Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

günün sözü..

‘içinde her şeyin geçici olduğu bir zamana düştük.. yeni teknolojiler her gün değiştiriyor hayatımızı.. geçmişin gelenekleri geri gelmiyor.. aynı zamanda geleceğin ne getireceği konusunda en ufak fikrimiz yok.. sanki özgürmüş gibi yaşamaya zorlanıyoruz..

 JOHN GRAY

 Çeviri : Sabri Gürses (‘1968’ , Slavoj Zizek , Encore Yayıncılık..)

 

 

 

 

 

 

 

 

(fotoğraf : crockett..)

‘6 Mayıs 1972 – 6 Mayıs 2011..’ DENİZ GEZMİŞ.. YUSUF ASLAN.. HÜSEYİN İNAN.. HALİT ÇELENK.. / ‘ZORSA , MEYDAN OKUMAYA DEĞER !’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAN REÇETESİ..

 Kara bir gök için çok şey söylenebilir elbet

 

İşte benim bulutum

pas tutmamış sözcüklerden örgülü bir ağıt

alnına halk sıçramış neferlerin çılgar gözleriyle

sana

ey rengi tarihini utandıran elbise

 

Yüzün hiç yabancı değil

sen eski borazanların gedikli çalgıcısı

sesine küflü ambarların kokusu sinmiş

irin salgını, cinayet fotokopisi ve kangren depolanmış

eskimiş tarih satıcısı ambarların kokusu.

 

Burnum duymuyor ama seni

uslanmış ıtır kokusunu da duymuyor

benim burnum

benim burnum

vahşi dağ çiçekleri, bozkır gülleri ve devedikenlerinin

kırları genişleten halk kokusuyla yanıyor

genzim çatlıyor

genzim çatlıyor ve seni de çatlatıyor

el illizyonizmin sırça küresi.

sana kim sus dedi Kalbim.

Dünya bir ateşten top gibi kavruluyorken

toprak güneş sıtmasıyla sarsılıyorken

burda, orda, öte yanlarda

alınterinin öfkeyle fışkıyan şavkı

yeryüzünü yeniden biçimliyorken

ve depremle sarsılan halkların beyni

illizyonizmin büyüsünü bozuyorken

seni kim büyülemek istiyor Kalbim.

Bildim hiç kuşkusuz

su yılanları, yeraltı fareleri ve akbabaların koruyucusu

çarpıcıların, kemirgenlerin, leşçilerin

şaşırtılmış kolcusu.

 

Usul usul da gelsen, harlayarak da gelsen

el illizyonizmin güleryüzlü büyücüsü

masken kandırmıyor çoktandır beni

beni ve benim gibi

dünyaya kanından dürbünle bakanları

soluğu cehennem yakanları.

Çünkü biz hayatı kendi aynasından gördük

biliriz sırça kürenin yaldızındaki puştluğu

Ey tırnaklarımı büyüten tahammülsüzlük

beynimde hora tepen on sivri bıçak

senin kendi damarında denediğin keskinlik

halkının alnındaki tomurcuğu patlatsa da

kan kendini aldatmaz

kan kendini aldatmaz

 

Kalbim!

bu acıya dayan

varsın işkenceler dağlasın seni

duru bir gök için vahşete katlananlar

acıyı bir silah gibi göğsünde saklamalı

 

Kalbim!

bu acıya dayan

bu acıya dayanman için

yaranı iyileştirmek için sana

parçalanmış gül cesetlerinden bir reçete

vereceğim

 

vahşet dağlarından kızgın kemik külleri

işkenceler ovasından kan dölleri

ve yangınlar vadisinden dehşet bir ateş.

Kan kokusu büyüyü bozmak için

Kemik sıcaklığı sırça küreyi eritmek için

Ateş kırmızısı göğü aydınlatmak için

 

Böylece dirilir içindeki gül cesetleri bile

dirilir ve o zaman

çılgın bir şafakla tazelenen gökyüzü

bir taze tomurcuk gibi açar

kanıyan alnında senin.

 

Kalbim!

sen varsın

sen tökezleyen bir şarkı değilsin

ne de uzun, yanık havalı türkü

sen kendinin ezgisisin.

 

Yırt öfkenin sabredilmez dağarcığını

dağılan, saçılan ne varsa hepsi senindir

kara bir gök ancak bunlarla arınır

ve elbette yeter bunlar sırça küreyi dağıtmaya

acı diye ne varsa hepsini onarmaya

 

 

Kalbim!

elimden tut

elimden tut

sensiz birşey yapamam.

 ARKADAŞ ZEKAİ ÖZGER

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ÜÇ DAĞA AĞIT..

 Açlığın

çıplaklığın acısı mı genişliyor

dalları

meyvaya çağıran rüzgâr mı

 

Dalgın bir kuşun ötüşünden

sevdiğinin kalbine düşen âşık mı

yağmuru emen toprak mı derinleşiyor

 

Yas mı tutmalıyım onurlu ölüme

halkın gözlerini dolduran çizgilere

umudu mu çağırmalıyım

 

Ah gidiyor işte gidiyor göz göre göre

sıcak titreyişi varlığını hayata adamışların

gidiyor

öfkenin haykırışları

yasalarıyla gidiyor kahredişin

zulmün ve iğrençliğin buyruklarıyla gidiyor

toprağa düşen bakımsız yapraklar gibi değil

azarlanmış çocukların kederiyle değil

doğuşun ve sevmenin feryadıyla gidiyor

ölümü donatan arkadaşlarım

 

Ah gidiyor işte gidiyor göz göre göre

durutarak gündüzleri geceleri

durutarak adanmışlığı, mertliği, yüceliği

damıtıp sevdalarına

neferi toprağa aşılamaya gidiyor arkadaşlarım

 

Bulutlar da hafif mi kar taneleri kadar

özgürlüğün borcu mu ödeniyor

yaralar mı açılıyor yoksulluğa

ezilmişliğin isyanı mı sesleniyor

 

Ah gidiyor işte gidiyor göz göre göre

birer rüzgâr uğultusu bırakarak yanan ateşe

 NİHAT BEHRAM

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YİNE DE GÜLÜMSEYEREK..

 Ne sağnaklar görmüşüz, yarılan gökyüzünden alnımız

yıldırımlarla ağmış,

ne rüzgarlar çınlamış bağrımızda, coşkusundan kırılmış

kaburgamız,

dişlenip kayaları ne ateşler yakmışız, aşmışız ne zifir

uçurumlar,

yine de ürkütmeden öpmüşüz bir ceylanı gözlerinin

yaşından

incitmeden tutmuşuz ağzımızda yorulan kelebeği;

şimdi asmalardan korukların tadı silinmiş,

sesimizde sendeleyen bir keder,

uykusuzluk serin serin sızıyor acıyan tenimizden;

ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzde aşkın yeri çok derin.

 

Ne azgın canavarlar üstüne yürümüşüz bir demet

çiçek için,

neyimiz var neyimiz yok vermişiz bir narin dilek için,

yıllarını taş duvara örmüşüz ömrümüzün bir hırçın

yürek için;

şimdi çevremizde yosunlaşmış sessizlik,

yabanıyız gittiğimiz her şehrin, çiğdemsiz, kükremesiz,

kimsecikler sezmiyor boynumuzdan didişen örümceğin

zehrini;

ziyanı yok, nasıl olsa nabzımızda durulanır yaşamanın

iksiri.

Ne güzel sevmişiz, ağzımızda mavi bir tat kekremiş,

ne sızılar sarmışız yumuşacık öpüşlerin çığlığını kuşanıp,

şafaklar tutuşkunu şarkılar yuvalanıp ne mintanlar yırtmışız,

şimdi usulcacık ürpersek kara gece uykumuz kaçacak

kadar delik

üstümüz çimensiz tepeler gibi bereketsiz, örtüsüz, serin;

ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün çayırları ipekten,

bakışımız lekesiz.

 

Ne masalar düzmüşüz kıvrımları gümüş, kakmaları sedeften,

ne milyonlar yanından başeğmeden geçmişiz, huyumuz

değişmemiş,

hayatımız günbegün çarpışarak yaşanılan sırların ürünüdür;

şimdi kar altında avcumuz, avurdumuz ilaçsız,

ıssızlaşmış sabahlar, yoksunluk arsızlaşmış,

kaçışır yolumuzdan gölgesini de alıp o şaklabanlar

inildesek açlıktan;

ziyanı yok, nasıl olsa gönlümüzün dağı taşı altından.

 

Ne devlerle dalaşmış kanımızı göstermeden silmişiz.

ne kudurgan günlerde elimizi dost eline titremeden vermişiz,

bir ömür seğirtmişiz bir nefes beklemeden;

şimdi nice anışların dudağı üşüyen bir çocuk kadar uçuk,

nicesi elsıkışların sahtekar çıkmış.

 

– Bizi eşkiyalar soymamış abi

muhabbet yıkmış!

 NİHAT BEHRAM

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘BAĞIŞLANMIŞ ÖZGÜRLÜK TUTSAKLIKTIR..’ – ALEKOS PANAGOULIS

‘birdy’

sinema festivallerinin ardı ardına sıralandığı şu tarihlerde bir çeltik atıp sağlam bir tiyatro oyunu notlamak istiyorum ;

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

çatışmaların, kan ve vahşet sahnelerinin şiddetine gerek duymadan; savaşın tüm dehşetini iki gencin öyküsü üzerinde anlatan birdy sezonu kapatmak için gün saydığımız şu günlerde görülmeye değer bir devlet tiyatrosu oyunu.

savaştan önce ve savaştan sonra diye ikiye ayrılan, ama sadece savaşın etkileri üzerinden, müthiş bir savaş eleştirisi yapan birdy’in oyun uyarlaması da bir çok beklentiye cevap verecek nitelikte. savaş yıkımını ve öteki olmak konusunu işleyen oyunlar arasında çıtayı yüksek tuttuğunu düşündüğüm birdy, william wharton’un 1978 yılında kaleme aldığı aynı adlı kitabından bir uyarlama. bu romanın sinema versiyonu da alan parker’a 1985 yılında “cannes film festivali”nde “en iyi yönetmen” adaylığı ve “büyük jüri ödülünü” getirdi.

eleştirmenlerin “muazzam bir özgünlük ve hayalgücü” diye nitelendirdikleri çalışma dünyanın bir çok ülkesinde sahneleniyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

genç oyuncuların takdire şayan performanslarını tuttuğum hafızamda altını çizdiğim birkaç şeyi yazıma da aktarmak isterim;

“birdy: demek istediğim biz gerçekten deliyiz. çünkü yaşadıklarımızın nedensiz ve anlamsız olduğunu kabul edemiyoruz.”

”düşünebildiğimiz için uygarlık denen bu kafesi inşa ettik. şimdi bu kafesten kurtulmak için düşünmek zorundayız.”

 

 

 

 

 

 

 

oyunla ilgili sarfedecek çok söz var ama tavsiyem şudur; şu an üsküdar tekel sahnesinde görülebilecek oyunu izlemek için hala vaktinizin olduğu…

‘HERDEM’

Bu yol hakikate çıkar mı bayım?

“Linha de Passe” (Geçiş Çizgisi), 2008 yılı Brezilya yapımı bir film. Filmin başrol oyuncusu Sandra Corveloni, bu filmedeki rolü ile, 2008 Cannes Film Festivali’nde, en iyi kadın oyuncu ödülünü almış. Film, Brezilya’nın Sao Paulo şehrinde geçiyor. Sanayi şehri olan Sao Paulo, nüfusunun çokluğu ile Güney Amerika’nın en büyük kenti. Ancak mesele bu değil, daha fazlası için google’a girilebilir. Asıl mesele, filme konu olan ana-reis ailenin, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden birinde yaşamaları ve basbayağı yoksulluk/yoksunluk içinde olmaları. Anne Cleuza’un farklı yaşlarda ve farklı erkeklerden olma 4 oğlu var. Beşinci çocuğuna hamile olan anne, kentin iyi semtlerinden birinde oturan, üst-orta sınıf bir ailenin hizmetçisi. Her gün, güneş ile beraber şehrin eteklerinde bulunan gece-kondusundan çıkıp, şehrin merkezine doğru yolculuk yapıyor. Cleuza için emeğin yeniden üretimi, kurulu bir saat gibi, mevcut sosyal sınıflar arasında, günlük sert iniş-çıkışlar ve merkezden çevreye geldiğinde, evine girmeden önce, köşedeki barda bir-iki bira içerek, futbol konuşmak demek.

 Film sıradan insanların, sıradan hayatlarını anlatıyor; ancak hayatlarına temas ederken mübalağa veya olduğundan trajik gösterme gibi tekniklere başvurulmamış. Bu nedenle, filmi izlerken, sık sık kendimi antropolog Oscar Lewis’in, “The Culture of Poverty” (Fakirlik Kültürü) mefhumuyla sahaya çıkmış bir sosyal araştırmacı gibi hissettim. Lewis’in, Meksika ve Sao Paulo’nun kenar mahallelerinden ailelerle yaptığı derinlemesine görüşmelerinden ve katılımcı gözlem yoluyla elde ettiği verileri üzerine kurduğu nosyonu, 1960’larda akademik alanda, yoksulluk tartışmalarında oldukça geniş bir yer tutmuştu. Sonrasında ise, yoksulluğun müsebbibi olarak kurbanın suçlanması (Blaming the victim) veya kuşaklararası geçiş özelliği taşıyan maddi yaşam biçiminden, bir kültür olarak bahsedilmesinin mümkün olup olmadığı türünden tartışmalarla, sosyal bilimin arşivlerine kaldırılmıştı. Ancak bugün, bilhassa Avrupa’da hem akademide hem de siyasette popülerleşen, “sosyal dışlanma” kavramı, yeni yoksulluk yaklaşımının temel unsurlarından biri olarak kabul ediliyor. Sosyal dışlanma, kuşaklararası geçiş özelliğine sahip yoksulluğu yoksunluk olarak ele alıyor. Bunu ilk defa bugünün teorisyenleri söylemiyor elbette. Tanım-tespitin babası,  bir antropolog olan Lewis’dir. Sosyo-ekonomik bir olgu olan yoksulluğun, kuşaktan kuşağa aktarıldığını ve bu bağlamda bir kültür olarak da ele alınabileceğini söyleyen ilk defa kendisi olmuştur. Neyse… Bana ilginç gelen nokta ise, filmdeki ailenin yaşantısının, davranış örüntülerinin vs. Lewis’in “fakirlik kültürü”nün içerdiği önermelerle birebir örtüşmesi oldu. Şimdi ben bu iki noktadan hareketle, Sao Paulo’nun kenar mahallelerinde yaşayan çoğunluğun yaşamlarının benzer örüntülere sahip olduğunu iddia edebilir miyim? Yönetmenin, senaristin ve antropologun oraya has “gerçeklik” hususunda sundukları verilerin uyuşması, bana oranın ve mekânsal olarak oraya ait her bir çoğulluğun gerçekliğini yeterince açık etmiş midir? Her şey mümkün…

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Filmden kalanlar:

–          Tıpkı sabah duası veya namazı gibi bir ritüel formunda, annenin, her sabah mutfağının tıkalı lavabosunu dolduran pis suyu temizlemek için lavaboyu açmaya çalışması. Sonrasında ise, üst-orta sınıf ailenin, tıkanmayan lavabolu lüks banyosunu temizlemeye gitmesi.

–          Çocuklardan her birinin farklı bir çıkışı, içinde bulundukları çukurdan yırtma yolunu zorlaması. Birincisi, yaşı geçmesine rağmen, iyi bir futbol takımına seçilmeyi zorluyor; ikincisi, kolay yoldan para kazanmayı deniyor (Motosikletle, kırmızı ışıkta bekleyen arabaların yanlarında duruyorlar. Arkadaki arkadaşı, belirledikleri arabanın camını kırıyor ve çantayı alıp kaçıyorlar.); üçüncüsü ise benzincide pompacılık yapıyor; mahalledeki kiliseye devam ediyor ve İsa’ya tutunarak, nesnel koşullarının sert ve soğuk etkisini uyuşturmaya çalışıyor ve son olarak, annenin beraber olduğu bir otobüs şoföründen olan en küçük oğlan, bütün gün otobüslerde vakit geçirerek, kendisi gibi siyah tenli babasını arıyor.

–          Anne, bir gün hizmetçilik yaptığı evde ütü yaparken, evin oğlunun pantolonunun cebinde 20 Peso buluyor. Evin hanımına, parayı bulduğunu söylemeden önce, bir sigara yakıp, bir süreliğine, bir yandan eliyle buruşmuş paraları düzeltirken, diğer yandan paraya yönelmiş uzun bir dalgınlık yapıyor. 20 Peso evin oğlu için, cepte unutulmuş az bir para, ancak bizim oğlanların annesi için, akşam yemeğini zahmetsiz çıkarmak demek.

–          Arabalardan çanta çalarak, derdi maişetini savan oğlanın, bir gün işleri yolunda gitmiyor. Bir dizi aksilik sonrası, bir adama silahını doğrultuyor ve adama cipini o dur deyinceye kadar sürmesini söylüyor. Açık bir arazide duruyorlar, cipin sahibi oğlanın yüzüne bakmadan, ne istiyorsa almasını ve onu öldürmemesini yalvarıyor, tıpkı eliyle tepesine üşüşmüş bir sineği savar gibi. Bizim oğlan, tetiği doğrultuyor ve “bak” diyor, “yüzüme bak.” Göz göze geliyorlar… Bu genel bir tutum herhalde, nedense, farklı sosyo-ekonomik gerçeklikler bir arada bulunmak durumunda kaldıklarında, “üsttekiler” ısrarla “alttakileri” yok sayma, görmezden gelme veya bir masa ya da bir sandalye gibi araçsallaştırma eğiliminde oluyorlar. Sonra, sınıfı yukarı doğru atlayan çoğunluk da, bir zamanlar olduğu şeye karşı aynı kayıtsızlığı gösteriyor. Peki ya, bir gün o üsttekiler, alttakilerin yaşam alanlarında sıkışıp kalırlarsa ne olur, hem de şöyle dört başı mağrur bir gettoda? Dogville bu, ister üst ister alt fark etmez, her kesimden sınırsız ve sayısız müdavimi vardır ve elbette, faşizmle, yalan ve sahte ile beslenir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

–          Son olarak ise, benzincide pompacılık yapan, İsa-sever oğlanın hali. Başta, pompacı oğlan kendisine, olumsuz ve kısıtlayıcı nesnel koşullarına karşı bir dayanak noktası olması umuduyla, merkezin ve egemenin kilisesinin İsa’sına sığınıyor. Yoksulluğunu üzerinden, zenginleşerek çıkarmak gibi açık bir niyet yok ortada. Daha çok, “Din, halkın afyonudur.” önermesi tecelli ediyor. Sonra, ne olursa oluyor, bizim oğlan bakıyor, engelli bir kadın, bir ayin sırasında, “İsa’nın mucizesi” olarak yürümesi telkin edilirken mesela, yürüyemiyor. Rahip, hemen “inanç” diyor, “yeterince inanmamız lazım.” Yok ya, hadi bakalım, kurbanı suçlama mekanizması burada da devreye giriyor. Ya bana inanmayan İsa’nın kendisiyse ya da İsa ile benim aramda, bu şekilde formüle edilen bir ilişki yoksa aslında… Ve siz sayın bayım/rahip, merkezden/egemenden beslenen söyleminizle, bana gerçek yaşam koşullarımla veya gerçeklikle aramdaki ilişkiye dair yanlış/çarpıtılmış bir tasavvuru dayatıyorsanız, hem farkında olmaksızınolarak hem de sürekli olarak “hakikat” sözcüğünüzle ruhumu iğdiş ederek? Neyse… Pompacı oğlan, bu arada parasını çalan kardeşi, parasını kardeşine çaldırdığına inanmayan patronunun onu işten kovması ile kırılma noktasına ulaşıyor ve bunu patronunu döverek deklare ediyor. Günün sonunda “yolu kaybediyor”; ertesi günün sabahında, yolu tekrar kilisenin İsa’sı ile kesişiyor ve topluca iştirak edilen nehirde vaftiz eyleminden sonra cemaatten kopuyor. O bir gecenin sonunda, pompacı oğlan aydınlanıyor, kafası karışık ama olsun. Tek başına ağaçların arasında, patika yolu takip ederken, “Yürü, sadece yürü” diye tekrarlıyor kendi kendine, tıpkı Bab’Aziz gibi, çünkü henüz bilmiyor: “Yürü! Yürüyenler yollarını bulacaktır. Sadece yolda olmak yeterlidir!”

 Bu filmin ardından, Kurosawa’nın “Rashomon”unu ve Sidney Lumet’nin “12 Angry Men”ini (12 Kızgın Adam) izledim. Böylelikle bir kez daha gördüm ki, sevdiklerim bizzat gerçeklik, gerçeklik eleştirisi ve gerçekliğin sorgulanması üzerine olanlar. Her iki filmden de kalan şu ki, gerçek ya da gerçeklik dediğimiz, nereden bakıyorsak oraya göre değişiyor, tıpkı Marx’ın sözü gibi: “Bir köylü kulübesinde bir saraydakinden farklı düşünülür.” Ammawelakin nereden bakarsak bakalım yine de biz onu kuşatamıyoruz, tıpkı “12 Kızgın Adam” filmindeki Henry Fonda’nın oynadığı karakterin ağzından döküldüğü gibi: “Olayı nereye çekerseniz çekin, önyargı gerçeği hep saklar. Gerçek ne sahiden bilmiyorum? Kimsenin gerçekten bilebileceğini de sanmıyorum.” Sonu olmasa da, durum hep bilinemezlikten yana olsa da, yapılabilecek tek şey, gerçekle aramızda her ne var ise, önyargı, çıkar, kabul, acı vs. yıkarak yürümeye devam etmektir belki de. Belki de, Rashomon’daki siyah cüppeli karakterin dediği gibi: “Hayır, ben insanlığa inanıyorum. Dünyanın cehenneme dönmesini istemiyorum.” Son iyi insan da yeryüzünden silininceye dek, insanlığa olan inancı diri tutmaya çalışmaktır. Bilmem, belki de?

 ‘İbn-i Zerâbî’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

aşk gibi aydınlık ,ölüm gibi karanlık…

‘aşk bir kaçıştır , insanın sığındığı bir sığınak ; yüreği yaralı olanların , çaresizlerin kurduğu bir hayaldir.’

yalnızlığı sempatik görme ve gösterme etkinliklerimde, tanıştım ‘aşk gibi aydınlık , ölüm gibi karanlık’ kitabıyla…
sevgili ecel’imin aşkımızı aydınlık gördüğü tek yer bu kitabın kapağı olsa gerek …


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ne kadar tahammülsüz de olsa bu aşkın bıraktığı kronik hüzün , sanırım bu kitabı okumama vesile olduğu için bile yaşanmaya değermiş diyebilirim.
hani bazı kitaplar , filmler şarkılar başka dokunur kalbimize , öyle bir şey  hissettirir ki bir zaman sonra o hissettirdiğini hissetmek için tekrar ziyaret ederiz , işte bu kitapta tekrar tekrar ziyaret edilesi…
belki de o dönemki ruh halimden olsa gerek kitabı okurken ebruli şişman kalemimle , bolca altını çizdiğim not ettiğim satırlar oldu…
kitabı okurken bir uçan halı emrinize amade oluyor… gözünüzde canlanmasını beklemeden o halıya binip anlatılan her yeri bizzat , pusulasız , tarifsiz bulup yaşıyorsunuz… öyle ki benim satır aralarından çıkıp , dağlardaki keskin soğuk havayı ciğerlerime can simidi yaptığımda oldu , bodrumda esen meltemle ecelim’in evinin  perdesini havalandıran rüzgar olduğumda…

 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yazarımız mehmed uzun… kürt edebiyatının bildiğim en iyi yazarı… öykümüz ise baz ve kevok…

yani şahin ve güvercinin aşkın tanımına fazlasıyla uyan kederli hikayesi… kitap bitiminde , rakı şalgam ikilisinin tahta bir masa eşliğinde , deniz gören ama kalabalık görmeyen kuytu bir yerde ruhunu demlemesini istiyorsun… ve illaki kitabı okuyan başka bir insan arıyorsun yanında…
yüreğin irtifa kaybederken elinden tutsun diye…
aklına gelen yarım kalan aşkı düşünürken ‘renas’ olup rehberlik etsin diye…
dostluk , çaresizlik , şefkat , yurtsuzluk , tesadüfler , ırkçılık , korku , aşk ve ölüme yolculuk…hepsi iç içe…
vakit kaybetmeden okuyun derim…
aşkla ve gülüşünüzle kalın…

‘BULUT’

Aylakadamiz.com 3 Yaşında !!!

Bugün yola çıkışımızın 3.yılındayız . Tarifi imkansız duygular içerisindeyim yine . Ne söylenir ne yazılır bilemiyorum ama çok mutlu olduğum kesin .

 

Sitenin bel kemiği olan , hayatı ve yüreği paylaştığımız sevgili kadim dostum Crockett ‘ a , hiç bitmeyen alkollü gecelere , Islak sokaklara ,  sokak kedilerine , taksicilere ,  her ne kadar çok içtiğim için bana kızan annem’e , babam’a , güzel insan Sarı’ya , kardeşim Yüco’ ya , çok sevidiğim Ümo ‘ ya , Alki’ye ,  Gürsel ‘ e , Cevo’ ya , Fran(sı)z ‘a ,  Ciğerim’e , Halo dayıya , abidin abiye , ve siz değerli takipçilerimize . İyi ki varsınız …

  

Her zaman söylediğim gibi yazı yazmayı pek beceremem ama içimden gelen güzel şeyleri kaleme dökmeye çalışıyorum elimden geldiğince . Bugün bir doğum günü organizasyonu yapacaktık lakin kadim dost yollarda o olmadan olmaz büyük ihtimalle pazar gününe kalacak kutlamamız tüm dostlarım davetlidir .

  

Biz yaşadığımız sürece aylakadamiz.com hiç bitmeyecek  . Anılarımızı , isyanlarımızı , adaletsizlikleri , yenilikleri , sevgiyi , gülmeyi , ağlamayı , sevinçleri , hüzünleri ,  paylaşmaya devam edeceğiz .

 

İyi ki doğdun bebe , iyi ki varsın . Nice güzel yıllara , dostlarla birlikte …

BLACKHAWK

LUNAPARK

Artık saygı duymuyorum size…

Çünkü ; sayıca çok fazla yalan biriktirdiniz içimde…

Kara tahtaya konuşulanların yazılması gibiydi yalanlarınız… Ceviz kabuğunu doldurmayacak kavgalardınız çoğu zaman…

Akıl almayan oyunlar oynadınız…

Kırk yıl düşünsem kırk tilki dolaştırsam düşüncemde lunaparka çeviremezdim yalanları…

Salla başı al maaşı süregelen kurulu düzenin efendileriydiniz…

Beyaz gömlekli, siyah ceketli, ellerinde eldivenleri, yüzlerinde soğuk kanlı bir ifadenin yer aldığı azılı katillerdiniz…

Yüzünüzde yara izi yoktu çünkü ; yüzsüzdünüz… Yüzdünüz yüzdünüz kuyruğuna kadar geldiğinizde anladınız bir yalanın kurbanı olduğunuzu… Yakındınız ve yandınız…

Şimdi bir bardak soğuk su içme zamanı… Bir bardak suda boğulmalı geçmişiniz…

Yanıldınız koca bir yalandınız…

‘HASİBE’

‘hepimiz çocuğuz.. / bugün 23 nisan neşeyle ölüyor insan..’

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘hepimiz çocuğuz..  / bugün 23 nisan neşeyle ölüyor insan..’

doğarsın..

dünyadan haberin yoktur..

doğduğunda sınırlar her yerde çizilidir..

topraklarda sınırlar çizilidir..

ekonomik şartların çizilidir..

yaşayacağın hayat üç aşağı beş yukarı çizilidir..

haklarının sınırları çizilidir..

doğduğun andan itibaren borçların çizilidir..

sonra sana bir isim verirler.. hayatın boyunca boynunda taşırsın o ismi..

doğar doğmaz bir dinin olur daha ‘a’ demeyi bile bilmezken.. ilerde değiştirecek ya da inanmayı reddedecek olursun hemen seni kafir ilan ederler ya da aforoz ederler.. bir hıristiyan asla müslüman olamaz , bir müslüman asla hıristiyan olamaz.. yahudiysen zaten ezeli ve ebedi tüm günahların sorumlususundur , herkes seni hor görür , suçlar , aşağılar.. budist isen puta tapıyor ya da devleti yıkmaya çalışıyorsun diye gözlerini kırpmadan öldürürler.. hiçbir dine inanmıyorsan da şeytansındır , kafirsindir , her türlü kötülüğün sebebisindir..

oysa doğduğunuzda size sorulmamıştır.. tırnak içinde ‘demokratik’ ülkedeyseniz örneğin 18 yaşına gelince bazı yerlerde de 20 yaşında bazı haklara kavuşursunuz.. mesela seçme hakkı.. bu yaşa kadar bulunduğunuz sınırlardaki toprak parçasını yönetecek insanları seçemezsiniz , fikir beyan edemezsiniz.. fakat daha 1 günlükken sizin bir dininiz olur.. ve siz o inançla büyürsünüz.. içinde büyüdüğünüz inancı asla sorgulayamazsınız..

sonra doğduğunuzda sizin bir milliyetiniz vardır.. türksünüzdür , arapsınızdır , kürtsünüzdür , almansınızdır , hindusunuzdur , romansınızdır vs. vs.. ve belki bir renginiz vardır.. o renge göre de sizin geleceğiniz doğuştan bellidir.. renginize göre ikinci sınıf insan olabilir hatta bazılarınca insan bile sayılmayabilirsiniz..

oysa doğduğunuzda siz etrafınızda ışıyan milyonlarca ışık kümesine gözlerinizi alıştırmaya çalışıyorken , yavaş yavaş görmeyi öğreniyorken ve çevrenizde o ana kadar duymadığınız yükseklikteki seslerin sağır edici gürültüsü altında bir milliyetiniz de olur.. oysa şairin dediği gibi ‘bebeklerin ulusu yoktur..’

ama işte siz daha doğmadan önce asla sorgulayamayacağınız bir sürü ‘kıyafet’ , ‘rol’ kesilip biçilip hazırlanmıştır..

sonra ne mi olur.. yavaş yavaş büyürsünüz..

size çizilen çemberin içinde debelenir durur , siz doğmadan önce zaten üç aşağı beş yukarı çizili olan ve topraklarımızda ‘kader’ başka yerlerde başka isimler verilen doğrultuda yaşarsınız..

mucizeler beklersiniz olmaz..

hayallere dalarsınız ama sizlere izin verildiği ölçüde..

hayallerinizin bile sınırları koyulmuştur..

tıpkı umutlarınız gibi..

hayal ve umutlarınızda o sınırlar dışına çıkarsanız ‘tu kaka’ , ‘günah’ , ‘kötü’ , ‘ayıp’ , ‘hain’ vs sıfatlarla hemen çevrilirsiniz..

sorgulayamazsınız hiçbir şeyi.. izin verilmez..

‘özgürlük’ diye bir şeyden bahsedilir hep etrafınızda..

göremezsiniz bahsedilen özgürlüğü , duyamazsınız ve tutamazsınız da.. garip bir şeydir.. ama sonraları öğrenirsiniz ki devamlı bahsedilen o ‘özgürlüğün’ kullanma kılavuzları vardır.. kimisine ‘yasa’ kimisine ‘anayasa’ denir..

o kullanma kılavuzlarında hep ‘ama’lar , ‘fakat’lar doludur.. ‘özgürlük’ denen şey o ‘ama ve fakat’larla kelepçelenmiştir.. ama sesinizi çıkaramazsınız. yoksa sizi de kelepçelerler..

büyürken sizler an gelir torna tezgahlarından beter okullara başlarsınız.. okumayı yazmayı söker sökmez de bir yarışın içinde bulursunuz kendinizi.. tabi eğer biraz ekonomik koşullarınız yerindeyse..

ailenizin ekonomik koşulları yerinde değilse zaten ‘zorunlu eğitim’ dedikleri yılların ardından ya sanayiye ya bir berber dükkanına ya bir oto yıkamacıya ya tarlaya , bağa , bahçeye ya da inşaat veya maden alanlarına vs doğru marş marş yürürsünüz..

şanslı mısınız.. okula devam mı ediyorsunuz.. o zaman sizleri ülkemizde ‘kader’ dedikleri başka başka değişik senaryolar bekler..

örneğin küçücük bıcır bıcır bir çocuksunuzdur ve zorunlu eğitimin başındaki anaokulu öğrencisinizdir.. çişiniz gelir tuvalete gidersiniz.. size öğretilen gibi tuvalet çıkışında elleriniz yıkamak istersiniz.. fakat lavabo sizden çok yüksektedir.. yanınızda anneniz babanız yoktur ki sizleri koltuk altlarınızdan kaldırıp ellerinizi kolaylıkla yıkamak için yükseltsin..

ama yanınızda kimse yoktur , tek çareniz elleriniz yetişsin diye ayak parmak uçlarında yükselip lavaboya yaslanıp musluğa ulaşmaktır.. böyle debelenirken siz birden lavabo yarım yamalak tutturulduğu duvardan kopar ve tüm ağırlıyla kafanızın üzerine düşer parçalanır ve siz orada kimsenin haberi olmadan kan kaybından ölür gidersiniz.. bu ‘münferit’ bir olaydır.. özürler dilenir , sorumlular cezalandırılacak denir.. fakat sorumlular cezalandırılsa ne olur.. o bıcır bıcır güleç çocuk çoktan sonsuzluğa uğurlanmıştır..

sonra küçücük mini minnacık bir kız çocuğusunuzdur.. bir gecekondu semtinde yaşıyorsunuzdur.. siz arkadaşlarınızla sokakta ya da izin verildiği zaman mahallenin kırık dökük okulunun bahçesinde arkadaşlarınızla oynarsınız.. izin verildiği zaman diyorum çünkü artık okulların bahçeleri artık gelirinin bir kısmı işletenlere , bir kısmı okul yararına kullanıldığı söylenen otopark uygulamaları nedeniyle işgal altındadır.. siz o okul bahçelerinde oynayamazsınız fakat egzozlarından zehirli gazları savura savura onlarca araba o okul bahçelerine girer , çıkar ve oyun alanlarınızı işgal ederler..

işte yine böyle bir gecekondu semtinde yaşayan bir kız çocuğusunuzdur.. adınız mesela ‘sevcan’dır.. arkadaşlarınızla oynarken topunuz okulun bahçesine kaçar , saçlarınız uçuşa uçuşa topun peşinde bahçeye koşarsınız ama siz koşarken okulun bahçesinde sotelenen tonlarca ağırlığındaki panzer sizin semtte anlamadığınız , anlayamayacağınız olaylara müdahale etmek için ya da herhangi bir manevra yapmak için hareket eder.. ve topun peşindeki siz o tonlarca ağırlığındaki o panzerin altında kaybolur gidersiniz..

yoksunuzdur artık..

sonra arkanızdan ağıtlar yakılır , şiirler yazılır , şarkılar , türküler bestelenir.. ve o türkülerin birinde denildiği gibi olur sonunuz : ‘panzer yürümüş çocuk yedi yaşında kalmış’..

‘yağ satarım bal satarım’ diye oynarken arkadaşlarınızla , sizin de kaderiniz buymuş denilerek ‘yedi yaşında’ bırakılırsınız..

sonra ne mi olur.. açıklamalar yapılır.. soruşturma açıldı denir.. sorumlular cezalandırılacak denir.. davalar açılır.. ‘taksirle ölüme sebebiyet’ diye bir maddeden sorumlular hakkında cezalar verilir , o cezalar zaten ya para cezasıdır ya da para cezasına çevrilir.. o da fazla bulunursa ertelenir ceza beş seneliğine.. eğer beş sene içinde bir daha suç işlemezse siz öldüğünüzle kalacaksınızdır.. zaten o cezalar verilirken de akla zarar bilirkişi raporlarında sizin de bir miktar ‘kusurunuz’ olduğu da ‘uzmanlarca’ tespit edilir.. oradan da biraz ceza indirimi yapılır..

aslında siz suçlusunuzdur kardeşim , okulun bahçesine girerken önce sağa sonra sola sonra öne sonra arkaya bakıp öyle gireceksiniz , sonuçta orası okuldur fakat sizin değil de panzerlerin okuludur.. sağa sola öne arkaya bakmadan topa bakarak koşarsanız kalırsınız işte öyle ‘yedi yaşında’..

sonra aileniz uğradığı maddi manevi zararları tazmin için dava açar sorumlulara ve sorumları çalıştıran kurumlara.. orada da akla zarar bilirkişi raporları girer devreye.. denir ki o raporlarda ‘zaten ‘sevcan’ fakir bir ailenin çocuğudur.. okusa okusa ancak zorunlu eğitimi bitirir sonra ya bir merdiven altı  tekstil atölyesine işçi olarak girer ya da bir fabrikaya girer.. orada da asgari ücret maaş alır ya da daha altında bir ücretle sigortasız kayıt dışı çalıştırılır..’

en iyimser tahminle budur ‘uzman bilirkişilerce’ tespit edilen sizin geleceğiniz.. bundan başka bir geleceğiniz olmaz – olamaz demektedirler..

örneğin eğer yaşasaydınız , babanız anneniz çalışıp çabalayıp sizleri her yıl milyarlarca para dökerek dershanelerde yarış atı gibi koşturup güzel güzel özel ya da devlet üniversitelerine yollayamaz.. ha mucize oldu siz kazandınız mı.. o da milyonda bir ihtimaldir bilirkişilere göre.. o yüzden bilirkişiler bir kazanç tablosu çıkarır ve size ortalama genelde 60 yıl yaşama süresi biçerler.. o tabloya göre ailenizin mahrum olacağı zarar bembeyaz kağıtlara dökülerek ailenize üç kuruş tazminatlar bin dereden su getirilerek ödenir..

o süreçte de aileniz hakkında abuk sabuk haberler çıkar ‘rıza üretim araçları’ olan gazete ve televizyonlarda..  aileniz sizin ölünüzün üzerinden para kazanmaya çalışmakla suçlanır.. sizler sonsuzluk denilen uzak diyarlardan görerek yaşananları belki dayanamayıp ağlarsınız ama gözyaşlarınızı kimse fark edemez..

ya da doğuda köyde yaşayan bir ailenin çocuğusunuzdur.. anneniz size iki baş koyunu al da biraz otlat getir der.. neşeyle elinizde küçük bir çalıyla o koyunları ağıldan çıkarırken annenize seslenirsiniz ‘anne bugün makarna yapsana.. canım makarna istedi’ dersiniz.. sonra neşeyle koyunları bir sağa sola güderek ilerlerken kırlarda , birden kafanızın üstünden ıslık çalarak bir cisim yaklaşır.. daha kafanızı kaldırıp bakamadan o sese , aklınızdaki  makarna tenceresinin imgesi son düşlediğiniz şey olarak kalır.. önünüzde uzanan yeşil kırlar ve koyunların beyazlığı son görüntü olarak kalır.. ve siz artık sonsuzluğa koşan güzel gözlü ‘ceylan’lardan birisi olarak tarih olursunuz..

ve yine aynı nakaratlı açıklamalar yapılır.. ve en çok da siz suçlanırsınız.. orası askeri bölgedir.. ya da yüksek güvenlikli yasak bölgedir.. ne işiniz vardır o bölgede..

oysa düşünemezler ki ya da düşünmek istemezler ki  küçücük bir çocuk olduğunuzu.. ne bilirsiniz askeri veya yüksek güvenlikli bölgeyi.. ne anlarsınız.. evinizin dibindeki bir yerdir orası.. ne zaman yüksek güvenlikli bölge olmuştur ki orası bilemezsiniz.. belki de havan mermisi kafanıza indiği anda orası yasak bölge olmuştur birden..

hem kafanızın ne işi var havan mermisinin altında.. ne dolaşıyorsun orada kızım..

ya da örneğin dünyadaki herhangi bir diktatörün zulmü altında bir ülkede yaşayan bir çocuksunuzdur.. ve o ülkenin sevilmeyen halklarından birisi olarak dünyaya gelmişsinizdir.. yani doğuştan suçlusunuzdur..

henüz ülkenizin ‘demokratikleştirilmesi’ için zaman vardır.. çünkü dünya petrol rezervleri henüz azalmamıştır.. beş on sene sonra ortam ve şartlar hazırlandığında ülkeniz zaten ileri ‘demokratik koalisyon güçleri’ tarafından ‘özgürleştirilecek’ ve ‘demokratikleştirilecektir..’ ne var bunda canım sıkın dişinizi biraz..

diktatörün binlerce ölüm kuşundan attırdığı kimyasal bombalar ne yapar ki size.. ölmeyin.. niye ölüyorsunuz ki utanmadan beş bin , on bin kişi..

ağzınızı kapatın , nefes almayın o zaman bir şey yapmaz kimyasallar sizlere..

ama çığlıklarınızı kimse duymaz.. diktatör ölüm kuşlarını yollar ve gökyüzünden atılan kimyasal bombalarla binlerce çoluk çocuk sokaklarda , evlerinde , kundaklarında ölür gider.. sonra ‘demokratik koalisyon güçleri’ sanki olacakları bilmiyormuşçasına çok üzülürler ve yavaş yavaş planlarını uygulamaya başlarlar..

ha bence siz ölümlerden güzelini seçmişsinizdir.. bu   ‘demokratik koalisyon güçleri’ bir beş on yıl sonra kendi ölüm kuşlarıyla , ölüm gemileriyle , ölüm arabalarıyla sizleri kurtarmaya gelirken sizin yaşlarınızdaki çocuklar bu sefer daha etkili , daha güçlü misket bombalarıyla , tonlarca ağırlıktaki bilmem kaç nükleer başlığa eşit güçteki bombalarla toprağa gömülmektedir..

yine ölenler en fazla çocuklardır..

ha bir de ‘dost ateşi’ diye bir terim kazandırıldı insanlığın diline bu ‘insani’ operasyonlar sırasında.. adamlar sizin için gelmişlerdir , dostturlar ama sizleri yanlışlıkla bazen vururlar , öldürürler.. bunun da adı yanlışlıkla açılan ‘dost ateşidir..’

siz de dayansaydınız işte kimyasallara karşı belki şansınıza ‘milyonda bir yanılır’ denen son teknoloji harikası elektronik silahların yanlışlıkla açılan ‘dost ateşi’ sonucu yok olurdunuz.. ama dayanamadınız işte..

ya da ‘ileri demokrasi’ye sahip bir ülkede dört yaşında bir çocuksunuzdur.. koştura koştura arkadaşlarınızla evinizin yanındaki okulun bahçesine girerken raylı demir okul kapısı üzerinize düşer ve siz orada komaya girerdiniz.. açıklamalar yine aynı olurdu arkanızdan.. sorumlu biraz büyük amcalar ,  teyzelerdir fakat en çok da sizsinizdir.. ne işiniz vardır canım dört yaşındayken okulun bahçesinde.. anneniz , babanız sorumludur yaşanan ‘kazadan’ , sizi neden sokaklara salmıştır bir başınıza ebeveynleriniz.. hep onlar sebep olmuştur bu kazaya..

ve de ah siz yok musunuz siz küçük haşarı yaramaz veletler..

ne işin var çocuğum demir kapının altında.. kaçsana görmedin mi kocaman kapıyı düşerken..

ya da biraz daha büyük ortaokul öğrencisisinizdir.. trafikten dolayı geç kaldığınız okulunuza koştura koştura girmektesinizdir.. ama o ne.. sizin okul biraz daha kalitelidir.. okulun dış kapısı elektronik raylı kapıdır.. birden kapının devresi bozulur ya da insani bir hata soncu siz tam  geçerken kapı aniden kapanır ve kafanız iki demir kapı parçasının arasında sıkışıp kalır ve oracıkta ‘yanlışlıkla’ ölürsünüz.. ne kadar dikkatsizsiniz kardeşim.. kör müsün kapıyı görmüyor musun.. ve de ne çabuk ölürsünüz hep kardeşim biraz dayansanıza ambulans gelecektir bir iki saat içinde.. kanamasın yaranız , sahip çıkın biraz kanayan yaralarınıza.. ve sonra yine açıklamalar yapılır ve yine aynı nakaratlar..

belki bir anadolu kentinde üç arkadaşsınızdır.. bayramdır.. el ele tutuşup sizlere anlatılan ve öğretilen şekilde ev ev dolaşıp büyüklerin ellerini öpüp sizlere verilecek şekerleri , mendilleri , harçlıkları toplamak için neşeyle koşturup durmaktasınızdır.. cepleriniz şeker ve hediyelerle dolmakta , gitgide neşeniz artmakta , kahkahalarınız sokaklarda yankılanmaktadır..

ama birazdan bir kapı açılır ve siz içeri girdikten sonra arkanızdan bir daha açılmamak üzere o kapı hayatın üzerine kapanır.. o kapının arkasında yaşananları kimse bilemez , bilmek istemez.. psikopatın , bir ruh hastasının kurbanı olursunuz.. senelerce sizden haber alınamaz.. umutla beklenir.. her kapı vuruluşu , telefon çalışı kalpleri titretir.. bir umutla , bir heyecan , bir korkuyla kapılar , telefonlar açılır.. ama hep ama acılar gelir o kapılardan , telefonlardan..

mesela okula giden bir öğrencisinizdir.. ailenizin gücü yoktur size servis tutmaya.. kilometrelerce ötedeki okulunuza gitmek için beş saatte bir geçen tıklım tıkış belediye otobüsleri yerine fizik kanunlara aykırı denilen ama nedense ülkemizde hala kullanılan minibüslerin tekine atlarsınız.. ayakta sarsıla sarsıla , bir o yana bir bu yana çarpa çarpa giderken birden belki eğitimsiz kör cahil , belki de ehliyeti bile olmayan bir minibüs şoförünün dikkatsizliği sonucu ya da bile bile kırmızı ışıkta geçmesiyle karşıdan gelen kamyonla minibüsünüzün çarpışması sonucu yanınızdaki on yedi kişiyle birlikte ölürsünüz.. ağıtlar yakılır arkanızdan.. ama neye yarar ağıtlar..

kameralar , objektifler parçalanan çantanızdan fırlayan yaprakları uçuşan defter ve kitaplarınıza zum yaparak fonda da hüzünlü bir müzik verilir.. altına da ‘bir daha olmasın’ gibi inanılmayacak bir temenni belirten cümle yazılarak haberleştirilirsiniz gazete sayfalarında ya da televizyon kanallarında..

oysa yaşananlar hep yaşanacaktır.. aynı kavşakta yüzlerce kaza daha olacaktır..

siz sadece haber öğesi olarak vesikalık fotoğraflarınız ve cansız bedeninizle sadece konu mankeni olarak birkaç gün kullanılacaksınız..

bu kadar..

başka bir şey beklemeyin sakın..

sonra belki yine doğuda bir yerde yaşayan üç sevimli çocuksunuzdur.. belki evinizde televizyon filan yoktur bu yüzden daha birkaç sene önceki ‘ceylan’ın akıbetinden haberiniz de yoktur muhtemelen.. ve kimse sizi uyarmamıştır..

almışsınızdır ailenize ait birkaç baş hayvanı , her zaman yaptığınız gibi önünüze katıp onları otlatmaya götürüyorsunuzdur üç arkadaş..

ilerlerken garip garip metal cisimler görürsünüz yürüdüğünüz yolda..

hiç oyuncağınız olmamıştır..

belki oynayabilirsiniz bu parlak cisimlerle diye eğilerek cisimlere doğru üç arkadaş düşünürsünüz..

belki aklınızdan oyun bile geçmemektedir..

o metal yığınlarını taşıyıp bir eskiciye , hırdavatçıya satıp belki bir bebek , belki oyuncak bir araba ya da bir çikolata ya da bir dondurma alabileceğiniz hayaliyle , ‘kimin tarafından oraya bırakıldığı her zaman ki gibi bilinmeyen’ o metal cisimleri incelerken birden patlar o cisimlerden birisi..

siz üç arkadaş savrulursunuz etrafa çiçek yaprakları gibi.. aranızdan şanslı olanlar ağır yaralanır bazılarınız ise sonsuzluğa uçarsınız..

ve yine siz suçlusunuzdur..

eşek kadarsınızdır..

ne elliyorsunuz o metal cisimleri.. vazife midir size.. sorumluluğun büyüğü sizde ve sizi eğitmeyen ailenizdedir..

belki özgürlük nedir bilmeyen insanların yaşadığı adı bile olmayan bir ortadoğu ülkesindesindir..

babanızın elini tutmuş tedirgin adımlarla çarşıya doğru yürürken birden hiçbir uyarı duymadığınız , görmediğiniz halde etrafınızda kurşunlar vızıldamaya başlar..

babanız kendisini siper yapar size.. bir kaldırım kenarındaki beton parçasının arkasına sığınırsınız.. dakikalar ilerlemekte ama kurşun vızıltıları azalacağına çoğalmaktadır.. babanız bir beyaz mendil parçası çıkarıp sallamaya çalışırken vurulur.. önünüze yığılır kalır.. sanki öldüğünden emin olmaya çalışılırcasına babanızın taşın arkasından görünen kısmına kurşunlar yağmaya devam eder..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

siz ölümün gözlerinin içine bakarken gözlerinizden akan yaşlarla babanızın cansız bedenine sarılıp ‘ne olur ölmesin’ diye dualar ederken bu sefer ölüm kusan şerefsiz namluların hedefi siz olursunuz.. sizi vurmak için yarışmaya başlarlar.. ama sizin bedeniniz küçük olduğundan vurmak güçtür sizi.. fakat yılmazlar , cephaneleri sonsuzdur..

ve sizin için de gelir o kaçınılmaz an..

ve vurulursunuz..

ve hayattaki tek suçunuz filistinli bir çocuk olmanızdır..

ve tüm bu yaşananlar kameraların önünde gerçekleşmiştir..

dünyanın çoğu yerindeki insanlar ya aynı gün ya aynı gece ya da canlı şekilde dakikalarca arka arkaya gösterilen bu infaz görüntülerinde sizin katledilişinizi cips yiyip kola içerek izlerler.. hemen hüküm verirler suçlu sizsinizdir..

suçunuz filistinli ve müslüman olmaktır..

doğuştan adınızdan önce ‘terörist’ ibaresi konulmuştur zaten..

kafa kağıdınız bile yokken sıfatınız vardır ‘pis terörist arap..’

oysa küçücük yüreğe sahip bir çocuksunuzdur , çocuk..

tek suçunuz bu topraklarda doğmuş olmaktır..

oysa israilli yahudi yaşıtlarınla el ele neşeyle gülüp oynamak ve sadece onlarla aynı eşit şartlarda yaşamak isterdin..

bebeklerin ve çocukların ulusu , dini yoktur ki.. kardeştirler.. ama büyük kocaman kocaman amcalar teyzeler onun geleceğini o doğmadan on yıllarca önce kararı vermişlerdir ‘kaderi’ ve sonu için..

oysa bilseydi tüm bunları doğar mıydı ki..

ya da mesela annenizin sımsıcak ellerinden tutup hafta sonu yapılacak okuldaki okuma yarışmasının balosu için kıyafet almaya tel aviv çarşısına doğru gitmek isteyen şirin bir yahudi israilli kızsınızdır..

yaşınız saçlarınızın örgü sayısının iki katı kadar belki dört belki biraz daha fazladır.. yanaşan otobüsün merdivenlerinden neşeyle oyun oynayarak çıkarsınız.. anneniz sizi kucağına oturtur yanınıza yaşlı bir nene oturabilsin diye..

bir sonra ki durakta yaşça sizden büyük abi ya da abla diyebileceğiniz sizin gibi esmer sizin gibi kıvırcık saçlı birisi tedirgin , korku dolu bakışlarla biner otobüse..

ona gülümsersiniz yanınızdan geçerken.. fakat size gülümseyerek cevap vermez o.. üzülürsünüz.. arkanızdaki boş koltuğa oturur.. ‘belki arkaya dönüp ona bir daha gülümsersem bana gülümser’ diye düşünürken siz , kulaklarınızı sağır edecek bir patlama olur otobüsün içinde tam da sizin arka koltuğunuzda..

sizin , annenizin ve o gülümsemeyen kişiyle birlikte onlarca kişinin kanıyla yıkanır otobüsün içi.. bir duman yükselir boğuk çığlıklarla birlikte.. o dumanla birlikte sizde sonsuzluğa gidersiniz.. dünyadan bihaber küçücük bir çocukken tek suçunuz yahudi bir ailenin çocuğu olmaktır..

savaşlardan , yaşananlardan , filistinlilere yapılan katliamlardan , zulümden haberiniz bile yoktur ki..

ama kanı kanla yıkayarak çözüme ulaşılacağını sanan beyinsizler tarafından sizin de ‘kaderiniz’ çizilmiştir.. okul balosu , tel aviv meydanı çok uzaklarda kalmıştır artık..

ya da ülkemizin topraklarında güzel bir güne uyanmışsınızdır.. evin içinde akşam yapılacak düğünden bahsedilmektedir.. annenize yalvarmaya başlarsınız.. ‘anneciğim ne olur beni de götürün düğüne’ diye.. anneniz ve babanız ‘olmaz kızım , yaşın daha çok küçük hemen yorulur uyursun sen orada , sen ninenlerde kalırsın’ derler.. ama ağlamaya başlayıp ısrarlarınıza devam edince siz , kıyamazlar size tamam derler hadi hazırlan akşama.. anneniz size en güzel kıyafetlerinizi giydirip belki saçlarınıza güzel bir şekil verip pembe tokalarınızdan birini takar..

babanızla annenizin ortasında ellerinden tutarak düğün salonuna girersiniz.. orada olan onlarca çocukla koşturup oynamaya başlarsınız kulaklarınızı sağır edecek yükseklikteki müzikte..

ama birden salonun içinde müzik sesi kesilir , çığlıklar yankılanır ve içeriyi bir duman bulutu sarar..

annenizi , babanızı ararken korkuyla gözleriniz , biran gelinle damat geliyor zannedersiniz.. tam kapıya doğru onlar mı geliyor diye bakmaya çalışırken birden kafanızın arkasında patlayan bir sesle müthiş bir acıyla yere yuvarlanırsınız..

efendim düğün salonun dışında bir grup genç olay çıkarıp polise taş atmıştır ve salona kaçmışlardır.. o suçluları yakalamak için tek çare sanki sorgusuz sualsiz düğün salonuna gaz bombası atmaktır..

onlarca gaz bombası son hızla namlulardan fırlatılıp atılır salonun içine..

ve birisi sizin ense kökünüzde patlar.. kafatasınız paramparça olmuştur..

anneniz nerdedir.. keşke sizin elinizden tutup çıkarsa sizi bu keşmekeşten ve keşke ninenizin yanına götürüp bıraksa sizi.. ne güzel ninenizin pamuk elleri saçlarınızı okşarken mışıl mışıl dizlerinde uyurdunuz ve kafanız böyle acımazdı..

ama işte siz aranmışsınızdır , tutup çocuklar için çok tehlikeli bir düğüne gidip kafanızı gaz bombasının önüne uzatmışsınızdır.. ne işiniz vardı orada.. suçlu kesin , suçlu malum.. suçlu sensin be güzel çocuğum..

bu tür olaylardan yırtıp birazcık büyüyebildiniz mi.. yarış atı gibi öğrenci mi kaldınız.. sınavlar vardır önünüzde.. sırat köprüleri gibidir.. size öyle gösterilirler.. kazanamazsanız hayatınız kararacak , bir geleceğiniz olmayacak denir.. halbuki pembe bir yalandır bu.. okul bitince işi bulup bulmayacağınız meçhuldür.. aldığınız diplomaları manav tezgahına ya da kuaför dükkanına asma olasılığınız çok yüksektir..

ama durun durun hemen de kazandınız da diplomaları astınız duvarlara..

nerde kolay mı hemen kazanmak..

geceler gündüzler size yetmedi çalışırken.. okunmuş pirinçler yiyip , okunmuş sulardan içip türbelere gidip dualar ettiniz , camilere , kiliselere gidip ibadet ettiniz ve o saçma sapan sınava girdiniz..

kazanacağım ümidiyle sevinirken gazetelere , televizyonlara bomba gibi bir haber düşer.. sorular ya çalınmıştır , ya şifrelenmiştir..

bir değil , iki değil üç değil artık memleketin rutini haline gelir bu sınav fiyaskoları..

bazı sınavlar tekrarlanır..

bazıları içinse hemen yukarılardan ‘tatmin olundu’ açıklamaları yapılır..

sizin üzerinizden sağdan soldan ortadan siyasi olaylar tezgahlar , planlar yapılıp kavgalar edilir..

siz sokaklara dökülürsünüz alın terinizin , emeklerinizin hesabını sormak için.. hakkınızı aramak için yürürsünüz.. hemen sizi yaftalarlar sonra bir de küçümserler..

illegal örgütler sizi provoke etmiştir.. ve sayınızda o kadar azdır ki..

binler on binler olur..

il il tepkiler büyür..

sonra o saçma sınavları yapan kurumun başındaki muhterem açıklama yapar , evet bir hata vardır , evet bir şifre vardır ama ‘sehven’ olmuştur..

bakın bu ‘sehven’ kelimesi tıpkı ‘münferit’ kelimesi gibi memleketimizin devlet büyükleri ve yetkilileri tarafından en çok kullanılan kelimelerden birisidir..

e hani ‘tatmin olunmuştu..’

ne olacak şimdi..

ama bir şey olmaz..

çıkarlar derler ki o yürüyen ‘bin’ kişinin karşısına ‘on bin hazır kıta insanı biz de çıkartır yürütürüz.. ne var bunda’ denir.. birisi çıkar ‘ben de bin adamımı çıkartırım , seni kovalarım’ der..

hoop ama beyler neler oluyor..

niye kavga ediyorsunuz..

siyasetle filan alakası yok ki bunun , bir emek hırsızlığı olmuştur ve milyonların emeği çalınmıştır.. tepki verenler ve yürüyenler sınava giren çocuklar ve aileleridir..

siz niye yürüyorsunuz ki.. siz gidin sorumluları bulup yakalarına yapışın..

ama bunu yapmazlar , atışmaya devam ederler ve akıllara zarar bir açıklama daha gelir yukarılardan : ‘bu kadar gürültüye , tepkiye ne gerek var.. var mı bu sınavdan zarara uğradığını iddia eden , var mı başkasının bu sınavdan artı bir kazanç sağladığını ispat edebilen..’ ya düşünün bu cümle söylendi bu memlekette.. inanamadım defalarca dinledim.. evet söylendi bu cümle..

pes doğrusu , ne denebilir.. pes..

kurumun başındaki adam kalkıp kabul ediyor bir şifreleme olduğunu , matematik uzmanları bangır bangır bağırıyor fakat hala inkar eden , çarpıtan açıklamalar yapılıyor..

üstüne üstlük ‘illegal eylemler’ diye de yürüyen , hak arayan öğrenciler hakkında hüküm veriliyor..

hakimde mi oldunuz artık.. karar verip , ceza da mı kesmeye başladınız.. helal olsun size , helal..

çıldırmamak elde değil kardeşim bu memlekette..

bu topraklarda hiçbir zaman bir yetkili , bir sorumlu çıkıp bir skandalın ardından niye istifa etmez kardeşim..

‘soruları çaldırdım ya da şifrelemişler , çok sonra haberimiz oldu , özür dileriz ve bu yüzden kurum olarak istifa ediyoruz’ niye demez kimse.. niye böyle bir medeni davranış bu ülkenin vatandaşlarına çok görülür.. ve sorumlular niye böyle bir cesaret gösteremezler.. neyimiz eksik avrupalıdan , amerikalıdan , japondan.. neden yapmazlar neden..

neyse oldu da soruları çalınmış bir sınava rağmen bir yeri kazandınız mı..

ama ekonomik koşullar mı zorluyor bu sefer sizi..

gider kaydınızı yaptırıp okuldaki ilk senenizi dondurursunuz..

çekip memleketin turistik bölgelerinden birinde akrabalarınızla birlikte bir inşaatta çalışarak okul masraflarınızı ve harçlığınızı biriktirmeye çalışırsınız.. yemezsiniz , içmezsiniz , hep okul hayaliyle yanıp tutuşur çalışırsınız.. günler geçer inşaatta.. bir gün sıva yaptığınız iskelede hareket ederken ya açlıktan başınız döner ya da bir yere takılırsınız.. onlarca metre yüksekten çığlık bile atamadan düşersiniz..

öldünüz işte yine..

okul hayali , güzel bir gelecek hayali yok oldu..

işte bu kadarmış sizin için hayat..

ne zormuş değil mi çocuk olmak..

biz de geçtik bu safhalardan bin bir zorlukla..

biz şanslı olanlardık belki de..

şu ana kadar ‘şansımız’ yaver gitmişti..

ama işte yurdumuzda , dünyada yaşanan olaylardı yukarıdakiler..

ve bugün işte dünyada tek ülkemizde kutlandığı söylenen çocuk bayramıydı..

ne şanslıydık..

dünyada tek bizim ülkemizde çocukların bayramı vardı..

vay vay vay..

sabah uyandığımda baktım binlerce çocuk 23 nisan şarkısı söylüyor.. şarkıyı dinlerken aklımdan tüm bu yaşanmış olaylar geçti..

şarkıda denildiğinin aksine 37 yaşında koca bir çocuk olmama rağmen ‘neşe’ yerine nedense hüzünle doldum ve kimi ‘her şeyi çok ve tek  bilenlerce’ , ‘popülist’ denecek bu uzun yazıyı yazdım..

ama benim ne siyasi kariyerde gözüm var , ne bu yazıyı yazarak bir kazanç sağlıyorum , ne de umurumda değil kendi aralarındaki ‘danışıklı’ siyasi kavgaları..

zaten kapılar kapandığında hepsi unutulur o kavgaların.. ortak çıkarlarda uzlaşırlar..

bu yüzden dileyen dilediği kadar ‘popülist’ diyebilir bu yazıya..

‘oy ve maddi menfaat kaygım’ yok..

ve de bu hayata ve acımasız dünyaya katlanabilmemi sağlayan tek şey olan içkimi , biramı kimse bana vermiyor.. kendim kazanıp kendim içiyorum.. hiçbirisi umurumda değil , vız gelir tırıs giderler..

lütfen çocuklarımıza kıymayalım , onlara sahip çıkalım..

çocuklarınızın gülüşüyle kalın..

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

baran , mehmet ali , elif ve vittorio..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘giriş notu : bu bir sayıp sövme yazısıdır.. günlerdir döktüğüm gözyaşlarımın ve içimde kabaran öfkenin dışavurumudur.. rahatsız olacak olan okumasın , umurumda değil..

yazmak istemiyorum artık..

bu kadar anlamsızlığın saçmalığın yaşandığı bu dünyada yazmak nedir ki.. ne anlam ifade diyor..

ben şimdi sayıp söveceğim burada.. ne olacak.. ne anlamı olacak.. hiç.. kocaman bir hiç.. çocuklar ölmeye ve ÖLDÜRÜLMEYE devam edecek saçma sapan olaylarda , saçma sapan nedenlerle..

güzel insanlar , kendilerini insanlığa adamış kutsal insanlar saçma sapan pazarlıklarda gerici faşist güçler tarafından katledilmeye devam edecek.. isyan etsek de , bağırıp , çağırsak da devam edecek tüm bu yaşananlar..

bakıyorum da insanlık aynen devam ediyor yaşamaya.. gülüyorlar , rollerini oynuyorlar , her şeyleri tıkırında , herkes kafasına göre.. değişen bir şey yok.. vurdumduymazlık aynen devam ediyor..

bense hiçbir şey olmamış gibi yaşayan bu ‘büyük insanlığın’ aksine günlerdir içimde kabarıp duran kusma dalgalarıyla ve gözyaşlarıyla cebelleşiyorum.. bazen şaşıp kıskanıyorum gülüp dolaşan umursamayan insanları..

oysa VITTORIO ARRIGONI katledildi geçtiğimiz günlerde filistin’de.. duyanınız oldu mu ya da hatırlayanınız var mı.. HA-TIR-LA-MI-YOR MU-SU-NUZ..

oysa ağrı patnos’ta hayvan otlatan üç çocuk bulundukları yerde buldukları mühimmatın patlaması sonucu ağır yaralandılar ve aralarından BARAN ÖZYOLCU kurtarılamadı.. BARAN ÖLDÜ.. nasıl kulakları sağır edici bir cümle oysa bu : BARAN ÖLDÜ.. DUY-MU-YOR MU-SU-NUZ.. yazıklar olsun hepimize..

oysa şırnak’ın Silopi ilçesinde bir düğün salonuna atılan gaz bombalarından birisinin 2 yaşındaki ELİF GÜNGEN’in kafasının arkasına isabet etmesi sonucu ELİF GÜNGEN kafatası parçalanarak ağır yaralanıp , komaya girdi.. YA-ŞAM SA-VA-ŞI VE-Rİ-YOR.. HA-BE-Rİ-NİZ OL-MA-DI MI.. BEYLER BAYANLAR , EY İNSANLIK KAFANIZIN ARKASINA ENSE KÖKÜNÜZE 2 YAŞINDAYKEN HİÇ METAL GAZ BOMBASI ÇARPIP PATLADI MI..

oysa izmir’in menemen ilçesinde dün dört yaşındaki MEHMET ALİ YAVUZ bir ilkokulun bahçesinde yaşıtlarıyla oyun oynarken okulun demir kapısının üzerine düşmesi sonucu ağır yaralanıp komaya girdi.. BU-NU DA MI DUY-MA-DI-NIZ..

NE MUT-LU Sİ-ZE DUY-MA-YIP GÖR-ME-DİY-SE-NİZ TÜM BU YA-ŞA-NAN-LA-RI..

KİMİLERİNE GÖRE TÜM YAŞANANLAR MÜN-FE-RİT OLAYLAR ZATEN SIKMAYIN CANINIZI..

işte son on günde dünyada ve ülkemizde yaşananlardan birkaç örnek bunlar..

ne yazılır , ne konuşulur tüm bunlar üzerine ey insanlık..

ben insan değilim istifa ettim sizin insanlığınızdan.. insan kalmak , insan olarak adlandırılmak istemiyorum.. ben şu vittorio’nun gözlerine bakarken , acımasızca yaralanıp öldürülen tüm çocuklarımızın fotoğraflarına bakarken tiksiniyorum kendimden..

KENDİMDEN TİKSİNİYORUM VE İNSAN DENEN CANLININ TÜRÜNDEN GELDİĞİM İÇİN KENDİ VARLIĞIM ÜZERİNE KUSUYORUM VE UTANCIMDAN AĞLIYORUM.. BU KADAR ACİZİZ..

EY VITTORIO SEN Kİ ON YILDIR FİLİSTİN DAVASI İÇİN MÜCADELE EDİYORSUN , SEN Kİ İKİ YILDIR DÜNYANIN EN BÜYÜK AÇIK HAVA HAPİSHANESİ OLAN GAZZE ŞERİDİNDE FİLİSTİNLİLERLE OMUZ OMUZA DİRENİŞE KATILIP , YARDIM EDİYORSUN.. SEN Kİ FİLİSTİNLİ ÇOCUKLARIN GÜLMELERİ İÇİN ÇABALAYAN İNSANLARDAN BİRİSİN..

FAKAT VITTORIO , FİLİSTİN VE MÜSLÜMAN HALKLARIN HAKLARINI SAVUNDUĞUNU İDDİA EDEN YARATIKLAR TARAFINDAN KATLEDİLDİ.. NE ACI DEĞİL Mİ..  

BİLMEM HANGİ YÜCE AMAÇLAR UĞRUNA , BİLMEM HANGİ İNANÇ UĞRUNA SENİ KATLEDEN O YARATIKLARA LANET OLSUN.. SİZİN NE FARKINIZ VAR RACHEL CORRIE’Yİ KATLEDEN YARATIKLARDAN.. HİÇBİR FARKINIZ YOK.. PİSLİKSİNİZ ONLAR GİBİ..

BÖYLE BİR TRAJEDİ , BÖYLE BİR VAHŞETİ YAŞATAN VE İNSANLIĞIN ALNINA KARA BİR LEKE OLARAK SÜREN ŞEREFSİZLERE SON SÖZÜM : NEFES ALDIĞIM SÜRECE SİZİNLE SAVAŞACAĞIM , NEFES ALDIĞIM SÜRECE KÖKÜNÜZÜ KURUTMAK İÇİN UĞRAŞACAĞIM.. VE İÇİMDEKİ TÜM KABARAN ÖFKEYİ , NEFRETİ SİZİN O PİSLİK VARLIKLARINIZ ÜZERİNİZE KUSACAĞIM..

VITTORIO ARRIGONI KARDEŞİM YAŞADIĞIN TÜM ACILARIN HESABINI SANA YAŞATANLARA SORMAZSAK SORAMAZSAK LANET OLSUN ALDIĞIMIZ HER NEFESE..

öfkemden bölük pörçük tüm bu yazdıklarımdan sonra son sözüm : hiçbir şey yapamayız diyorsanız EY KORKAKLAR , en azından tüm bu yazıdaki fotoğraflara bakıp UTANALIM.. bunu da yapamıyorsak YAZIKLAR OLSUN HEPİMİZE..’

Crockett..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sewgili sus-kûn susku,

İnsan dediğin pek de mühim bir mewzu değilmiş. Anladım eylemi gibi bir eyramla bitirmek isterdim, ama bu mümkün değil. Bu “bilinen” bir şey, ancak bilinen sözcüğünün ilk çağrıştırdığı, “herkesin haberdar olduğu, genel geçer bilgi” anlamında değil. Yani? Yani, bu bilinen, “Bu bilgi bana bilindi.” cümlesindeki, “bilindi” sözcüğünün karşılığı. Birinci tekil şahıs burada, bağımsız bir özne olarak hareket eden bilginin, kendini görünür kıldığı, kendinde örtüsünü kaldırdığı nesne durumunda. Ya da belki ikisi de değil, sadece ek fiil, sadece kafası karışmış o kadar. Belki de o kadar sıkılmıştır ki, isimden yapılma yüklemleri pekiştirmekten, biraz da nesne veya özne –imiş gibi yapayım demiştir. Bak yine de son derece gerçekçi ve ayakları yere basıyor, en azından müstakil olarak bir eylem bildirmeye kalkmıyor. Haddini biliyor yani. Belki de bu yüzden bu kadar zorlanması, bir kara parçasının üzerinde durmak mewzu bahis olduğunda.

Birinci tekil şahıs, sıklıkla nimetleri acılaştıran ölümü düşünüyor. Ancak kurumsallaşmış bir yola girmiş, bir yolun memur-derwişi gibi değil. Râbıtâ-ül mevt değil yani yaptığı. Önce otur sessiz, sakin ve karanlık. Sonra düşün ölmüşsün ve bedenini yıkıyorlar, sonra da seni toprağa iade ediyorlar. Aman çok ürktüm, çok ibret aldım ve ne yapsam ne etsem diyerek kendimi oradan oraya vurdum. Ahanda hiçlik duygusu, kopkoyu karanlık gece ve tepemizde akbabalar. “So what” makamı, eğer duman olup dolduysa her bir zerrene, her anın ölüm… Ölümle bağlantı kurmak niye? “Ölüm, alo ölüm, orada mısın? Karnım tok, sırtım pek, en son ev için bir finans kurumundan caiz kredi de aldım. Hazırım yani sana, gel ölüm kur rabıta bana!”

Here comes the death…

“Hey sen, oradaki saçmalık, ne sanıyorsun sen kendini yaw?! Sırf senin için kaç zaman, kaç çağ, kaç ihtilal aştım, ama bak gördüğün gibi buradayım. Kaç firavunun, kaç Belkıs’ın, kaç jakobenin, kaç burjuvanın, kaç kasap karısının, kaç müminin, kaç asi rüzgarın vs. canlarını aldım, melekûtun zamanıyla. Hiçlik… Çoğunun gözlerine son anda, o son an-da çöktü. Bilir misin ne zordur, bir insanın kalbinin dolduğunu ve bu dolmuş olmaklıktan ötürü kanadığını görmek? Bu bak işte, en acı hem de en saçma ölüm nedeni. O yüzden durma orada, salınıp durma eşikte, hadi sal, sal, salınım kendini boşluğa. Bak hazır pabuçları da çıkarmaya meyletmişsin… Hadisene!”

İyi mi ölümü de kızdırdık, hay ben benin! Şimdi ne demeye çalışıyorum? Walla bunu ben de bilmiyorum. Ancak şu an burada aklıma, Paul Auster’ın senaryosuydu herhalde. Başrollerinde, Harvey Keitel ve William Hurt vardı… Smoke, evet o filmin bir sahnesi geldi. Şimdi yazar olan Hurt, tütüncü dükkanının sahibi Keitel’a bir hikaye anlatıyor. Adamın biri, Everest mi ne bir dağa tırmanıyor, tepeleme kar ve soğuk. Ammawelakin, donarak ölüyor. Sonra oğlu, yıllar geçiyor ve büyüyor. Babasının sırrı olan her insan teki gibi, aynı yoldan gidiyor, maksat babanın yarım bıraktığını tamamlamak ve bağı korumak, hıfz-ül konneksiyon. Neyse, oğulun tırmanışı da çetin, bir akşam bir noktada konaklıyor, geceyi geçirmek için. Ateş yakıyor ve bir süre sonra ateşin olduğu yerdeki karlar eriyor. Peki ortaya ne çıkıyor? Aynen… Babanın çok iyi koşullarda korunmuş, bozulmamış sureti. Oğlan hayrete düşüyor, sevinse mi üzülse mi, yoksa ne? Bakıyor babasına, kendisinin o gün olduğu yaştan daha genç duruyor karşısında.

Offff offfff, işte bu hikaye hep daraltır, yırtar benim kalbimi… Sonra kapılarımı dünyevileşmiş dünyanın üzerine örtüp, kendimi âleme bırakasım gelir. Nehir-oluş: balıklar yese ya beni; çöl-oluş: akbabalar deşse ya gözlerimi; orman-oluş ayılar parçalasa ya gülüşümü….sonra ben dağılsam dört bir yana da, su-olup, toprak-olup, taş-olup, ağaç-olup yaşasam ya dünyanın ölümüne dek…

İbn-i Zerâbî