduğunu bilir.. her eşek anasından , zakkumun zehirli olduğu bilgisiyle doğar.. yeni doğmuş sıpa açlıktan kıvransa bile zakkum yemez.. bu özellik eşeklerde hayranlık veren bir doğuştan bilgi türüdür..

zakkum , müslümanlığın doğduğu ülkelerin de bitkisidir.. tıpkı hurma gibi.. bizim ülkemizin eşekleri de hurmayı yemesini bilir de zakkum yemezler..

hayvanlar zararlı yiyecek ve içeceği , insanlardan çok daha doğru ayırt ederler..

softalarımız da hayvanların bu özelliğini iyi bilir.. örneğin hayvanların bu özelliğini öteki insanlara öğretirler de..

bir softa , köy kahvesinde sorar :

‘besin ürünleri doğal olmalıdır.. üretilmiş ürün kullanılmamalıdır.. hiçbir hayvan , örneğin hiçbir eşek , doğal olmayan malzemeyi midesine almaz.. bir eşeğin önüne bir kapta su bir kapta rakı koysan , elbette yalnız suyu içer.. neden..’

kahvenin öbür köşesinde oturan bektaşi açıklar :

‘eşekliğinden..’

içmekte , yalnız zevklenme amacı olduğunu sanmak , yanlış düşünce.. neden mi içilir.. soru zor da , cevabı daha zor.. şairimiz turgut uyar’ın şiiri de sorularla bitiyor : ‘böyle , bu sazlı bahçe neresi / nasıl da içiyorum ölürcesine / sahnede bir bezgin kadın / bir gariplik vermiş sesine / o niçin şarkı söylüyor şimdi / ben neye ağlıyorum..’

anlamazlar ki..

 

AYDIN BOYSAN..

Uzun Yaşamanın Sırrı , Aydın Boysan , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , Ekim 2008..

19 OCAK 2007..

Ruh Halimin Güvencin Tedirginliği


Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.
Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı… Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum.Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.
Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.
Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum
Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı.
Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.
O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.
Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.
Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.
“Ya sabır” çeke çeke…
Ama dönülmedi.
Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.
Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.
Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım… Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.
“Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca.
Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.
Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum.
Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.
Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.
Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.
Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.
Tek silahım samimiyetim
Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.
Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.
Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti.
Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.
Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.
İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:
“Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.”
Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.
Kara mizah
Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.
“Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek.
Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?
Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.
“Türk Devleti adına”
İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.
Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?
Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.
Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor.
Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde.
Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?
Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?
Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?
Başsavcının çabasına rağmen
Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?
Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.
Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı.
Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.
Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.
Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.
(Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)
Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.
Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.
“Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren.
Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim…
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.
İşte size bedel
Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?
“Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?”
Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi…
İşte size bedel… İşte size bedel…
İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?
Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?
“Ölüm-Kalım” dedikleri
Kolay bir süreç değil yaşadıklarım… Ve ailece yaşadıklarımız.
Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.
Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında…
O noktada hep çaresiz kaldım.
“Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.
İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.
Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.
“Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.
Kalmak ve direnmek
İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan’a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
“Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama… Tıpkı 1915’teki gibi çıkacaktık yola… Atalarımız gibi… Nereye gideceğimizi bilmeden… Yürüyerek yürüdükleri yollardan… Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı…
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere… Her neresiyse.
Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.
Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum.
Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.
Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim.
Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.
Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

HRANT DİNK

Agos Gazetesi , 19 Ocak 2007

‘yeraltında kör bir köstebektim..’ – Charles Bukowski

‘siz bana nehirlerden ve yağmurdan söz edin , ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri anlatayım , kadınsız ve işsiz ve ülkesiz , verilenden daha iyi bir yaşamı hayal ederek , akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla..’

‘herkesin savaştan yana olduğu bir dönemde savaşa karşıydım.. iyi savaşı kötü savaştan ayırt edemiyordum -hala edemem.. ortalıkta henüz hippiler yokken hippiydim ben ; beat kuşağı gelmeden önce beat’tim..

bir protesto yürüyüşüydüm tek başıma..

yeraltında kör bir köstebektim ve ortalıkta benden başka köstebek yoktu.. daha henüz yer altı oluşmadan yer altı’ydım ben.. pis genç bir adamdım..

ben hip’tim zaten..’

Charles Bukowski..

‘yalnızlık gittikçe daha tatlı bir hal alıyor , bir zamanlar hapis yatan bir adam tanırdım.. onu deliğe tıkmışlardı..

ona ‘şimdi dışarı çıkmak istiyor musun’ diye sorduklarında , ‘hayır’ dedi.. yine de onu çıkardılar.. deli olduğunu düşünüyorlardı.. gördüğüm en akıllı adamlardan biriydi.. evet , evet..’

Charles Bukowski..

‘bir yazar yazacağı bir sonraki satır kadar vardır.. onun gerisinde kalanlar bir bok ifade etmez.. eğer o bir sonraki satırı yazamazsanız , insan olarak ölmüşsünüz demektir.. sadece bu bir sonraki satır , daktilo döndükçe ortaya çıkan bu satır vardır , bu sihirdir , gürlemedir , bu güzelliktir.. bu ölümü yenebilecek tek şeydir..’

Charles Bukowski..

CHARLES BUKOWSKİ & BEAT KUŞAĞI , Çeviri : ARTEMİS GÜNEBAKANLI, ALTIKIRKBEŞ Yayınları ,  Türkçe Edisyonu Hazırlayan : ŞENOL ERDOĞAN , AVİ PARDO’nun çevirilerinden yararlanılmıştır , 2. Baskı Ocak 2011..

METİN GÖKTEPE.. (10 Nisan 1967 – 8 Ocak 1996)

metin’e metin bir metin..

metin’in kafasında bir darp var
polis karakolundan morga kadar
mosmor
bir darbe var
yüreğimizde beynimizde
soruyor bir işaret fişeği
biz ölerek mi yaşamayı
öğreneceğiz hala..

CAN YÜCEL

‘YENİ YILDAN TOM WAITS GECESİNE..’

‘YENİ YILDAN TOM WAITS GECESİNE..’

 

‘n…ma.. 

bugün çok özledim seni..

belki gelir

seni güldürürüm diye düşündüm..

ya da sen gülerken

beni mutlu kılmak için güldüğünü..

 ÜMO..’ 

‘yeni yıl yazılarını , yıl dönümleri yazılarını yazmayı sevmem daha doğrusu beceremem.. uzun süre bekledim diğer ‘agalar’ belki yazar bir iki yazı diye ama yazmadılar.. şaşardım zaten bir iki yazı patlatsalardı.. yazı yazmak artık bir külfet gibi görülüyor herkes için.. zor geliyor insanlara iki satır bir şeyler karalamak.. benim içinse içmek kadar güzel bir şey yazmak.. tabi fırsat bulursam.. özellikle ‘reis’ bilir yazarken ne kadar zorluklar yaşadığımı.. hangi ortam ve şartlarda nasıl kaçamak yazı yazmaya çalıştığımı çok iyi bilir.. bazıları öyle küçümsüyor ki yazmak , üretmek , paylaşmak gibi konuları.. ‘başka işiniz mi yok sizin’ diyorlar.. oysa bunu diyenler boş muhabbetlerin , meşgalelerin önde giden müdavimleri.. sadece acı acı gülümsüyorum onlara.. facebook sayfalarında bir şeyler beğenmenin peşinde koşanların , sabahlara kadar msn kovalayanların , tweeter mı her ne ise o dalgada kim ne yapıyor diye merak edenlerin ya da yine o dalgada ahkam kesip propaganda yapan ucuz siyasetçilerin peşinde koşanların , saatlerce bilmem kim gol atmış kaç gol atmış diye bahis sitelerinin başından ayrılmayanların gıcık olduğu bir tipim ben.. yazmak , paylaşmak , üretmek cesaret işi.. eleştirmek kolay.. dalga geçmek kolay.. ama yazmak isteyen herkese diyorum fütursuz ve korkusuz olun , buyurun size ortam..  biraz ‘ümo’ gibi olun.. ‘ümo’nun dün itiraf ettiği gibi dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sanatçısı ‘zeko’ gibi cesur ve delikanlı olun.. ay gene delikanlı diyerek cinsiyetçi bir cümle kalıbı kurmuş oldum.. tühh ne etsek de bu cümleyi evirip çevirsek ‘ümo’.. neyse burada bu bahsi keselim yeni yıl yazımıza girelim , iş başa düştü yine..  

sekiz gün önce bir yılı daha tarihe gömdük.. her geçen sene biraz daha yaşanmaz , cehennemleşen bir dünyaya doğru adım adım gittiğimiz bir gerçek.. bu gidişatın da değişeceği pek görünmüyor..

doğru umutsuz yaşanmıyor.. hem umut , ‘ümo’nun diğer adı.. biz aylakadamız ailesi olarak umutsuzluğun üzerine kahkahalarımızla saldırıyoruz.. kahkahalarımızla gülerken gözlerimizden hüznümüzün , neşemizin yaşları akıyor umutsuzluk illetinin üzerine yok etmek için..

gülen insanları hep sevmişimdir , çevrem hep fütursuzca gülen , kahkaha atan insanlarla dolu.. mesela ‘sokak kedisi’ kardeşimiz vardır.. yaşadığı onca olaya , zulme karşı sizi dinlerken ya da kendisi konuşurken yüzünden hiç eksilmeyen tebessümünün ortam neresi olursa olsun birden kulakları sağır edici bir kahkaha patlamasına dönüşmesi an meselesidir..

yine ‘ümo’ , en ciddi ortamda bile o sahte ve saçma ‘ciddiliği’ yerle bir eder bir anda kahkahalarıyla.. reis , gürsel , komşi , sarı , yücel de gülme ve kahkaha konusunda sınır tanımaz.. ama ben her zaman ‘sokak kedisini’ tek geçerim bu konuda..

bizim tek gücümüz kalemimiz ve kahkahalarımız.. yeni yılda da güzel şeylerin , en azından güzel bir şeylerin kırıntılarının olmasını , yaşanmasını hepimiz için diliyorum ve istiyorum.. en azından daha fazla güldüğümüz bir yıl olsun..

benim açımdan aynı monotonlukta ve anlamsızlıkta geçti 2010 yılı.. hayatımın en büyük ‘yalanı’nın artçı sarsıntıları kalbimi kanata kanata parçalamaya devam etti , çoğunlukla onunla cebelleştim , yıkılmamaya çalıştım.. ‘yalan’ım uzun süren işkencesinden sonra lütfetti , çağırdı.. gittim demeyelim mal gibi koştum hemen yaşadığı o uzaktaki karalar içindeki deniz kıyısındaki şehre..  kendisiyle oturdum iki defa.. iki görüşmemizde de sustum.. sadece onu izleyip , duymak istedim.. hep gözlerinin içine baktım , orada ‘yalan’ı gördüm.. dudaklarından dökülen her ses demetinde ‘yalan’ı duydum.. ona bakarken hep düşündüm , düşündüm : bana kesilen bir ceza mıydı yoksa uzaklardan kıkır kıkır gülünen bir oyun muydu hala çözemedim , bilemiyorum.. bilmek de istemiyorum artı.. hayatımın en büyük hayal kırıklığı oldu.. anladım ki ‘yalan’ için  sadece bir teselli aracıydım hayatının bir dönemi için.. işi bitti ve sifonu çekti , ben şehrin lağımına karışıp giderken kendisi yeni alemlere aktı acımasızca.. ne yapalım hiç delikanlı olamadık , kollarımızı ufuklar kadar açıp yıldızlara bakıp   altımızdan tabure çektiremedik ancak üstümüze sifon çektiler hep.. bu da benim niteliksizliğimin , hiçliğimin bir delili işte..

neyse o da ‘boş karaktermiş’ anladım.. bana ‘yalan’dan geriye lanet olası yaşanmışlıklar , anılar kaldı..  bir gün bu ‘yalan’ı yazmaya başlayacağım burada ibreti alem olsun diye.. her şeyiyle yazacağım.. bana yazdıklarıyla , söyledikleriyle başlayacağım sonra ince , kalın yağacağım kendisine buradan.. ‘yalan’la ilgili bahsi burada şimdilik ‘kalın’ bir şekilde kapatmak istiyorum ingeborg bachmandan bir alıntı yaparak : ‘faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar..’

deniz kenarındaki o kara şehirde yaşayan ‘yalan’ım : inan senden daha acımasız bir faşist görmemiştim hayatımda..

işte bu acılar , kıvranmalar içinde geçen sene daha önceki senelerin bir kopyası şeklinde geldi geçti derken yılın son ayı ‘güneş’imize kavuştuk.. soğuk kış günlerinde gençliğimdeki gibi yaka bağır açık dolaşabiliyorum artık onun sayesinde.. hayatımdaki tüm savaşımların bozguna uğrayanı olarak buz gibi anlamsızlığımın içinde cebelleşirken onun çığlıklarıyla biraz olsun güç buldum silkindim.. yalansız bir dünyada mutlu bir yaşam diliyorum güneşime..

geçen yılın diğer bir güzelliği de aylakadamız’ın daha da büyümesi ve güçlenmesiydi.. adım adım , sakin sakin ilerlediğimiz yolda artık fren tutmuyor aylakadamız.. koptu gidiyor.. ona layık olmaya ve onu devamlı güncellemeye çalışıyoruz büyüyen ailemizle.. ‘sarı’ aramıza katıldı – biraz sahteden olsa da – .. sevindik ‘sarı’ya ama ‘sarı’nın nefesi kesildi hemen.. diz çöktük , yalvardık yazması için ama artık biz de tükendik.. ‘güneş’ bile ondan çok üretim , paylaşım yapıyor..

‘sarı’dan sonra biz başkalarını beklerken güzel bir sürprizle ‘yücel’ kardeşimiz de yüreğini koydu ve eminim o hepimizden daha çok üretim , paylaşım sunacak burada..

arkasından aylardır süren uğraşımdan sonra ‘komşi’ yani ‘fran(sı)z kafka’yı da aylakadamız neferi yaptım.. güzel bir giriş yaptı , arkasını bekliyoruz tabi ‘güneş’ izin verirse..

yakında bomba bir sürprizim daha geliyor : ‘ümo..’ bu transfere en çok ‘reis’ sevinecektir.. benim ümom kim ne derse desin içiyle dışıyla bir olan bir yiğit.. durulmayan bir asi nehir.. sadece ikimizin başından geçenleri buraya yazsa fırsat bulamayız bu sayfalarda yer bulmaya.. sabırsızlıkla bekliyoruz ümoyu..

geçen yılın biraz olsun beni gülümseten kazanımlarımdan birisi de izmir’den ‘aslı’ kardeşim oldu.. uzaklardan sesiyle umut oldu , güç verdi bize.. ufkumuzu da açtı paylaşımlarıyla.. kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır buradan.. eyvallah..

başka başka neler anlatayım 2010’la ilgili düşünüyorum da hep aynı şeyler işte.. 2010’da ‘dolu poşet , boş poşet’ ya da ‘dolu şişeler , boş şişeler’ arasında geçti gitti , kurtulduk.. ‘halo dayıyla’ güzel güzel içtik hep.. o 73 ben 37 yaşımdayım.. rakamları tersine çevirmek daha doğru çünkü benden daha genç olan o.. halo dayıyla maceralarımızı uzun zamandır yazmıyorum.. bir düzenleme yapıp ‘haloyla maceralar’ ya da başka bir ad altında yazmaya başlayacağım haftalık yazılar olarak.. halonun vakti yok yazmaya , en azından onun ağzından aktarıp buraya ben yazacağım onun maceralarını , incilerini..

işte böyle geçti 2010 derken 2011’den de sekiz günü hızla yedik.. dün 2011’in ilk büyük buluşmasını biraz fireyle de olsa yaptık (fireler : komşi , yücel , sarı , alki) ‘ümo’nun sponsorluğunu yaptığı ‘tom waits gecesinde.. benim haberim yoktu ‘ümo’ herkese haber salmış ‘mekanda’ ‘tom waits gecesi’ var kaçırmayın diye..

gelin çay içelim diye çekirdek kadroyu çağırdığımda öğrendim dünün ‘tom waits gecesi’ olduğunu.. iyi dedik artık bazı gecelerimizin en azından ismi de olur , daha anlamlı içeriz dedik.. biz çay içemeye başladığımızda ‘ümo’ bira vakti geldiğinden içmeye başladı.. sonra tabi ‘ümo’nun göbeğime ve suratımın bilumum yerlerine öpücük saldırılarında aldığım bira kokularına dayanamayarak ben de hızlı şekilde birayla giriş yaptım ‘tom waits gecesine..’ işin en komik yanı ‘tom waits gecesi’ müzeyyen senar’ın agora meyhanesi ile başlamıştı ve müzeyyenle devam edip zekoyla (ümonun söyleyişiyle) sürmekteydi.. mekandaki alkol rakı hariç tükenince ümo ve gürsel alkol takviyesi yapmaya gittiler.. yeterli viski ve bira stoğu yaparak geldiklerinde yanlarında tanımadığım bir çocuk elinde valizle gelmişti.. kim bu la demeden gürsel ahmet babanın yeğeni dedi.. isviçreden biraz önce gelmiş.. ahmet baba o kadar yoğun çalışıyor ki bu soğukta yeğeni kadıköyün tekinsiz sokaklarında unutmuş.. neyse bizim reisle , ümo hemen sıcacık kollarını isviçreli vural’a açtılar , bağırlarına bastılar.. vural’ı bizim komşi ameliyat edecekmiş o yüzden ta isviçrelerden kalkıp gelmiş ancak komşiyle olan bir iletişim problemi ve teknik tıbbi problemler nedeniyle ameliyat ertelenmiş.. biz bu ifadeyi iki üstadımız halo ve abidin dayı ve üstadların yamakları olarak gürsel , ümo , ben , reis aldıktan sonra vuralımızla hemen kaynaştık ve tom waits gecesine onu da zorla kattık ahmet baba gelene kadar..

vural ‘tanrım nereye düştüm’ diyen bakışlarla bizim muhabbetimizi seyrederken gürsel abisi kalın bir viski bardağı dayadı burnuna ‘hade iç bakalım’ diyerek..

bunun akabinde benim şeytanlığım tuttu ‘yahu ümo bu kadar cimrilik olmaz kardeşim , niye çikolata filan getirmedin viski için..’ dedim ve fitili ateşledim.. en az yarım saat ümoyu taarruza aldık çikolata için ama benim asıl amacım ta alplerin doruğundan , çikolata diyarından iki valizle gelen ve muhtemelen lezzetli çikolatalar ile dolu valizlerdeki çikolata ve olası viski zulasını patlatmaktı.. ama vural biraz türkçeye yabancı kaldığı için ve bizleri tam olarak anlayamadığı için sanırım o zulaları deşifre etmedi.. ümo da lanet olsun diyip kalktı tekrar bakkala gitti.. elinde bir torba dolusu çikolatayla geri döndü , alın gözünüz doysun diyerek kafamıza attı.. reis gelen çikolataları meyve ve çerez tabaklarının yanına başka bir tabağa kırmaya çalışırken ortadan kaybolan isviçreli vural elinde bir paket bademli çikolata paketiyle görününce ortamda bir an ölüm sessizliği oldu.. herkes birbirine baktı sadece ortamda ‘zeko’nun yürek yakan sesi yankılanıyordu.. ve o sessizlik birden ‘ümo’nun dehşet bağırtısıyla yok oldu.. ‘ulan iki saat burada demedik laf bırakmadılar bana çikolata yüzünden , kalktım mal gibi aşağıya gittim çikolata aldım bu fakirlere ama senden ses çıkmadı.. ta ki ben geldikten sonra çikolata çıkarıp yiyin diyorsun , bana kastın mı var vural , niyetin ne la oğlum senin’ diyince herkesten kahkaha tufanı koptu.. vural ‘abi ben anlamadım’ dese de ümo sevgi dolu bakışlarla ona kafasını uzun süre salladı.. neyse baktım vural viskiyi yuvarlayamıyor bir türlü dedim ki ‘soda ister misin viskine’ , ‘yok’ dedi istemem.. ama her viski bardağı ağzına giderken yüzü şekilden şekle gidiyor dayanamadım aldım zorla bardağı , içine biraz soda koyarak seyrelttim viskisini.. baktım yağ gibi akmaya başladı isviçreli vural’ımın boğazından viski.. vural’ın yüzü biraz öncenin gerginliğine rağmen gülümsemeye başladı tekrar alkol kana yayılınca.. ama hala ümo’ya çekinerek bakıyordu.. oysa ümo o sırada muhteşem ‘tom waits gecesinde’ çalan zeko ve diğer sanat müziği parçalarıyla halay çekiyor , dans ediyor , zafer işareti yapıyordu reis’le beraber.. ve o sırada haykırarak gecenin itirafını yaptı ümo : ‘bu ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sanatçısıdır zeko her şeyiyle..’ biz bu itirafla çalkalanırken  isviçreli vural’ın gözlerinde halen tedirgin bakışlar fark ediliyordu yine ‘ne biçim bir ortam burası , dayım nerelerde kaldı’ dercesine..

biraz sonra biz boyut değiştirmeye başladığımız esnada ‘zeko’dan , ‘cirrus’un eşsiz müziğine geçerken isviçreli vural’ın yüzündeki endişe daha da arttı.. cirrus’un muhteşem solisti ‘naval ben kraiem’in eşsiz sesiyle ümo , ben , reis bulutlara tırmanmaya başladık ümo’nun kendi elleriyle inşa ettiği merdivenle.. ümo dans konusunda da bir numara.. reisin gözleri yaşardı , kasıkları patladı ümonun eşsiz figürlerine gülmekten.. dansı kesen ümodan basel diyarından gelen vural’a o sırada yeni taaaruz başladı.. ‘sigaran var mı la vural’ dedi.. vural çikolatadan bozulan sicilini düzeltebilmek için hemen ‘var abi’ diyerek ön odadaki valizlerine koştu.. oradan yirmilik bir sigara boxunu kapıp gelirken yolda gürsel yakalamış vuralı ,  içinden sadece bir paket getir demiş yoksa o boxtan geriye bir şey  kalmaz.. bunun üzerine elinde bir paket sigarayla gelen vural bu sefer ümonun daha şiddetli bir tepkisiyle karşılaştı.. ‘bu ne la kafa mı buluyorsun bizimle , bu mu isviçre’den getirdiğin sigara , bu kadar mı lan’ diye fırçayı kayınca vural koşup hemen bir paket sigara daha getirdi.. sonra ümo ve reis onu çapraz sorguya aldı.. ağır ceza davalarının uzmanı ümo soru üzerine soruyla vuralı darmadağın etti.. ‘vural olum çantanda ne var.. kaç paket sigara var.. ahmet babaya ne getirdin.. yeğenlerine , kuzenlerine çikolata getirmedin mi.. viski yok mu la’ diye ölümcül sorularla vural’ı intihar aşamasına getirdi.. vural eminim o anda içinden ahmet dayısına yağıyordu ‘nerde kaldın dayı’ diyerek.. ama işte o çapraz sorgu tam nemalanmaya dönüşecekken ahmet baba geldi arabayla yeğenini kurtarıp kaçırdı.. vural’la vedalaşırken ümo esas bombayı patlattı : ‘oğlum vural biraz anlayışsızsın , ama hoş çocuksun.. sende de bizdeki gibi bir eşcinsellik seziyorum , çekinme rahat ol biz de öyleyiz , sevdim seni.. lan oğlum sen bize takıl tatil süresince , ahmet dayını boş ver’ diyince vural’ın kafa resmen açıldı , yüzü kızardı , bir gülümseme yayıldı yüzüne.. içinden ‘belki de başıma birazdan neler gelecekti burada , dayım tam zamanında geldi’ diyordu.. tabi ümo’nun bu takılmasına bizler yerlere yıkılarak tepki verdik.. acımasız , homofobik bir dünyada bulunabilecek ayrımcılık düşmanı , en geniş ve rahat insanlar bizim ortamdaki aylaklar.. insanların nerede yaşarlarsa yaşasınlar sahip oldukları bu homofobiyi hiç anlamıyoruz , anlamayacağız da..

baselli vural bir daha mekana adım atar mı bilmem fakat gerçekten hoş çocuk.. sıcakkanlı , yüzü gülen birisi , ortamı biraz çekinerek de olsa hemen tolare etti.. ona da aylakların arasına hoş geldin diyoruz ve ilk gecesinde yaşadıkları için geçmiş olsun diyoruz..

vuralı yolladıktan sonra biz soap kills ve cirrus’la uçmaya devam ettik.. arada mola verip vuralı konuşup , kahkahaları koyuveriyorduk.. sonra ilerleyen saatlerde gelen hüseyin’den öğrendik ki ahmet baba çok kızmış sigara boxunun patlatılmasına , meğer bir arkadaşına sipariş getirmiş özel olarak.. sıkma canını ahmet baba yabancılar içmedi.. ha bu arada bahsi açılmışken ben sigara içmem , tütün mamulleriyle aram hiç yoktur.. ben , ciğerim , komşi , ahmet baba ve abidin dayı hariç herkes sigara içiyor maalesef.. ama bizim mekanda sigarayı yazın cehennem gibi sıcak , kışın sibirya gibi soğuk olan içinde klima motoru bulunan kapalı balkonda yani zehir odasında içmek isteyen içer.. umarım sigarasız bir dünyanın olduğu günleri de görürüz.. nedense hiç toleransım ve hoşgörüm yok sigara konusunda.. küçüklüğümde babamın sigaralarını sobaya attığım için yediğim dayaklardandır belki bu tepkim bilmiyorum..

‘tom waits gecemiz’ şen şakrak devam edip bir süre sonra nihayetlendi.. herkes mekandan ayrıldı ben yine tek başıma kalakaldım sessizliğin içinde yalnızlığımla beraber.. herkesin gidecek bir yeri var , benim yok işte.. ‘gidecek bir yeri olmamak’ üzerinde çok yazılacak bir konu.. yazarız bir ara bununla ilgili de..

ha gecenin en önemli olayı ‘tom waits gecesi olmasına rağmen bir tane bile tom waits şarkısı çalmamasıydı… bu da gecenin sonunda güldüğümüz ayrı bir husustu.. halo dayının deyimiyle ‘bu konu bizi de düşündürtmektedir..’

içimde kalmasın halo dayının bu cümlesinin geçtiği olayı da hemen anlatayım sizlere yeni yılın ilk halo dayı macerası olarak..

halo dayı bir arkadaşının suç makinesi olan genç yaştaki oğlunun yaklaşık bir düzine suçtan aynı dava içinde yargılandığı dosyasının ilk duruşmasında sıra kendine gelince kalkıp uzun bir savunma tiradına girişiyor : ‘müvekkilim şöyledir , böyledir ; ailesi şöyledir , böyledir ; bu suçları işlemesi hayatın olağan akışına aykırıdır ; iyi aile çocuğudur  , sabıkasızdır , sabit ikametgah sahibidir’ falan filan diyerek yaklaşık bir saat süren uzun bir savunma yapıp çocuğun tahliyesini istedikten sonra mahkeme hakimi gülümseyerek ‘iyi de avukat bey çalıntı oto da ve girilen evde müvekkilinizin sayısız parmak izi tespit edilmiş , bu konu da ne diyorsunuz peki’ diyince halo dayı da gülümseyip , kıkırdayarak ve ne diyeceğini bilemeyerek ‘yani yani’lerini tekrarlayıp düşünmek için süre kazanarak ‘evet efendim bu husus bizi de düşündürtmektedir’ diyince salondaki herkesi bir gülme krizi tutuyor.. dayı duruşmadan çıkıp gelip bize bu olayı anlatınca artık bu cümle kalıbı bizim dilimize de kazandırılmış oldu işte..

neyse bayağı uzun bir yeni yıl yazısı oldu , umarım 2011 hepimizi biraz olsun gülümsetir diyorum ama bu dileğim de ‘bir hayli beni düşündürtüyor’ bu karabasan dünyanın içinde..

 

Crockett..

(halo dayının duruşmalarda taktığı kravatlardan birisi : kurbağalı kravat.. şaka ya da espiri değil yüzde yüz gerçek..)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…)

hasta parçacıklar …. (morbid segmentations…) 

Sola döndüm. Köşe kalabalıktı.İnsanlar benim için  ne olduğu belirsiz bir durum karşısında sabahın dokuzunda bir araya gelerek kendi eşsiz yorumlarıyla birşeylere katkıda bulunmaya çalışıyorlardı. Bulunulan yer  apartmanımıza komşu bulvara açılan  köşeydi. Biraz daha yaklaştım. Kalabalık içinde iki kişi  kazdıkları bir çukurun başında durmuş karşılıklı  yorumlar yapıyorlardı. Kır saçlı  ve elinden sigarayı düşürmeyeni “biraz daha kazalım tıkanan boru buradadır kesin!” diyordu daha uzun boylu  ama çırak  görünümlü olanına. Bu sonuncusu ki  ismi Bay O. idi ,uzak bir mekana doğru seslenircesine  “daha önce getirdiğim hortumu uzatırmısın E. !” diye haykırdı. E. de sigarayı elinde tutan bir patron edasıyla tutarak  arkasına dönüp üçüncü kişiye hortumu uzatmasını söyledi. Usta çırak ilişkisi bu olmalıydı sanırım.  Kenardan devam edip ortamdan uzaklaştım.

Neler olduğunu bilemeden yürüyordum taşlı çakıllı  yolda. Ayakkabımın ucu arada bir büyükçe taşlara takılıp derin kesikler halinde çiziliyor , ben de yere yüzüstü kapaklanacak oluyordum. Hava çok sıcak , Güneş’se caddedeki tektük ağacın gölgesini bile eritircesine tepemdeydi.

Uzaktan hızla yaklaşıp yanımdan geçen  otobüsün sıçrattığı suyla kendime geldim. Üstüm çamur  olmuştu. Otobüsün ardından “Hayvan!” diye bağırdım. Otobüs birden durdu. Şoför penceresinden karakuru bir tip sarktı  ve ” bas git belanı benden bulma ,kafanı patlatırım senin !” , dedi.  Ona doğru yürüdüm.  Otobüstekiler arasında  bazı sesler yükseldi ve şoför tekrar içeri girerek yoluna devam etti . Adama cevap verememiş olmak  çok koymuştu. Oysaki tek istediğim yanımda  ki hanımefendinin  bakışları altında  bana karşı terbiyesizlik edilmesini engellemekti. Yanıma baktım birden ama hanımefendi yoktu. Paltoma sarındım yoğunlaşan tipinin soğuğu altında. Biraz daha yürüdüm. Köşedeki yeni görünümlü derme çatma marketçiğin yanına ulaştığımda kapısındaki dereceye doğru bakışlarım kaydı. Eksi yirmi yedi  dereceyi kendi kendime sayıklarken kayarak kıçüstü yere çakıldım.

Birileri başımda bitiverdi hemen. “Ne oldu ? Fenalaştın mı ?” sorusuyla  kafam aydınlandı. Ancak soru ya da o an yağan sorular gerçekten hatırımı sorar tonda değil de daha çok  etrafımdaki insan sayısını artırmaya yönelik tondaydı.  “Adam sıcaktan bayıldı galiba” dedi yaklaşık on kişiye ulaşan kalabalıkta  en arka sıralardan  minyon tipli memur kılıklı bir zat. “Şimdi iyi ,iyi !” , diye insanları rahatlatmaya çalışan  yaşlı bir kadın tarih öncesinden kalma yamalarla dolu koltukaltı çantasını düzelterek umursamaz bir edayla uzaklaştı bölgeden.

Ayağa kalktım. Sol ayağımdaki ayakkabımın ucunda  kocaman bir delik ve  araya giren bir taş ile rahatsız oldum.  Ayağımı sallayarak  taştan kurtulmaya çalıştım. Ama başarılı olamadım. Kalabalık dağılmıştı. Bulunduğum yere komşu apartmanın  girişindeki basamaklara oturdum. Kafamdaki şapkayı kenara koydum. Ayakkabımı çıkararak taşı  düşürmeye çalıştım . Az önceki yaşlı kadın tekrar belirdi . ” Paran yok galiba senin” dedi ve kenarda duran şapkama birkaç bozukluk bırakarak kendisinden beklenmeyecek  bir hızla uzaklaştı. O sırada kadının  konumlandığı yerin tam karşısında burnunun içinde maden ararcasına serçe parmağıyla karıştıran bir sarışın , saçları yana taralı bir ufaklık belirdi. Ayakkabımdan çıkardığım şeyin bir köpeğin taş kesilmiş dışkısı olduğunu görünce iğrendim ve çocuğa fırlattım. Çocuk gülerek kaçıştı. Az ötede ki  eczaneden çıkan ve ağabeyi olduğunu sandığım kişiyle çarpıştı. Ağabeyi bir kaç yaş büyük şişe dibi gözlüklü  kocaman gözlü sevimli biriydi. “Yine altına işemişsin velet! Seninle mi uğraşıcam gir içeri!”  , diyerek askılı pantolonunu düzeltti. Çocuk içeri daldı. Fırlattığım  taşlaşmış dışkı ise  oraya yeni ulaşmış  sokak köpeğinin ilgi odağıydı şimdi. Birkaç kez kokladıktan sonra dişlerinin arasına alarak karşı kaldırıma geçti ve yanıma geldi. Dışkıyı yanıbaşıma bırakarak  ortadan kayboldu.

Ayakkabımı giyip tekrar yola koyuldum. Her adım atışımda soldaki ayakkabımın ayrılmış olan tabanı palet gibi yalpalanmaya ve yere takılmaya  başladı. Kendi adıma artık böyle  paspal olmaktan utanmıyordum. Benim için önemli olan diğer ayakkabımı da kaybetmemekti. Yoksa parasız pulsuz bütün yazı nasıl geçirebilirdim? Ayakkabımı düşünürken şapkamı orada unuttuğumu hatırladım. Umursamadım. Tökezlemelerim ayakkabımın taşlara takılmalarıyla daha da artmıştı. Yürümek ne kadar zorlaşsa da taşlara takılmam bunun gerçek nedenimiydi bilmiyordum, yoksa yürümeyi mi unutmuştum?  Yürümek neden alın yazımızdı ? Gerçekten yürümek zorunda mıydık diye düşünmeye başlarken binaya ulaştım. Karşımda ki , uçsuz bucaksız pencere tarlası gibi uzanan kocaman bir yapıydı. Otomatik kapı açılıp ana koridora girdiğimde  O beni karşılıyordu. Sarışındı. Uzun boyluydu. Cildi  Güneş parlaklığındaydı. “Sen  kaç derecesin?” diye sordum. Tam cevap verecekken  yanımızdan küt kızıl saçlı  , kocaman çok güzel gözleri olan bir anne geçti göbeğindeki kocaman tümsekle . Tam bir yuvarlaktı göbeği. Gözlerimin içine bakarak biraz da belini tutarak önündeki hemşireyi takip edercesine gözden kayboldu. O ise tekrar bana döndü. Cildinin parlaklığı üzerindeki beyaz önlüğe de yansımıştı. “Elinde ne tutuyorsun?” dedi. “İşte ayakkabım!” dedim neden olduğunu bilmediğim yarım bir sevinçle. ” Elinde ayakkabı  yok ki! Buraya  kadar yalınayak nasıl geldin?” dedi. Gerçekten de yalınayaktım. Güneş’in  ışınları  şeklindeki saçlarını iki yana sallayarak elini ceketimin cebine soktu. Cebimden ufak bir defter çıkarıp içine birşeyler yazdı ve tekrar cebime koydu. “Hadi artık gidebilirsin sana bir taksi çağıracağım . Birazdan gelir. İlaçlarını da yazdım ihmal etme” , dedi. “Bir daha da yalınayak gezme , ayaklarını çamur içinde bırakmışsın. Bu soğukta donmuyor musun?” diye ışıldayan gözlerle baktı. O kadar cümleyi nasıl söylediğini anlayamadan geri döndüm. “Ben seni görmeye geleceğim zaten”, diyerek hemşire bankosuna döndü. Binanın otomatik kapısı açıldı ben yaklaşırken . Ama başka birileri girdi  telaşla dışarıdaki termometrede  görünen eksi yirmi yedi derece ile birlikte . Soğuğu yüzümde hissetmemle gözümde ışık çakmaları başladı ve ben biri tarafından fırlatılmışçasına sırtüstü yere kapaklandım. Arkamdan bir sesin  altın sarısı saçlarıyla ” Baba! Baba!” diye haykırışını duyarak kayboldum kendimde. “Baba! Baba!”  

                                                                     Güneş’imize (31.07.2010)

‘Fran(sı)z Kafka’

Ne yazmak gerektiğini bilmediğin  zamanda yapabileceğin en iyi şey kaleminden süzülen mürekkep izini kaleminin gittiği yönde saklamaktır. İşte o zaman sakladığın mürekkep  gölgeleri ışık olur yazmana . Ve bir de yanında yamacında göğe yükselen dayanılmaz bir müzik varsa , o şahaneyi yaratmana bir nefes kaldığı andır.

                                                                 ( Ne olduğu belirsiz bir tarih…)

‘Fran(sı)z Kafka’

‘ondan sonra her şey bulanıktı..’ : IAN CURTIS..

‘ian sadece duymak istediğini söylerdi’ diye anımsıyor morris.. ‘bir spiral içindeydi , ve durumu kötüye gidiyordu.. bazen düşünüyorum da yapabileceğimiz en iyi şey ‘bak , sen kendine gelene kadar yaptığımız şeye bir ara verelim’ demek olurdu..

ian bir seferinde arayıp ‘hollanda’ya yerleşip bir kitapçı açmak istiyorum’ dedi , 5 dakika sonra ‘hadi ama cumartesi bradford’dayız..’ dedi.. tek bir konuşmaydı ve hiçbir zaman gerisi gelmezdi..

sumner’in hatırladığı şekilde ‘çok kararlı bir insandı..’ ‘bir şey yapacak olursa kesinlikle kimseyle paylaşmazdı.. bir kere hatırlıyorum provadan döndüğümüz zaman bir mezarlığın yanından geçerken ‘bak eğer geçen hafta başarsaydın ismin şu taşların üzerinde yazılı olacaktı’ dedim.. insan gerçekten bu konuda düşünmek istiyordu.. ama o ‘ha , evet’ diyerek geçiştirdi.. cevapla bir bağlantısı yoktu..

joy division çalışmaya ‘love will tear us apart’ için bir klip çekerek , birmingham üniversitesi’nde canlı bir gösteriyle , yeni demoları kaydederek ve 20 mayıs 1980’de başlayacak amerika turnelerine hazırlanmakla devam etti..

18’i cuma günü grup yeni sahne kıyafetleri için alışverişe gitti.. ertesi gün curtis , barton street’teki evinde kendini öldürdü..

ailesi ve arkadaşları için yıkıcı bir darbeydi bu.. ‘ondan sonra her şey bulanıktı’ diyor hook..’

‘KARANLIK YILDIZ : JOY DIVISION ÜYELERİNİN GÖZÜNDEN IAN CURTIS’İN SON GÜNLERİ’ , Çeviri : ANIL KAROL..

(bu röportaj ve daha fazlası için ‘UNDERGROUND POETIX’in 7. sayısını tükenmeden hemen edinmelisiniz..)

‘INHALE..’ – BALTASAR KORMAKUR..

‘INHALE..’ – BALTASAR KORMAKUR..

 ‘yazmak istediğim filmler o kadar çoğaldı ki artık hangisinden başlayacağımı şaşırdım.. her gün yazacağım birisini diyorum yazamıyorum , yazdırmıyorlar..

‘behzatıma’ arada ihanet ederek bir süre olsun onu terk ederek dün gece arka arkaya dört film izledim.. grip olunca yapacak bir şey yok , yatarken en güzeli film izleyeceksin.. sabaha karşı izlediğim en son film : ‘inhale’ olmayan uykumu daha da uzaklara kaçırdı..

‘inhale’ pek sesi duyulmayan bir film olsa da sabah sabah hayli yıprattı beni.. insanı hayli sarsan bir konusu ve senaryo akışı vardı..

izlandalı yönetmen ‘baltasar kormakur’un ülkesi dışında çektiği ilk film ‘inhale’..

güncelliğini hiç yitirmeyen konuyu işliyor film : ‘organ nakli , organ bağışı ve organ mafyası..’

‘stanton’ ailesinin tek çocukları küçük kızları chloe’nin acil olarak bir akciğer nakline ihtiyacı vardır.. chloe nadir görülen ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır.. savcı olan mesleği gereği kanunların sadık savunucusu baba ‘paul stanton’ işi ve kızının yaşadığı tehlike arasında gidip gelen bir hayat yaşamaktadır..

bir gün kızlarının doktoru artık hastalıkta son evreye girdiği ve ölümün yakın olduğundan bahisle , meksika’da daha kolay organ bulunabildiğini umutsuz anne babaya fısıldar.. bu arada doktor rolünde gençliğimizin efsanelerinden rosanna arquette var.. 

uyuşturucu mafyası ve organ mafyasının meksika polisiyle içli dışlı olduğu tehlikeli bir şehir olan juarez’e doğru önce savcı baba ‘paul stanton’ organ bulmak amacıyla gider.. başına gelmedik olay kalmayan paul stanton nihayet organ mafyasıyla ilişkiye geçer ve anlaşma yapar.. ancak tam o sırada görüştüğü karısı ona kızının komaya girdiğini söyler.. ve heyecanlı , gerilimli süreç bundan sonra başlar.. anne ve kızın meksika’ya tehlikeli yolculuğu ve meksika’da polis ve doktorların da içinde olduğu iğrenç bir mafyanın yaşattığı bir organ nakli süreci başlar.. ama nasıl sonuçlanıyor filmin bu nefes kesen finali artık onu da izleyince görürsünüz.. her şeyi anlattım , çok kötüyüm değil mi.. hayır kesinlikle hayır , hiçbir şey anlatmadım aslında.. film çok yoğun ve sert olaylar zinciriyle dolu.. anlattığım kısımlar ancak filmin yüzde onu..    

film o kadar ahım şahım bir film değil ama konusu itibarıyla ve filmin geriliminin yükselip bağlandığı nokta itibarıyla çok ilginç çünkü filmin senaryosu gerilimi yükseldikçe konuyu öyle bir yere getiriyor ki yine yakınlarda izlediğim ve burada sizlerle paylaştığım ‘unthinkable’ filmi gibi seyirciyi ölümcül bir tercih için düşünmeye zorluyor ve sinirleri bozuyor.. 11 eylül olayları sonrasında özellikle hollywood yani amerikan sinemasında son yıllarda izleyiciye bir şey kanıksatılmaya , empoze edilmeye çalışılıyor.. kapitalizmin ‘hep benci’ düşünce yapısının bir yansıması olarak insanlara bir korku imparatorluğu gösteriliyor ve ya biz ya onlar dayatması yapılıyor.. dünyanın bir kısmı düşman ve kötü gösterilip savaşlar , sömürüler , kıyımlar hoş gösterilip , her şeyin modern batı uygarlığı için , insanlığın bekası için yapıldığı anlatılıyor.. bu anlatılara göre amerika ve diğer batı ülkelerinde yaşayan insanların hakları dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan insanlarından önce geliyor.. çünkü amerika ve batı olmasa dünya yok oluşa sürüklenirdi.. ‘unthinkable’ filminde de bir işkenceci ekseninde insanlığın yani batının kurtulması için ne kadar işkence de ileri gidilebileceği insanlara tartıştırılıp bir açmazın içine sokuluyor ve sonuçta izleyicinin aklında ve kalbinde işkencecinin cici ve iyi gösterilip haklı olduğu yönünde bir görüş hakim kıldırılıyordu..

bu filmde ise izlandalı yönetmen ne düşünceyle o zor ve ölümcül tercihi finalde dayatıyor bilemem , niyet okuyamam.. ama gerçekten herkesin cevabı ne olur onu çok merak ediyorum..

yukarıda yazdığım gibi film bir başyapıt değil ama gerek oyuncu kadrosu , gerek sürükleyiciliği ve gerekse de konusu itibarıyla izlenmesi gereken bir film.. özellikle meksika’da geçen sahnelerdeki çocuk oyuncuların oyunculukları mükemmel.. sırf onlar için izlenmeli aslında.. bulursanız ve de ayrıca kalbiniz yeterince kuvvetliyse izleyin derim..

umarım yakında anlatmak istediğim esas filmlere başlayabilirim.. mesela ilk başta anlatmak istediğim kimsenin pek sevmediği ‘gaspar noe’ ustanın son şaheseri ‘enter the void’ (boşluk) filmi.. usta yine karanlığın içinde öyle bir hikaye anlatıyor ki izleyeni yaşadıkları masallardan kaldırıp savuruyor.. ‘gaspar noe’ bu düşünce yapısı ve yaşam tarzıyla daha kaç film yapar , kaç hikaye anlatır bilmiyorum ama sabırsızlıkla bekliyorum hepsini..’ 

Crockett..

 

FİLMDEN BİR REPLİK :

 

doktor : bir günümüz vardı , ne bekliyordun..

paul : birini öldüreceğini düşünmedim.. sadece ölüleri kullandığını söyledin..

doktor : evet öyle.. ama bazen acil durumlar olabiliyor.. sen bizi zorladın.. 12 saatte kusursuz bir donör bulabileceğimizi mi sandın.. amerika’da ne kadar bekledin.. bizi nasıl yargılayabilirsin ki.. haydi bay stanton gümrükten geçerken neyle karşılaşacağını iyi biliyordun..

komiser : bu çocuk zaten ölecekti.. belki bu hafta değil , gelecek hafta.. juarez’de çocuklar uzun yaşamazlar.. bir anlamı yok.. ama kızın kurtulabilir.. bunun değeri var değil mi..

doktor : etik olanı mı yapmak istiyorsun , hala şansın var.. ameliyatın parasını ödedin zaten.. bu çocuğu hala kurtarabilirsin.. ama bunun anlamı kızının ölmesi olacak.. ne olsun istiyorsun paul , bu çocuğu mu kurtaralım yoksa kızını mı..  savcılık mı yapacaksın , babalık mı..

 

FİLMİN KÜNYESİ :

yönetmen: baltasar kormakur

oyuncular: dermot mulroney, diane kruger, rosanna arquette, sam shepard, jordi molla,

vincent perez..

senaryo: walter a. doty , john claflin , christian escario..

görüntü yönetmeni: ottar gunason

müzik: james newton howard

kurgu: elisabet ronaldsdottir

tür: dram , gerilim..

süre: 92 dakika..

“warmer place”

“warmer place”

‘selam olsun aylak adamlara…
aslına bakarsanız sizi uzun süredir takip ediyorum, ve itiraf edeyim bilgisayarı açtığım an vakit kaybetmeden -yeni bir şeyler var mı- diye ilk göz attığım yer oldu burası. yenileri görünce başlayan heyecan ve iç kıpırtısı kadar, bir şey göremediğimde de bir iç sıkıntısı başlıyor tabi. neyse fazla uzatmadan başta yüce insan crockett, yeni tanıştığım ve yüzünden gülücük eksik olmayan reis ve ulu bilge sarı olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum. hepinizin yüreğine sağlık. şunu da belirtmeden geçmeyeyim, her yeni paylaşımı okuduğumda beynimin içinden “bende şunu yazayım, şöyle yazayım, böyle yapayım” diye binlerce milyonlarca konu, cümle, kelime geçiyor, bir gaz geliyor, bir heyecan basıyor ama sonrası üşengeçlik midir nedir kaybolup gidiyor. bakarsınız ileride birkaç naçizane gönderi yaparım, yayınlamak siz değerli aylak dostlara kalmış tabi.
ben başlamışken –gerçi başta fazla uzatmadan dedim ama- vazgeçtim uzatayım biraz. öncelikle reisin birkaç tanımlamasına kulak misafiri oldum aylak adamızla ilgili. önce “bizden sonraya bırakabileceğimiz bir miras”, sonra “çocuğumuz o bizim” ve  “hayata isyanımızdır aylak adamız” tanımlamaları beni bi titretti, bi bilinmez hale soktu, bilinsin isterim.  heyecanla takip etmeye devam, ama arada yazmama aralığını uzattığınız oluyor, dikkatinizi çeker, protesto ederim…
gelelim biraz önce crockett babadan okuduğum ve bir şeyler eklemek istediğim n. atlas gecesine…  müthiş bir geceydi. ben mabede gelmeden önce iki bira üstüne iki tekila yuvarlamıştım zaten. her ne kadar gürsel brother’ın baskıları olacağını bilsem de bu bünye black jack’e ne kadar karşı koyabilirdi ki. sonuçta ard arda gelen müzik istekleri, gırgır şamata bir muhabbetle birlikte süper bir gecenin başlangıcının orta yerine düşmüştüm.  “ne de olsa  mülkiyet hırsızlıktı ve paylaşmasam kızardı oradaki arkadaşlar” diye kendimi kandırarak viskiye yumuldum haliyle. gürsel brother hafif tozumuzu aldı tabi ama bende kayışın kopma noktasında olduğum için hassireleeee tarzı yumuşak bi tepkiyle geçiştirdim. sonra caro emerald , emily wells, geç oldu, hadi son bir duble daha, kapılar kaçta açılıyodu, konser kaçta, umo nerde falan derken bahariyede kıçımız donar halde zıplayıp “natacha sen bizim her şeyimizsin” diye haykırırken bulduk kendimizi. niye crockett babanın anlatımı üstüne bu kadar ayrıntıya giriyorum diye de bi stres geldi şimdi nedense. neyse organizatörümüz ulu bilge sarı’nın masa muhabbetiyle birlikte, yarı sponsoru olduğum votka şişesinden de payımıza düşeni aldıktan sonra uçuş tamamlandı ve bulutların üzerine çıktık haliyle. çıkışta yaşanan “warmer place” muhabbetini de ölümsüzleştirmek isterim biline. herşeyiyle süper bir geceydi sonuçta. çingen müzikleri tantanasından sonra organizatörümüz çıtayı epey bi yükseltti diyebiliriz. devamını heyecanla bekliyoruz.
uzadı biliyorum ama az buçukta behzat ç’den dem vurayım diyorum. aslında pek televizyon izlediğim söylenemez ama ilk üç bölümünü anadolu turunda internet olmayan birkaç otele denk gelince vakit geçirmek için izledim. müthiş heyecan yarattı tabi bende. ama sonra istanbul’a dönünce -tv izlememekten kaynaklı- uzunca bir ara izleyemedim. geçen hafta 11. bölüme rastlantı sonucu gözüm takıldı ve izledim. crockett senden özel ricamdır, bir akşam koltuğumun altında bir şişe black jackle mabede geliyorum, şişenin gereğini yapıyoruz ve senden tüm bölümleri set halinde alıp karanlığa karışıyorum…
neyse dostlar tüm emeği geçenlere tekrar teşekkürler…  her daim takipçinizim…
selam olsun aylak adamlara…’

‘Yücel’