Archive for the ‘Hayata Dair’ Category

Şiir, şair, şuur.

Yeniden İsmet Özel diyelim. Öncelikle okuduğumuzu anlamakta pek meşhuruz. İsmet Özel şiiri bırakıyorum dediğinde artık şiir yazmayacağım demiyor, şiir yazacağım ama yayımlamayacağım diyor. Müsveddelerden bahsediyor. Eğer son yazdıklarına tekrar bakacak olursak bunu net olarak görebiliriz. İkincisi, sürekli bir Teoman örneği ile al birini vur ötekine ‘akıl kestirmesi’ yapılıyor. Müziği bırakıyorum dedi ama bırakmadı. Buradan ne çıkartmalıyız. Geri dönüş yaptığı zaman İsmet Özel’in kulağını mı çekeceksiniz?

Daha önceden de yazdığım gibi şiir bırakılamaz, son nefesine kadar elde kağıt kalem yazma anlamına gelen bir disiplin değildir. Ha bunun örnekleri mevcut Cemal Süreya, Rıfat Ilgaz ve en başında yazının kan kardeşi, kendini kestikten sonra “ameliyatımı icra ettim” diye not düşen Beşir Fuad’tır. Örnekler dünya çapında çoğaltılabilir. Fakat bilinç denen olgu öğretilebilir ve bu defalarca uygulandığında -ölene kadar yazmak- doğruymuş gibi algılanma olasılığı yüksektir. Günümüzde de bunu yaşıyoruz. Hüseyin Alemdar, İsmet Özel’i eleştirirken diyor ki; şiir şairini döver. Burada anlatılmak istenen elbette, şiirin daha iyi yazılabilmesi için türlü çeşitli badirelerden geçilmesinin gerektiğidir. Fakat şair şiiri bırakamaz, bize; bizden öncekilerin kulağımıza fısıldadıkları yani öğretilmiş bilincin eseridir. Yeri geldiğinde şairliğe işçilik gibi bakan bizlerin emeklilik hakkımızın olmadığının savunusudur da.

Şiir neden bırakılmalıdır?

Açık olan şudur. Roman yazarı yanına kamyon yükü cephane/kelime alırken şair sadece şarjörünü dolduracak kadar mermi alır. Tekrara düşme olasılığı diğer disiplinlere göre daha fazladır. Bir yazdığını tekrar yazabilir. Okuduklarının benzerini kağıda geçebilir ve hatta bunu yayınlayabilir. Bu kelime darlığından değil, şiirin ‘draje’ bir dal olmasındandır. Anlaşılmama kaygısından bahseden İsmet Özel şiirlerini yayımlamamak yerine dağınık aklını toparlayabilse bizim gibi gençler açısından çok daha faydası olacaktır. Kaldı ki, uzun zamandır yenilerini okuyamıyoruz ki! Televizyonlardan İsmet Özel izleyip birbirimize, ‘biz seni böyle bilmiyorduk’ diyoruz. Tekrar şiirlerine dönüyoruz. İsmet Özel o kadar çok konuşan ve aynı konudan dem vuran var ki, sizin susmanız emin olun her şey için herkes için en hayırlısı.

Papyrus’ (İnan)

‘Bize’ kimse SEN gibi sarılmadı! KAZIM KOYUNCU YAŞIYOR!

kazim koyuncu-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘onlar el sıkıştıklarında , bütün insanlık için parlar güneş

onlar gülümsediklerinde , küçük bir kırlangıç fırlar gür sakallarından

onlar uyuduklarında , on iki yıldız düşer boş ceplerinden

onlar öldüklerinde , onların bayrakları ve davullarıyla yokuşu tırmanır hayat’

YANNİS RİTSOS (Yunanlıların Öyküsü şiirinden.. – BÖLÜM – I )

 

kazim koyuncu-22

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

SON İSTEK

 

Şiire , aşka ve ölünme inanıyorum , diyor ,

işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum..

Bir dize yazıyorum , dünyayı yazıyorum ; ben varım ;

dünya var..

Bir ırmak akıyor serçe parmağının ucundan..

Yedi kere bir ırmak gökyüzünün mavisi.. Yeniden

ilk gerçek oluyor bu arılık , bu benim son dileğim..

 

YANNİS RİTSOS

 

(Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin – Yannis Ritsos, Çeviri: Cevat Çapan, Can Yayınları , 2008..)

 

yalnızca benim için dökülmeyen gözyaşlarında…

‘Ben ve Biz. Bazen daha fazla Biz’i kastetmiyor muyum? Biz kadınlar, Biz erkekler, Biz insanlar, Biz lanetlenmişler, Biz gemiciler, Biz körler, Biz kör gemiciler, Biz bilenler. Gözyaşlarımızla, büyüklenmelerimiz, isteklerimiz, umutlarımız ve umutsuzluklarımızla Bizler.

Bölünmez Bizler, her birimizle bölünmüş, ama yine de Biz.

Aslında demek istediğim Biz , ölüme doğru yürüyen Biz , ölülerin eşliğinde Biz , Biz yığılıp kalanlar , Biz boşuna çabalayanlar. Pek çok anda Biz varız , Artık tek başına düşünmediğim düşüncelerde Biz , yalnızca benim için dökülmeyen gözyaşlarında Biz.’

INGEBORG BACHMANN

 

‘Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak ; onlar , güzelliği görecekler , pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar , havalara yükselecekler , suların dibine inecekler , sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. Bir gün gelecek , insanlar özgür olacaklar , bütün insanlar özgür kalacaklar , kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu , daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak , bütün bir yaşam boyunca sürecek…’

INGEBORG BACHMANN

‘Faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz.

Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar.’

INGEBORG BACHMANN

 

ingeborgbachmann-4jpg

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

21 Ocak 2011 tarihinde tanıttığımız üstadımız AYDIN BOYSAN’ın ‘Uzun Yaşamanın Sırrı’ kitabını tekrar tanıtmak boynumuzun borcu oldu!


ZEHİR-ZIKKIM..

‘zıkkımlanmak’ diye bir deyim kullanmak , alışkanlıklarımız arasındadır.. anlamını bilir bilmez kullanırız.. niyet ‘zıkkımlananı’ batırmaktır.. niyetin bu olduğunu bilene , bu bilgi yeter , batırır durur.. ya ne demektir bu zıkkımlanmak.. ne demek istenir..

açıklayalım : zıkkım sözü , o güzelim dayanaklı çiçek ‘zakkum’dan kaynaklanır.. en çok saygı ve sevgi duyduğum bir çiçek türüdür.. nazlı çiçeklerden değildir , cömert çiçek açar.. önemli başarısı , az su ile yaşamını sürdürebilmesidir.. ülkemizde de çok bilinen ve sevilen bir türdür..

(dostum fethi naci de , ben de çiçek olarak zakkumu severiz.. her ne kadar yenince zehirler ise de çiçeği yiyen insanlara acımak gerekmediğini düşünürüz..)

zakkumu , yalnız insanlarımız değil , hayvanlarımız da iyi tanır.. örneğin hiçbir eşek zakkum yemez , çünkü zakkumun zehirli olduğunu bilir.. her eşek anasından , zakkumun zehirli olduğu bilgisiyle doğar.. yeni doğmuş sıpa açlıktan kıvransa bile zakkum yemez.. bu özellik eşeklerde hayranlık veren bir doğuştan bilgi türüdür..

zakkum , müslümanlığın doğduğu ülkelerin de bitkisidir.. tıpkı hurma gibi.. bizim ülkemizin eşekleri de hurmayı yemesini bilir de zakkum yemezler..

hayvanlar zararlı yiyecek ve içeceği , insanlardan çok daha doğru ayırt ederler..

softalarımız da hayvanların bu özelliğini iyi bilir.. örneğin hayvanların bu özelliğini öteki insanlara öğretirler de..

bir softa , köy kahvesinde sorar :

‘besin ürünleri doğal olmalıdır.. üretilmiş ürün kullanılmamalıdır.. hiçbir hayvan , örneğin hiçbir eşek , doğal olmayan malzemeyi midesine almaz.. bir eşeğin önüne bir kapta su bir kapta rakı koysan , elbette yalnız suyu içer.. neden..’

kahvenin öbür köşesinde oturan bektaşi açıklar :

‘eşekliğinden..’

içmekte , yalnız zevklenme amacı olduğunu sanmak , yanlış düşünce.. neden mi içilir.. soru zor da , cevabı daha zor.. şairimiz turgut uyar’ın şiiri de sorularla bitiyor :

‘böyle , bu sazlı bahçe neresi / nasıl da içiyorum ölürcesine / sahnede bir bezgin kadın / bir gariplik vermiş sesine / o niçin şarkı söylüyor şimdi / ben neye ağlıyorum..’

anlamazlar ki..’

 

AYDIN BOYSAN..

Uzun Yaşamanın Sırrı , Aydın Boysan , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , Ekim 2008..

 

aydin boysan-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Günün Repliği : “Kötülük içkide değildir ki, kötülük insandadır. Ama suçu hep içkiye atmışlardır.” – Serseri Kazım

“Kötülük içkide değildir ki, kötülük insandadır. Ama suçu hep içkiye atmışlardır.”

‘Serseri Kazım’ – Sadri Alışık (‘Serseri’ filminden.)

 

sadri alisik - serseri

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“Hayat demek ölümü beklemek demektir. Az çok hepimiz denizi, yıldızları, ağaçları işte falanları filanları göreceğiz, birçok şeyin tadına bakacağız, sonra da ister istemez ‘gidiyorum elveda’ şarkısını söyleyeceğiz. Öyleyse gidenin de kalanın da gönlü hoş olsun.”

‘Serseri Kazım’ – Sadri Alışık (‘Serseri’ filminden.)

 

“SERSERİ”

Konusu :  Kazım serseri ve derbeder bir hayatı kulübesinde tek başına yaşayarak sürdürmektedir. Bir gün Zeynep’le karşılaşır ve hayatına girer. Zeynep kördür ve aynı zamanda Kazım’da değişik duygular uyandırır, ona aşık olur. Hemen akabinde baskılar başlar, karakola şikayet ederler ama ‘Serseri’ Kazım çetin cevizdir, pabuç bırakmaz ve hepsinin hakkından gelir.

Kazım bir gün doktora gider, doktor Zeynep’in ameliyatı için ama 15 bin lira lazım der. Kazım da gider bitirimhaneyi soyar. Zeynep’i ameliyat ettirir ama yerine arkadaşını geçirir. Ameliyattan sonra gözleri açılan Zeynep inanmaz bu duruma ve sonunda gerçekleri öğrenir. Eski Sultanahmet Cezaevine giderek Kazım’ı bulur ve onu bekleyeceğini söyler.

Yapım Yılı : 1967

Yönetmen : Nuri O. Ergün

Senaryo : Safa Önal

Yapımcı : Berker İnanoğlu

Görüntü Yönetmeni: Çetin Gürtop

Süresi: 80 dakika

Oyuncular :

Sadri Alışık – Bitirim Kazım

Sema Özcan – Zeynep

Süleyman Turan – Arkadaş

Feridun Çölgeçen – Naşit Baba

 

‘Sarhoş Olun’ – CHARLES BAUDELAIRE

Hep sarhoş olmalı. Her şey bunda: tek sorun bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman’ın korkunç ağırlığını duymamak için durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bazı, bir sarayın basamakları, bir hendeğin yeşil otları üstünde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş bir durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, “Saat kaç” deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir yanıtı size: “Sarhoş olma saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle, ya da erdemle, nasıl isterseniz.

 

Charles Baudelaire

 

‘PARİS SIKINTISI’ , CHARLES BAUDELAIRE, Çeviri : TAHSİN YÜCEL, İŞ BANKASI Yayınları, Temmuz 2006, 117 Sayfa.

 

paris sikintisi-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

‘İÇİYORUM ÖYLEYSE VARIM’ – ROGER SCRUTON

Şarabın etkisi

Bir kadeh şarabı alıp dudaklarımıza götürdüğümüzde, devam eden bir sürecin tadına varıyoruzdur: şarap yaşayan bir şeydir, yaşayan diğer şeylerin ürünü ve bize hayat veren şeydir. Sanki sosyal bir ortamda bulunan bir başka insan gibidir, keza orada bulunan diğer insanlar kadar ilgi odağıdır. Aroması, tadı, hem burunda hem ağızda bıraktığı etki bu deneyimi pekiştirir ve bu durumun da yukarıda öne sürdüğüm gibi –sırf şaraba özgü olmasa bile- dolaysız sarhoş edici etkiyle yakın bir bağlantısı vardır, öyle ki bunlar bizatihi sarhoş edici şeyler olarak idrak edilir. Nasıl aşığın bütün varlığı, öpüşürken dudaklara kadar yükseliyorsa, içki içenin bütün varlığı da bedeni cezbedici ayça şekline kavuşturmak üzere ağza ve buruna seğirtir adeta. Çok eskilere uzansa da, erotik öpüşme ile şarabı yudumlama arasındaki bu benzerliğe fazla anlam yüklemek abartılı olur. Bununla beraber, ağız ile kadeh arasındaki teması, kendiniz ile şarap arasındaki yüz yüze bir karşılaşma diye betimlemek abartı değil metafordur yalnızca. Hem yararlı bir metafordur da. Viski karşınızda bulunabilir, ama şarap gibi tam olarak sizle yüz yüze değildir. Bir dikişte içilen alkolün bedenin içinde ilerleyişi, adeta tattan azade olmuş, sinsi yollardan iş gören bir şeyin ilerleyişi gibidir. Buna karşılık, nasıl dürüst bir insanın karakteri yüzüne vurursa, şarabın alkol içeriği de adeta tada vurur. Bu bakımdan, yüksek alkollü içkiler enerji verici içeceklere ve şurup halindeki ilaçlara benzer: Tat, etkiden ayrılıverir, tıpkı bir insanın yüzü ve jestlerinin uzun vadeli amaçlarından ayrılması gibi. Şarabın yarenliğiyse şuna dayanır: etki sinsice ya da gizlice gerçekleşmeyip tadın kendisinde mevcuttur ve tatta ortaya çıkar. Sonrasında da bu özellik beraberce şarap içen ve kendilerini şarabın yol yordamına uyduran insanlara sirayet eder.

Şarapta hakikat vardır, demiş eskiler. Bu hakikat şarap içen kişinin algıladığı şeyde değil, dili çözülmüş ve tavırları yumuşamış bu kişinin ortaya serdiği şeyde bulunur. ‘kendisi için hakikat’ değil, ‘başkaları için hakikat’tir bu. Şarabın niçin hem toplumsal açıdan meziyetli hem de epistemolojik açıdan masum olduğunu açıklar bu durum…

Kimle ne içmeli

Neyi asla içmemeli. Dünya neyin içilmemesi gerektiği konusunda nasihatlerle doludur. Dürüst emeğin ve hayat sevgisinin sizin yararınıza damıtıldığı her tür erdemli ürün –örneğin pastörize edilmemiş süt- sağlık fanatikleri tarafından yasaklanmıştır. Tek bir hafta geçmiyor ki yüksek alkollü içkiler, gazlı içecekler, kahve ya da kolanın insan sağlığına verdiği zararları sayıp döken bir gazete haberi yayımlanmasın. Bana sorarsanız, bütün bu saçmalıkların altına bir çizgi çekip birkaç basit ilke belirleme zamanı çoktan geldi. İlki de şu : istediğiniz şeyi, istediğiniz kadar içmelisiniz. Bu durum ecelinizi çabuklaştırabilir, ama bu küçük bedel, etrafınızdaki insanlara sağladığınız faydalarla dengelenecektir.

İkinci ilke şu : içtiğiniz içki başkalarına zarar vermenize neden olmamalı. İstediğiniz kadar için, ama neşe yerini gama bırakmadan önce şişeyi köşeye koyun. Depresif içecekler –örneğin su- çok az miktarda ve yalnızca tıbbi amaçlarla içilmeli.

Üçüncü ilkeyse şu : içtiğiniz içki, yeryüzüne kalıcı bir zarar vermemeli. İçki, ecelinizi çabuklaştırıyor diye, çevreye gerçekten zarar veriyor değildir – ne de olsa hepimiz biyolojik açıdan parçalanabilir şeyleriz ki bu da biz insanlar hakkında söylenebilecek en iyi şey herhalde. Ama içeceklerin satıldığı şişeler konusunda, genel olarak, aynı şeyi söyleyemeyiz. Küçüklüğümün erdemli İngiltere’sinde, içecekler cam şişelerde satılırdı; bunun için  de ekstra iki peni öder, dükkana şişeyi geri verdiğinizde bu parayı geri alırdınız. Bu örnek sistem yıllarca uygulandı, ama günün birinde, fosil yakıtların keşfinden bu yana en büyük çevresel felaket olan plastik şişeler ortaya çıktı ve bu sistemi kovdu.

Şehirlerde yaşayanlar, biz taşrada yaşayanlar kadar haberdar değil bu felaketten, zira şehirlerdeki sokaklar ara ara temizleniyor. Gelgelelim herhangi bir taşra caddesinde yürürseniz, neredeyse adım başı, oradan geçen bir taşıttan fırlatılmış ve yol kenarında ebediyen kalacak plastik bir şişe görürsünüz. Her yıl belli ürünlerin örneğin lucoade ve cola’nın çöpleri artıyor ve çevresel zarara bir de berbat renkler katıyorlar.

İçecekler de, bunların şişelerini fırlatan insanlar kadar suçlu bence. Aslında yetişkin olan insanlarda ‘ben’ tepkisini doğuran, logolu şişelerde bulunan, çocukça tatlara sahip, köpüklü şeker çözeltilerinde bir sorun var. Kolayca açılan plastik kapak, baloncukların genzi gıdıklayışı, sıvı mideye indikçe zevkle çıkan geğirtiler… Bütün bunlar içicinin perspektifini daraltmaya, ben’in ve bana ait olan şeylerin ötesinde bir dünya bulunduğu düşüncesini ortadan kaldırmaya hizmet eder. Çocukça isteklerin günün her anında mahrem bir şekilde tatmin edildiği zaman beklememiz gereken hareket, tam da şişe arabanın camından dışarı fırlatılırken yapılan kendini beğenmiş o jest, yani bu bedenin geçip gittiği şu alemin kralı benim, geri kalan herkesi siktir et, diyen jesttir.

O halde dördüncü ilkem de şu: plastik şişelerde satılan hiçbir şeyi içmeyin. Plastik şişelere ve bunları ürüten firmalara savaş açın. Plastik şişelerde süt satan süpermarketlerden ayağınızı kesin, prensip gereği gazlı içeceklerden uzak durun ve icap ettiğinde yalnızca musluktan su için.

Son bir gözlemde bulunayım: yol kenarlarında bira kutuları, su şişeleri, viski şişeleri, soda kutularına rast geldim, ama bir kez olsun şarap şişesine rastlamadım. Öyleyse, nasıl meşum iksir için meşum karakteri sorumlu tutmamız gerekiyorsa, bizim şarap sevdalılarının düşünceli davranışlarında da içtikleri şeyin ahlaki değerini görmemiz gerekiyor…

ROGER SCRUTON

‘İÇİYORUM ÖYLEYSE VARIM, Filozofun Şarap Rehberi’ , ROGER SCRUTON, Çeviri: AKIN TERZİ, AYLAK KİTAP Yayınevi, Nisan 2012, 267 Sayfa.

 

 

 

“Elini paraya değdiren onun büyüsüne kapılır, onu seven tüm yaşamı boyunca gücünü ve mutluluğunu paraya hizmet etmek için harcar.”

“Biz kardeşlerim, biz hepimiz yoksuluz. Bizim ülkemiz güneşin altındaki en yoksul ülke. Bizde öyle kutuları dolduracak kadar yuvarlak metal ve ağır kağıt bulunmaz. Bizler Papalagi’nin düşüncesine göre zavallı dilencileriz. Ama ben sizin gözlerinizi varlıklı efendinin gözleriyle karşılaştırdığımda, sizinkiler neşeyle, güçle, yaşamla, sağlıkla büyük bir ışık gibi parıldıyor, onunki ise sönük, solgun ve yorgun kalıyor. Sizin gözlerinizdeki parıltıyı yalnızca, henüz konuşmayı beceremeyen çocuklarda gördüm orada. Çünkü daha paradan haberleri yoktu. Şükredelim ki Büyük Ruh bizi aitu’ya (kötü ruh) karşı korudu. Para bir aitu’dur. Onun yaptığı ne varsa kötüdür çünkü. Elini paraya değdiren onun büyüsüne kapılır, onu seven tüm yaşamı boyunca gücünü ve mutluluğunu paraya hizmet etmek için harcar. Biz, konukseverliği, uzattığı her meyve için bir alofa (karşılık) bekleyenleri hor gören geleneklerimizi sevelim. Birinin her şeyi varken, diğerinin hiçbir şeyi olmamasına izin vermeyen geleneklerimizi sevelim. Sevelim ki, Papalagi gibi, kardeşi yanı başında keder ve acı içindeyken mutlu ve neşeli olmayalım.

Ama her şeyden önce kendimizi paraya karşı koruyalım. Papalagi bizi kandırabilmek için parayı burnumuza sokar. Sözde bizi varlıklı ve mutlu edecektir. Daha şimdiden birçoğumuzun gözleri kamaştı ve bu hastalığa yakalandı bile.

Eğer bu alçakgönüllü kardeşinizin sözlerine inanır, söylediklerinin gerçek olduğunu düşünürseniz, bilin ki para kimseyi ne daha mutlu ne de daha neşeli yapar. Yaptığı tek şey, insanın yüreğini kötü bir karışıklığa sürüklemektir. Parayla hiç kimseye yardım edemezsiniz; onu daha mutlu, daha güçlü ve neşeli kılamazsınız. Bu yuvarlak metali ve ağır kağıtları en büyük düşmanınız olarak görün ve ondan nefret edin.

 

GÖĞÜ DELEN ADAM

 

 

gogu delen adam-12

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

“GÖĞÜ DELEN ADAM, Kabile Reisi Tuiavii’nin Konuşması”, Çeviri: LEVENT TAYLA, AYRINTI Yayınları, 2008,110 Sayfa.

 

“SON BAKIŞTA AŞK” – WALTER BENJAMIN

“AUGIAS” SELF-SERVICE RESTAURANT

 

Müzmin bekârın hayat tarzına yöneltilebilecek en ağır itiraz şudur: yemeklerini kendi başına yiyor. Yalnız başına yemek yemek, insanı biraz sert ve kaba yapar. Bunu bir alışkanlık haline getirenler, eğer kendilerini koyuvermeyeceklerse, bir Spartalı hayatı yaşamak zorundadırlar. Sırf bu gerekçeyle de olsa münzeviler sade yiyecekleri seçerler. Çünkü yemenin hakkı ancak ahbaplar arasında verilebilir: tadına varılabilmesi için yemeğin bölünmesi, bölüştürülmesi gerekir. Kiminle olduğu fark etmez: eskiden sofradaki dilenci ziyafete zenginlik katardı. Asıl önemli olan sofradaki muhabbet değil, paylaşma ve vermedir. Diğer yandan, belki de şaşırtıcı olan, yemek olmayınca ahbaplığında tehlikeye girmesi… Evsahipliği etmek farklılıkları giderir, insanları birbirine bağlar. Saint Germain kontu tepeleme dolu sofrada hiçbir şey yemez, sırf bu sayede konuşmaya hâkim olurdu. Ama herkes perhiz yapıyorsa, işte o zaman rekabet ve çatışma vardır.

 

DOKTORUN GECE ÇANI

 

Cinsel tatmin insanı sırrından kurtarır. Bu sır cinsellik değildir ama cinsel tatmin sayesinde, belki de sadece onun sayesinde –açıklığa kavuşmaz- tahrip olur. Sır, insanı hayata bağlayan zincire benzetilebilir. Kadın bu zinciri koparır; erkek, hayatı sırrını yitirdiğinden artık ölmekte serbesttir. Bu sayede de bir yeniden doğuma kavuşur. Nasıl sevgilisi onu annesinin büyüsünden kurtarırsa, kadın da onu Toprak Ana’dan kelimenin tam anlamıyla koparır – doğanın gizemiyle örülmüş göbek bağını kesen bir ebe…

 

PROUST İMGESİ

 

 

İki tür mutluluk istenci vardır (bir mutluluk diyalektiğinden bile söz edilebilir) : ilahi biçiminde dile gelen mutluluk ile ağıt biçiminde dile gelen mutluluk. Birincisi daha önce hiç duyulmamış, hiç tadılmamış olandır: erincin doruğu. Öbürü, sonsuz yinelenme: ilk mutluluğun sonsuza değin hep yeniden kurulması. Proust’ta varoluşu hafızanın emrine veren de işte bu ağıtsal mutluluk arayışıdır – ‘eleatik’ mutluluk da denebilir. (eleatik okul: değişmezlik, aynılık ve birliğin gerçek; değişme, hareket ve çokluğun yanılsama olduğunu kabul eden Elealı Parmenides ve izleyicilerinin felsefesi) yaşamında dostlarını ve dostluğu feda etti ona, yapıtlarında da olay örgüsünü, kişilerinin iç bütünlüğünü, anlatının akışkanlığını ve hayal gücünün  oyunlarını. Proust’un daha zeki, daha anlayışlı okurlarından biri olan Max Unold, bu metinlerin sızdırdığı “can sıkıntısını” hemen saptamış ve “amaçsız öykülerle” ilişkilendirmişti. “Proust, amaçsız öyküyü ilginç kılmayı becermiştir. Şunu söyler: ‘düşünebiliyor musun sevgili okur, dün çayıma kurabiye batırıyordum ki çocukken köyde geçirdiğim günler geldi aklıma.’ Bunu söylemek için tam seksen sayfa harcar, ama hepsi o kadar büyüleyicidir ki, sonunda sadece bir dinleyici olmadığınız, hayal kuranın kendiniz olduğunu düşünmeye başlarsınız.” Unold, böyle öykülerde, bizi düşlere bağlayan köprüyü keşfetmiştir (“bütün sıradan düşler, başkalarına anlatıldığı anda, amaçsız öykülere dönüşürler”). Proust’un bütünsel bir yorumunu vermek isteyen hiç kimse bunu görmezden gelemez. Hem oraya açılan kapılar da az değildir – evet, hemen göze çarpmayan kapılardır bunlar, ama yine de oradadırlar: Proust’un şu saplantılı benzerlik düşkünlüğünden söz ediyorum, her yerde ve her şeyde benzerlikler bulma isteğinden.

 

Ama bu tutkunun asıl belirtileri, Proust’un davranışlar, fizyonomiler ya da konuşma tarzları arasındaki benzerlikleri birdenbire ve çok çarpıcı biçimde gösterdiği yerlerde ortaya çıkmaz – şeyler arasındaki ancak uyanıkken fark ettiğimiz ve alışık olduğumuz benzerlikler, düş dünyasındaki daha derin benzeşimlerin sadece silik bir kopyasıdır. Bir özdeşlikler alanı değildir düş dünyası, benzeşimler alanıdır; orada olup biten her şey birbirini andırır ve bu da sanki en doğal şeymiş gibi görünür. Çocuklar iyi tanır bu dünyanın bir simgesini. Onlar uyurken odalarının bir köşesine asılan ve aynı zamanda hem “torba” hem de “armağan” olduğu için bir düş nesnesi haline gelen çoraptır bu. Ama çocuklar torbayı ve içindekileri hemen üçüncü bir şeye 8yine bir çoraba!) dönüştürmekten kendilerini alamazlar – tıpkı Proust gibi. Proust da o üçüncü şeyi, merakını gideren ve sıla özlemini dindiren imgeyi istiyordu; onu devşirmek için de, bir kalıba indirgediği kendi benliğinin hemen içini boşaltmaya adamıştı bütün zamanını, sıla özlemiyle kavrulmuş bir halde yatıyordu yatağında; çarpıtılarak bir benzeşimler alanına indirgenmiş bir dünyaya duyulan özlemdi bu. Bu dünyaya aittir Proust’un yapıtında gerçekleşenler; o kasıtlı ve titiz gerçekleştirme biçimi de bu dünyanındır; hiçbir zaman tek başına kalmayan, duygusallık ya da öteyi görmekle de ilgisi olmayan, her zaman özenle hazırlanan, geleceği önceden sezdirilen ve sağlam payandalarla desteklenen bu Proust biriminin çok pahalı, kırılgan bir gerçekliği vardır: İmge. Bu imge, Proust’un cümlelerinin yapısından yavaşça kurtularak bağımsızlaşır, tıpkı Balbec’teki o yaz gününün – o eskil, zamandışı, mumyalanmış gün – Françoise’ın (Proust’un romanında, Marcel’lerin yaşlı, emektar hizmetçisi)  elleriyle araladığı tül perden sıyrılarak birdenbire açığa çıkması gibi.

 

WALTER BENJAMIN

 

“SON BAKIŞTA AŞK”, WALTER BENJAMIN, Çeviri: NURDAN GÜRBİLEK, METİS Yayınevi, Kasım 2008, 183 Sayfa… 

“BİR AŞK SÖYLEMİNDEN PARÇALAR”

ÇİLECİ OLMAK

 

ÇİLE. Ya sevilen varlığa karşı kendini suçlu bulduğundan, ya mutsuzluğunu sergileyerek onu etkilemek istediğinden , aşık özne çileci bir özcezalandırım tutumunu (yaşama düzeni, giyim, vb.) benimser.

 

1. Şu ya bu nedenle suçlu olduğuma göre (suçlu olmak için yüzlerce nedenim vardır, yüzlerce neden bulurum), kendimi cezalandıracak, bedenimi çirkinleştireceğim: saçlarımı çok kısa kestireceğim, bakışımı kara bir gözlük ardında gizleyeceğim (manastıra kapanma biçimi), kendimi soyut ve ciddi bir bilimi incelemeye adayacağım. Bir keşiş gibi, daha ortalık ağarmadan kalkıp çalışacağım. Çok sabırlı, biraz kederli, tek sözcükle onurlu davranacağım, hınçlı bir insana uygun düştüğü gibi. İsteriyle, yasımı (tuttuğumu varsaydığım yası) giyimime, saçlarımın biçimine, alışkanlıklarıma işleyeceğim. Yavaş bir “geri çekiliş” olacak bu; sessiz bir acıklılığın iyi işlemesine yetecek ölçüde bir çekilme.

 

2. Çile (çile hevesi) ötekine seslenir; geriye dön, bana bak, beni ne duruma düşürdüğünü gör. Bir şantajdır bu: ötekinin karşısına yokoluşumun imgesini çıkarırım: boyun eğmeyecek olursa (neye?), kesinlikle böyle olacaktır işte.

 

YIKIM

 

YIKIM. Öznenin aşk durumunu kesin bir çıkmaz, hiçbir zaman içinden çıkamayacağı bir tuzak gibi algılayarak kendini tam bir yokoluşa adanmış gördüğü şiddetli bunalım.

 

Mlle de Lespinasse

 

1.İki umutsuzluk düzeni: yumuşak umutsuzluk, etkin boyun eğiş (“Sizi sevmek gerektiği gibi, umutsuzluk içinde seviyorum”) ve şiddetli umutsuzluk: bir gün, herhangi bir olay sonunda, odama kapanır ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarım: acıdan bunalmış durumda, zorlu bir dalgaya kapılıp giderim; bütün bedenim katılaşır, allak bullak olur: keskin, soğuk bir şimşek içinde, yargılı olduğum yokoluşu görürüm. Zor aşkların aldatıcı ve uygar çöküşüyle hiç mi hiç ilgisi yoktur bunun, bırakılmış öznenin donmasıyla hiç mi hiç ilgisi yoktur: sert de olsa yıkılmış görmem kendimi. Bir yıkım gibi kesindir: “Ben bitmiş bir adamım!”

 

(Neden mi? Hiçbir zaman büyük bir neden değildir – hiçbir biçimde ayrılmanın bildirilmesinden gelmez; ya katlanılmaz bir imgenin etkisiyle, ya sevişme isteğinin beklenmedik bir biçimde geri çevrilmesiyle, haber vermeden gelir: çocuksudur – kendini anne tarafından bırakılmış görmek – birden cinsel oluverir.)

 

 

Bruno Bettelheim

 

2. Aşk yıkımı ruhbilimsel alanda bir uç durum diye adlandırılan ve “öznece kesinlikle kendisini yokedecekmiş gibi yaşanan bir durum” olan şeye yakındır belki de; imge Dachau’da yaşanandan çıkarılmıştır. Aşk acısı çeken bir öznenin durumunu Dachau’daki bir tutsağın durumuna benzetmek aykırı kaçmıyor mu? Tarih’in en olmayacak aşağılamalarından biri yalnızca kendi İmgeliğinin pençesindeki rahat bir öznenin  başına gelen uydurma, çocuksu, yapmacıklı, karanlık bir olayda yeniden bulunabilir mi? gene de iki durum şurada birleşir: her ikisi de gerçek anlamda bir ”panik” içerir: gerisi, dönüşü olmayan iki durumdur; kendimi ötekine öyle bir güçle yansıtmışım ki, ondan uzak kaldım mı toparlanamıyorum, kendime gelemiyorum: düzelmemesiye yıkılmış oluyorum. Bettelheim, la forteresse vide, giriş ve 95.

 

YÜREK

 

YÜREK. Bu sözcük her türlü devinim ve arzu için geçerlidir, ama değişmez kalan yüreğin bir sunma nesnesi olmasıdır – değeri bilinmeyen ya da tepilen bir sunma nesnesi.

 

1.Yürek arzunun organıdır (o da cinsel organ gibi kabarır, gevşer), İmgelik’in alanında kaldığı biçimiyle, büyülü. Başkaları, öteki, arzumu ne yapacak? İşte yüreğin bütün devinimlerinin, bütün “sorunlar”ının üzerinde yoğunlaştığı kaygı.

 

Werther 

 

2. Werther prens X’ten yakınır: “Yüreğimden çok kafamı ve yeteneklerimi beğeniyor, oysa bu yürek benim tek gururum (…) Ah, bildiğimi herkes bilebilir, yüreğimse bir bende var.” Siz beni gitmek istemediğim yerde bekliyorsunuz: siz beni olmadığım yerde seviyorsunuz. Ya da: insanlar ve ben aynı şeylerle ilgilenmiyoruz; yazık ki, bu bölünmüş nesne, benim;  ben kafamla ilgilenmiyorum (der Werther); sizse yüreğimle ilgilenmiyorsunuz.

 

3. Yürek verdiğimi sandığım şeydir. Verdiğim bana geri çevrildiği her seferde, Werther gibi, yürek bende bulunduğu söylenen ve benim istemediğim tüm akıl çıktıktan sonra bende kalan şeydir demek yetmez: yürek bana kalan şeydir, ve yüreğimin üstünde kalan bu yürek kabarmış yürektir: onu kendi kendisiyle doldurmuş olan gelgitle kabarmıştır (yalnız aşığın ve çocuğun yüreği kabarıktır).

 

(X haftalar boyunca, belki de daha uzun bir süre dönmemek üzere gitmek zorundadır; son anda yolculukta kullanılacak bir saat ister; satıcı hık mık eder: “benimkini ister misiniz? Bunlar bu fiyatayken siz çok genç olmalıydınız, vb.”; yüreğimin kabarık olduğunu bilmez.)

 

ROLAND BARTHES

 

Kitap Arkası :

 

Aşık olduğumuzda kullandığımız dil, her zaman konuştuğumuz dilden çok farklıdır; çünkü yalnızca kendimize ve hayalimizdeki sevgiliye yönelmiştir. İşte tam da bu nedenle yalnızlığın dilidir aslında aşkın dili… günümüzde bu yalnızlığa bir de aşkın toplumun kıyısına itilmesinden gelen yalnızlık ekleniyor: hâlâ bir çok insan aşık oluyor, aşk söylemi hâlâ sürüyor, oysa toplum cinselliği hevesle konuşurken, aşk söylemine alayla bakıyor.

 

Roland Barthes’ın edebiyatın başlıca aşk metinleri üstünden yazdığı bu arzu anatomisi kitabında, aşık olan herkesin iyi bildiği o bekleyişler, randevular, mektuplar, aşık olmak için aşık olmalar, “ölesiye seviyorum”lar, tartışmalar, intihar tehditleri, terk edip tekrar bir araya gelişler var.

 

Yazarın, aşk söylemini kavramlarla, çağrışımlarla yeniden oluşturduğu bu parçalar “aşk”ın, kelimenin belki de şimdi dünyamızdan yavaş yavaş çekilen o eski anlamıyla, nasıl bir “tutku” olduğunu gösteriyor.

 

“BİR AŞK SÖYLEMİNDEN PARÇALAR”, ROLAND BARTHES, Çeviri: TAHSİN YÜCEL, METİS Yayınevi, Mart 2012 (Dördüncü Basım), 215 Sayfa.