YORUMSUZ..
Öncesi Sonrasıyla : Trabzon Uzungöl..
‘müsrif oğuldan..
sıkı bir içkici olan marx , bonn’da sık sık meyhanelere ve şair kulüplerine gider ; borçlar peşini bırakmazken tutkulu ve tartışmacı ve bohem tarzıyla çatışma ve felsefenin birbirleriyle uyumlu olmadığını düşünen babasının uyarılarına rağmen düellolara girmekten kaçınmaz..
1836,’da , 18 yaşındayken bonn’dan ayrılıp berlin’e gider.. yazışmaları sırasında baba marx oğlunun ‘şeytani bir tutkuya’ sahip olduğunu fark eder.. mektuplara giderek artan bir gerilim hakimdir.. 10 kasım’da marx şunları yazar : ‘hayatta bazen sona ermiş bir dönemin bitimine dikilmiş ama aynı zamanda yeni bir yönü işaret eden sınır taşlarını andıran anlar vardır.. şiir sadece bir eşlikçidir.. hukuk okumam gerekiyordu ve ben felsefenin derinliklerine dalmak için büyük bir arzu hissediyordum.. uykusuz geceler geçirip , mücadeleler ettim.. takke düşmüş , azizlerin azizi bin parçaya bölünmüştü , artık yeni tanrılar oluşturmak gerekiyordu.. tüm şiirleri , tüm yeni projeleri yaktım..’
‘her zaman bize uygun olduğunu sandığımız bir mesleğe atılmamız mümkün değildir , çünkü toplumla olan ilişkilerimiz belli ölçüde daha bu ilişkileri tanımlayamadan başlamaktadır..’
karl marx , 1835 , yaş 17..
‘para : yapamadığın her şeyi paran yapabilir ; yiyebilir , içebilir , balolara , gösterilere gidebilir ; sanatla ilgilenebilir , derin bilgilere ulaşabilir , tarihi anıtları elde edip , politik gücü ele geçirebilir ; seyahat edebilir ; tüm bunları senin adına elde edebilir , tüm bunları senin adına satın alabilir , o gerçek bir güçtür..’ görünümü basit bir aracıya benzese de , ‘o gerçek güç ve biricik hedeftir..’ bu yoldan çıkarıcı güç ‘sadakati sadakatsizliğe , aşkı nefrete , erdemi günaha , günahı erdeme , ahmaklığı zekaya ve zekayı ahmaklığa dönüştürebilir..’ ‘her şeyi birbirine karıştırabilir..’ ‘genel bir karmaşa hali’nin müsebbibidir..’
‘işte marx’ın güncelliğinin önemi bu noktada görkemli bir şekilde ortaya çıkmaktadır : dünyanın özelleştirmesinin , en şatafatlı evresinde meta fetişizminin , karla yarışın hızlanmasında küçük düşürücü kaçışının , nesnel yasalara boyun eğmiş alanların açgözlü fethinin eleştirisi.. marx’ın teorik ve militan eseri victoria dönemi küreselleşmesi sırasında doğdu.. ulaşım araçlarının gelişmesi internetinkine benziyordu ; kredi ve spekülasyonlardaki artış doruk noktasına ulaşırken , piyasa ve teknolojinin vahşi düğünü gerçekleşiyor , ortaya bir ‘katliam endüstrisi’ çıkıyordu.. ama bu büyük dönüşüm aynı zamanda birinci enternasyonal’in işçi hareketinin doğmasına neden oldu.. ‘ekonomi politiğin eleştirisi’ her zaman üretken olacak bir araştırma programının başlangıç eylemi olarak ve modernitenin hiyerogliflerinin kaçınılmaz şifre çözücüsü olarak kalır..
kapitalist küreselleşmenin bundan böyle krize açık yapısı ve mazeret dolu söylevlerin hayal kırıklığına dönüşmesi marksizmler’in yeniden doğuşunun temelini oluşturur..’
eleştirel mesajına sadık kalmak , herkesin herkesle rekabet ve savaş içinde olduğu dünyamızın rötuşlarla düzeltilemeyeceğine , her zamankinden daha büyük bir aciliyetle altüst edilmesine inanmaktır..’
‘Marx Kullanım Kılavuzu..’ , DANIEL BENSAID , Çizimler : CHARB , Çeviri : VOLKAN YALÇINTOKLU , HABİTUS Yayıncılık , 2011 , 205 sayfa..
Kitap Arkası :
‘geveze bir basının zafer kazanmış bir edayla dünyaya marx’ın öldüğünü bildirmesinin üzerinden bir hayli zaman geçti. pek belli etmek istemeseler de, marx’ın ölümünün verdiği iç rahatlığı ve geri dönebilirliğinden duydukları kaygı dışarıya yansıyordu.
günümüzdeyse marx’ın geri dönüşü, ödleri koparan bir gök gürültüsü etkisi yaratıyordu: kapital’in almanca baskısının satışı bir yıl içinde üçe katlanmış, manga versiyonu japonya’da çok satan kitaplar arasına girmişti; time dergisi marx’ı sislerin ortasında yükselen devasa bir kuleye benzetmiş ve nihayet wall street’ten bile “marx haklıymış!” çığlıkları yükselir olmuştu.
“istesinler ya da istemesinler, bilsinler ya da bilmesinler insanların tamamı bir ölçüde marx’ın mirasçılarıdır” diye belirtiyordu jacques derrida. çünkü netice itibarıyla, insanlar farkında olmasalar da marksizm’in ilkeleri doğrultusunda hareket ediyorlardı.
elinizdeki marx kitabı da, bu bağlamda, hem marx’ın eserlerine eğlenceli bir giriş kılavuzu, hem hafıza tazeleyici bir liste hem de düşünmek ve harekete geçmek için bir alet çantası niteliğinde.
marksizmin militan kuşağına ait bensaid’in “yaklaşan engebeli gelecek ve sonucu belirsiz direnişler için orak ve çekiçlerimizi bilemeye katkıda bulunacak” bir çalışması olan marx-kullanım kılavuzu’nun, charb’ın çizimleriyle, türkiyeli okuyuculara gerçek bir rehber olacağı düşüncesindeyiz.’
‘çok sıkıcı ve sıkıntılı günlerin ortasında bu kadar eğlendirici ve yüz gülümsetici bir kitap okumamıştım..
delirten günler dönemi yaşıyoruz..
kulaklarımız , gözlerimiz , beynimiz her gün değişik konularla , gerçek gündemleri manipüle edip hasır altı etmeye çalışan naylon gündemlerle iğdiş edilip tecavüze uğruyor.. üstelik sırıtarak , yılışarak , pervasızca hakaret ediyorlar tüm insanlığa..
silah sanayi ve kapitalizm yeni bir dönemsel krize girerken dünyanın değişik bölgelerinde demokratikleşme , özgürleştirme adı altında insanların üzerlerine tonlarca ağırlığında bombalar , füzeler yağmaya başladı yine..
nasıl bir insanlıktır anlamıyorum , bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum.. elinizin altında bir düğme var siz ona binlerce mil öteden basıyorsunuz ve saniyeler sonra o tonlarca ağırlığındaki füze ya da adı her ne boksa o katliam aracının , binlerce insanın üstüne düşüyor..
belki bir bebek gece yarısı daha karnının acıkıp acıkmadığına karar verememişken , annesini ve babasını ağlayarak uyandırıp uyandırmayacağının düşüncesini kafasında tereddütle oluştururken , insan olmayan bir mahlukat tarafından o bebeğin zıbınının bir düğmesi kadar olan düğmeye basılması sonucu el kadar bebeğin bedeni tonlarca ağırlığındaki bir füzenin altında kalıyor..
düşman nedir , savaş nedir , barış nedir bilmeyen bir bebek o anda hiç oluyor..
düğmeye basan şerefsiz elinin altında belki bir cips paketi ve muhtemelen ayaklarını düğmenin masasına uzatmış şekilde önündeki teknoloji harikası sistemlerden bombanın yolunu kat etmesini ve düşüşünü izleyerek operasyonun nasıl başarılı olduğuna dair salya sümük naralar atıyor.. boğazında kalsın sen ve senin gibilerin yediği her şey..
sonra gider kendi çocuklarını sever , sevdiğini zanneder bu yaratıklar.. sen o düğmeye basarken aslında çocuklarının da geleceğiyle oynar ve onların ilerde senden nefret etmelerine sebep olursun.. bilmezsin , bilemezsin.. çünkü sen kendi çocuklarının nefretini bile kazanmayı umursamayacak kadar beyinden yoksun hale getirilmiş bir savaş makinesinin parçasısın..
sana göre sadece oyundur her şey.. aşağılık yaratık öldürdüğü yüzlerce insanı görmemiştir.. nasıl tozlara dönüştüğünü görmemiştir bedenlerin.. vicdanları rahattır diyeceğim vicdan diye bir şey yoktur ki onlarda.. o sahneleri zaten görmeye ya da yüzleşmeye zerre kadar yetecek yüreği , onuru , şerefi yoktur o şerefsizlerin..
o bombaların altında toza dönüşen bebelerin her birinin kalbi onların tüm ordularından daha cesurdur..
zaten onlar birer beyinsiz savaş makinesidir.. makinelerden daha vahşi güdümlü yaratıklar.. ne boksalar işte.. içim öfke dolu.. küfür etmeyi hiç sevmem.. ama ağız dolusu küfür ediyorum.. umurumda değil hiçbir tepki..
işte böyle öfke doluyken karşılaştığım yeni kitaplardan biriydi bensaid’in ‘marx kullanım kılavuzu..’ iç karartıcı günlere marx’ın deyimiyle ‘yıldırım etkisiyle’ cevap veren bir kitap.. okudukça yüzüm gülümsedi , moralim düzeldi..
ken loach’un ‘looking for eric’inden sonra uzun süredir böyle yüzümü gülümseten bir eserle karşılaşmamıştım.. (hala izleyemeyenler için üzülüyorum ken loach’un ‘looking for eric’ini..)
bir de kitaptaki o güzel anlatımla yoğrulan yazıların arasına konularla ilgili özenle serpiştirilmiş ‘charb’ın karikatürleri yok mu.. bittim onlara.. hele hele 35. sayfadaki ‘marx kuzey korede’ başlıklı karikatür ve 122. sayfadaki muhteşem çizim of of , aman aman boğuluyordum gülmekten.. onlarca çizimden 64 , 65 , 73 , 81 sayfalardaki karikatürler de güldürürken beni bir yandan da moral veriyordu..
kendi kendini eleştirmek de bir meziyettir.. kendi kendinle , tecrübelerinle de dalga geçebilmek bir insani yetenektir.. karikatürlerdeki geçmiş tecrübelere ve günümüzdeki yaşanan tecrübelere , olaylara dair özeleştiri tadındaki karikatürler bilhassa çok muhteşemdi..
bensaid ve charb düşmana koz vermek için yapmıyorlar bu özeleştirileri ve o eleştirileri düşmanların yapmasına da zaten izin vermezler..
ama kendilerini her şeyi en iyi bilen olarak gören tüm ama tüm ‘sol’ çevreleri rahatsız edecektir bu kitaptaki bazı yerler.. çünkü bu çevreler hala özeleştiri veremezler.. tarihsel değerlendirmeleri hala kaçamak şekilde yapan bu çevreler , kendi dar yapılarında olanı korumak ve hala saçma sapan konulara takılıp , gevezelik , ölü sevicilik ve anmacılık oynamaya devam ederken ‘ezenlerin’ ekmeğine yağ sürmeyi bırakın , kaymak balla takviye yaparak vakit harcamakta hiçbir zaman sakınca görmemiş ve görmeyeceklerdir..
bunlar zaten dünyanın değişmesini istemezler.. çünkü bir şeyler olursa eğer konumları belki değişecek , pozisyonlarını kaybedip rahatlarından , gevezeliklerinden mahrum kalacaklar.. bunların zaten başka şekilde düşünen ve eleştiri getiren beyinlere ihtiyacı da yoktur.. her şeyi en iyi kendileri bilirler , bildiklerini sanırlar..
en ufak eleştiriye tahammülleri yoktur..
kaldı ki gülümsemeyi ve gülmeyi bile bilmezler.. gülmekten , kahkaha atmaktan bile korkarlar..
gülmeyi , kahkaha atmayı tüm sol değerlere , yarattıkları kutsallara , put haline getirdikleri insanlara hakaret olarak algılarlar..
hiç unutmuyorum ismi en solcu partilerden birisinin düzenlediği bir panelde konuşmacılardan birisi (hatırladığım kadarıyla sanırım o partinin başkanıydı) konuşurken beraber gittiğimiz arkadaşlarla konuşmacının söyledikleri bazı şeyler nedeniyle birbirimize bakarak sessizce gülümseyince tekme tokat salondan çıkarılmıştık..
eleştiriye değil , espriye değil gülümsemeye dahi tahammülleri olmayan bir ‘sol’..
bir söz hakkı demiyorum , kutsal savunma hakkı dahi verilmeden en sert şekilde çıkarıldık beş altı arkadaş..
baktım bunlar şimdi yaklaşan seçimlerde benden oy istiyorlar..
la de gidin kafamı gözümü kırarsınız size oy verirken ‘cinler beni sandıkta gülümsetti’ diye.. kahkahalara boğuldum şimdi..
döverler yemin ederim döverler , çünkü oy kullanırken bile büyük bir disiplin içinde gideceksin sandığa ve büyük bir ciddiyetle onlara verdiğin oyunu atacaksın sandığa.. kırıtmayacaksın , kıkırdamayacaksın.. çevrene örnek olacaksın.. of çok yaşayın bensaid ve charb moral oldunuz..
şimdi bu eleştirimi sadece belli geçmişteki gruplara ya da insanlara yaptığım sanılmasın , bu eleştirileri türkiye’deki ve dünyadaki tüm sol , sosyalist , sosyal demokrat tüm yapılara getiriyorum..
bazen arkadaşlarla ulan kazara bunlardan biri iktidara gelse ilk bizleri tarihin çöplüğüne yollayıp yok ederler diye gülüp dalga geçeriz.. aman aman marx korusun bizleri ve sevdiklerimizi..
neyse konu dağıldı yine ciddiyetsizliğimden kaynaklanıyor hep bu.. koptum yine..
son olarak şunu yazayım : bu dünyada ‘bensaid ve charb’ gibi yazar-çizerler , ‘volkan yalçıntoklu’ gibi çevirmenler , ‘habitus’ gibi yayıncılar oldukça o çok korktukları ‘komünist manifesto’daki ‘hayalet’ dolaşmaya devam edecek ta ki bebek katili füzelerin , bombaların kökünü kurutana kadar..
üstelik ‘hayalet’ sadece avrupa’nın değil tüm dünyanın üzerinde pis pis sırıtarak dolaşacak.. füzeleriniz , bombalarınız o hayaleti vuramaz.. hadi kendinize çok güveniyorsanız hedefe kitlenin ve savurun tüm uçan ölüm meleklerinizi ve vurun da görelim.. size ve ağababalarınıza gökyüzünden o ‘hayalet’ orta parmağıyla selam çakıyor.. ona bir şey yapamadınız ve yapamayacaksınız da.. çatlayın patlayın..
sizler de aylaklar bu kitabı alın okumazsanız da karikatürlere göz atın yüzünüz gülümsesin ve hep gülümseyişinizle kalın..’
Crockett..
‘tabi öğrenilmiş başka dersler de vardı.. komünizmi pratikte uygulamaya kalkanlar başarısız oldular.. teorinin pratikten koparılması demirbaş eşya misali kalıcı bir hal aldı.. pratiğin çökmesiyle teorinin doktorlarının da yıldızları söndü.. stalinist rejim , doğuşundan itibaren , bir gün kendi tasfiyesine son çiviyi çakacak çekici işletmekteydi.. de-stalinizasyon süreci sovyetler birliği ya da çin’deki aşağıdan baskıların sonucunda gerçekleşmedi.. bilakis , sistemin beslemesi olup , ona dayanarak yönetimlerini sürdürdükleri toplumların ideolojisinin enkaza dönüştüğünün , fiilen var olan sosyalizmin gerçekliğiyle yakından uzaktan alakası kalmadığının bilincindeki adamlarca (moskova’da nikita kruşçev ve onlarca yıl sonra pekin’de deng xiaoping tarafından) uygulamaya kondu.. on yılardır baskı altında tutup ezdikleri kendi halklarından tecrit edilmiş durumda olup , konumlarının zayıfladığını gören bu insanlar , nihayetinde kapitalizmin restorasyonuna varan bir reform programını devreye soktular.. bu esnada sistemi savunmaya yönelik ne bir kitle ayaklanması , hatta ne de sınırlı protesto eylemi yapılıyordu.. ciltlerce kitaba karşılık gelen bir olguydu bu..
bunlara rağmen eski kuşaklar , (bir zamanlar doğu almanya diye anılan ülke dahil) sosyal diktatörlüklere dair bazı olumlu hatıraları akıllarında tutmaktadır.. onların hatırladıkları , kesinlikle baskıcı , hatta muhtemelen devrilmesi gerektiğini düşündükleri bir devletti , ama aynı zamanda , parasız eğitim ve sağlık hizmeti sağlayan , konut ve elektrik harcamalarında ciddi ölçüde yardımda bulunan , temel gıda maddelerinin ucuza temin edilebildiği ve çocuklarının korunaklı bir dünyada yetişecekleri duygusunu yerleştirmiş bir devletti.. kapitalizmin çoğunluğunun ihtiyaçlarını karşılayamaması en çarpıcı haliyle kendini 2008 krizinde gösterdi..
canavar artık yaralarını gizleyemiyordu.. zaten tam da bu sebeple , kapitalizm var oldukça komünizm fikri asla ortadan kalkmayacaktır..
alman şair ‘hans magnus enzensberger’ bir keresinde ‘karl heinrich marx’ başlığını verdiği kısa bir şiir yazmıştı.. bu şiirin dizelerinin anlattığı bugün için de geçerliliğini korumaktadır :
görüyorum , sana
ihanet etti tilmizlerin :
oldukları yerde kalan ,
düşmanlarındı sadece..’
‘kapitalizm , hangi biçime bürünürse bürünsün , aşağıdan ya da açıkça daha üstün alternatiflerden kendisine yönelik kalıcı bir tehdit bulunduğunu hissetmedikçe (gerçi şu anda böyle bir durum kesinlikle söz konusu değildir) hala sefalet ve çaresizlik üreten bir ekonomik model olarak orta yerde duruyor..’
‘alevler cılız , ama son on yılların fırtınalarına rağmen hala tamamen sönmüş değil. alevler tekrar harlanabilir , belki de hayal ettiğimizden daha çabuk.. çünkü çağdaş kapitalizm , sömürüye , eşitsizliğe ve devrevi krizlere dayalı bir sistem olarak (ki burada sistemin gezegenin hassas ekolojisine etkisine hiç değinmiyoruz) varlığını devam ettirdiği müddetçe , kapitalizm-karşıtı hareketlerin iktidarı ele alma ihtimali de her zaman mevcuttur..
bu perspektiften baktığımda ben kendimi iflah olmaz bir sosyalist olarak görüyorum ve fikirlerimin yoğrulmasında sosyalist ve komünist hareketlerin ilk kurucularına çok şey borçlu olduğumu biliyorum.. marx’ın düşüncesi , materyalist bir cehennem yaratıp mahvolan bir kötü ruh değildi ; marx’ın düşüncesi asla unutulup gitmez.. bu yüzden de büyük görevimiz hala ortada durmaktadır.. kasaları ve hesapları para dolu bir aristokrasi , her eğilimden siyasetçileri ehilleştirerek dünyanın çok büyük kısmını idare ediyor.. mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki düellolar yeni biçimlere bürünerek devam ediyor.. bize düşen , yirminci yüzyılın hatalarından ders çıkarıp onları aşmaktır.. kapitalizm bu konuda başarısız oldu.. sosyalistler bu dersleri çıkarmayı başarmalılar…’
TARIK ALİ..
‘KOMÜNİZM DÜŞÜNCESİ’ , TARIK ALİ , Çeviri : OSMAN AKINHAY , AGORA KİTAPLIĞI , Mart 2011 , 95 Sayfa..
‘ağaçların , ormanın görülmesini engellemesi gibi bir tehlike beliriyor.. kapitalizmin bize miras bıraktığı bozuk silahların yardımıyla , (ekonomik hücre olarak meta , verimlilik , itici güç olarak bireysel maddi çıkar vb.) sosyalizmi gerçekleştirmek efsanesini izleyerek bir çıkmaz sokağa sapılabilinir.. bu çıkmaz sokağa yolların birbiriyle defalarca kesiştiği uzun bir mesafe katettikten sonra varılır ve yolların karıştırıldığı anın ayrımına varmak zordur.. bu arada benimsenen ekonomik temel , bilincin gelişmesi üzerinde engelleyici olur.. komünizmi , maddi temelle eşzamanda yapılandırmak için yeni bir insan yaratmak gerekir..’
‘yol uzun ve güçlüklerle doludur.. kimi zaman yanlış yola sapıldığı için geri dönmek gerekir.. bazen de çok hızlı yüründüğü için yığınlardan koparız.. ağır yüründüğü durumlarda da bizi adım adım izleyenlerin soluğunu ensemizde hissederiz.. devrimci tutkumuzla yollar açarak olabildiğince hızlı yürümeye çalışıyoruz , ama yığınlarla beslenmek zorunda olduğumuzu , yığınların da ancak kendimizi örnek gösterip yüreklendirebilirsek daha hızlı ilerleyebileceklerini biliyoruz..’
‘bireycilik..
üretime yönelik olmayan eylemlere götüren düşünce alanında , maddi ve manevi gereklilik arasındaki bölünmeyi görmek daha kolaydır.. epey zamandır insanoğlu , kültür ve sanat yoluyla yabancılaştırılmaktan kurtulmaya çalışıyor.. kendi ruhsal yaratılışına can vermek için meta gibi davrandığı günlük sekiz ya da daha fazla saatlik mesaide ölüyor.. ama bu ilaç aynı hastalığın tohumlarını taşıyor : doğa ile birliktelik arayan yapayalnız birey.. ortamın ezdiği bireyselliğini savunuyor ve estetik düşünceler karşısında tek isteği , tertemiz kalmak olan tek birey gibi tepki gösteriyor..
yalnızca kaçış çabası söz konusudur.. değer yasası artık üretim ilişkilerinin yalın bir yansıması değildir ; tekelci kapitalistler , yalnızca deneysel olan yöntemleri kullandıkları zaman bile , onu uysal bir köleye dönüştüren karmakarışık bir iskeleyle çevirirler.. üstyapı , içinde sanatçıları eğitecek bir sanat türü gerektirir.. asiler , makinenin egemenliği altındadırlar ve yalnızca olağanüstü yetenekler kendi yapıtlarını yaratabileceklerdir.. geri kalanlar aşağılık ücretlilerdir ya da ezilenlerdir..
özgürlüğün tanımlayıcısı olarak kabul edilen sanatsal araştırma uydurulur , ama bu ‘araştırma’nın , çarpıldığı ana dek , yani insanın gerçek sorunlarını ve onun yabancılaşmasını ortaya koyuncaya dek görülmeyen sınırları vardır.. anlamsız sıkıntı ya da sıradan eğlence , insani tedirginliğe karşı supaplar oluşturur ; sanattan bir bilgi toplama düşüncesi tartışılır..
eğer oyunun kuralarına uyulursa , her türlü onur sağlanır ; aynen parmak uçlarında dönmeyi becerebilen bir maymunun elde edeceği onur.. tek şart , görülmeyen kafesten kaçmaya çalışmamaktır..’
‘gülünç görünmek tehlikesi de olsa , izin verirseniz , gerçek devrime , büyük aşk duygularının rehberlik ettiklerini söyleyeceğim.. gerçek bir devrimciyi bu nitelik olmadan düşünmek olanaksızdır..
bu koşullarda , aşırı dogmalara , soğuk skolastisizme , yığınların yalnızlığına düşmemeleri için , alabildiğine insanlık sevgisine , alabildiğine adalet ve gerçeklik duygusuna sahip olmalıdırlar.. bu canlı insanlık sevgisi , somut olaylara , harekete geçirici bir örneğe dönüştürmek için her gün mücadele etmek gerekir..’
‘yol uzundur ve kısmen bilinmemektedir ; sınırlarımızı biliyoruz.. 21. yüzyılın insanını yaratacağız : kendimizi de..’
ERNESTO CHE GUEVARA..
‘KÜRESEL ADALET , Kurtuluş ve Sosyalizm’ , ERNESTO CHE GUEVARA , Çeviri : YILDIZ ERSOY CANPOLAT , EVEREST Yayınları , Şubat 2011 , 68 Sayfa..
‘III- bütün yakın insan ilişkilerini neredeyse katlanılmaz bir çeliciliği olan bir açık-seçiklik yönetiyor ki , ilişkilerin bu gücün karşısında ayakta kalması pek mümkün değil.. çünkü para bir yandan korkunç bir biçimde bütün hayati çıkarların merkezinde yer alırken , öte yandan , karşısında hemen her insani ilişkinin başarısızlığa uğradığı engel de gene kendisi olmakla , gerek tabii olanda , gerek ahlaki olanda bulunan o güven , sükunet ve sağlık gittikçe kayboluyor..’
‘IV- ‘çıplak sefillik’ten söz edilmesi boşuna değildir.. sefilliğin – zaruret kanununa boyun eğildiğinde adet haline gelmeye başlayan , ama gene de gizlenenin sadece binde birini görünür kılan – teşhirinde en uğursuz olan şey merhamet , veya görenin kendi içinde uyanan , kendisinin bu durumdan ne kadar uzak olduğu yolundaki müthiş bilinç değil , duyduğu utançtır.. ne olmaz şeydir , almanya’da ; açlığın , sefilleri , gelip geçenlerin kendilerine yara olan ayıplarını örtmeye çalıştıkları banknotlarıyla yaşamaya zorladığı bir büyük şehirde yaşamak..’
‘V- ‘fakirlik ayıp değil..’ hem de nasıl.. hem ne kadar ayıp ediyorlar fakire.. ayıp ediyorlar ve onu bu ve bu vecizeyle avutuyorlar.. bir zamanlar haklı sanılabilmiş olan vecizlerden biri bu ; son kullanma tarihi çoktan gelmiş.. o gaddarca ‘çalışmayan yemesin’ sözünden hiç farklı değil.. adamını doyuran işin olduğu zamanlarda , adamını ayıba sokmayan bir fakirlik de vardı : yanlış yerde yetişmiş olmaktan ve başka talihsizliklerden ileri gelirdi.. oysa milyonların içine doğduğu , yüz binlerin fakirleşerek düştüğü bu darlık pekala bir ayıp pislik ve sefalet bunların etrafında , görülmez ellerin ördüğü duvarlar gibi yükselip gitmekte.. ve nasıl bir adam , gerçi kendi başına çok şeye katlanabilir , ama kârının kendini katlanıyor görmesinden ve kendisine sabırla bakmasından haklı bir utanç duyarsa , birey de çok şeye sabredebilir , ama sadece yalnız olduğu , sadece gizleyebildiği sürece.. fakat hiçbir zaman , dev bir gölge gibi halkının ve evinin üstüne inen fakirlikle barışmamalıdır.. o zaman duyularını karşılaştıkları her aşağısamaya uyanık tutmalı ve onları çilesi ezikliğin yokuş aşağı giden yolunu bırakıp isyanın yükselen yolunu açmaya başlayana kadar disiplin altına almalıdır.. ama , en korkunç , en karanlık kaderlerden her biri basında günbegün , hatta saat be saat tartışıldığı , bütün sözüm ona sebepleri ve sözüm ona sonuçlarıyla ortaya konduğu ve kimseye hayatının köle olduğu karanlık güçleri anlamasında yardım etmediği sürece , bu konuda ümit edilecek bir şey yok..’
‘VII- konuşma hürriyeti kaybolmakta.. insanlar arasında eskiden konuşmada karşıdakinin üzerine eğilme gayet tabii bir şeyken , şimdi yerini ayakkabılarının veya şemsiyesinin fiyatını sormak alıyor.. her sohbetin içine önü alınmaz bir şekilde , hayat şartları konusu , para konusu giriyor.. bu arada söz konusu olan ne bireyin endişeleri ve çilesi – böyle olsa , belki konuşanlar birbirleriyle yardımlaşabilirdi – , ne de konunun bütün içinde gözden geçirilmesi.. insan sanki bir tiyatroda tutsakmış da , sahnedeki oyunu ister istemez izlemek zorundaymış , bunu ister istemez , durup durup yeniden düşüncenin ve konuşmanın konusu etmek zorundaymış gibi..’
‘XI- ister zihinsel , hatta isterse tabii itkilerden ortaya çıksın , her insani hareketin gelişimi karşısına çevrenin ölçüye sığmaz direnci çıkmaya hazır bulunuyor..’
‘XIV- kavimlerin en eski adetleri arasında bize bir uyarıymış gibi görünen bir tanesi vardır ki , tabiatın bize cömertlikle sunduğunu alırken hırsa kapılmaktan sakınmamızı buyurur.. çünkü biz toprak anaya kendi ürünümüz olan hiçbir şey hediye edemeyiz.. öyleyse alırken saygı göstermemişiz , bunun için de , her ne zaman ne kadar alıyorsak , daha kendi payımızın üstüne oturmandan önce , ona bir kısmını geri vermemiz yakışık alır.. eski libatio adeti bu saygının bir ifadesidir.. hatta belki , unutulmuş başakları toplama ve yere düşmüş salkımları kaldırma yasağı bile o alabildiğine eski , yerdeki buğdayın ve üzümün toprağa veya rahmet dağıtan atalara dönmesini öngören töresel deneyimin dönüşmüş biçimidir.. atinalıların adetince , yemekte yere düşen ekmek kırıntıları toplanmazdı çünkü bunlar kahramanların payıydı.. – bir toplum zaruret ve hırsın sonucu olarak günün birinde , tabiatın verdiklerini ancak gasp edercesine alabilir hale gelecek kadar yozlaşmışsa , meyveleri pazara iyi getirebilmek için hamken koparır ve her tabağı sırf doyabilmek için sonuna kadar sıyırmadan edemez olmuşsa , toprağı fakirleşecek , ülkesi kötü mahsul verecektir..’
‘TEK YÖN..’ – WALTER BENJAMİN , Çeviri : TEVFİK TURAN , YKY Yayınları , Mayıs 1999 , 86 Sayfa..
‘insansız anı yoktur. var mıdır ?’
‘hafifçe ısırılmış bir elmanın dilimindeyim,
elmanın kokusundayım
anısındayım-kimbilir kimin-
anılarda görünür,düşlerde görünmez insan
düşlerde görünen anlamlardır
özelliklerdir birde belli belirsiz..
ve İNSANSIZ ANI YOKTUR.VAR MIDIR?’
Edip CANSEVER
şehir gri bu sabah. seçeneksiz bir istikamette ilerleyip, o ufak penceresinden gölgeli dağları, uçakları, durakta bekleyen hep aynı durgun yüzleri, deliliğine hep imrendiğim mahallenin karanfil çocuğunu izleyebildiğim servisim yerine uzun yolculuklar çeker beni….
düşüncesi bile öyle özgür hissettirir ki , uçurtma kıvamına gelir yüreğim…
en nihayetinde servis köşeyi dönüpte yokuşu görünce, farkına varırım zorunluluklarımın, onay alarak yaşadığım daracık hayatımın…
ve… uçurtma tellere takılır…
bazen örümcek ağına çivilenmiş sinekler gibi kıpırtısız, edilgen hissediyorum kendimi , ”amaaan hadi yiyceksen ye be örümcek kardeş der ”gibi…
hani güzel havaları taaa kanımızın kırmızısında hissettiğimiz zamanlar var ya , imkansızlık nedir bilmediğimiz zamanlar , çok özlüyorum o zamanları…
gün be gün giderken bu hayattan , gözümün arkada kalmasından ne çok korkar oldum…
daha yapmam gereken çok şey var oysa… görmem gereken yüzler , köyler , filmler var…
hışırtısını dinlemem gereken kavak ağaçları , hiç tanımadığım insan sesleri ve şarkılar var ,
çok hikayeler var çok…
yaşamam , anlatmam gereken , bir fotoğraf çerçevesinde sıkışıp kalmayacak hikayeler…
keşke iki vardiya olsa hayat , sabah fanusumuzda , gece ise gökyüzümüzde yaşasak…
fanusumuza sığdıramadığımız, korktuğumuz, acaba yaşam dekorumuzu bozar mı dediğimiz her şeyi ikinci vardiyada ruhumuzun dizgini olmadan yaşayabilsek…
sahte ve kısır bağlılıklardan anda olsa uzaklaşmak fikri nasılda hafifletti şimdi beni , hava griydi , canım deniz çekti , çay çekti.. e birde ‘ah bu şarkıların gözü kör olsun’ dedirtecek bir şarkıda çarpınca göğüs kafesime…
önce şairin dizeleri süzüldü , hiç acelesiz zeybek gibi kondu aklıma , sonra da insanlı anılar….
yavaşlamalı , biraz burada kalmalı….
nede olsa artık bozbulanık suyu olan fanusumuzdan çıkamaz olduk , anılara bulanamaz olduk…
onu da bırak ruhunun seyyah olmaya çok ta elverişli olduğu bir sabah deniz kenarına bile gidemez olduk…
gülüşünüzle… ve gökyüzünüzle kalın…
‘BULUT’
Aynılaştıramadıklarımızdan mısın, öyleyse boyalı kuşlar gibi ölmeye hazır ol !
“Toplum, her yerde ve her bir bireyine karşı kurulu bir komplodur! ” – Emerson
Aldığım her nefeste kendim için yeni yollar çizmeyi bildim ben hiç başkasının çizdiği yoldan yürümek istemedim. Ve işte tam da bu tercihimden ötürü hep yalnız kaldım, benim kendime çizdiğim yola hayranlıkla bakanlar bile korktular bu durumu alkışlamaktan.
Toplumun bu tepkisinin nedenini ise Kosinski’nin ‘Boyalı Kuş’unda buldum geç de olsa ;
“Önde koşmak arkada kalmak kadar tehlikeliydi. Her yanlış adım hareketi yavaşlatır, her düşen öz kardeşlerinin ayakları altında ezilirdi… Oysa hepimiz yalnız olduğumuzu, Gavrilaların, Mitkaların ve öteki dostların, yaşantımızdan gelip geçtiğini bilmeli, anlamalıydık. İnsanlar anlaşamadıklarına göre dilsizliğin de bir önemi yoktu. Birbiriyle takışır, birbirlerinden hoşlanır, öpüşür ya da tepişir. Ama herkes yine kendisini düşünürdü”
Babam kendimi bildim bileli neden bu öfke, neden insanlarla uyum içinde yaşayamıyorsun der durur. Sanırım bunun en şahane sebebi ben ehil bir hayvan değilim, türdeşlerimle mutlu olayım, ben farklıyı seviyorum tüm toplumun aksine ve koyun psikolojisi beni deli ediyor.
Boyalı kuş, 2. dünya savaşını mavi gözlü sarışınların ülkesindeki esmer bir çocuğun gözünden anlatan muhteşem bir roman. Ama öyle bir roman ki okudukça karnınıza kramplar girecek acıdan, her satırda neden okuyorum diye sorarken bulacaksınız kendinizi ve galiba en zoru da her kelimeyi gözünüzde canlandırabiliyor oluşunuz olacak, çünkü ‘Kosinski’ öyle yalın bir anlatımla öyle muhteşem duygular uyandıracak ki zihninizde bundan sonra sıradan roman okuyamayacaksınız…
‘Boyalı Kuş’tan ;
…
Garip kuşlardı leylekler. Günün birinde, yuvasını düzeltmeye kalkınca dişi leyleğin kendisine nasıl saldırdığını anlatmıştı Lekh. O da öcünü, kuluçkaya yatan leyleğin yumurtaları arasına bir kaz yumurtası koymakla almıştı. Yavrular yumurtadan çıkınca erkek ve dişi leylek bu garip yaratığa şaşkınlıkla bakmışlardı. Kısa, çarpık bacaklı, biçimsiz bir şeydi yavrularından biri. Yamyassı bir gagası vardı. Dişisinin kendisini aldattığına inanan baba leylek yavruyu öldürmeye kalkıştı. Dişi leylekse küçüğü kurtarmak gerektiğine inanmıştı. Erkeğinin elinden kurtarmak için damdan avludaki samanların arasına yuvarlamıştı zavallıyı. Bununla aile kavgası sona ermişe benziyordu. Ama göç çağı gelince, leylekler toplanıp görüştüler. Uzun süren tartışmalardan sonra, dişinin kocasını aldattığı, onunla birlikte gelemeyeceği kararlaştı. Ardından da kararın uygulanışına geçildi. Leylekler havalanmadan erkeğini aldattığına inanılan dişi, gaga ve kanat vuruşlarıyla öldürüldü. Erkeğiyle birlikte yaşadığı damın altında bulundu ölüsü. Yanında çirkin bir yavru, iki gözü iki çeşme ağlıyordu.
…
Türkiye de ilk kez 1968 de Aydın Emeç’in çevirisiyle basılan ‘Boyalı Kuş’ Türkiye’deki yayıncısı ‘E Yayınları’nın ilk kitabı olmasının yanında Jerzy Kosinski’nin de ilk kitabı olması hoş bir tesadüf tür.
‘TERS’
“Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?”
Mataramda Tuzlu Su / İsmet Özel
Dostum İbn-i Spinoza’nın nam-ı diğer Ulus Baker’in anısı
Aslında yukarıdaki dizeler yerine, İsmet Özel’in bir başka şiirinden alıntı yapacaktım; ancak 3-4 gündür, Özel tarafından yapılmış bu tespit, kafamın içinde dönüp duruyordu, ben de onu yazdım. Hoş, zaten tessorunun kendisi de bizzat, hâlihazırda içinde olduğum bağlamla ilintili olarak, örtüsünden soyundu: “Sen ey yalnızlığına bürünmüş olan!”
Neyse… Hemen, şimdi unutmadan o başka şiirden yazılması düşünülmüş, ancak yazılmamış olanı da yazayım: “…kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda…”
O çocuklar işte, onlar önceden belirlenmiş, ama kendilerine ancak yaşadıklarında bilinecek olan yaralarını taşımak için doğmuşlardı. Ammawelakin, hayatları boyu, sadece kendi, tek ve biricik yaralarını taşımakla kalmamış, oradan bir de “sarp yokuş” yaparak, cennetten kovulmuş, dünyada olmanın acısını, bilinçle karşılamaya mahkum etmişlerdi kendilerini. Şimdi artık var mı bir sözü olan? Sewgili bilinç, kendisi bizzat ademin, ilk insanın yediği elmadır. Bu çocuklar o elmayı, büyücü üvey annesi tarafından kandırılmış Pamuk Prenses gibi yemediler, bizzat kendileri zihinlerini o uçsuz bucaksız çöle savurdular. Karanlık, yalnız ve mekanik çözülmesi bol bir çöle dönüşmek… Çöl-oluş, hem çölsündür hem de değilsindir: “Sewgili lordum, beynim acıyor. Şimdi burada bir kurt-adama dönüşmek istiyorum!”
İki haftadır elimden düşmedi Ulus Baker’in ‘korotonomedya.net’ sitesinde bulunan yazılarının bir kısmının derlenip toparlanarak oturmasından oluşan kitabı, “Yüzeybilim Fragmanlar”. Hoş kitap, 2009’da Baker’in ölümünden sonra yayınlandı. Tarafımdan 2010’un ilk aylarında alındı; ancak masamda bir yıl boyunca benimle oturdu. Bilgisayardan başımı her kaldırdığımda, kitabın ön kapağını oluşturan, Ulus Baker’in Eymir Gölü’nde çekildiğini varsaydığım fotoğrafı ile göz göze geldim. Aramızdaki kurbiyet böyle mi oluştu? Yok. Öncesi var; ancak bu benim açımdan bilince bir çentik atılması gibi bir şeydi. İlk karşılaşmam, üniversitede bölümdeki ilk yılımdadır. Intro derslerinden birinin hocası gelmemişti ve Ulus Hoca onun yerine gelip bize Spinoza anlatmıştı. Aklımda kalan tek cümle: “Evet Spinoza, bizzat bir tanrıtanımaz olarak yaftalanmasına rağmen, evrenin başlangıcını açıklamak için bir tanrı fikrine ihtiyaç duymuştur.” ‘Eywallah’ deyip atmıştım, zihnimin iç cebine. Çünkü benim boğazıma çöken, nefes almamı zorlaştıran “küçük burjuva” kanamalarım vardı (Cezmi Ersöz girdi içime herhalde Hayy bin Ortodoks Marxist!). Ha nerede kalmıştık? Meğer ötesi sarp yokuş-muş ve Baker bizzat kendisi, sarp yok-oluş evresindeymiş.
Evet, o ilk karşılaşmada Baker’den bana bir de, selobantile tutturulmuş gözlüğü, çamaşır suyu lekeleriyle bezenmiş pantolonu, sigaradan sararmış parmakları ve o muazzam dalgınlığı kalmıştı… Neyse, şimdi hemhal olduğum fikirleri üzerinden Baker’i dışsallaştırarak analiz edecek değilim. Böyle bir şey olsa olsa gerzeklik olur. Ben ancak self-refleksif bir “Baker balı” yapabilirim. Spinoza ve Deleuze’den Gabriel Tarde’a geniş bir kurbiyet listesini içeren metinlerden aktaracaklarım, bana geçenlerin geriye bıraktıklarıdır. Baker’in bendeki yansısıdır. Beni Baker’e çeken, -kibir sahibi büyük aktarıcılardan hayatta hazzetmem, beni eve götüreceklerini söyleseler dahi, arkama bile bakmadan önümdeki uçurumdan salarım kendimi aşağı- aramızdaki kadim bağdan ziyade, onun mevzuları ele alışındaki samimiyeti, gerçekliği ve naifliği oldu. O bir şey söylemiyordu, onda anlattığı her şey bir eyramdı, praksisti. Damağıma değen, sarp yok-oluşu tırmanan bir derwişin “oluş”larıydı. Lafı uzatmayayım…
Ewwela, “Rizom” (köksap) ne olduğundan bahsederken Baker (Deleuze’ün mefhumlarından biridir), Afrika orkidesi ve eşek arısı örneğini verir:
‘Birbirleriyle alıp verecek hiçbir şeyleri olmayan iki varlığın paralel olmayan evrimi.’ Orkide ile bal vermez eşek arısının ilginç bir serüveni var. Afrika orkidesi belli bir mevsimde, eşek arısının üreme organına benzer bir organ geliştirir kendi bedeninde. Öyleyse yalnızca bir ‘imge’den, eşek arısı organının bir ‘resmi’nden ibarettir. Diyelim ki, orkide kendinden kopmuş, bununla başka bir ülkede ‘yersiz-yurtsuzlaşmış’tır. Oysa bunu gören ilk eşek arısı gelip bu imge üzerine konar. Konar-göçerlik terimleriyle ifade edersek, orada yerleşir. Ama unutmamalı ki eşek arısı aynı zamanda ‘yersizyurtsuzlaşmış’tır. Basitçe orkidenin üreme aygıtının bir parçası haline gelmiştir. Ama kaçınılmaz bir şekilde, üzerine konup kalktığı orkideyi de kondurmuş, yerleştirmiştir; çünkü onun tohumlarını çok uzak bir yerlerde, farkında olmadan ekecektir (Baker, 2009: 357-8).
Buradan hareketle, tüm hikâye “rizom” üzerinden okunabilir. Yaptığım Baker okuması bir rizom okumadır. Ben Afrika orkidesine konmuş eşek arısıydım, o da orkide. İki farklı çoğulluk olarak paralel olmayan bir evrim yaşandı. Akışımın bu anında, Baker’den, benden olana eş bir koku, tat vs. çıktı ve ben ona kondum/konuşlandım. Yersiz-yurtsuz mutsuz bilince yerleşerek, yersiz-yurtsuzlaştım. İbn-ül vakt, “Vakit tamam” dediğinde de, tohumlarımı yüklenmiş olarak, onları yerleştirmek üzere tekrar yersiz-yurtsuzlaştım….mı? Henüz değil. Yani, bu rizom hikâyesi saçaklıdır. Hem orkide hem de eşek arısısındır ve bazen de salt eşek-eşik.
Dostum Baker – the organsız beden, Virginia Woolf’a, Bayan Dalloway kıyılarından vururken: “… Artık orada ‘fark edilmez’ kılar kendini. Kendini, bedenini ‘fark edilmez kılmak’ Virginia’nın esas sorunudur. İnsanın manzaralaşması (a.g.e, s. 377)” şerhini düşer heyecanla. Aslında bu, şerh düştüğü bizzat kendisidir, orkideye konmuş eşek arısı. Onun ölümü -görünür neden, aşırı alkol tüketimine bağlı karaciğer yetmezliği- üzerine düşündüm, rizom okumamın bittiği gece. Baktım ki, aklım kendisinin ısrarla üzerinde durduğu, Sartre’a ait bir nosyon tarafından çelinip duruluyor, yok bariz aklıma çelme takılıyor… Evreka! Tabi ya, tabi ya, “PRATICO-INERTE”! Baker, önce çevirisinin yanında olmadığını söyleyerek bunu, “Pratikte Ölüm” olarak tanımlıyor ve devam ediyor: “… pratico-inerte, en yalın anlamında, ne yapıyor olursanız olun, pratik faaliyetinize direnen ‘madde’ demek. Inertia, yani eylemsizlik. Yani bir malzemeyle bir şeyler yapmak, bir amaç gerçekleştirmek için uğraşmaktasınız, oysa orada bunu gerçekleştirmeye direnen asgari bir unsur var (a.g.e., 288).”
Şimdi yukarıdaki paragrafı tutun aklınızda, buradan konuşlandığım yerden topladığım edebiyat ve dil ile ilgili son tohumlara geçelim. “Manifesto” başlıklı metinde, dille ilintili tesisyanlarını sıralar Baker. İkisine burnumuzu sokalım, yukarıdaki paragrafla ilintilendirerek:
Dil, gündelik yaşamla ve iletişimle, duyguların ve düşüncelerin ifadesiyle vb. ilgili olmaktan önce büyük kamu çalışmaları ile ilgilidir: Onsuz nasıl dev piramitler için kölelere taş taşıtılabilir, balıkçılar nasıl dev balıkları denizden çıkarabilirlerdi? Anlaşılıyor ki dilin temel birimleri güzel ve şiirsel retoriğin alanından çok şu tür basit tümcelerdir: ‘Hazır?’, ‘Evet’, ‘Haydi başla!’
Dil hayatı anlatmaz… Daha da önemlisi, hayat değildir, hayatın parçası da değildir. O hayata buyruklar yağdırır. Hayat ise konuşmaz, bekler…
… Bütün bunlar dilin kökeninde yer alan tekinsiz bir güç istemini gözden saklamamalı: Buyruk alan varlık olarak insan (her hayvan gibi) ‘özgürlük’ adını verdiği şu yanılsama kompleksini bile bizzat buyruğa borçludur; doğada ve eylemlerin düzenlenişi alanında ‘özgürlük’ bulamadıkça dile sığınacaktır –yine de yepyeni ve daha budalaca bir yanılsamayla birlikte: buyruğa uymayabilirim, bu benim özgürlüğümdür… Oysa özgürlük açısından önemli olan buyruğu alıp ona uymamak değil (Buraya bir Simmel notu düşülebilir der İbn-i Zerâbî: Tahakküm ve itaat-muhalefet), buyruğu hiç almamaktır… Bundan daha derin bir siyasal özgürlük öğretisi tanımıyorum! (a.g.e, 482-5).
Bu iki düzlemden hareketle, dostum İbn-i Spinoza nam-ı diğer Baker hakkında şunu düşünmek eyledim: Baker, dünyaya düşüşü, yaşamı ve ölümü ile “Pratico-inerte”idi ve bu onda praksisti. İbn-i Spinoza’nın bedeninde taşıdığı yara; dille dayatılan, kimden gelirse gelsin her türlü buyruğu hiç almadan, organsız beden olarak, kendini seyreden manzara olarak, dışındakilerin dayattıkları kendi hakkındaki tasavvurlara, kimliklere ve projelere ölümüne direnmekti… ve bu onda var-oluş bunalımı, uyanışı gibi yaşamı araçsallaştıran bir hal değil, bizzat yaşam, hayat oluştu. Tıpkı İsmet Özel’in şu dizelerindeki şehwetşefkat gibi: “Yüzüme bak/ve yüzümü hırpala/yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak/sen/her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat/yaban, diri memelerinden ısırmak/dudaklarındaki tuzu dudaklarıma almak için/çok oldu tepelere vurdum kendimi/bulutlara karıştım ve karanlık kahvelerde/tıraşı uzamış adamlardan/huylarını öğrendim senin.”
Bu yazıyı okurken/okuduktan sonra dilerseniz bandista’dan, Baker için yazılmış olan “her şeyin şarkısı”nı dinleyin. Biliyorum gitme vakti, bu yazı, dostum İbn-i Spinoza’nın dostu Deleuze, kendisini “pencere-dışladı”ktan sonra yazdığı metinde dediği gibi, “ onun anısına değil, onun anısı.” Tamam, tekrar tamam, son bir koku, son bir tat belki ha?
Tamam, gidiyorum…
‘İbn-i Zerâbî’
Takribi ve vasati kıpkısa öyküler: Kibrit Çöpleri
“Sinema neden aşk hâline gelir biliyor musun? Çünkü o da tıpkı aşk gibi, insan gözünün bir aldanışı üzerine kurulmuştur. Hayal olduğunu bildiğin perdeye inanırsın bütün kalbinle… İnsan öncelikle bir aldanışa aşık olur, sonra o aldanıştan bir hakikat yapmaya çalışır hayatına…” Kibrit Çöpleri, Murathan Mungan
Geçenlerde şöyle bir cümle kurmuştum. “Kelimelerle içimizin fotoğrafını çekiyor Murathan Mungan” diye. Kendimi bildim bileli, yani bir kalp taşıdığımı hissedeli beri severim Mungan’ın cümlelerini. Arada döner döner okurum, bir daha bir daha onun insan ruhunu bunca incelikle dantel gibi işleyişine hayran kalırım.
Yeni kitabı çıktı Mungan’ın geçenlerde. Kibrit Çöpleri. Ece’nin masasında görüp hemen alıp başladım okumaya. Bu sefer kısa hikayeler yazmış, kendi deyimiyle “takribi ve vasati kıpkısa öyküler”. Şöyle diyor kitabın arka kapağında: “En kısa hikaye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. ‘Bütün yaşamımız’ dediğimiz de o birkaç ana bakar aslında… Bu yüzden yıllar sonra en çok hatırladıklarımız anlardır. Gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır.” Kitap arkası yazılarına pek güvenmem, genelde pazarlama kokarlar ama bu birkaç cümle bana epey samimi geldi, kendine inandırdı ve hep gözümün önünde olsun diye defterimin bir köşesine yazıldı. Kitabı elime alır almaz daha okumadan beni yakalayan şey tabii ki yine bir görsel. Kapakta kullanılan İlke Kutlay’a ait resim gündelik olanın en sade hallerinden birini anlatıyor ve beni de -elbette- bu şaşaasız ve sadecik haliyle tavlıyor. Resimde kırmızı -bence- geceliğiyle bir genç kız, sabah güneşinin tüm cüssesiyle dayandığı pencerenin önünde, sanki yeni kalkmış birazdan çay suyu koyacak gibi uzanıp önce camı açıyor. Pencerenin aralığından hafifçecik bir bahar esintisi doluyor içeri. Serin, taze, mutlu. Yerdeki piknik tüpünden lavabonun içindeki kirli bulaşıklara, mutfak tezgahındaki beyaz fayanslardan yerdeki eski usul desenli taşlara kadar her detayıyla bu resim aklıma sadece bir kelime getiriyor: “kendiliğindenlik.” Resimde her şey o kadar kurgusuz, özentisiz, o kadar el değmemiş, o kadar olduğu gibi, o kadar “an”a dair ki. Sanki hayatın bütünü bu andan ibaret, ne öncesi ne de sonrası var. Kitabı öylece elimde tutarken birkaç saniyeliğine bir çocukluk sabahına gittim.. Muhtemelen bir Mayıs sabahına; yeni uyanmış, sakin, sessiz bir Mayıs mahmurluğuna.
Hayatın en heyecanlı ve en sürprizli hallerinin hep gündelik hayatın kendiliğindenliğinde saklı olduğunu hissederim. Akışkan, seyrinde giden, seni şaşırtmasını hiç beklemediğin gündelik hayatın içinde bir köşeden başını uzatıverecek bir acayiplik, bir komiklik, bir enteresanlık sanki hep pusuda bekler gibi gelir bana. Onun kocaman “normal”liğinin içinde dikkatli bakınca görebileceğin minicik enteresanlıklar gizli gibidir. Onları görmeyi severim. Görmesem de varlıklarına inanmak bile iyi gelir. Geneli, büyük olanı, bütünü görmeye meyilli insan gözünün ıskaladığı hayatın bu şakalı hallerini arayıp bulmak özel zevklerim arasında yer alır. İşte bence Kibrit Çöpleri o minik anların peşine düşen, misket biriktiren çocuklar gibi her “an”ı tek tek eline alıp inceleyen, hayran olan, olduran bir kitap. Normalin anormalliğini, sakin olanın içindeki deliliği, sıradanın arkasına saklanan tuhaflıkları gösteren. Bilmem, belki bir başkası görmez bu gördüğümü.
Kitabın içine gelince… Kibrit Çöpleri diğer Mungan kitapları gibi yine okuyucuyu şaşırtmak için yazılmamış. Kapak resminin hissettirdiklerinin sağlamasını yapan, gündelik hayatın içinden cımbızla alınıp kenara konmuş insanlık halleri kitabın içinde de var. Bana yazarın samimiyetini, zorlamasızlığını, öyleceliğini hissettiren , herkesin başına gelebilecek ya da bir sohbet esnasında kulağımıza çalınabilecek doğal hikayeler. Bir çırpıda okudum Kibrit Çöpleri’ni. Daha ilk kelimeden oltaya takıldım. Alice’in tavşan deliğinden düştüğü gibi bir şeyin içine düşüp kapılıp gittim.
Bir kitabı okurken eğer yeterince izin verebilirsem kendime yazarın yazarkenki yolculuğuna paralel bir okuma yolculuğuna çıktığımı hissederim hep. Hikaye bir yandan akarken, ben, acaba yazar bu sayfayı yazarken aklında ne vardı, bu cümleyi nerde yazdı, sandalyesinin durduğu yerden sokak görünüyor muydu, odası nereye bakıyordu, pencereden baktığında dışarıda nasıl bir gün vardı, canı sıkkın mıydı, hatta onun tam şu anda okuduğum cümlesini yazdığı tam o anda ben neredeydim, ne yapıyordum, nasıl bir serüven peşindeydim, diye düşünürüm. Yazar benim için çoğu kitapta bana okuduğum satırları ulaştıran bir araç değil, kitabın kendisidir. Bazı yazarları okurken çok güçlü bir şekilde yaşarım bu duyguyu. Mesela Orhan Pamuk okurken hiçbir yazarda hissetmediğim şiddette ortaya çıkar bu duygu. Kitap ne anlatıyor olursa olsun, daha ilk satırda kendimi onun kafasında yaratıp oradan kağıda döktüğü mikro evrende bulurum. Ve son cümleye kadar Pamuk’un ruhu bir kenti gezdiren turist rehberi gibi benimle kelime kelime, satır satır, sayfa sayfa dolaşır. Bana eşlik eder. Kendi yarattığı dünyada beni yalnız bırakmaz. Murathan Mungan kitaplarında da buna benzer bir hal var benim için. Bunun kitabın mayasında gündelik hayat olmasıyla ilgisi olsa da, tek neden bu değil galiba. Belki en çok samimiyet bana bunu hissettiren. Yani yazarın anlattığı hikayeye herkesten çok kendinin inanması. Hikayenin içine girmesi, satır aralarında okuyucuya arada “ben buradayım” “bu kitap benim ruhumun uzantısı” demesi, diyebilmesi.
Siz de gündelik hayatın masalına inananlardansanız, bu ara kafayı biraz benim gibi yalnızlığa taktıysanız, Kibrit Çöpleri “içinde yaşayıp hiç uğramadığınız bu dünya”ya girmek için iyi bir fırsat olabilir.
“Geçici şeylerin serabı, nesnelerin basit uykusu, hiçliğin rüyası, zamanın dipsiz anlam kuyusu, bellek denen tortu… daha nice şey sayılabilir değil mi şu gündeliğin kavurucu yalnızlığına, var oluşun nedensiz sıkıntılarına ad ve anlam bulmak için öyküler, olaylar, hayaller, açıklama yerine geçebilecek bir şeyler aranır, uydurulur, yakıştırılır, söylenir hep; kendi sözlerimizin çöplüğü şöyle üstünkörü karıştırıldığında bile, kimbilir zamana, hayata ait tözü ışığa çıkmamış neler bulunur?” Kibrit Çöpleri / Murathan Mungan
‘lucy in the sky’
(Fotoğraf: “Babam İş Gezisinde” filminden.)
EN GÜZEL ÇOCUK…
Saat: 01:13 / Film Sonrası…
çingenelerin beyaz perde faslı diyince aklıma ilk ve tek gelen isim Emir Kusturica’dır. 7/24 sinema yada kitapla geçen günlerimde iki gündür emir kusturica filmleriyle haşır neşirim. Dün “Ak Kedi Kara Kedi” filmini ne kadar kahkahalarla karşılamışsam , Babam İş Gezisinde bir o kadar hüzünlendirdi beni. Çocuk gözüyle anlatılan filmlerde ilk sıraya bu filmi koyuyorum. gözlerim hala yanıyor…
Kız arkadaşının hastalığından kaynaklı vedalaşmak durumunda kaldıkları gecede arabanın önündeki diyalogları , babası ile annesi tartışırken koşarak annesine sarıldığı an , uyur gezerlik maceralarında bakalım nereye gidiyoruz diye beni merakta koyan uyku seremonileri…
Çok sevdim ben Malik’i. Onunla beraber camekandan satın almayı planladığımız topa bakmayı hayal ettim ya da şiir okuyamamasından sonraki omzuna yaslandığı kişi olmayı… Ve kocası için bir çok şeyi göze alan anneyi de. sanırım uzun süre hafızamda yer edecek bu film. gözlerinizi kapatıp müziklerine de verebilirsiniz kendinizi…
Şöyle bir karıştırırken gördüm ki Cannes’te Altın Palmiye ödülüne layık görülmesine de hiç şaşırmadım. Bu arada yapmam gereken açıkçası yoluna koymalıyım dediğim bir şeyi hatırlattı bana…
Ak Kedi Kara Kedi ise eğlenceli, hayatı hafife alan ve bir romanda adı gecen kahramanlarmış gibi duran çingenelerin öyküsü. Aklımda deniz ortasında sahilden ısmarlanan dondurmayı getiren gencin çabası , düğünleri şenliğe dönen insanlar , kaçan gelin , sevinen damat , ölüp dirilen dedeler , boka düşen çirkin adam ve mutlu son… (Kedilerle hiç aram yoktur, sevmem ama bu filmde hiç de sevimsiz gelmedi siyah-beyaz çiftimiz bana.)
Kusturica ne kadar mizaha vursa da işi, çocuk gözüyle bakıp yumuşatmaya çabasına girse de bende derin izler bırakan bir adam. Üniversite yıllarımda izlediğim Çingeneler Zamanı’nın bazı kareleri hala aklımdadır örneğin.
İyi ki varsın sinema ve Kusturica.. Çoğalttı beni.
‘HERDEM’