Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

TADI DAMAKTA…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

TADI DAMAKTA…

Küçükken, biz çok mutlu olduğumuz halde büyüklerin neden bayramda bizim kadar güleç olmadıklarına şaşırır, anlam veremezdim. Bu anlamda laboratuarım akrabalarımdı. Onları gözlemler ve çözmeye çalışırdım. Şimdi anlıyorum. Büyüdükçe yaşanan şey aynı olsa da taşıdığı anlam yaşla paralel değişiveriyor. Çoğu çalışan arkadaşım için tatil, yaşlılar için özlem giderme günü, çocuklar için biraz harçlık, biraz şeker dolu cepler demek…

Yıllar önce, özellikle İstanbul’a ilk geldiğimiz zamanlardaki bayramları videoya çekebilmeyi, o halimi şimdi bilgisayarımda izlemeyi isterdim. Ne güzel bir fikir değil mi ? Seslerimizi kasete çekmişliğimiz çoktur. Bir araya gelir, şarkılar söyler, arada gülüşür, tüm bunları da kasetlere geçerdik. Sonra sesimizin ne kadar farklı çıktığını fark eder , mutlu mutlu yaşardık.

Sanki yaşamamışım da seyrettiğim bir filmden aklımda kalmış gibi anımsadığım şeyler var geçmiş bayramlardan. Ordu’dayken, ilkokuldayım o vakit, ellerimizde poşetlerle kapı kapı koşturup , topladığımız şekerleri , mendilleri anımsıyorum , nasıl mutlu olduğumuzu…

Şimdi genelde üç beş çocuğun bir araya gelmesiyle çalınıyor ziller. Birbirlerinden cesaret alan çocuklar , sesleriyle beraber çıkıyorlar yukarı. Erkeklerin ellerinde çoğunda gördüğüm silah , yüzlerindeki masumiyetle hiç örtüşmüyor. Soruyorum birine : Elindeki güzel bir oyuncak mı sence diyorum. Ama gerçek değil ki abla diyor. Elinde şiir ya da hikaye kitabı ile bayramlaşmaya gelen bir çocuk düşünebiliyor muyuz ? Hayal gibi geliyor bana. Hayal ötesi hatta. Komşumuz çok güzel bir şey düşünmüş. Kalem , silgi , kalemtraş alıp onları sarı şeffaf kapla bir araya getirip yanlarından zımbalamış , çocuklara şekerin yanında paket olarak bu okul setini de veriyor. Nasıl mutlu oluyorlar , anlatamam ! Muhtemelen çocukluk anıları arasında yerini alacak bir olay onlar için.

Sabah kahvaltı yaparken sık sık çocukların ellerindeki şu silahların pat pat patlamasıyla huzurum ve kahvaltım bölünüyor. Bakıyorum , görünürde çocuk da yok. Uzaklardan geliyor olmalı , aman hep bize uzak olsun bu gürültü diyorum.

Gelen gidenin gırla olduğu bu vakitte film izlesem sıkça bölünecek en iyisi dergi karıştırayım biraz diyorum. Düzenli olarak aldığım Radikal Genç’i sınava hazırlık faslının başlamasıyla salladığım için almış olduğum son sayılardaki okunmayı bekleyen yazıları okuyorum. Gazetenin şu haberi okuyayım diye ayırdığım belli köşe yazarlarımı açıyorum internetten. Arkadan da fon niyetine Musicovery açıyorum. Hazır nazır bir halde , çalan zille harekete geçene kadar , bilgisayara yapışmış bir halde okuyorum.
Malum ne zamandır gazetede pek uzağımda yer aldı. İletişim hatlarını tamamıyla kopardığım bir dönemden sonra Saldır ! durumlarındayım hala.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okuma isteğim ağır bastığı için Şu Çılgın Türkleri askıya aldık şimdilik. Açıkçası cezbetmedi de. Bir süredir tarihle haşır neşir olduğumdan severim düşüncesiyle başlayıvereyim dedim ama aa bunu biliyorumla tatsız olmaya başlayınca kapattım o sayfayı.

‘HERDEM’

Bir akşam Tom ve Tracy ile tek başına…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir akşam Tom ve Tracy ile tek başına…

Yeryüzüne ilk ayak bastığım andan itibaren benimlesiniz, eksik olmayın. Zamanla siz de benimle beraber dönüşüp/değiştiğiniz. Kurduğunuz cümleler, kullandığınız mecazlar ve iki dildeki sözcük kileriniz… Bunu yapanın Tom olduğunu biliyorum artık, eskiden anlamaz, saf saf düşünüp durur, bütün gün işin içinden çıkamazdım. O sendin değil mi Tom, eskiden, ben daha bu kadar kendine aymış değilken, rüyalarıma o hangi dilden olduğunu bilmediğim sözcükleri sokan? Tom’un kayıtdışı notları…

Geçen gün yeni bir şeyi keşfettim, bu sefer ikinize dair. Tüm o an-anıları kaydederken, bana dair bilinmeyen bir faaliyetiniz de var değil mi? Ne gibi mi? Kimi cümlelerin altını çizmek ve bazı sözcüklerin etrafında, o renkli resim kalemlerinizle birkaç kere dönmek suretiyle, yazgımın ana yollarını belirlemek gibi. Evet evet yakaladım işte, çünkü ne zaman yeni bir oluş, hal hasıl olsa, kafamın içinde bağlantılı ne varsa yanıp sönüyor. Bir karşılaşmada mesela -uzun zamandır bunu, bizden başka ölü çoğullukların düşüncelerinin cisimleştiği, sözcükleriyle ve cümleleriyle yaşıyoruz- bende oluşan fikrin, ruhumdaki etkisinden hariç, bir de tarihsel arka planı zihnime çarpıyor. Aynı anda, önceden kaydedilmiş bir sözcük, kavram zihnimde su yüzüne çıkıyor ve işte o kavramın, bir eyrama dönüştüğü anda ben bir oluş-um artık. Dalga geçmeyin, harbi söylüyorum, henüz delirmedim, hala ceplerim yeterince gerçeklik dolu.

Bu tespit içinde temel olarak iki varsayımı barındırıyor. Birincisi, dünya günüyle bir günde bir vakitte, duyduğum bir sözcüğün altını çizdiğiniz için mi, ben onu/onları sonrasında eyram olarak halliyorum? Peki böyle ise, neden o sözcüğün ve o bağlantılı diğer birkaç tanesinin altını çiziyorsunuz? Neden unutulmuş,  hatta hiç akılda tutulmamış olan diğerlerinin altını çizmiyorsunuz, vişne çürüğü rengi kaleminizle daire içine almıyorsunuz? Demek ki, elinizde bir harita var, size benim yaşamımın ana yollarını belirleme yeteneğini sağlayan ve verilmiş bir yetki? Ya da daha doğrusu “ oluşum” bir harita da nereden nereye gideceğimi, sizin iki nokta arasında veya rastgele çizdiğiniz çizgiler belirliyor, öyle mi? N’oldu Tom suratın, kurt adam görmüş bir maymuna döndü? İkincisi ise, aslında önceden belirlenmiş bir hat var ve bunda ne siz ne de ben o kadar özgürüz? (Ki özgür seçim ve irade ne kadar makul kavramlar tartışılır.) Bu durumda bir önceki varsayıma göre, sizin yetkinliğiniz azalıyor ve kendisi bizzat sonsuz akış olan Rabb’in iradesi ile belirleniyor sizin eylemleriniz. Eğer böyle ise, siz benim akışımın taşeronu, benim de teknik direktörüm oluyorsunuz. Yaşayacaklarıma göre, algımda seçicilik eyleyerek belli çoğullukları, görüntüleri, fikirleri ve kavramları fark etmemi sağlıyor ve böylece beni kendi akışıma hazırlıyorsunuz. Öyle mi, söylesenize? Ha ha ha…. Gayb ha… Siz gayb-olun o zaman yanıbaşımdan! Gidin… Ama dur ya aslında yazgı dediğim tam da bu ise, hala bu soruları soruyorsam, akış-oluş değilim tam anlamıyla, hala biraz eşikteyim. Ancak ayaklarım sonsuz akışın içinde. Sırıtma öyle suratıma Tom, korkmuyorum! Korku bitti artık, yalnız dağılmak, darmadağın oluş fikri hala biraz ürpertiyor beni. O kadar yani, üsteleme…

Aslında, kendime melankoli kurmak için oturdum bu metnin başına, ancak kendime kendimden bir yazgı varsayımı inşa ettim. “Olsun!” Bunu diyen Tracy. Suratıma bakmadan söylüyor bunu, herhangi bir kafası karışmış, orta yaş üstü, menopozlu teyze repliğini. Takıl sen birader, bozmayım ben seni: “Thanks Mr. Tracy for disregarding me!” Hoş yazgı varsayımım son derece melankoli hadd-i zatında. Kim attı beni bu bahçeye? Kim dikti bu sarp yokuşu karşıma? Mızmızlanmıyorum çocuk gibi, soruyorum hocam adam gibi. Özgür seçim ve irade, ne kadar boş ve anlamsız laflar. Ben daha doğmadan önce bile, benim için bir isim atanmış, bir yazgı belirlenmişti. Çoğulluk olarak bizzat ben kendim, “Oluş-ları” kabul ediyorum eywallah! Çocuk-oluş, hayvan-oluş, kadın-oluş, fallus-oluş, çöl-oluş… Ancak üzerime yapıştırdığınız ve her ne kadar aynı renklerle yıkasam da, hep solan şu hilkat garibesi kimliklerinizi kabul etmiyorum. Sizin tanımlanırız bende bir şeye tekabül etmiyor, pabuçlarımın sıkması hariç. O sebepten, çekin elinizi üzerimden! Ya da kalın, ceplerime doldurduğum taşlar olarak, nehir-oluşuma yardımcı olun; çünkü:

“Yaralarım benden önce de vardı. Ben onları bedenimde cisimleştirmek için doğdum.”  Joe Bosquet

‘İbn-i Zerâbî’

ÖYLEYKEN BÖYLE

Yaşlanma alameti olsa gerek insan bir çocukluğuna dönüyor. Geçmişte yaşadıklarına dayanarak şimdiki davranışlarını meşrulaştırıyor kendince. Bunu neden genelleyerek yazıyorum? Sanırım çevremdekilerle çok paylaştım ve ortaklaştığım çok oldu.

 

 

 

 

 

 

 

Alamet deyince yine çocukluktan bir enstantane hasıl oldu. Yurt dışından gelen akrabaların bol valizli gelmeleri hem çok kalacaklarına hem de bol hediyeyle geldiklerine alametti örneğin. Çok kalmaları eğlenceydi, farklı günler anlamına gelirdi. Bol hediye ise malum bol çikolata, bol oyuncak ve bol bissürü şey anlamına gelirdi. Çocukluk işte(her şeyi düşünmeye ve yapmaya hakkın olduğu yıllar) pek severdik uzaktan gelen akrabayı. Tabi yaş ilerledikçe hediyeler azalır, kuzenler büyüdükçe gelmez olurlar ve işin eğlencesi de sönüp gider.

Bir başka çocukluk anına dair; sokak oyunları vazgeçilmezdir. Akşam ezanıyla son bulan o bitmez tükenmez seremoni yine bitmek bilmeyen enerjimizin doruğa ulaştığı anlardır. Yarım gün okulda dersler ve teneffüslerdeki tepişmeler sonucu, kalan yarım gün hala enerjisinin olması, insanı şimdiki yaşlarda hayretler içince bırakıyor doğrusu. Enerji kalması bir tarafa, sanki sokakta bol bol oynayıp koşturalım diye okulda biri bizi şarj etmiştir. Akşama müteakip, yemekten sonra yine aynı kişi tarafından çekilmiş gücümüzü sabaha toplamak üzere sızarız. Bu rutini bozan pazar banyolarıdır. Banyodan sonra dışarı çıkılmaz. Çıkılırsa hasta olunur, hasta olunursa bu daha uzun süren evde hapis durumları demektir ki hiç istenmez. Pazarlardan bu sebepledir  hala nefret ederim. Bu yazıyı da pazar günü yazıyor olmam manidar tabi. Pazarlarımı bir türlü şenlendiremem, basiretim bağlanır, güçten düşerim. Yapılacak en iyi şey teslim olup banyo yapmaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Benim kuşak bilir; bir de “Ziyaretçiler ( visitors)” vardır. O enerjinin çekilmesi hikayesi işlemez o dizi başlayınca. Ama başka bir faktör vardır ki o da “korku”. O uzaylı yaratıkların ağızlarına götürdükleri fare sahneleri, bir de yüzlerindeki insan maskesini çıkarıp gerçek yüzlerini (yeşil yeşil) ortaya çıkarmaları bana o yaşlarda acayip ürkünç gelirdi. Yinede babama yalvarırdım oturup benimle izlesin diye. Geç vakitti namussuz.

Çizgi filmlere hiç girmeyeceğim. O başlı başına bir yazı konusu. Geçenlerde kendilerini yad ettik de epey bir varmış, say say bitmedi.

Öyleyken böyle yazısı oldu bir miktar. E artık idare edin yavaş yavaş diyelim. 

‘KEVOK’

‘BEN bir başkasıdır.. kendini keman olarak duyumsayan oduna yazık..’ – ARTHUR RIMBAUD

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GEORGES IZAMBARD’A..

Charleville , 13 Mayıs 1871..

 

Sayın Bay ,

İşte yine öğretmensiniz.. kendimizi topluma feda etmeliyiz , demiştiniz bana ; öğretim kurulunda yer alıyorsunuz : herkesin gittiği yoldan gidiyorsunuz.. – ben de kendi ilkemi izliyorum : hayasızca kendime baktırıyorum ; okulun eski budalalarını bulup ortaya çıkartıyorum : hareket olarak , söz olarak , kafadan uydurabileceğim ne kadar aptalca , pis ve kötü şey varsa hepsini kendilerine sunuyorum : bunun karşılığını bira ve şarap olarak ödüyorlar bana.. ‘stat mater dolorosa , dum pendet filius..’ – kendimi topluma feda ediyorum , doğru , – ve haklıyım.. – siz de haklısınız , şimdilik.. gerçekte , kendi ilkenize göre öznel şiirden başka bir şey görmüyorsunuz : üniversite yemliğine – bağışlayın – yeniden kavuşmakta direnmeniz bunu kanıtlıyor.. ama sonunda gene , hiçbir şey yapmak istemediği için hiçbir yapmamış olan bir doygun olarak bulacaksınız kendinizi.. o öznel şiirinizin her zaman korkunç tatsız bir şey olacağının sözünü etmek de gereksiz.. sanırım , bir gün , – başkaları da aynı şeyi düşünüyorlar – ilkenize nesnel şiirin girdiğini de göreceğim.. sizin olacağınızdan daha içtenlikli göreceğim bunu.. – bir emekçi olacağım : çılgınca öfkeler , beni , şimdi size bu mektubu yazarken hala nice işçinin öldüğü Paris savaşına doğru iterken , beni burada tutan düşünce bu.. şimdi hiçbir zaman çalışmam , asla ; grevdeyim.. 

Şimdilerde olabildiğince sefihleşiyorum.. neden mi.. şair olmak istiyorum ve görülmezi gören kahin olmaya çalışıyorum : siz hiç anlamayacaksınız bunu ve ben de size anlatmayı aşağı yukarı beceremem.. bütün duyuların karıştırılmasıyla , düzenlerinin bozulmasıyla bilinmeze ulaşmak söz konusu.. acılar çok büyük , ama güçlü olmak , şair doğmak gerek ve kendimi şair olarak görüyorum.. bu hiç de benim suçum değil.. ‘düşünüyorum’ demek yanlış bir şey.. ‘beni düşünüyorlar’ demeli..

Sözcük oyunumu bağışlayın..

BEN bir başkasıdır.. kendini keman olarak duyumsayan oduna yazık.. hiç bilmedikleri konularda tartışan bilinçsiz insanları küçümsüyorum..

Siz benim için bir öğretmen değilsiniz.. size bir şiir gönderiyorum : taşlama mı diyeceksiniz bakalım buna.. yoksa şiir mi.. yine de düşlem.. – ama rica ediyorum , altını kalemle çizin , ne de fazlaca akılla :

İŞKENCE EDİLEN YÜREK.. (Le Coeur Supplicié..)

Kederli yüreğim salya-sümük güvertede ,

Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu :

Çorba artıklarını fırlatırlar oraya bile ,

Kederli yüreğim salya-sümük güvertede :

Bir küfür tufanı eratın ağzında bilmece

Gülerler durmadan kahkahaları sulu mu sulu..

Kederli yüreğim salya-sümük güvertede ,

Yüreğim asker sigarasıyla izmarit dolu..

 

Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır

Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri..

Dümende dalga geçerler tepeden tırnağa hınzır ,

Maslahatlar alesta kalkıp çekmeye hazır..

Ey büyüleyici dalgalar o sayenizde paklanır ,

Alın yüreğimi yıkayın , bilsin temizliği..

Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır ,

Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri..

 

Küfürleri bitip tütünleri de tükenince

Ne yapacağım ben , ey çalınmış yüreğim..

Hıçkırık olacaklar hepsi meyhane türkülerinde

Küfürleri bitip tütünleri de tükenince ,

Bir meydan savaşı başlayacak zavallı midemde

Yüreğim örselenmiş dalım kırılmışsa benim..

Küfürleri bitip tütünleri de tükenince

Ne yapacağım ben , ey çalınmış yüreğim..’

‘hiç de anlamsız değil bu..

Adresim : Bay Deverriére eliyle A.R.

Yürekten Selam..’

ARTHUR RIMBAUD..

‘BEN BİR BAŞKASIDIR , Bütün Düzyazı Şiirleri..’ , ARTHUR RIMBAUD , Çeviri : ÖZDEMİR İNCE , GENDAŞ Yayınları , Şubat 1999 , 264 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kimi kaptan vardır ki , fırtınada parçalanmayı kabul edeceğine , aynı fırtınayı yol almak için kullanabilir..’ – VINCENT VAN GOGH

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çalışmalarım halkın yüreğinden kopmuş gibi geliyor bana , tabana yakın bulunmalıyım hep , yaşamı en derinliklerinden yakalamalıyım ; bir sürü dert ve sıkıntı arasında ilerleyebilirim , ilerlemeliyim..

başka türü düşünemiyorum , dertsiz , sıkıntısız bir yaşam aramıyorum ; yalnızca bunların dayanılmaz hale gelmeyeceğini umuyorum.. çalışabildikten , senin gibi birkaç kişinin sevgisine sahip olduktan sonra , neden dayanılmaz olsun dertler , sıkıntılar.. yaşam da desen çizmek gibi.. kimi kez çok hızlı davranmak , kararlı olmak , büyük enerjiyle başlamak , esası belirleyen çizgileri şimşek hızıyla kağıda geçirmek gerek..

o an kararsızlığa , kuşkuya hiç yer yok ; el titremeyecek , göz başka yere kaymayacak , önünde ne varsa sırf ona bakacak.. ve kendisini öyle verecek ki işine , kısa sürede kağıt ya da tuval üzerinde daha önceden orada olmayan bir şeyler belirecek , sonradan baktığında insan onun oraya nasıl geldiğini tam olarak kestiremeyecek.. tartışma , düşünme zamanı , kararlı harekete geçmeden önceki aşama.. bir kez harekete geçildi mi , öyle kafa yormaya , tartışmaya fazla yer yok..

hızlı davranmak insanoğlunun işlevidir , ama bunu yapabilecek duruma gelmek için çok uzun bir yol kat etmek gerekli.. kimi kaptan vardır ki , fırtınada parçalanmayı kabul edeceğine , aynı fırtınayı yol almak için kullanabilir..

sana söylemek istediğim şu : gelecek için parlak tasarılarım yok.. kimi kez sıkıntısız bir yaşam özlemi , refah isteği bir an için yükselse bile içimde , hemen dertlerime , sıkıntılarıma sevecenlikle dönüyorum.. güçlüklerle dolu bir yaşam , evet.. böylesi daha iyi diye düşünüyorum kendi kendime , bundan öğreneceğim daha çok şey var , beni alçaltmıyor , bu yolda insan yok olmaz.. kendimi tümüyle çalışmama verdim..

zayıf , zavallı kişilerin ezildiğini o kadar çok görüyorum ki , ilerleme ya da uygarlık adıyla anılan pek çok şeyin gerçekliğinden , içtenliğinden kuşkuya düşüyorum.. uygarlığa inanıyorum , evet , bu dönemde bile , ama temelinde gerçek insancıllık yatan uygarlığa.. insan yaşamına mal olan şeyleri kıyıcı buluyor , bunlara hiç saygı duymuyorum..

benim iyiliğimi isteyen kişiler , davranışlarımın temelinde derin duyguların , sevgi gereksinmesinin yattığını bilsinler istiyorum.. makinenin işlemesini sağlayan yaylar arasında pervasızlık , gurur , kayıtsızlık gibi şeyler yok ; bu attığım adım ise , yaşam yolunda , alçak bir düzeyde kök saldığımın kanıtı.. daha yüksek bir amaçlamanın ya da kişiliğimi değiştirmeye çalışmanın benim için iyi bir şey olacağını sanmıyorum.. olgunlaşıncaya dek daha çok deneyim geçirmem , pek çok şey öğrenmem gerekiyor ; bu da bir zaman ve inat sorunu..’

 

Vincent Van Gogh..

Lahey , Mayıs ortası 1882..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘mektubunda , insanın kimi kez yaşadığı bir iç çatışmadan söz ediyorsun : kişi yaptığı iyi bir işin kötü ya da uğursuz sonuçlarından sorumlu mudur.. baştan kötü olduğunu , ama içinden kimseyi incitmeden sıyrılacağını bildiğin  bir işi yapmak daha iyi değil midir.. ben de yaşadım böylesi iç çatışmalar.. vicdanımızın sesini dinlersek – bence vicdan aklın en yüksek aşamasıdır ; akıl içinde akıldır – yanlış ya da saçma davrandığımız kanısına kapılabiliriz.. birtakım çok yüzeysel kişiler , sırf daha aklı başında ve çok daha başarılı oldukları için bizimle alay ettiklerinde özellikle bozuluyoruz.. evet , kimi kez zor oluyor o zaman ; ve kimi zaman koşullar , zorlukları aşılmaz dalgalar haline getirdiğinde , insan neredeyse kendisi olmaktan acı duyuyor , keşke daha az vicdanlı olsaydım diyebiliyor..

aynı iç çatışmayı hiç durmadan , her an yaşayan , çoğu kez beyni ölesiye yorulan , birçok kez doğru ile yanlışı ayırt etme konusunda bir türlü karara varamayan bir adam olduğumdan hiç kuşkun olmasın , kardeşim..

resim üstünde çalışırken sanata karşı ve başaracağıma değin sınırsız bir inanç var içimde.. ama gövdesel yorgunluğa düştüğüm günler , ya da parasal engellerle karşılaştığımda bu inancın azaldığını hissediyorum , beni nerdeyse alt edecek bir kuşkuya kapılıyorum.. hemen yeniden işe koyulmakla bu duyguların üstesinden gelmeye çalışıyorum.. kadın ve çocuklarla olan ilişkilerimde de aynı şey söz konusu ; onlarla bir aradayken , ufak yavru , sevinçli sesler çıkararak bana doğru emeklediğinde her şeyin iyiye gittiğine değin hiçbir kuşku olmuyor içimde..

kim bilir kaç kez yatıştırmış , huzura kavuşturmuştur beni o yavrucak..

evdeyken bir dakika bile peşimi bırakmıyor ; çalışıyorsam bile ceketimi çekiştiriyor ya da bacağıma tırmanmaya kalkıyor , ta ki kucağıma alayım onu.. stüdyoya geldiğinde her gördüğüne sevinçle cıvıldıyor , eline tutuşturduğum bir kağıt parçası , bir sap sicim ya da eski bir fırçayla sessiz sessiz oynuyor ; her an mutlu bir çocuk.. bu tabiatını ömrü boyunca sürdürürse benden çok daha akıllı bir adam olacak..

şimdi , iyi olanı kötüye dönüştüren , kötünün ise iyi sonuca varmasını sağlayan bir tür yazgının varlığını duyuyor insan kimi kez.. buna ne demeli , peki..

bu gibi düşüncelere , duygulara kapılmanın , kısmen sinirlerin aşırı yorulmasının , gerilmesinin sonucu olduğunu ileri sürebiliriz.. bunlara kapıldığımızda gerçeklerin sandığımız kadar kötü olduğuna inanmak zorunda olmadığımızı yinelemeliyiz.. insan bunu yapmazsa aklını kaçırabilir çünkü.. öyleyse , bu gibi durumlarda yapılacak şey , gövdesel gücünü toparlayıp hemen , insan gibi , çalışmaya koyulmak.. bu da yetmiyorsa , yılmadan o iki aracı kullanmayı sürdürmek , melankolinin ölümcül olduğunu hiç akıldan çıkarmamak.. uzun vadede , enerjisinin çoğaldığını hissedecektir kişi , her türlü derde , sıkıntıya katlanacak kadar.. esrarlar olduğu gibi kalacak ; acılar , melankoli olduğu gibi kalacak , ama bu bitimsiz olumsuzluğu önünde sonunda dengeleyecek olan , ondan çıkardığımız olumlu çalışmalar , yapıtlar olacak.. yaşam cici çocuk masallarındaki ya da orta halli papazların bildik vaazlarındaki kadar basit ve karmaşıklıktan uzak olsaydı , başarıya ulaşmak pek kolay olurdu.. oysa gerçeklik bambaşka , her şey sonsuz derecede karmaşık ve doğada siyah ile beyaz nasıl kesinlikle birbirinden ayrı değilse , yaşamda da doğru ile yanlış kolayca seçilebilecek gibi uzak değil birbirinden.. kapkara siyahın içine düşmemeli insan , bilinçli kötülük demek çünkü bu.. aynı şekilde ,  badanalaşmış bir duvarın bembeyazından da kaçınmak gerek , çünkü bu da iki yüzlülük ve sonsuz kendini beğenmişlik demek.. aklın yolunu , özellikle de vicdan yolunu – aklın en yüksek , en yüce aşaması olan vicdanın yolunu –  cesaretle izlemeye çalışan , dürüst olmak için elinden geleni yapan kişi , sanırım hiçbir zaman yolunu toptan şaşıramaz – bir sürü yanılgıya düşecek , engellerle karşılaşacak , kusursuzluğa erişemeyecek olsa da..

insan herkes tarafından pek önemsiz görülebilir , en aleladelerden biri sayılabilir , kendi kendisini sıradan kişilerin en sıradanı olarak hissedebilir – gene de sonunda oldukça sürekli bir ruh dinginliğine kavuşur..vicdanını geliştire geliştire öyle bir düzeye getirebilir ki , o artık kişiliğinin en iyi , en yüksek öğelerinin sesi olur ve gündelik kişiliği bu sesin hizmetine girer.. artık o zaman skeptizme , sinikliğe dönemez kişi , her şeyi alaya alan bir yıkıcılığa da giremez.. birden bire olacak bir şey değil bu elbette.. michelet’de çok güzel bir söz var ve sanırım michelet’nin bu tek cümlesi ne demek istediğimi tümüyle anlatıyor : ‘sokrates doğuştan bir satirdi.. ancak , sürekli özveri , sürekli çatışma , boş ve saçma şeylerden vazgeçme yoluyla kendi kendini öyle kökten ve tümüyle değiştirdi ki , son gün , yargıçların karşısında durup ölümle göz göze geldiğinde , tanrılara yaraşır bir yücelik vardı onda , sanki gökyüzünden  aldığı ışığı saçıyor , parthénon’u aydınlatıyordu..’

aynı şeyi isa’da da görüyor insan.. başlangıçta sıradan bir marangozken , kendisini öyle yüceltmiş ki , öylesine iyilik , acıma , sevgi ve ciddiyet dolu bir kişiliğe kavuşmuş ki , bugün hayran kalabiliyoruz ona.. bir marangoz çırağı genellikle sonunda usta bir marangoz olur ; yani , dar kafalı , kuru , kendini beğenmiş , cimri herifin biri.. oysa , isa hakkında ne derlerse desinler , dünya görüşü , dünyayı kavrayışı , arka bahçede marangozluk yapan dostumunkinden çok başka..’

 

Vincent Van Gogh..

Lahey , Temmuz Sonu 1883..

 

‘THEO’YA MEKTUPLAR..’ – VINCENT VAN GOGH , Çeviri : PINAR KÜR.. , YKY Yayınları , Eylül 1996 , 251 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İnsan Yeryüzünün Hastalığıdır’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İnsan Yeryüzünün Hastalığıdır

 Bu tümce, Ulus Baker’in, şu anda hemhâl olduğum, yazılarının bir araya getirildiği kitaptan alındı. Aslında Gilles Deleuze’e ait bir formül ve öncesinde, “Hastalık, hayata bir bakış tarzıdır.” önermesi yer alıyor. Ben bunları mesaide yazıyorum ve kulaklıklarımı takmış, Pink Floyd “Another Brick in the Wall” dinliyorum. Bilhassa o hitap var ya hani: “Hey teacher, leave them kids alone!!!”, orada alien dışarı çıkıyor, aynı anda bağırıyor ve sonra başını yine içime gömüyor. Ben bunu kendime uyarlıyorum: “Hey Mr. Amir(s) leave me alone!!!”. Bakıyorum, hayatım hep böyle geçmiş, hep kurum kafalılara, “Çek elini birader, bulaşma!” demekle.

 Ve evet sevmedim, sevmiyorum ve böyle kaldıkça da sevmeyeceğim hiçbirini. Hoş bu sevmenin konusu değil, mesele doğrudan biat etmeye, kabullenmeye dair. Bizi içine soktukları eğitim sistemi denilen, bu yazıda bu kuruma kafa atacağım, o iblisin bağırsaklarını deşmek elzem. Şarkının klibindeki gibi, et parçası muamelesi gören çocuklar, kıyma makinesinin içine atılıyor, homojen ve uyumlu kıyma olarak dışarı çıkıyorlar… ve her sistem aslında çocuklarını yiyerek besleniyor. 18 yaşında liseyi bitirdiğimde, mezuniyet balosuna bile gitmemiştim. Hoş, Milli Eğitim’in eleştirsem de, kredili sistem diye bir hilkat garibesi vardı bir zamanlar. Ben de onun ilk deneklerinden biriydim. Bu ne idüğü belirsiz sistem sayesinde, liseyi 2,5 senede tamamlamıştım. Kâr, kârdır. Sonra gevşek bir biçimde sınava hazırlanmış, o zaman iki aşamalı sınav sistemi idi, sınavın ikinci aşamasının olacağı günün, gece saat 3’üne kadar mahalleden arkadaşlarla okey oynamıştım. Eve girdiğimde babam, ki kendisini bizzat çok severim kral adamdır, “Git yat lan sabah sınavın yok mu?” demişti. Ona göre, okumam sadece gençliğimi yaşamamdı, hani bazen gaflete düşüp yoklardım babamı, beni övsün diye, “Baba takdir alacam, ama bir puanla kaçıyo” diye. O da kızardı bana, “Ne uğraşıyosun kasma, geç yeter” diye. Babam kalbiyle bilir; bireysellik, farklılık, farkındalık vs. türü laflar üretmez; ama bilir: Hayat, kafana göre yaşaman için vardır. Kafana göre yaşamıyorsan o hayatın değil, egemen olanın sende cisimleşmesidir. Ruhunun ırzına geçilmiştir bir kere, yapılacak tek şey, tecavüzcünle evlendirilmendir.

 Ha hayvanat bahçesi ha okul bende… İkisi de aynı patolojiyi üretiyor. Kendisini, evrenin merkezi ve efendisi sanan bu mahluk, yeryüzünün hastalığı, neye el atsa hastalık üretiyor. Kendi patolojisini, hem kendi türünde hem de doğada yeniden üretiyor. Hayvanları doğal ortamlarından koparıp, şehirlerdeki kafeslere kapatıyor. Bunu normal bir durum olarak görüyor. Niye? İnsan denen türün üyeleri gelip görsünler, bakıp bakıp eğlensinler diye. Hiç dikkat etmediniz mi o hayvanlara? Bir defasında gördüğüm bir maymun, işte o aydınlanmayı o gün orada yaşamıştım. Kafesinin demirden perdesi önünde durmuş, depresif bir bakışla dışarı bakıyordu. Hareket etmiyor, sadece bakıyordu. Sonra bir an beni fark etti, gözleri gözlerime değdi; o beni ben de onu anladım. Ancak anlamam kurtarmama yetmiyordu. Hem ben de bir sömürge idim. Onu kurtarabilmek için, önce cellâtlara kafa atmam, onları sömürgesizleştirmem gerekiyordu.

 Okul dediğimiz, o kurum da aynısı işte. Tıkış tıkış girersin içeri, sırayla herkes kendi koğuşuna kapanır, kapılar da üzerinize. Okula giriş ve dersin başlaması arasındaki zamanı çoğunlukla, okulun üzerinde bulunduğu, ana caddeye bakan büyük pencerelerden dışarı bakarak geçirdiğimi hatırlarım. O maymunun işte, onu gördüğümde bende yaptığı ilk çağrışım bu an olmuştu, “ha o ha ben ne fark eder ki?” diye sormuştum kendime. Nerede kaldık? Evet sınıfa girersin… Ha bir de, doğaya bakınca, her hayvanın ve bitkinin, nesnel koşulları farklıdır. Hepsi hayvandır ya da bitkidir; ancak aralarında farklılaşırlar. Buna göre de ortamları düzenlenmiştir. Güzel insan Spinoza’nın dediği gibi, doğa kavimler, ırklar, milletler vs. yaratmaz, bireyler yaratır. Evet, işte sınıfa girersin; ancak bireysel farklılıklarınıza göre ayrıştırılmazsınız. Sosyal sınıflarınıza göre belirlenmiş sınıflarınıza girersiniz. Bayan X ya da Bay Y gelir, anlatır da anlatır. Uyursun olmaz, kafanı sıraya yaslayıp altta kitap okursun olmaz, çünkü fark ederler ve dikkatini tahtaya ya da ağızlarının içine celbederler. “Tamam” dersin, idare-i maslahat gereği hareket eyleyeyim, sorarsın hayal gücünle harmanlayıp, suratına sanki sen bir gerzekmişsin gibi bakarlar. Küfredersin, okuldan atmakla tehdit ederler. Konu zevkli gelir, “anlat hoca, daha anlat” dersin, bu sadece felsefe derslerinde olurdu, ‘olmaz sakıncalı, müfredata aykırı’ derler. Wesselam, onca sene, eğer kafan çalışıyorsa, onlar gibi olmamak için çektiğin acıyla geçer. Sanki İsa’sındır da, her sabah yeniden diriltilirsin, tekrar ve tekrar çarmıha gerilmek için. Önemli olan, seni doğru anlamaları değildir. Önemli olan onların tanımladıkları/belirledikleri kabulleri, senin ne düzeyde içselleştirip cisimleştirdiğindir.

 Ruhun göçebe ve kalbin anarşist ise, onlar için bir tehditsindir. Güçlüyken güçsüz, zekiyken aptal, özelken sıradan vs. hissettirmek üzerine kuruludur tüm sistem ve bu eğitim sisteminde süper işler. Spinoza demişti geçen, insan ne kadar özgürlük istiyorum dese de, kendi elleriyle kurar itaat edeceği sistemleri, diktatörlükleri… Ki bunların hepsi kan emicidir (Aman vampirler alınmasın!), senin kederinden beslenirler diye. İşte o zaman karar verirsin, 15 yaşında sırt çantanı alıp, her şeyi arkanda bırakıp gitmeye. Gidemeyince de, biraderim Benjamin’in dediği gibi, hayat boyu o yaşta bunu yapmadığın için pişmanlık duyarsın.

 Bekliyorum hala pes etmedim, Mr. Keating (Ölü Ozanlar Derneği) çıkıp girecek bir gün bir sınıfın kapısından içeri ve vahiy aktaran bir peygamber edası ile: “Yırtın o kitapları, bu işler böyle olmaz!” diyecek. Sonra birilerine, kendini aramanın, bilmenin, akışın, başka şeyleri/ başkalarını bilmekten önce geldiğini söyleyecek, öğretecek, gösterecek. Bu onda praksis zaten, o sebepten üç fiili art arda sıralamam. İşte o zaman okul denilen yer, has bir cennet bahçesi olacak; dostlarla oturup sedirler üzerinde hasbihâl edecek insan yavruları keyifle. Evet, evet biliyorum, bir gün bir kadının rahmi böyle bir süper kahraman doğuracak…

 Şimdiden selam sana o captain my captain!

‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bütün insanların göreceli algılama kalesinin kapısından çıkıp çayırlara koşarak müdahalesiz doğanın kalbine dönmesinden başka barışa giden bir yol yoktur.. yani kılıç yerine orağı bilemekten başka yol yoktur..’ – MASANOBU FUKUOKA

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanlar öğrenim görürler , çünkü anlamazlar ama öğrenim görmek , kişinin anlamasına yardımcı olmaz.. çok çalışırlar ve en sonunda tek buldukları insanın hiçbir şey bilemeyeceği , anlamanın insanın erişebileceklerinin ötesinde olduğudur..

insanlar genellikle , ‘anlamam’ sözcüğünün  , örneğin , dokuz şeyi anlayıp bir şeyi anlamadığınız bir durum için kullanılabileceğini düşünürler.. ama on şeyi anlamaya niyetlenerek , gerçekte bir tek şeyi bile anlayamazsınız.. eğer yüz tane çiçeği biliyorsanız , bir tekini bile ‘bilmiyorsunuzdur..’ insanlar anlamak için zorlu mücadeleler verirler , kendilerini anladıklarına ikna ederler ve hiçbir şey bilmez halde ölürler..

gençler marangozluk işlerinden bir mola aldılar , büyük bir mandalina ağacının yanında çimenlere oturdular ve güney gökyüzünün ince bulutlarına baktılar..

insanlar , gözlerini yer yüzünden gökyüzüne çevirdiklerinde cenneti gördüklerini düşünürler.. portakal meyvesini , yeşil yapraklardan ayırt ettikten sonra yaprağın yeşilini ve meyvenin turuncusunu bildiklerini söylerler.. ama kişi yeşille turuncu arasında bir ayrım yaptığı an , gerçek renkler kaybolur..

insanlar şeyleri anladıklarını düşünürler , çünkü onlara aşina olurlar.. bu yalnızca yüzeysel bilgidir.. bu yıldızların adlarını bilen astronomun bilgisidir , yaprakları ve çiçekleri sınıflandırmayı bilen botanikçinin , yeşil ve kırmızının estetiğini bilen sanatçının bilgisidir.. astronom , botanikçi ve sanatçının her biri kendi zihninin menzili içinde , izlenimlerini yakalayarak yorumlamaktan başka bir şey yapmamıştır.. aklın faaliyetleriyle ne kadar ilgilenirlerse , kendilerini o kadar ayırırlar ve doğal bir şekilde yaşamaları o kadar zorlaşır..

trajedi şudur ki , insanlar temelsiz bir kibir içinde , doğayı kendi iradeleri doğrultusunda yönlendirmeye kalkışırlar.. doğal şekilleri yok edebilirler ama onları yaratamazlar.. ayrımlama , parçalanmış ve tam olmayan bir anlayış , her zaman insan bilgisinin başlangıç noktasını oluşturur.. insanlar doğanın bütününü bilmekten aciz bir şekilde , onun eksik bir modelini oluşturmaktan daha iyisini yapamazlar , sonra da kendilerini kandırarak doğal bir şey yaptıklarını düşünürler..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

doğayı bilmesi için kişinin yapması gereken , aslında hiçbir şey bilmediğini , herhangi bir şey bilmekten aciz olduğunu fark etmektir.. o zaman ayrımlayan bilgiye ilgisini kaybetmesi beklenebilir.. ayrımlayan bilgiyi terk ettiği zaman , kendi ayrımlamayan bilgisi onun içinde doğar.. eğer bilmek hakkında düşünmeye çalışmazsa , eğer anlamayı önemsemezse , anlayacağı zaman gelecektir.. egoyu yok etmekten , insanların cennetten ve dünyadan ayrı var oldukları düşüncesini bir kenara bırakmaktan başka bir yol yoktur..’

‘bu akıllı olmak yerine aptal olmak anlamına gelir’ diye patladım , yüzünde erdemli bir gönül rahatlığı taşıyan genç birine.. ‘gözlerindeki ne çeşit bir bakış.. aptallık açığa çıktığında zeki görünür.. akıllı mı yoksa aptal mı olduğundan kesinlikle emin misin , yoksa aptal-tipi zeki bir adam mı olmaya çalışıyorsun.. zeki hale gelemezsin , aptal hale gelemezsin , olduğun yere saplanıp kalmışsın.. şimdi bulunduğun yer bu değil mi..’

bunu der demez , aynı sözleri tekrar tekrar söylediğim için kendime kızdım ; bu sözler ki asla sessiz kalmanın erdemine erişemezler , öyle sözler ki kendim bile anlayamazdım..

sonbahar güneşi ufukta alçalıyordu.. alacakaranlığın renkleri yaşlı ağacın altına doğru ilerledi.. içdenizden gelen ışığı sırtlarına alan sessiz gençler , akşam yemeği için yavaşça kulübelerine döndüler.. gölgeler içinde , sessizce arkalarından izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘insanoğlu kadar zeki başka bir canlı olmadığı söylenir.. bu zekayı kullanan insan nükleer savaş yapmaya muktedir tek hayvan haline geldi..’

‘başlangıçta insanın hiçbir amacı yoktu.. şimdi ,  o yada bu amacın hayalini kurarak yaşamın anlamını bulmaya çalışıyorken yaşamlarını mücadele içinde geçiriyorlar.. bu tek kişilik bir güreş müsabakasıdır.. insanın düşünmesi ya da arayışına çıkması gereken bir amaç yoktur.. eğer amacı olmayan bir yaşamın anlamsız olup olmadığını çocuklara sorsaydınız , çok iyi ederdiniz..

anaokuluna başladıkları zamandan itibaren insanların üzüntüleri başlar.. insan mutlu bir yaratıktı ama zor bir dünya yarattı ve şimdi onun dışına çıkma mücadelesi veriyor..

doğada yaşam ve ölüm var ve doğa neşe dolu..

insan toplumunda yaşam ve ölüm var ve insan üzüntü içinde yaşıyor..’

‘hiçbir çelişkinin ve hiçbir ayırt edişin olmadığı bir dünyada yaşayan çocuklardır.. ışığı ve karanlığı , güçlüyü ve zayıfı algılarlar ama bir yargıda bulunmazlar.. yılan ve kurbağanın var olmasına rağmen , çocuk güçlülük ya da zayıflıktan anlamaz.. yaşamın özgün hazzı buradadır ama ölüm korkusu henüz ortaya çıkmamıştır..

yetişkinin gözünde ortaya çıkan sevgi ve nefret , özgün halinde birbirinden farklı iki şey değildir.. aynı şeyin önden ve arkadan görüntüsüdür.. sevgi , nefretin malzemesini sağlar.. eğer sevgi madalyonunu ters çevirirseniz nefret olur.. yalnızca tarafların olmadığı mutlak dünyaya girerek , olgusal dünyanın ikiliğinde (dualitesinde) kaybolmak önlenebilir..

insanlar kendileri ve diğerleri arasında ayrım yaparlar.. ego var olduğu sürece , bir ‘öteki’ olduğu sürece , insanlar sevgi ve nefretten kurtulamazlar.. kötücül egoyu seven yürek , nefret edilen düşmanı yaratır.. insanlar için ilk ve en büyük düşman , bu denli sevdikleri ‘kendileridir..’

insanlar saldırmayı ya da savunmayı seçerler.. mücadeleyi sağlamak için , birbirlerini, anlaşmazlığı kışkırtmakla suçlarlar.. bu el çırpıp ardından sesi hangi elin çıkardığını , sağ elin mi yoksa sol elin mi çıkardığını tartışmaya benzer.. bütün münakaşalarda ne doğru vardır ne de yanlış , ne iyi vardır ne de kötü.. bütün bilinçli ayırt etmeler aynı zamanda ortaya çıkarlar ve tümü hatalıdır..

bir kale inşa etmek , en başından yanlıştır.. bunun şehrin savunulması için olduğu özrünü öne sürmesine rağmen , şato yöneticisi efendinin kişiliğinin bir sonucudur ve etrafındaki bölgelere dayatmacı bir güç yayar.. saldırıdan korktuğunu ve istihkamın şehrin korunması için gerektiğini söyleyen zorba , silah depolar ve kapıya kilit takar..

savunma eylemi halihazırda saldırıdır.. kendini savunma silahları , her zaman savaşları kışkırtanlara bahane olur.. savaş felaketi kendi/öteki , güçlü/zayıf , saldırı/savunma gibi boş ayrımların güçlendirilmesi ve büyütülmesinden kaynaklanır..

bütün insanların göreceli algılama kalesinin kapısından çıkıp çayırlara koşarak müdahalesiz doğanın kalbine dönmesinden başka barışa giden bir yol yoktur.. yani kılıç yerine orağı bilemekten başka yol yoktur..

çok eskilerin çiftçileri barışçıl insanlardı ,  ama şimdi et için avusturalya ile tartışıyorlar , balık için rusya ile münakaşa ediyorlar , buğday ve soya fasulyesi içinse amerika’ya bağlılar..

öyle görünüyor ki , japonya’daki bizler büyük bir ağacın gölgesinde yaşıyoruz ve bir fırtına sırasında büyük bir ağacın dibinden daha tehlikeli bir yer yoktur.. ve bir daha ki savaşta ilk hedef olacak ‘nükleer bir şemsiyenin’ altında sınmaktan daha aptalca bir şey olamaz.. bugün biz toprağı bu karanlık şemsiyenin altında sürüyoruz.. hem içten hem de dıştan , bir krizin yaklaştığını hissediyorum..

iç ve dış bakış açılarından kurtulun.. dünyanın her yerindeki çiftçiler özünde aynı çiftçilerdir.. biliriz ki , barışın anahtarı toprağa yakındır..’

‘EKİN SAPI DEVRİMİ , Doğal Tarıma ve Doğal Hayata Giriş’ , MASANOBU FUKUOKA

KAOS Yayınları , Çeviri : AYKUT İSTANBULLU ,  Eylül 2006 , 182 sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘görülmeyenler ve görülmemesi gerekenler , artık tamamen engellenmiş ve denetimden çıkmış olan hayallerimizdir..’ – GABRIEL JOSIPOVICI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘kendi başımıza bir odada , bir elimizle diğer elimizi tuttuğumuzda , buna ‘el ele tutuşmak’ adını vermeyiz.. kendi başımıza bir odada , bir aynada kendi elimize doğru uzanıp camın soğukluğuyla karşılaştığımızda , buna dokunma adını vermeyiz .. aksine , bunlardan her ikisi de dokunmanın buruk bir parodisi olup üzüntü duygumuzdan , ihtiyaçlarımıza ve arzularımıza acımasızca kayıtsız kalan bir dünyada var olduğumuz duygusundan doğar ve bu duyguyu besler..

 gene de , insanı yeniden dünyaya döndüren ya da dünyayı yeniden insana  döndüren bir tek başına dokunma biçimi vardır elbette ve bir kez daha bunu çok büyük bir kavrayış ve incelikle keşfeden kişinin ‘proust’ olması pek şaşırtıcı değildir..

‘marcel’ üzülerek ‘aynı duygular , önceden belirlenmiş bir düzene göre , bütün insanların yüreklerinde eşzamanlı olarak ortaya çıkmıyor’u keşfettikten hemen sonra şunu anlatır : ‘bazen yalnız olmaktan duyduğum coşkuya , bu duygudan açık biçimde ayrılmakta güçlük çektiğim bir başka duygu eklenirdi : kollarım arasında sıkı sıkıya tutabileceğim bir köylü kızının gözlerimin önünde belirmesi arzusunun harekete geçirdiği bir duygu..’ marcel bu anıyı izleyerek farkına varır ki , böyle kollarının arasına almayı arzuladığı kadına bir anlamda her gün dolaştığı korular ve kırlık alanlar varlık kazandırmışsa , bir anlamda da o , bu koruların ve kırlık alanların ete kemiğe bürünmesidir , marcel’in onun aracılığıyla bütün manzaraya sahip olabileceği benzersiz bir varlıktır.. ‘çünkü o  zaman’ der marcel ‘kendim olmayan her şey , yeryüzü ve onun üzerindeki mahluklar bana daha değerli , daha önemli , yetişkin insanlara göründüğünden daha gerçek bir varoluşla bezenmiş görünürdü..’ öyleyse , insan bir kadını arzularken ,  daha sonra ki yaşamında olduğu gibi , o kadının bize vereceği zevki düşünmez ,’ çünkü insan kendini düşünmez , yalnızca kendinden kaçmayı düşünür..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘bağımlılığın yalnızlığı gidermenin yollarından biri olduğunu söylemek , yanlış bir izlenim vermek olur.. bağımlılığın giderdiği şey , hücre hapsinin getirdiği duygusal yoksunluktur.. ve hücre hapsi , şu ana kadar belirttiğim gibi , dört duvarı , kilitli bir kapıyı ve bir gardiyanı gerektirmez ; yalnızca dünyayla olan doğal karşılıklılık duygumuzu yitirmemiz ve elimizden geldiğince bu yitimi gidermeyi deneyecek kadar acıyla onun bilincinde olmamız yeterlidir..

 ‘william burroughs’ niçin eroin bağımlısı olduğunu sorgularken , bağımlılığın can sıkıntısıyla yakından bağlantılı olduğunu kabul etmek zorunda kalır.. burjuva yaşamının ona sunduğu seçeneklerden hiçbirini ilginç bulmamış ve ‘tutunanlar’a , yaşamlarını dünyanın başarılı kabul ettiği şeye dönüştürenlere ilişkin gördükleri tam anlamıyla midesini bulandırmıştır.. bir eroinman haline gelmek , bunlardan kurtulmanın bir yolu olmuştur ve burroughs bunun aslında ne kadar büyük bir çabayı gerektirdiğini ve gerçek anlamıyla bir eroinman haline gelmenin ne kadar uzun sürdüğünü güçlü bir dille anlatır..

ne yazık ki bağımlılık da arzularımızı tamamıyla tatmin edemez ve böylece bizi dante’nin cehennem’inde yaşayanların içinde bulunduğu durumda bırakır ; ‘sürekli , umutsuz bir özlem içinde olma’ yani ‘sanza speme vivemo in disio..’

 ‘stanley cavell’ , sinema hakkındaki daha önce sözünü ettiğim kitabında sinemayla ilgili olarak aynı görüşe oldukça yaklaşır ; ancak sinema ile bağımlılığı özdeşleştirmekten kaçınır.. ama cavell’in kavrayıcı gözlemleri çoğu sinema kuramının sıradanlıklarını aşıp neyin söz konusu olduğunu anlamamıza yardım eder :

 ‘dünyanın kendisini gözlemek istediğimizi söylemek , mutlak biçimiyle gözleme durumunu istediğimiz anlamına gelir.. dünyayla bu yolla –onu gözlemek , ona ilişkin görünümler edinmek yoluyla – bağlantı kurarız.. durumumuz , doğal algılama biçimimizin gözlemek , görülmediğimizi hissederek gözlemek haline geldiği bir durum.. dünyaya bakmaktan çok , dışımızdaki dünyaya bakıyoruz , benliğimizi siper ederek.. görülmeyenler ve görülmemesi gerekenler , artık tamamen engellenmiş ve denetimden çıkmış olan hayallerimizdir.. sanki artık onları –tam sokaklara döküldükleri , en az kişisel hale geldikleri anda – bir başkasıyla paylaşabileceğimizi umamıyoruz.. o yüzden , hayallerimizi dünyayla birleştirme olanağımız her zamankinden daha az.. bir filmi izlemek durumu otomatik hale getirir , bu durumun sorumluluğunu ellerimizden alır.. bunun içindir ki , filmler gerçeklikten daha doğal görünür.. hayal dünyasına birer kaçış oldukları için değil , kişisel hayal dünyasından ve onun sorumluklarından , dünyanın zaten hayal gücüyle çizilmiş olduğu gerçeğinden uzaklaşmamızı sağladıkları için.. ayrıca birer rüya oldukları için değil , özlemlerimizi daha da içimize çekmeye son verelim diye ‘benin’ uyanmasına olanak sağladıkları için..’

‘DOKUNMA’ , GABRIEL JOSIPOVICI

 Çeviri : KEMAL ATAKAY , AYRINTI Yayınları , Ağustos 1997 , 196 Sayfa..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Cuma…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bugün Cuma…

sen gittikten sonra kaç kez dündü gün , kaç gün ilerledik , bilmiyorum… sadece cumaları biliyorum…

zehir gibi.. gözlerimin saatlerde , kulaklarımın ayak seslerinde asılı kaldığı cumalar.. kaçıncı bu bilmiyorum ama en ağırı olduğunu taa saç diplerimde hissettiğim depresyon etkinliklerine bu cuma için son verdim…
hala kornealarında sen olan dostlarla buluştum, tiyatroya gittim.

nasıl başarıyorlar , nasıl gülebiliyorlar bu denli,  çocuk gibi , içten…

playback yaptım bende tüm kahkahaları…
hani şair diyor ya ‘en koyu yalnızlık bile bir tanığa ihtiyaç duyar’ diye, tüm bu kalabalık şahidim olsun…
ağzımdaki bu garip acı , yalnızlık tadıyla izledim oyunu… arada yan koltuklara bakıp gözlerime gülüşünü anımsattığım oldu…
olsaydın bilirdim ki en dinamik kahkaha senin olurdu…

ve ben yine gözlerinin başka yerlere baktığı anı yakalar ufak çapta füzyon enerjisi bulundurduğunu tahmin ettiğim gözlerine yeni , yine , yeniden aşık olurdum…
sonra birden , ateşim çıkar , kulaklarım , yanaklarım kızarır , tüm karadenizliler yüreğime toplanır ya kolbastı oynar ya da  horon teperdi..

korkularını salardı evrendeki tüm korkaklar üzerime ve ben kıskanırdım seni, herkesten her şeyden…
kolunu yasladığın eskimiş , anı biriktirmiş , görevini yerine getiremeyen şu koltuklardan bile…
ne garip değil mi bu kadar ayrıyken bu kadar bütünlük…
neyse sevgili sevgilim……

iyi ki de yoktun sen , sığmazdın zaten bu daracık , artık üzerine oturan herkesin kıçının şeklini  kendine iz yapmış konforsuz koltuklara…

‘üüflerinnn’ tüm aklımı ziyan eder , koltuğun olmak geçerdi içimden…

oyundan da bir bok anlamazdım…’

‘BULUT’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Fotoğraflar : Bulut…)

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : truffaut..)

 

 

 

 

‘çoğunluk’tan yola çıkarak fütursuzca sayıklamalar..

‘iş yerim kadıköy’ün en büyük sinemasının karşısında.. aynı sokakta.. kapısından sinemanın içine girebilmem için aradaki beş metrelik yolu on – on iki adımda geçmem yeterli.. ama en son ne zaman sinemaya gittiğimi sorarsanız size iki seneden fazla diyeceğim ve beni kınayıp güzelce yuhlayacaksınız eminim.. günde ortalama iki üç film izleyen birisiyim ben.. sinema benim hayatım.. hayattaki hayallerim ve umutlarım sadece sinemayla ilgili diyeceğim ama ‘o en büyük hayale’ haksızlık edeceğim..

ama o büyük hayalim dışındaki tüm hayallerim gerçekten sinemayla ilgili.. bunlar dışındaki her şey yaşandı bitti.. çiğneyip geçtiler öbür hayallerimi , umutlarımı.. hem de vahşice , utanmazca ezdiler geçtiler kahkahalar atarak..

hayatımın en zor günlerini geçirdiğim yıllardan birinde ‘mirza’ ağam ‘truffaut’dan bahsetti.. ilk anlattığı filmi ‘jules ve jim’di.. o zamanlar böyle imkanımız yoktu ‘mirza’yla ikimizin.. istediğimiz her filme ulaşamazdık , bulamazdık hemen.. bu yüzden  birbirimize anlatırdık izlediğimiz filmleri.. onun izlemediklerini ben , benim izlemediklerimi o anlatırdı bana..  anlatırken birbirimize filmleri , izlemeden hayallerimizde canlandırırdık sahneleri.. izlemediğimiz filmler bizi heyecanlandırır , duygulandırırdı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

işte mirza ‘jules ve jim’i ilk anlattığında nasıl etkilenmiştim anlatamam.. ‘mirza’dan ayrıldıktan sonra eve gittim , yatağıma uzanıp saatlerce köprü sahnesini hayal ettim değişik şekillerde..

düşünün oyuncuları tanımıyorum , bilmiyorum ama ben sahneleri , planları kafamda canlandırıyorum..

 

 

 

 

 

 

 

 

sonra yıllar geçti imkanlar çoğaldı , ben yavaş yavaş truffaut külliyatını topladım.. ve o deryadan ilk ‘jules ve jim’i izledim..

hayallerimde yüzlerce defa canlandırdığım filmle karşılaşmak ne müthiş bir duyguydu.. ve köprü sahnesi geldiğinde ‘catherine’ adlı karakteri oynayan ‘jeanne moreau’ kendisine aşık iki erkeğin gözleri önünde kendisini koşarak köprünün korkuluklarından attığında kalbim duracak sandım.. izlemeyenler için devamını anlatmayayım.. ama o sahnede ben gözlerimde yaşlarla mirza’ya ulaşmak istedim.. mirza o sırada yurt dışındaydı.. keşke onunla izleyebilseydim bu sahneyi.. aklıma mirza’nın kulaklarıma eğilerek sessizce atlama anını söyleyişi geldi.. duygulandım yine..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

sinema , müzik ufkumun gelişmesinde ‘mirza’nın ve hayatımın direği kardeşim ‘fran(sı)z’ın büyük katkısı var.. onlar olmasaydı bu kadar geniş bakamazdım , bu kadar özgür ve pervasız olmazdım bu alanlarda.. yüreklerine sağlık..

neyse işte ‘sinema’ hayatımın tam ortasına böyle oturdu.. ama ben sinemayı sinemada doğru dürüst izlemedim.. izleyemiyorum da.. o kalabalık , saçma sapan koltuklarda izleyemiyorum.. arkamda en duygusal sahnelerde bile çatur çutur mısır patlağı yiyip en acıklı yerde kahkahalar atan insanları boğazlamak geliyor içimden çünkü.. başımdan geçen bir olaydır , reis çelik üstadın çektiği fakat ne yazık ki kötü bir film olan deniz gezmişlerle ilgili filmi ben kadıköy’ün ufak salonlarından birinde tesadüf eseri deniz gezmiş’in babasıyla birlikte izlemiştim.. o kadar kötü bir film olmasına rağmen ve bu filmden önce filme karşı tavır koyan ‘deniz’in babası idam sahnesinde gözyaşlarına boğularak salondan çıkarılırken bazı mahlukatlar anlamadığım şekilde gülüyorlardı.. tiksindim.. sinema salonları beni darlandırıyor , boğuyor.. belki bir gün barışırım sinema salonlarıyla..

neyse işte son yıların en iyi yerli yapımlarından olan ‘çoğunluk’u ben yine sinemada izleyememiştim.. iki üç ay önce dvdsi çıkınca aldım evde izledim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’ hakkında abuk sabuk yazanlar , konuşanlar olmuştu.. filmi izledikten sonra üzüldüm , tüm böyle yazıp konuşanlar sinirlerimi bozdular.. nasıl böyle pervasızca ahkam kesip bir filmi eleştirip , yok sayabilirler anlamıyorum..

bildiğim tek şey korktuklarıdır.. korktular çünkü kendilerine yöneltilmiş aynada kendilerini gördüler..

o filmdekiler biziz aslında , hepimiziz.. en solcuyum ya da entelektüelim ya da aydınım ya da ilericiyim , liberalim , özgürlükçüyüm veya en iyi benim , en iyi insanım ben diyen de , hepimiz hepimiz işte o filmdeydik , hepimiz.. en gericisinden en ilericisine bizdik o filmdekiler.. o aile bizim ailemizdi..

‘çoğunluk’ , türkiye’deki toplumu , katmanlarını ve aile kurumunu en güzel yansıtan , en iyi tahlil eden filmdir türkiye sinemasında yapılmış.. bu benim görüşüm.. beğenen beğenir beğenmeyen kendi görüşünü söyler..

aile kurumunun çöküşünü çok güzel göstermiş ve yansıtmış.. aile kurumunun tıpkı torna tezgahı diye nitelediğim ‘okullara’ , ‘hazırlama okulu’ olduğunu söylerdim ben hep..

aile kurumu aynı zamanda ‘faşizmi’ tekrar tekrar üreten bir kurumdur.. dağıtılması , yok edilmesi gerek çünkü düzeltilemeyecek kadar bitmiş  , çökmüş durumda artık..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘çoğunluk’u izlemeye başladığımda suratıma önce bir şamar indi , sonra filmin sonuna kadar beni dövdü , hırpaladı film.. film bittiğinde ağladım..

ben politik sinemanın , politik filmlerin içinde yattım kalktım , en saçma sapan politik filmleri bile sonuna kadar dayandım izledim.. en keskinini de gülümseyerek izledim.. ama ben türkiye sinemasında bu kadar politik bir film izlememiştim.. toplum , birey , aile tahlili en üst düzeydeydi.. ve bunu bağırmadan , çağırmadan , slogan atmadan çok net bir şekilde usulca anlatıyordu yönetmen seren yüce ilk uzun metrajlı filmi olan ‘çoğunluk’ta..

filmin yönetmeninin röportajlarını okudum değişik dergilerde.. çok ilginç tespitleri var gerçekten.. düşüncelerini , kafasındaki hikayeyi çok iyi yansıtmış anladığım kadarıyla..

gerçekten çok başarılı bir yapım.. yabancılaşmayı ve faşizmi  ,  özellikle türkiye’deki aile yapısı bakımından insanların içine yavaş yavaş faşizmin nasıl zerk edildiğini ve aile kurumunun nasıl saçma sapan ve tehlikeli bir kurum olduğunu çok güzel anlatıyor..

faşist bireylerin yetiştiği ve iddia ediyorum hepimizin içine bir şekilde faşist (bu faşizmi sadece milliyetçilik bazında almıyorum , her türlü faşizmi kastediyorum) tohumları bırakan yapı aile kurumudur..

hep yazılarımda alıntı yaparım ingeborg bachman’dan ‘faşizm’le ilgili.. çok güzel tespitler yapar faşizm konusunda : ‘faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar’ der.. iste seren yüce bir şekilde bunun kökenine inmiş.. ‘aile kurumuna..’

yanlış anlaşılmasın ben kendi ailemi , babamı , annemi , kardeşimi çok seviyorum.. en değerli varlıklarım.. başkalarının da ailelerine duydukları sevgiye saygı duyuyorum.. benim karşı çıktığım ‘aile’ denen yapı..

‘çoğunluk’ta seren çok  iyi bir iş çıkarmış.. kendisini ne kadar kutlasak , övsek az.. filmin başrol oyuncusu ‘bartu’ on numara bir oyunculuk çıkarmış.. settar ustaya zaten diyecek yok.. döktürmüş yine.. ama settar ustanın üzerine yapıştı kaldı bu faşist-gerici baba tiplemesi.. ‘ayrılık’ filminden sonra bir de bu , sevdi galiba bu tiplemeyi.. gülüyorum.. eminim o da gülüyordur..

neyse böylelikle uzun zamandır bahsetmek istediğim ama bir türlü bahsedemediğim ‘çoğunluk’tan böylece bahsetmiş oldum bir iki cümle de olsa.. hala ‘çoğunluk’u izlemeyenleriniz yüreğiniz varsa ‘aynaya’ bakabilmek için hemen izleyim derim..

bitirirken bugün arayıp soran tüm dostlara , kardeşlerime çok teşekkür ederim..

öncelikle gece 00.01’de yeni günün ilk saniyelerinde uyumayıp o  anı bekleyip doğum günümü ilk kutlayan canom ‘ümo’ya , binlerce kilometre ötede olmasına rağmen hep yanımda olan ve benim her şeyim ‘kardeşime’ , reis’e , ciğerim’e , gürselime , halo’ya , abidin dayıya , memo’ya , sarıya , ters’e , bana sabahtan beri bin kere dinlediğim ve mekandaki herkesin beğendiği bir şarkıyı hediye eden ‘lucy in thea sky’a , ‘bulut’a , aramıza bugün ilk yazısıyla yeni katılan ‘‘ibn-i zerâbî’ye (aramıza katılan yeni aylak olarak kendisine hoş geldin diyorum) ve ayrıca özür dileyerek şu anda isimlerini hatırlayamadığım beni bugün unutmayan herkese çok teşekkür ediyorum.. iyi ki varsınız..

son olarak güzel bir haber de canımız ‘nazmi kırık’ abimizden vereyim : ‘mina helin..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘mina helin’ , ‘güneşimiz’ ve ‘roza lavin’imizden ‘en genç aylaklık bayrağını’ devraldı.. nazmi abimizin ‘mina helin’ adlı bebeği dünyaya merhaba dedi.. nazmi abimize , eşine ve ‘mina helin’e bir ömür boyu sağlık mutluluk diliyorum..

ayrıca unuttuğumuz sanılmasın.. dereler durmaz akar , aşar tüm engelleri mahirce ve denizlere ulaşır.. selam olsun dünyanın en güzel insanlarına.. onları unutmadık unutmayacağız.. ritsos’un şiirinden bir bölümle onları anıyoruz :

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘onlar el sıkıştıklarında , bütün insanlık için parlar güneş..

onlar gülümsediklerinde , küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından..

onlar uyuduklarında , on iki yıldız düşer boş ceplerinden..

onlar öldüklerinde , onların bayrakları ve davullarıyla yokuşu tırmanır hayat..’

yannis ritsos (yunanlıların öyküsü şiirinden..)

gülüşünüzle kalın..’

Crockett..