Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

İKİ BACAKLI AT (TWO LEGGED HORSE / ASBE DU-PA..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİ BACAKLI AT (TWO LEGGED HORSE / ASBE DU-PA..)

 ‘iranlı başarılı genç bayan yönetmen samira makhmalbaf’ın iki bacaklı atı’nı izlemeyen var mı aranızda hala.. tabi bu filmi izlemek biraz güçlü bir kalp ve sağlam bir psikolojik yapı gerektiriyor.. sizi yıkıcak kadar sert , acı dolu ve umutsuz bir film..

dün ulus baker’in yazılarını okurken samira makhmalbaf’tan bahsedince ‘iran sineması’ üzerine olan bir yazısında açtım dvdyi tekrar izledim filmi..

filmi sanki ilk defa izliyormuşum gibi etkiledi yine..

iran sineması filmlerinin eskimezliğini bir türlü anlayamıyorum işte bu yüzden.. kaç kere izlersen izle herhangi bir iran filmini sanki ilk defa izliyormuşsun gibi çiviliyor perdenin karşısına seni..

değindiği konulardan mı  , oyuncuların kabiliyeti mi , yönetmenlerin başarısı mı , iran’daki politik baskı ve şiddet mi ya da iran’ın suyundan mı bilmiyorum , bulamıyorum bunun cevabını.. aklım hiç kavrayamıyor bazı şeyleri.. bir ülke sinemasının bu kadar sarsıcı ve güçlü olmasının sebebi nedir.. anlayan varsa anlatsın , yazsın , öğretsin bana lütfen..

kötü bir film izleyemeyecek miyim ben bu ülke sinemasında.. var mı kötü film.. izleyeniniz oldu mu..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yönetmen samira makhmalbaf’ın ‘iki bacaklı at’ filminin senaryosu da kendisi gibi ünlü bir iranlı yönetmen olan babası ‘mohsen makhmalbaf’a ait..

samira makhmalbaf bu filmi nasıl çekmeye karar verdiğini ve çekerken neler yaşadığını şöyle anlatıyor bir röportajında : ‘bir sabah babam elinde bu filmin senaryosuyla geldi , oku ve istersen filmini yap dedi.. senaryoyu okudum ve şok oldum.. neden bu kadar acı, öfke dolu , şiddet dolu ve umutsuz bir senaryo diye sorduğumda babam şöyle cevap verdi ‘iran’da yaşıyoruz ve bu güç politik sosyal durum içinde benden daha farklı nasıl bir senaryo bekleyebilirsin ki..’

daha sonra günlerce kabuslar yaşadım bu senaryo ile.. sabahları gözlerimi açtığımda ise hala beynimde ‘iki bacaklı at’ın kabusu devam ediyordu.. bir sabah uyandım ve kendime haykırdım görmüyor musun çevrendeki tüm atları ve onların sırtındaki sürücüleri ve karar verdim bu filmi yapmaya..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

makhmalbaf şöyle devam ediyor filmini anlatırken : ‘film afganistan’da çekildi.. orada yaptığımız araştırmalar sonucu oradan yerel çocukları seçip onlarla birlikte çalıştık.. filmdeki bacaklarını kaybetmiş olan çocuk gerçekten savaşta bacaklarını kaybetmiş bir çocuk.. diğeri ise yoksulluk içinde araba yıkayarak geçimini sağlayayan bir genç çocuk.. tüm afganlı çocuklar gibi çok yoksul ve perişan bir yaşamları içinde türlü çileler içinde yaşıyorlar.. filmde rol yapmıyorlar belki fakat hayatlarından kesitler ortaya koyup , filmde yaşıyorlar adeta..’

filmin konusu gerçekten çok etkileyici.. bize nasıl iki bacaklı atlar olduğumuzu gösteren , suratımıza haykıran bir film.. çoğumuz sırtımızdaki sürücüleri bile göremiyoruz , farkına varmıyoruz.. oysa filmde en azından ‘mirvais’ adlı delikanlı sırtındaki ‘sahibini’ görüyor , onunla güçte olsa konuşuyor..

‘mirvais’ yoksulluk içinde eski bir tuğla fabrikasının bacalarının kalıntıları içerisinde yaşamaktadır.. ne annesi ne babası ne bir akrabası vardır.. yaşlı bir adamın meydanda ‘günde bir dolar para kazanmak isteyen beni takip etsin’ diye çığırtkanlık yapması üzerine adamın peşinden diğer onlarca çocuk gibi koşar.. bir evin avlusuna girer çocuklar.. orada kendilerini işe girebilmek için zor bir sınav beklemektedir.. verilecek iş savaşta annesini ve kendi bacaklarını kaybetmiş on yaşında bir çocuğu sırtında okula getirip götürmek ve ona diğer ihtiyaçlarında yardımcı olmaktır.. ancak işe girmeye çalışan çocuklar içindekli en hızlı koşanı ve çocuğun en çok rahat edeceği birisi olacaktır.. ‘sahip’ konumundaki çocuk sırasıyla işe girmek isteyen çocukların sırtına oturur.. kimisi yavaştır , kimisinin de kemikleri ona yaslanırken rahatsız eder.. sonra sıra birden ‘mirvais’e gelir.. konuşma güçlüğüne sahip ‘mirvais’ çok hızlı koşmakta ve ‘sahip’ onun sırıtında çok rahattır.. böylece işe ‘mirvais’ alınır ve film işte orada başlar.. iki çocuk arasındaki sahip-at ilişkisi ilerleyen süreçte film , dehşet ve acı sahnelerin yaşanacağı ve insanlığımızdan utanacağımız , kendimizi sorgulayacağımız ve arkamızı dönüp kendi sırtımızda kimin olup olmadığına bakmak zorunda kalacağımız boyuta taşınıyor.. hele bir sahne vardı ki orada kalbime çakıldı tüm çiviler her izleyişimde.. film boyunca  ‘mirvais’in çektiği tüm acıları , umutsuzluğunu sonuna kadar hissettim , yaşadım..

yukarıda da yazdım eğer hala izlemediyseniz bu filmi ve yüreğiniz yetiyorsa ‘aynaya bakmaya’ bulun ve izleyin samira makhmalbaf’ın 2008 yapımı bu filmini.. ve filmde oynayan erkek çocuklar ‘ziya mirza mohamad’ ve ‘haron ahad’ ve kız çocuğu oynayan ‘gol-ghotai’nin oyunculukları karşısında ise ne kadar şaşırsanız az olacak..

 filmle ilgili çok önemli bir anekdot anlatarak yönetmen samira ve babası mohsen makhmalbaf’a saygılarımızı sunalım..

bu iki usta binbir zorluk , engel ve yoksulluk altında bu filmi çekmeye çalışırken filmin çekildiği mekanlardan bir tanesinde çekimler sırasında etraftaki çatılardan birinden setin ortasına bir bomba atılarak saldırı düzenleniyor..

saldırıda oyunculardan bazıları yaralanırken , çekimlerde kullanılan at ve eşeklerden bir kısmı can veriyordu..

savaş kurbanı bir çocuğun yine savaş kurbanı bir çocuğu canlandırdığı filmin setine bombalı bir saldırı.. ne kadar acı değil mi..

saldırının direk ‘makhmalbaf’ ailesini hedef aldığı çok açıkça biliniyordu.. sinemanın güçlü dilinden korkan , beyinsiz , örümcek kafalı savaş bezirganı kan içicilerin bu saldırısına rağmen yönetmen samira makhmalbaf ve babası hayatları pahasına korkmadan filmi tamamlayıp bizlere kazandırdılar.. filmi izlemeden sadece bunun için bile bu iki sinema ve sanat insanına ne kadar saygı duysak ve  teşekkür etsek azdır..

hepiniz sinemayla ve gülüşünüzle kalın.. ha arada sırtınızı kontrol etmeyi de unutmayın..’

 Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İRAN SİNEMASI ve KADIN.. – ULUS BAKER

İran sinemasında yalnızca kadının varlığı konusunda değil, İslam’da aslında yasak olan “imajın” varlığını tartışmanız gerekir önce. Yoksa hiçbir kültür kadınlara “dayanamaz” –muhakkak çekicilikleri ve birtakım güzellikleri, işveleri vesaire vardır onların. İşte Mahmalbaf’ın Kandahar filmine bakın –ne diyordu? İmajları olmayan ülke. Niçin? Çünkü kadınlarını burkalara kapatmış. Bu sosyo-politik gerçeklik yine de filme bir paradoks olarak yansımış bulunuyor (ve hissedebildiğim kadarıyla filmin yönetmeni bunun pek farkında değil): burkalarla Afganistan yaylalarında çekilmiş kadınlar filmin en güçlü ve rengarenk imajlarını oluşturmaktan geri kalmıyorlar, kapatıyorlar onları, onlar ise burka denen giysilerini yeniden ve yeniden icat ederek, renklendirerek, o çok özel erotizm dozunu kendi keyiflerince ayarlayarak cevap veriyorlar. Hayat şu ya da bu bicimde akacaksa ille de akabileceği kanalları üretmek, yeniden üretmek gerekir.

Ben İran sinemasının sırrının sansüre karsı çıkıştan ibaret olmadığını düşünüyorum. Rejimin epeydir bu “geçip giden” imajlara, yani yanılsama olduklarını bizzat gösteren imajlara toleranslı davranıyor olduğu malum. Ancak unutmayalım ki bizim on dokuzuncu yüzyılda yitirdiğimiz, oysa İran şiirinde korunan “divan” edebiyatı ve ona ait imajlar rejimi, her türden realizmin ötesine geçerek İran sinemasını koruması altında tutuyor. Düşman cephesinden yağan okların “tir-i müjen”, yani “sevgilinin kirpikleri” gibi olması yeterince sinematografik bir imajdır. Muhsin Ertuğrul denen Mustafa Kemal icazetli adam yüzünden Türkiye’de sinema filan kurulamadı. İnsanlar imajlar üstüne belki Metin Erksan’dan itibaren –o da birazcık– düşünmeye gayret ettiler –ve diyelim ki bunun için Yılmaz Güney’i, bugün de Zeki Demirkubuz’u, Derviş Zaim’i ve özellikle de Nuri Bilge Ceylan’ı beklemek zorunda kaldık.

Hep hatırlattığım bir nokta, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında Namık Kemal’in “gerçekçilik” uğruna batı edebiyatı lehine, acem edebiyatı aleyhine ileri sürdüğü noktaların sinemaya nasıl da olanak vermediğiydi. Unutmayalım ki sinema realiteyi dosdoğru iletmez, ona bir hiyeroglif, bir gösterge rejimi ve imajlar zihniyeti dayatır. Bu zihniyet doğayı ve insani kuşatır ve yönlendirir. Sinema bu yüzden tiyatrodan çok divan edebiyatının “sembolizmine” daha yakın bir türdür. İşte bu yüzden İran’da sinema varken Türkiye’de yok.

İran’da sinemada kadının hangi şartlarda görünebildiğini biliyoruz. Önemli olan, kadın sinemacılardır daha çok. Samira Mahmalbaf ve diğerleri. Kadın halini ve çocuk halini anlatmak. Bu aslında fiziki bir duruma tekabül ediyor –hayatin katı, sıvı ve gaz hallerine gönderiyor bizi. Bu yüzden İran sinemasının mesela çocuğa ciddi ciddi ihtiyacı var: çünkü çocuklar şeyleri genellikle “gaz halinde” görebilme yeteneğine sahipler. Bizim artik alıştığımız tarzdan çok farklı bir ayırt etme ve kavrama sanatları var onların. Ve İran’da kadınlar da uzun yıllardır “çocuklaştırılmak” istenmiş. “Çözüm çok basit, kapatırsınız olur biter” tipinden bir kolaycılığa mahkûm edilmiş.

Ve “parantez”, ben de sürekli övgüler yağdırıyorum ama aslında çok iyi bir özgün sinematografik çizgi yakalamış olan İran sinemasını bir “tür” olarak algılamak konusunda henüz kararsızım… “sinemanın gerektirdiği işler”i çok iyi yaptıkları açık. Ama sürekli olarak hayatın çok dar bir kesiminde hareket etmek zorunda kalıyorlar ve bütün güçlerini “belgeleme” diyebileceğimiz bir uğraşıdan alıyorlar. Buna karşın, tuhaftır, iyi “belgesel” çekemiyorlar, çünkü her türden kurgu filmleri zaten kendiliğinden bir belgesel gibi görünüyor.

Sinemada kadının imajının ne olduğu ve nasıl işlediği, bütün çeşitliliklere rağmen galiba şöyle bir soruna indirgenebilir: çoğunlukla erkek olan yönetmenlerin ortaya sürdüğü birtakım “kadın” imajları” var. Ama bütün mesele bu imajın kadın yönetmenlerin elinde ne menem bir şey olacağı. Dolayısıyla –mesela– bir aşk filmi bir kadın tarafından çekildiğinde ondan kuşku duymalıyız. Çok iyi bir film olabilir, ama o kadar da iyi olması kötü olabilir. Kadınlar şu anda ask-meşk meselesinden çok özgürlük meselesine takılmış haldeler. Ve bu durum yalnızca batılı manada kavradığımız feminizmle sınırlanmıyor. Burkalar içinde Afgan kadınlar kendi dünyalarını nasıl kurabiliyorlarsa imajlar dünyasında da kurabilirler. Bu iş şu anda nedendir bilmem İran’da en iyi bir şekilde yapılıyor.

Anlıyoruz ki kadınlık meselesi bir özgürlük meselesidir. Ancak o andan itibaren özgür aşktan filan bahsedebilirsiniz. İran sinemasının kadın filmcileri bu sorgulamayı en iyi yapanlar olarak beliriyor gerçekten.

Peki, rejim neden katlanıyor bütün bunlara: bence katlanmıyor, kandırılıyor ya da kendisini, zoraki, kandırılmaya bırakıyor. Bu zorunlu çünkü basitçe söylemek gerekirse –her ülkede olduğu gibi– İran’da nüfusun yarısını kadınlar oluşturuyor.

İran sinemasından geçerek kadını –mesela bir erkek olarak– sevemeyeceksiniz. Ama başka türden bir varlık olarak seveceksiniz. Ama işte kadın o “başka türden varlık”tan başka bir şey değildir ve o da bunu anlatmak istiyor zaten.

-ve bir not: bu asla kadınlara değil, kadın “sinemacılara” bir övgüdür… Aynı şekilde kadın “ev kadınları”, kadın “polisler”, kadın “işçiler”, kadın “fahişeler” vb. övülebilir. çünkü hepsi kendi imajlarına sahiptirler.

ULUS BAKER

(www.korotonomedya.net)

 

 

 

 

 

 

 

 

‘ta derinliklerimde her şey bir yıkıntı halinde..’ – VOLTAIRINE DE CLEYRE..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SEN ve BEN.. 

sen ve ben , gökyüzü soluk , kahverengiye kesmişken ,

bulutlar toparlanırken hışımla boğum boğum ,

yağmur , baharı açmamış fundalığa damla damla düşerken ,

aldırış etmeden fırtınaya , gök gürültüsüne , dolaşacağız birlikte ,

ve bakışacağız birbirimizle – sen ve ben..

 

sen ve ben , günahkar bulutlar boşalırken inatla ,

yıldırımların uçurum yükseklerine doyasıya ;

geçerken burçların üzerinden fırtına hızıyla ,

cehennemi ışık saçan cennetten düşen nefret topları ,

gülümseyeceğiz birbirimize – sen ve ben..

 

sen ve ben , nefret topları yağarken ,

yararken havayı evrenin vahşi çığlıkları ,

ölümün çağırdığı yerden , karanlığın içinden ,

gecenin yorduğu yerden gölgelerin içinden ,

arayıp bulacağız gözlerimizdeki ışıltıyı..

 

sen ve ben , karanlık sular ,

hırpalar ve boğarken bizi ,

cehennem kızının kahkahaları ,

ve katliamın tam ortasında , duyacağız birbirimizi ve ölüm’ü göreceğiz..

 

sen ve ben , ölen kurşuni geceyle ,

şafağın ilk ışıkları uçuşurken doğuda ,

baygın , yenik , oracıkta ,

katılaşmış kan pıhtılarının arasında ,

mecalsiz uzanacak kollarımız , sen ve ben..

 

sen ve ben , soğuk soluk ışıklar ,

öylece kalmış ölü bedenlerimizi deşerken ,

kurtulmuş olacağız o bitmek bilmez işkenceden ,

ölü dudaklarımız sonsuza dek ,

birbirini bulurken , sen ve ben..

 

sen ve ben , geçip giden yıllar ,

geride bırakırken bizi ölüp gidenlerle ,

gübre olacağız çürümüş kemiklerimizle ,

gelecek aşklara ,

son hoşçakal öpücüğünün çiyi hala dudaklarımızda..

VOLTAIRINE DE CLEYRE..

‘uzun süredir  ölümle yaşam arasında gidip geliyordum ve iki yıldır yalnızca o fikir vardı kafamda.. ‘hayır intihar etme ve rusya’ya da gitme..’ hayat senin için çok şeyler vaat ediyor , türü beylik şeyler söyleyebilirim ; ama sen bunun sunturlu bir yalan olduğunu anlarsın.. hayatın hiçbirimize çok şeyler vaat ettiğini sanmıyorum.. fakat inanıyorum ki , içinde yaşadığın aşama büyük ölçüde arızi ve geçici.. artık bulunduğun mezardan çıkmak zorundasın.. bu bir yılı alabilir ; delirmek falan söz konusu değil ; iteklendiğin özel ruhsal koşullardan çıkan mantıki sonuç bu..

öyle soğukkanlı bir mantıkçısın ki , ani bir dönüşümün inanılmaz bir psikolojik rahatlamaya yol açması gerektiğini anlamıyorsun.. üstelik herkesin sendeki güçlü ruhu fark ettiğini biliyor muydun.. önceleri senin coşkudan uzak olduğunu düşünenler bile.. biliyorum , buna kulak asmazsın ; ama kazanmak hiç de fena değildir..

ve kazandın alex ; uzun süreli bir savaşta ölümü yendin.. teslim olma.. bütün yeteneklerin yerli yerinde , yalnızca hayatın , yaşadığın duygusal çalkantıların getirdiği bir şok söz konusu.. ölümün sükuneti mi , elbette , ama onun için biraz bekleyebilirsin..

bunu yaptığın takdirde üzülecek birkaç kişiden birinin de ben olacağını söylem bir işe yarar mı.. elbette seni daha çok ve daha uzun zamandır tanıyan ve sevenler vardır ; onlar benden daha çok şey talep etmeyi hakketmişlerdir senden ; ama bil ki ; böyle bir durumda benim hayatım kararacaktır..

fakat sana şöyle bir baskı da yapmak istemiyorum : hasta olduğumda insanlar , ‘benim hatırım için yaşa’ dediklerinde , onların kendi acılarını bastırmak isteyen benciller olduklarını düşünmüşümdür ; aslında beni hayata döndürmeye çalıştıklarını bildiğim halde , bu bana bencillik gibi gelirdi.. ve bu yüzden sana , ‘hayatta kal ve işkence çek , çünkü eğer ölürsen ben kendimi kötü hissedeceğim,’ demek istemiyorum.. emin olduğum tek şey , atlatacağındır , bu da seni ikna etmek için çaba göstermeye itiyor beni : bilsem ki , bütün hayatın böyle geçecek , hiç tereddüt etmeden , ‘yap’ derdim..

uzat ellerini uçurumun karşı tarafına , alex , yalnız değiliz.. derinlerde yoldaşlık var.. bırak bir süre ışıklar yansın.. o nihai son gelene kadar kendimizi üzmeyelim..

yoldaşça selamlar.. ve yakında yeniden yazışmak üzere.. için sıkıldığında yaz.. seni duyuyor ve hissediyorum..’

VOLTAIRINE DE CLEYRE..

‘AMERİKALI ANARŞİST VOLTAIRINE DE CLEYRE’İN YAŞAMI’ , PAUL AVRICH , Çeviri : Emine Özkaya , SEL Yayıncılık , 304 Sayfa , 1999..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘iddia etmeye hakkı olduğunu düşünmüş, kendisi ya da düşüncelerini paylaşanlarla bir araya gelerek cesurca gidip onu iddia etmiş olan her insan doğrudan eylemcidir.. grevler ve boykotlar gibi tüm iş birliği deneyimleri esas olarak doğrudan eylemdir..’

VOLTAIRINE DE CLEYRE..

KİTAP ARKASI :

‘doğa , bazen zamanın çok ötesinde , gıpta edilecek insan karakterleri yaratır ; yapmacıktan uzak , uzlaşmaz ve gerçeğe sıkı sıkıya bağlı ; bencilliği , bütün insanlığı kapsayan ve kendini büyük kitlenin ayrılmaz parçası olarak gören bir insan ; her çeşit yanlışlığa karşı ince bir duyarlılığı olan ve bunların karşısına dikilen bir birey ; geleceğe uzanabilen ve onu yakınlaştırabilen biri.. işte böyle bir insandı voltairine de cleyre..’ – jay fox

‘amerika’nın dünyaya armağan ettiği en harika kadın..’ – rudolf rocker

‘voltairine de cleyre , liberter duyguları ve sanatsal güzelliği ile anarşinin incisidir..’ – max nettlau

‘bu yüzyılın en derin düşünen anarşist kadını..’ – marcus graham

’emma goldman ve louise michel’le birlikte voltairine de cleyre , modern çağın üç büyük anarşist kadınından biridir..’ – leonard d. abbott

‘voltairine de cleyre , şiirsel isyancı , özgürlük aşığı sanatçı , amerika’nın en büyük anarşist kadınıdır..’ – emma goldman’

İdris Kurt Resim Sergisi : ‘Vazgeçilmez Boşluk’

 

 

 

 

 

 

 

İdris Kurt Resim Sergisi : ‘Vazgeçilmez Boşluk’

‘Boşluk, fiziksel anlamda ölçülebilir, kavranabilir uzaysal arka plan olduğu gibi zihnin kavrayamadığı alanlardır da. Üç boyutlu dünyanın tanımlanmasında nesneler arka planken zihinsel anlamda hiçlik ifade eder , anlamsızdır.

Düşünsel anlamda zihnin arka planı, düşüncenin oluşmamış durumu, bir zaman aralığı, müzikte aralar, günlük yaşamda zaman aralıklarıdır. Boşluk gölge gibi nesnelere bağlıdır ve onlarla anlam kazanır, dolunun görünür kılınmasını sağlar. Sessizliğin anlam kazanması, plastiğe dönüşmesi boşluk sayesinde olur.

Plastik sanatların vazgeçilmez bir öğesi olan boşluk görsel unsurların arka planı, bazen de kendisidir. İdris KURT resminde doluluk kadar yetkin kılınan boşluk, plastik ifadeden çok anlamın oluşmasının en önemli unsuru olarak karşımıza çıkar. Boş ve dolunun görsel ifadesinin birer temsiliyeti olan çalışmalar galeri boşluğunda doluyu temsil eden varlıklarıyla izleyicinin karşısındadırlar.’

’16 Nisan – 1 Mayıs 2011 tarihleri arasında Saint Joseph’liler Derneği , Caporal Evi Kültür ve Sanat Merkezinde (La Cave) İdris Kurt’un ‘Vazgeçilmez boşluk’ isimli resim sergisi pazar günleri hariç 10:00-17:00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek..’

Açılış daveti : 16 Nisan 2011 saat 17.30

Yer : Saint Joseph’liler Derneği , Caporal Evi Kültür ve Sanat Merkezi (La Cave)

Dr. Esat Işık Caddesi No:66/24 Bahariye / Kadıköy / İstanbul

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘sevgili idris kurt abimizle yaklaşık olarak sekiz senedir komşuyuz.. hayatımda gördüğüm en beyefendi , en nazik insanlardan birisi kendisi..

belki benim serkeşliğim ya da çekingenliğim belki de aylaklığımdan olacak idris abimizin aynı zamanda ressam olduğunu tanışmamızdan birkaç sene sonra öğrendim..

üstelik idris abimiz , ‘benim canım antakya’mda 15 günlük sergi açmış komşuluğumuz sırasında ve benim haberim olmamış.. bunu öğrendiğimde ne kadar üzüldüğümü ne kadar utanıp , yıkıldığımı kimse bilemez.. ayaküstü bir sohbet sırasında bu sergi olayını duyduğumda çok üzüldüm..

idris abim , her şeyiyle bereketli olduğu kadar sanat ve sanatçı açısından da bereketli çukurova topraklarının yetiştirdiği sanatçılarımızdan birisi.. idris abimiz 1950 adana ceyhan doğumlu..

resim sanatıyla ilişkisi marmara üniveristesi güzel sanatlar fakültesi’nde akşam atölyelerindeki eğitimiyle başladı.. ‘devabil kara’ yönetimindeki bu eğitiminden sonra kendi atölyesinde çalışmalarını sürdüren idris kurt abimiz ilk kişisel sergisini de yine komşumuz bahariye sanat galerisinde açmış.. resim sanatı üzerinde çok değerli eserler veren idris abimiz aynı zamanda moda alanında da tasarım ve uygulama alanında profesyonel olarak da kendi atölyesinde çalışmaktadır..

idris kurt abimizin yeni sergisinin hayırlı uğurlu olmasını dilerim.. ziyaret etmek isteyenler 1 mayıs’a kadar bir günlerini ayırıp bu güzel sergiyi ve resimleri görmeye gitsinler..

resimle ve gülüşünüzle kalın..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç bitmez Pinhani şarkıları.

Yalnız kaldıysan, kalkıp pencerenden bir bak 
Güneş açmış mı, yağmur düşmüş mü 
Dön bak dünyaya…

Sahnede Pinhani. Kulaklarımdan içeri sızıp beynimi ele geçiren şarkısını söylüyor Sinan: Dön Bak Dünyaya. Öylece kalabalığın içinde duruyorum. Bazı şarkılarda aynen böyle kalabalığın içinde öylece durmak gerek diye düşünüyorum. Bir şey yapmadan, içkinden yudum almadan, kimseye sesini duyurmaya çalışmadan, şarkıya bile eşlik etmeden öylece durmak. Kelimelerin, notaların, Sinan’ın sesinin kulaklarından içeri sızıp beynini ele geçirmesine izin vermek. 

Bundan beş yıl önce uzun bir ayrılıktan sonra memlekete döndüğüm zamanlarda tanışmıştım Pinhani’yle. Yılların Türkçe hasretiyle Türkçe yazılmış ne varsa dinlediğim günlerde duyar duymaz alıp kalbimin bir köşesine özenle yerleştirdiğim Pinhani şarkılarıyla o gün bugün aynı yolun yolcusuyuz. Arada döner döner dinlerim. Hiç bıkmam. Hiç eskitmem. “Yenisi ne zaman” diye meraklanmam. Çünkü Pinhani şarkılarını bir kere dinlemek yetmez bana. Şarkı tam biter, hemen başa dönerim. Bazen her seferinde başka bir şarkı dinliyormuş gibi başka başka kafalar yaşarım. Bazen ilk dinlediğimde hissettiğim şey her dinlediğimde katmerlenir, artar. Yükselip öyle bir noktaya varır ki beni ancak aynı şarkıyı bir kere daha dinlemek kendime getirir. Pinhani şarkılarını fonda çaldıkları anı dondurmak ve daha sonra canım istediğinde çözüp tekrar tekrar yaşamak için de kullanırım. Şarkılara binip o an’a giderim. Zamanda yolculuk ederim. Bazı şarkılarınsa başı sonu yok gibidir. Sonsuza kadar kesintisiz dinleyebilirmişim gibi gelir. Bu Pinhani’nin tetiklediği obsesif kompulsif bozukluk gibi bir şeydir. Tedavi olmam gerekmez. Bozukluğumu severim. Bozukluğum bana iyi gelir.

‘lucy in the sky’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

biraz sigara , biraz elma biraz da tütün kolonyası…

jilet gibi ütülü olurdu pantolonları… altın yıldız kumaştan yaptırırdı özenle diktirdiği kıyafetlerini…
biraz sigara , biraz elma ama en çok tütün kolonyası kokardı teni… eve geldiğini hem o kokudan , hem de evin içinde işleyen o kusursuz nizamdan anlardım , sessizlik gayrimeşru bir havada , dudaklarının arasında hep bozulmayı beklerdi… ki ya sofra da unutulan tuzla ya da beğenilmeyen yemekle çokta kolay bozuluverirdi o sessizlik…
iyi ki o küçük balkon vardı… kim o bozulan sessizlikle parçalara bölünse siyah demirleri , bir tane nane saksısı , kederinden ve dikişlere tanıklığından solmuş iki tahta sandalyesi olan küçük balkona sığınır , sümüğünü çeke çeke ağlar , o narin gözyaşlarıyla da en hızlısından parçalarına sağlam dikişler atar ve ajansları (haberler) dinlemek üzere tekrar bozulan sessizliğe dönerdi…
ben çok ağlamazdım… taaa  o zamanlardan kulağıma kapaklar yapmıştım ben , gözlerime de uçan halılar… hemen hayallere dalardım…
o küçük balkon ne var ne yok ayaklarımın altına getirirdi… akan zamanla çubuk kraker parmaklarıma hiçte yakışmayan sigarayı da o küçük balkon getirdi… belki bir büyük balkon da alır elimden dedimse de hala anonim içilmekte…
ezandan sonra o solmuş sandalyelerin misafiri o iki serçe olurdu… birinin kanadı kırık… bıkmadan usanmadan konuşurlardı… sanki akşam ki gürültünün kahramanları değillermiş gibi… köydeki kulağı kesik cemil’den başlar , muhtarın kelek oğlu mahmut’a kadar anılır , geçmişin geleceğin itinayla dedikodusu yapılırdı… aklım almazdı hiç bu sırdaşlığı , bu merhameti , bu kabullenişi ve bu sevgiyi… şimdi ki yapay aşkları görüp , bilip , yaşayıp , yaşatıp , atınca öğrendim ki tüm mesele o küçük balkonda yapılan sırdaşlık , iç döküşmüş…
meğer o iki serçeyi ölüm aralarına girene dek ayırmayan konuşabilmekmiş…
orijinal adamdı benim babam…
tıraş parası bulamadığı zamanları , az da olsa şımardığımız anlarda hemen anlatır , haddimizi bilmemizi sağlardı… ne kızardım ona ‘şükredin en azından kira parası vermiyoruz , evimiz var’ dediğinde , ta ki bir ev sahibinin elinde 10 yıldır ziyan olana dek…
hep kızmışım zaten ben ona… bir gün ölürsem herkes okuyup vicdan azabı çeksin diye yazdığım küçük emrah filmlerini aratmayan günlüğümü bulunca gördüm hep kızdığımı… en çok bayram zamanları kızmışım ona… neden sadece bu günlere ait olmuş ki öpüşmek ,
akşamları ya da sabahları  öpülmez miydi baba ?
olsaydı , olabilseydi bayramları bekler miydim hiç… o çatık kaşların aralarına kadar öperdim…
‘ölüm genç  insana yakışmıyor’ dedi sevgili bülent abi…
o sesle çıktım geldim babamın çatık kaşlarından dünyaya…
haklı dedi , doğru dedi , ama eksik dedi…
ölüm asıl ölümsüzlere hiç  yakışmıyor…

 ‘BULUT’

 

kimse görmezken, kimse bakmazken.

hani hiç beklemediğin anlarda yapar ya hayat en şık hareketini. sen gündelik koşuşturmacanın içinde şuursuz adımlarla ilerlerken, her şeyin sonsuza dek nasılsa öyle gideceğini sanarken, yeni bir şeyin olması, hayatın önünde yeni bir kapı açıp seni artık omuzlarından bastıran alışılmışlığının dışına davet etmesi aklına gelen son olasılıkken bir şey olur. artık ne bilinmez. bütün kışı toprağın altında uyuyarak geçiren bir tohumun çıt diye kabuğunu kırması gibi. kimse görmezken, kimse bakmazken, yeşil bir filizin başını topraktan çıkarıvermesi gibi bir şey olur. hayat değişir. ne umduğun ne de beklediğin şekilde. hayat hep bildiğini okur. sen sence olmaması imkansız planlar peşinde koşarken o senin için hazırladığı B planlarıyla köşe başlarında, kapı arkalarında, çıkmaz sokaklarda yolunu kesmek için sabırla bekler. senin en beklemediğin anı hesaplayıp o ana kadar kılını kıpırdatmamak onun uzmanlık alanıdır. hayat kendince anlamlı çıkışlarını yapmak için beklemeyi sever. bekletmeyi daha çok. ta ki sana gerçekten bir şeyi beklediğini unutturana kadar.  senin rastlantı sandıklarını ince eler sık dokur. sen mesela bir gün öylece yolda yürüyüp bir yandan ele avuca gelmeyecek düşünceler arasında uçuşurken bir şey olur. bir rastlantı. sana rastlantı diye yutturulmuş, ince elenmiş sık dokunmuş. sen kendi kurguladığın senaryodan başkasını tahayyül bile edemezken, sen bakmazken, sen görmezken, önünde bir kapı açılır. o kapıyı kim açar, nasıl açar bilinmez. tek bildiğin artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığıdır. bir şey olmuştur. hayat değişmiştir.

teşekkürler hayat. bir kalbim olduğunu hatırlattığın için.

‘lucy in the sky’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İÇİNDEN İSTANBUL GEÇEN FİLMLER 1 (Zamanda Sürgün)

Tüm sanat dallarını içinde barındıran bir tutku(m) olan sinemayla en son yüzleşmem içinden Kadıköy geçen filmi (Kaybedenler Kulübü) Ümraniye de izlemek oldu. Sonra içinden şehr-i harabe İstanbul geçen filmleri düşündüm. Uzaklarda olupta özleyenlere, içinde olupta  uzağında duranlara hatırla(t)makta fayda var;

Bir Millet Uyanıyor/ 1932
Filmin bazı sahneleri Erenköy Ethem Efendi caddesindeki bir Mehmet Ali Bengü’nün köşkünde çekilmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

İstanbul / 1957
Film, Sultanahmet ve Haliç’in havadan çekilmiş görüntüleriyle start alır. Galata Köprüsü’nün görüntüsü olağanüstüdür.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Üç Arkadaş / 1958
Sevgi, arkadaşlık ve birlikte yaşama kültürünün en has örneklerinden biri olan yapım, 1950’li yılların İstanbul’una ve özellikle Ortaköy’e dair bir çok detayı yakalayabilmek mümkün.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Şoför Nebahat / 1960
Filmin ilk sahnesinde günümüzle kıyaslandığında sadeliğiyle dikkat çeken Taksim Meydanı’nı görürüz. Sonrasında ise Eminönü günümüzün tanıdık kalabalığı ile karşılar bizi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Acı Hayat / 1962
Metin Erksan’ın gözüyle izlediğimiz filmde Okmeydanındaki İETT blokları henüz inşaat halindedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Turist Ömer / 1964
Beşiktaş Taksim arasındaki trafiğin bir kaç belediye otobüsünden ibaret olduğunu düşünebiliyor musun? Henüz ciddi bir yapılaşma içinde olmayan İstanbul’u görmek için en sağlam alternatiftir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Karanlıkta Uyananlar / 1964
Okumaktan asla usanmayacağım çok değerli yazarım Vedat Türkali’nin senaryosunu yazdığı 1964 tarihli film fabrika ve gecekondu mahalleleri ile karşılaşırız sıklıkla. Maçka, Demokrasi Parkı ve Boğaz kıyıları dış mekan çekimlerinin mekanlarıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Levent Yüksel’in yorumladığı İstanbul şarkısı fon olarak kullanılmıştır. *

Saçlarını dağıtır rüzgar
Yeditepe üzerinden
Hatıralar tarihin küllerini savurur
Kadın gibi, kısrak gibi
sarılayım gel ince beline
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Tüketilmiş yaşanmamış
Hediyelik hayatlar, ah bu evler,
Pencereler bu kapılar, sokaklar
Hüzün gibi, sevinç gibi,
Eskitilmiş zamanlar
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından
Minareler uzanmış gökyüzüne bağırır
Kara sevdan nerelerden
Yüreğimi çağırır?
Dua gibi, büyü gibi ezberledim hasretini
Yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından…

‘HERDEM’

NeHrİn AşAğI kIsMıNdA…

Yaşamın felsefesi eksik… Elbette felsefi sorgulamanın eksik olduğu yerde praksisten de söz açmak nâanlam. Meslek edindirme yüksek kurumlarından her mezun olan, kendi kürsüsünden, kendi kürsüsü dediğim, kendi gerçekliği-hab’itusundan doğrultarak başını şöyle kahraman bir anti-kahraman edasında tiradlar atıyor. Herkes çok biliyor maşallah, herkes hakikate vakıf, herkesin çıkarımı en sahih olan. Biz “türdeş kurtçuklara”, “hayatın anlamı, türdeş bir kurtçuğun sorumlulukları vs.” üzerine atıp tutuyorlar. Daha doğar doğmaz başlıyor yaftalama süreci, aslında öncesinden. Daha sen gelmeden, bir özne olarak belirlenen senin, bir ismin oluyor. İsmin, toplumsala adımını attığında, diğerlerinin seni tanımlamalarını ve sınıflandırmalarını kolaylaştırıyor. Diğerlerinin kafasında oluşan “sen” fikri, senin somut varlığından daha güçlü, daha etkili bir hal. O sebepten adın 10’a çıksa 9’a indirmen neredeyse imkânsız. Hem artık bu kimin umrunda ki? Yüzde yüz Dogville müridi isen, ne kadar kötü yaparsan yap farketmez, cennetin kapıları hiçbir zaman üzerine kapanmaz. Neyse…

Fark ettin değil mi, kimlik denilen o ucube kavram üzerinden kavramsallaştırıyorlar varlığını, o noktada sömürgeleştirildiğin yerden kafanı kaldırıp, yumruğu çakmazsan karşındakine, bu her kim olursa olsun, anan-baban bile… Bil ki işin bitmiştir artık, yıka ve göm kendini. Sen artık bir oluş değilsin, basbayağı bir yapısın işte. Öncesi ve sonrası olan, her şeyi son derece tahmin edilebilir ve kontrol edilebilir, saat gibi kesintisiz işleyen bir makine. Ve sen böyle işlerken ne kolaydır senin üremen/yeniden üremen… Karşılaşarak, çatışarak, bütünleşerek ve sonra ayrışarak çoğalmadığın için, Durkheim’in mekanik dayanışması anlatılırken kullanılan solucan gibi, bölünerek çoğalırsın. Çoğalman bu sebepten, fazladan bir enerji ve kafatası kemiğinin gerilimini içeren bir eylem değil. Şanslısın diyemeyeceğim az hareket eylediğin için, çünkü baksana haline obezsin! Ancak mutlusun değil mi, çünkü keyfin yerinde, ne akarsın ne de kokarsın. Neyse…

Bu arada ideoloji deyiverince, insanların çoğunun aklına, en somut anlamında siyasi ideolojiler geliyor ya, hani sonradan edinilen ve bir seçim olan(?), ben hâlâ alışamadım buna. Hem artık bıraktım da galiba, doğdukları andan hatta öncesinden böyle bir zarla çevrili oldukları gerçeğine dikkatlerini çekmeye çalışmaktan. Evet burada birinci tekil şahıs kendini yüceltmekte, ancak bu da bir mesele ise eğer, tamamen kendisiyle arasında olduğundan, onaylanma ihtiyacı hissetmemekte. Neyse…

Seni tanımlar ve sayısallaştırırlar. Sanki sen tanımlanınca ve numaralandırılınca, anlaşılman mümkünmüş gibi. Ancak seni anlamak, onların problemi değil zaten. Amaçları, senin üzerinden ha babam de babam politikalar, milli gelir, mutlu gezegen endeksi vs. üretmek; savaş, tehcir veya soykırım kararları vermektir. Varlığını reddetmek ve onaylamak için, rahipleri, imamları veya hahamları vardır. Her nerede, hangi devir, coğrafya vs. ortaya çıkarlarsa çıksınlar, mevcut din ve öğretileri, egemenin dini haline getirmek onların en ustalıkla yaptıkları iştir. Allah’ın bir numaralı yargı organı olarak hareket ederler ve kutsalı araçsallaştırarak, Süleyman’ın Tapınağını, Mescid-ül Haram’ı veya Mescid-ül Aksa’yı, yetimlerin kanlarıyla sular, yoksulların etlerinden kendilerine muazzam ziyafet sofraları kurarlar… Sen bakarsın, onlarla aynı dine, millete, etnik topluluğa vs. dâhil edilmişsindir; ancak “fark etmen” çoğu zaman imkânsızdır. Çünkü sudaki balıksındır, gördüklerin apaçık ve olması gereken veya böyle gelmiş böyle giderdir. Kutsal kayaların üzerlerini, görkemli tapınaklarla kapatırlar ve tanrının adını konforla, statükoyla, maddi zenginlikle aynı düzlemde anarlar.  Kullandığın dile dön bak, en başından senin aynı varlığa itaat veya muhalefet etmen için inşa edilmiş… Mülk, hüküm ve din göklere ait değil, bizzat yeryüzünün tanrılarına ait. Onlara muhalefet ederken de itaat etmekten çok da farklı bir şey yapmıyorsun. Emir ve buyruk nereden gelirse gelsin, onu tanımamak ve almamak gibi bir tutumun oldu mu hiç bugüne kadar? Ama biliyorum, Brahim şu an Dogville yolunda elinde baltası ile yaklaşmakta ve o asr vaktinde tek bir put kalmayacak yeryüzünde.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı kültür senin yuttuğun/sana yutturulan en büyük zoka. İkinci doğan, sanki en saf ve en temiz halinmiş gibi giydirildi sana doğumundan itibaren. Nereye gidersen git, hiçbir zaman düşünmenin, kafa atmanın, gerilimin esas olduğu öğretilmedi ve sen bunu yapacak alet edevat ile donatılmadın. Zavallı küçük kurtçuk, mesele Mescid-ül Haram’ı Mescid-ül Aksa’ya, Orta Doğu’yu Amerika’ya, Batı’yı Doğu’ya tercih etmende değil. Asıl mesele, dünyanın tamamına, kafanile gözünile kırık ve naif gövdenile bodoslama dalabilmende… Korkusuz, statükosuz, isimsiz bir organsız beden olarak.

Bu yazıya başlarken Walter Benjamin aklımda yoktu; ancak gidişatı sırasında düşüverdi aklıma ve ben tam da Benjamin’in kültür kavramsallaştırmasının etrafında dolandığımı gördüm. Benjamin’e göre, kültür babadan oğula aktarılacak bir zenginlik değil, aksine bir enkazdır. Bu enkazdan kurtarılabilecek tek şey ise oraya buraya savrulmuş parçalardır. O, kültürün sürekliliğini sağlayan unsurların değil, ışığı sönmekte ve kenarda kalmış olan parçaların perwanesidir. Buradan baktığımda, kültürü korumaya çalışanların (ister modern ister geleneksel hiç fark etmez) en büyük muhafazakârlar; hangi aileden veya hangi taraftan –ezen veya ezilen- olurlarsa olsunlar, bir zamanlar içinde oldukları kültürü “o” kültür haline getiren, baskıcı ve zalim iktidarların sadık muhafaza edici varisleri olduklarını düşünüyorum.

Ben bunu düşünüyorum; ancak sen bilmiyorsun: Dogville yüzünü yıkarken, sıcak ve leş gibi kokan bir asr vaktinde Brahim şehre inecek…

‘İbn-i Zerâbî’

‘PLAZA DE MAYO ANNELERİ..’ – EMİRHAN OĞUZ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

PLAZA DE MAYO ANNELERİ..

 

‘en argentina

no pasa nada’

 

künyemde onbeşbin ad okunuyor

hem derin uçurumlardayım hem kör dehlizlerde

her evin temel çukurundayım

mezarım belirsiz

 

yedi yıl yirmiyedi mevsim anne

kurudu kanım tank paletleri altında

törenleriyle sirenleriyle çiğnediler cesedimi

gözlerimi kara çaputlarla bağladılar

çaldılar benden günü geceyi

gördüm kaç genç kızın gelinliğini kirlettiler

kaç bebeğin beşiğini sarstı postalları

gördüm anne

çelik miğferleriyle tuttular sabahın kapısını

sorgulara taşındım

mitralyöz tarakaları yaladı

çiçek tarhlarında çürüyen saçlarımı

dinle anne

bir desparesido’nun kurşun geçirmez sesim

beni bir dağın kıyısında vurmuşlardı

mezarım belirsiz

 

erimiş gözlerinin menevşe vakti

yirmiyedi güz yaşlanmışsın anne

kayısı dallarından süzülen yağmur damlası gibi

akardı ayışığı boynundan omuzlarına rüzgar

ıhlamur kokusu getirirdi dağdan

ocakta közler ışıldardı

kıvılcımlar uçururdu ateşböceklerinin ışığına

ölü demire can veren elleri babamın

çocuk gözlerimizde duyardık anne

göçer kemanların çağrısı gelirdi uzaktan

koşar gelirdi ablamın ezgisi sesine

acı aşk şarkıları kır gecesinin

 

dinle anne

bir desparesido’nun ağıt tutmaz sesiyim

beni bir gecekondu avlusunda vurmuşlardı

mezarım belirsiz

 

dumanrengi bir gökyüzü anne

çökerdi karanlık sokaklarına akşamın

oturup camın kıyısına yolumu gözlerdin

kirpiklerine değerdi pervazdan sızan rüzgar

kulağın kapıda korkuyla ürperirdi yüreğin

dışarıda kar anne karda ayak izleri

neyi anlatırdı geceye bırakılan kağıtlar

onlar hiç anasütü emmemişlerdi

ve anaları hiç oğul emzirmemişti onların

birağızdan söylenmiş türkülerle ışıyacaktı

gün bizim sokaklarımızdan akacaktı kentlere

dinlerdin gözlerin iri iri açılırdı

bugün haftanın dördüncü günü anne

son perşembesi eylülün

mayıs meydanı’nda ilk çiçeklerini açıyor bahar

ve başörtün

ülkemin mavi kelebekleri gibi

dalga dalga uçuyor saçlarında

 

bir öfkenin önce yargılı sesisin anne

sarmışlar çevreni sırmalı kollarıyla

parmakları tetikte dirsekler kenetli

kaçırıyorlar gözlerini gözlerinden

gizlemeye çalışıyorlar yüzlerini

susturmak istiyorlar acı aşk şarkılarını kır gecesinin

silmek yok etmek istiyorlar kardaki ayak izlerini

seni yirmiyedi güz yaşlandıranlar

sana plaza de mayo’nun delisi diyorlar anne

çelik yelekleriyle uykularını basıp gelinlik kızlarına saldıranlar

sana perşembe’nin delisi diyorlar..

 

bugün haftanın dördüncü günü

ilk perşembesi ekim’in

mayıs meydanı’nda yuvalarını kuruyor kırlangıçlar

ve senin yumruklaşan ellerin

tıpkı sonsuz toprakları gibi ülkemin

doğacak günü taşıyor avuçlarında

 

bir acının sevince yazgılı sesisin anne

yolumu bekleyen gözlerin

bir daha göremeyecek karda savrulan atkımı

o emekçi ellerinle saçlarımı saramayacaksın

ama üzülme

gölgemin değdiği duvarlardan

tülden bir esintiyle geçecek mayıs sabahı

gün gelecek

sevinçle savurarak sigara dumanını

şarkılar söyleyecek fabrika kapılarında kardeşim

ve sen her perşembe geleceksin

ve mezarımın toprağını hep gizleyecekler senden

 

bugün dördüncü günü haftanın

acıyı ve özlemi

umudu ve öfkeyi çağırıyor mayıs meydanı’nda toprak

duy çağrımı

ağarmış kızılderili alnınla gel anne

yorgun bilekleriyle ayaklarının

yurdumun uçsuz bucaksız pampaları gibi

üretken öpülesi ellerinle gel

toplumezar çiçeklerinden topla türkümü

türkümü söyleyen melez sesinle gel

listelerde onbeşbin kayıbım anne

onbeşbin ölü

onbeşbin kayıp..

 

 EMİRHAN OĞUZ

(Eylül – Ekim 1983..)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

EMİRHAN OĞUZ , ‘ATEŞ HIRSIZLARI SÖYLENCESİ..’ , KIRMIZI Yayınları , Ekim 2009 , İlk Baskı : Cem Yayınevi 1988..